deneme

1 Nisan 2001 Pazar

21. YÜZYILIN EŞİĞİNDE DÜNYA VE TÜRKİYE EKONOMİSİ


21. YÜZYILIN EŞİĞİNDE DÜNYA EKONOMİSİ*
(I)

I- DÜNYA EKONOMİSİNİN DURUMU

2001’in Ocak-Şubat aylarından bu yana dünya ekonomisinin seyri, olumsuz faktörlerin; ekonomik krize işaret eden göstergelerin çoğaldığını gösteriyor veya bu göstergeler, dünya ekonomisinin seyrini belirliyor. Açık ki yeni bir fazla üretim krizinin faktörleri çoğalıyor. Ne var ki mevcut gelişmelere bakarak, yeni bir fazla üretim krizinin patlak vermiş olduğunu söyleyemeyiz, ama gelişmenin yönü yeni bir krize doğrudur. Dünya ekonomisi en son 1990’da Kanada, B. Britanya, İsveç, Finlandiya gibi ülkelerde patlak vermişti. ABD, Japonya, İtalya, Almanya vb. ülkeler de 1991/92 döneminde krize girmişlerdi. Bu dönemde krize giren bütün ülkeler, 1994 yılı itibariyle krizden çıkmışlardı. 

 
1994’ten bu yana dünya çapında; önde gelen ülkeleri kapsayan ve dolayısıyla dünya ekonomisinin seyrini etkileyen/belirleyen bir ekonomik kriz yaşanmadı. Ama bu dönem zarfında, başka ülkelerin ekonomilerini de etkileyen bölgesel krizler(Asya-Rusya krizleri) yaşandı. Bunun ötesinde şu veya bu ülkede krizler görüldü. Örneğin Brezilya.
1994-2000 döneminde durumu en zor olan Japon emperyalizmi, bu dönemde birikmiş sorunlarının, yapısal krizinin, çürümüşlüğün yansımalarının üstesinden gelemedi. Japon kapitalizmi, hala kendi çelişkilerinin çözümüyle uğraşmaktadır.
Olumsuz etkisine rağmen Japon emperyalizmi, dünya ekonomisi üzerinde belirleyici olumsuz etkide bulanamadı. Ancak, Pasifik bölgesindeki iktisadı gelişmeleri dolaysız etkiledi.
Buna karşın Amerikan ekonomisi neredeyse on seneden buyana yani 1991/92’den bu yana kesintisiz büyüdü.
Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, 1991-1994 krizinden sonra da Amerikan ekonomisi, dünya ekonomisinin motoru olmuştur. Bu ülke ekonomisindeki olumlu-olumsuz her gelişme, başka ülkelerin ekonomilerinin doğrudan etkilemiştir. 1994-2000 döneminde Amerikan ekonomisi, dünya ekonomisini büyüme yönünde; krize girmeme yönünde etkilemiş ve kendi gelişme seyrine göre sürüklemiştir. Göstergeler bu durumun 2001 yılının başından bu yana değiştiğini, Amerikan ekonomisinde izlenen büyüme oranlarının küçülmesinin, üretimde durgunluğun, diğer ülke ekonomilerini ve dolayısıyla bir bütün olarak dünya ekonomisini olumsuz etkilediğini ve fazla üretim krizi faktörlerini tetiklediğini göstermektedir.
Başta emperyalist ülkelerinki olmak üzere dünya borsalarındaki inişler-çıkışlar, güya beklenmeyen sert düşüşler, kapitalist ekonominin seyri hakkında genel fikir veriyor. Bütün dünya burjuva basını, adeta ağız birliği yapmış gibi belli bir telaşın, evet korkunun ifadesi olan, aynı zamanda moral vermeyi de amaçlayan borsa analizleriyle dolap taşmaktadır. Dünya borsalarındaki son haftalarda görülen istikrarsızlığın atlatılmış olduğu söylenemez. Reel üretimde durgunluğa doğru gelişme olduğu müddetçe borsalardaki istikrarsızlık da devam edecektir.
Daha 14 Şubatta Amerikan Merkez Bankası (Fed), Amerikan ekonomisinde büyümede görülen gerilemeyi kabullenerek, 2001 yılı büyüme tahminini yüzde 2 ile yüzde 2,5’e çekmiştir. İki hafta önce, yani 29 Ocak 2001’de IMF, Amerikan ekonomisinin 2001 yılı itibariyle yüzde 3,5 oranında büyüyeceğini tahmin ediyordu.
Almanya’da da gayri safi yurt içi üretimin artış tahmini, 2001 yılı itibariyle yüzde 2,1 ile yüzde 2,2’ye çekilmiştir. IMF, Almanya için büyüme tahminini yüzde 1, 9’a indiriyor. Avrupa Alanı için büyüme tahmini de yüzde 2,8’den yüzde 2,4’e çekiliyor.
Bu tahminlere, krizin patlak vermesini engellemek için tedbir önlemleri eşlik ediyor. 28 ülke merkez bankası başkanlarının ve maliye bakanlarının Brüksel toplantısı buna tipik bir örnektir. (19 Nisan) Daha şimdiden, rasyonelleşmeden bağımsız olarak, yani doğrudan kriz faktörlerinden dolayı büyük tekeller on binlerce işçiyi sokağa atmaya başladılar. Örneğin Ericson, on binden fazla çalışanını işten çıkardı. Philips 6000-7000, Cisco Systems 8500, Eastman Kodak ise 3500 çalışanını işten çıkardı.
Firmalar, tekeller üretimin gerilemesinden veya tedbir olarak on binlerce işçi sokağa atıyorlar. İşten çıkarmanın bugün için en yoğun görüldüğü emperyalist ülke, Amerika’dır. 2001 Martında ABD’de işsizlik, Kasım 1991’deki gibi artı. Tarım dışında 86 bin işçi işten atıldı. İşsizlik oranı da yüzde 4,2’den yüzde 4,3’e çıktı. İşten çıkartmalar, özellikle imalat sanayinde geriliyor. Yukarıdaki miktarın 81bini bu sektörde. Yine Mart ayında işten çıkartılacakların sayısı 162 867 olarak açıklandı. Delphi 11500, Procter+Gamble 9600 çalışanını sokağa atmaya hazırlanıyor. Bu yılın ilk çeyreğinde gözden çıkartılan iş yerinin toplam sayısı 406 806’ya varıyor.
Diğer emperyalist ülkelerde de durum pek değişik değil. Geçen bir kaç yıl içinde işsizlik oranı Japonya’da artış, AB ülkelerinde azalış trendi içinde olmasına rağmen, gelinen nokta işsizlik oranlarının emperyalist ülkelerde oldukça yüksek olduğunu göstermektedir. Tekelci kapitalizm, kronikleşmiş kitlesel işsizliğe neden olmuştur. Tekelci kapitalizm döneminde teknolojik gelişme, sermaye birikimi ve rekabet koşulları sonucunda giderek daha az işgücü/işçi çalıştırmak eğilim olmaktan çıkarak yasa olmuştur. Bugünün koşullarında hiç bir emperyalist ülke -üretici güçlerin olağanüstü yıkımının, örneğin bir savaşın, söz konusu olmadığı durumlarda kronik kitlesel işsizliği yok edecek; söz konusu yasayı yeniden eğilime dönüştürecek güçte değildir.

Emperyalist ülkelerde işsizlik oranları

Ülkeler

1989

1994

1999

2000

ABD
5,2
6,0
4,2(2000)
4,3(2001)

Japonya
2,3
2,9
4,7

4,8
Almanya
5,6
6,9
8,7

8,3
Rusya
9,4
12,5
11,3

8,9
İngiltere
7,2
9,5
-

-
İtalya
10,9
10,2
11,4

10,0
Bkz.: -Main Economic Indicators, Temmuz 1992, Ocak 1993, Mart 1995(OECD)
-Frankfurter Allgemeine Zeitung, 24.1.2001
-Internationale Statistics Yearbook


10-11 senelik bir dönemde üç ülkede işsizlik oranlarında önemli değişme görüyoruz. Almanya ve Japonya’da işsizlik oranları neredeyse bir misli artıyor. Buna karşın ABD’de işsizlik oranı düşüyor. Bunun nedeni Amerika’da üretimin sürekli artışı değildir. Bu yarım günlük (4 saatlik) çalışmayla bir işyerinde iki kişiyi istihdam etmekten kaynaklanan bir durumun ifadesidir. Amerikan “iş mucizesi”nin altında yatan gerçek budur.

Sanayi üretimin gelişme seyri:
Sanayi üretiminin gelişme seyrini göstermek için iki tablodan yararlanacağız.

Gayri Safi Yurt İçi Üretimin(GSYİÜ) gelişme seyri (1995 sabit fiyatlarıyla dolar bazında, zincirleme endeks. artış (+), (eksiliş -)

Ülkeler

1997’den 1998’e
1998’den 1999’a
1999’dan 2000’e
ABD
4,4
3,6
5,2
Japonya
-2,5
0,2
1,9
Rusya
3,1
2,9
3,3
Almanya
2,0
1,6
3,1
İtalya
1,5
1,4
2,8
B. Britanya
2,6
2,2
3,0
AB alanı
2,7
2,5
3,5
Main Economic İndicators, OECD, Şubat 2001
Bu veriler genel anlamda iki noktaya işaret ediyorlar. Birincisi, verilen dönem itibariyle bu ülkelerin ekonomik krizde olmadıklarını dolayısıyla dünya ekonomisinin de krizde olmadığını; ikincisi 2000 yılı itibariyle fazla üretim krizi emarelerinin olmadığını, ayrıntılı veriler ise genel görüntünün yanıltıcı olduğunu gösteriyor. 

Bir yıl öncesinin aynı çeyreğine göre GSYİÜ’in gelişme seyri
Ülkeler 1998 1999 1999 1999 1999 2000 2000 2000 2000


IV
I
II
III
IV
I
II
III
IV
ABD
1,4
0,9
0,6
1,4
2,0
1,2
1,4
0,5
0,3
Japonya
0,1
0,5
1,5
-0,1
-1,5
2,4
0,2
-0,6
0,8
Rusya
0,6
0,7
0,9
1,0
1,1
0,6
0,7
0,6
0,9
Almanya
0,0
0,8
-0,1
0,9
0,9
1,0
1,2
0,3
0,2
İtalya
0,4
0,5
0,6
0,7
0,8
1,1
0,2
0,6
0,8
B. Britanya
0,1
0,5
0,6
1,3
0,8
0,4
0,4
0,9
0,3
OECD, Quarterly National Accounts, 2001.



GSYİÜ, Amerika’da 1998’in 4. çeyreğinde yüzde 1,4 ve 1999’un 4. çeyreğinde de yüzde 2 oranında artıyor. Ama 2000 yılı boyunca üretim düşüyor. Ancak 2000 yılının 2. çeyreğinde üretim artış hızı, 1998’in 4. çeyreğindekine denk düşüyor. (yüzde 1,4).
Yukarıdaki veriler, Japon ekonomisinin krizle boğuştuğunu gösteriyor. 1999’un ikinci yarısında üretim mutlak küçülüyor. 200 yılının ilk çeyreğindeki yüzde 2,4 oranında büyümeye rağmen, sonraki dönemlerde büyüm oranları küçülüyor. Bu küçülme, 200 yılının son çeyreğinde ilk çeyreğine göre tam üç misli oluyor. Yani ekonomi 2000 yılının son çeyreğinde ilk çeyreğindekinin üçte biri kadar büyüyor.
Durumu en “iyi” gözüken, Fransız ekonomisi. Ama bu ülkede de 1999 sonuna kadar büyüme trendi içinde olan ekonomide büyüme oranları, 2000 yılı boyunca küçülüyor.
Alman ekonomisi ancak 1999’un 3. çeyreğinden 2000’in 2. çeyreğine kadar istikrarlı bir büyüme sergiliyor. 2000’in ikinci yarısında ise büyüme oranları olağanüstü küçülüyor. Örneğin 2000 yılının son çeyreğinde Alman ekonomisi, aynı yılın ikinci çeyreğindeki büyümesinin ancak yüzde 16’sına tekabül ediyordu. Yani yılın ikinci yarısında ekonomi, ilk yarısına nazaran yaklaşık beşte dört küçülmüştü.
İtalya ve İngiliz ekonomilerinde de aynı eğilimi görüyoruz: 2000 yılında büyüme oranları giderek küçülüyor.
GSYİÜ’in ve sanayi üretimin önümüzdeki yıllardaki gelişme seyri tahmini de şöyle:


Tahminlerin ne derece doğru olacağından bağımsız olarak, bu ve yukarıdaki verilerde birbirini tamamlayan üç eğilim görüyoruz; Birincisi, dünya ekonomisi yeni bir fazla üretim krizine doğru evriliyor. İkincisi bu evrilme önümüzdeki dönemde, örneğin bu yılda ve 2002’de mutlaka krizin patlak vereceği anlamına gelmiyor ve üçüncüsü, bu ülkelerde ekonomi klasik anlamda yükseliş aşamasına varmıyor, ancak inişli-çıkışlı durgunluk seyri içinde büyüyebiliyor.
Dünya ekonomisindeki bu gelişmenin nedeni nedir? Bunun nedeni, üretim ile tüketim arasındaki kapsamlı ilişkide aramak gerekir. Kapitalizmde üretim, tüketimin kapasitesi göz önünde tutularak yapılmaz. Kapitalist, satacağı umuduyla ve rekabeti de ensesinde hissederek doludizgin üretir. Ama belli bir noktaya gelindiğinde metaların sürümü/satışı durma noktasına gelir. Yani fazla üretim söz konusu olur. Demek oluyor ki, esas tüketici, alıcı olan emekçi yığınların alabileceğinden fazla, onların alım gücünden fazla meta üretilmiştir. Kapitalizmde emekçi yığınların alım gücü, ücrete ve işsizliğe bağlıdır. Ücretlerin sürekli aşağıya çekildiği ve yukarıda belirttiğimiz gibi kronik kitlesel işsizliğin söz konusu olduğu koşullarda yığınların alım gücünün düşeceği açıktır. Kapitalist bu gerçeği bilir ama o, bu gerçeğe göre değil, üretimin sınırsız genişletilmesine göre hareket eder. Burada kapitalist sermayeyi değil, sermaye kapitalisti yönlendirir.
Fazla üretim; metaların fazla üretimi son kertede sermayenin fazla üretimi demektir. Bu fazla üretim görecedir; yığınların alım gücüne göre görecedir. Görece fazla üretim, bu görece fazlalığın ortadan kaldırılmasıyla, yani devasa boyutlarda sermayenin yok edilmesiyle ortadan kaldırılır. Bunun adı sabit sermaye kıyımıdır. Bu kıyım, yeniden talep ihtiyacı doğana kadar sürer.
Hangi nedenlerden dolayı dünya ekonomisinde fazla üretim krizi faktörleri belirginleşiyor? Bunun işaretlerini Amerikan ekonomisinde gördüğümüzü belirtmiştik, ama nedenlerini açmamıştık. Bir de buna bakalım.
Üretimin uluslararasılaşması, yani burjuva kavramla “küreselleşme”, kapitalist/emperyalist sistemin gerçekliğidir. Uluslararasılaşan üretim, sürekli yeniden örgütlenme, yeniden kapasite ve teknoloji düzenlemesine tabidir. Bu, rekabetten dolayı böyledir. Her bir çok uluslu tekel, mümkün olduğunca yerinde, en modern teknolojiyle olağanüstü esnekleştirilmiş çalışmayla ve rakibinden daha ucuza üretmek baskısı altındadır. Bu durum; sürekli yenilenme, rakibe nazaran avantajlar elde etme baskısı, uluslar arası çapta bir yapısal krizin ifadesidir; devasa boyutlara varan uluslararasılaştırılmış kapasite fazlalığı, yani teknolojinin sürekli yenilenmesinden doğan kapasite fazlalığı söz konusu oluyor. Bunun anlamı şudur: Birbirleriyle rekabet eden ve birleşmelerden dolayı sürekli büyüyen çok uluslu tekeller veya tekel grupları, pazar hakimiyetlerini korumak, genişletmek veya rakibinin pazarını ele geçirmek için sürekli yeni ürün ve model üretmek zorundadırlar ve bunu ancak ve ancak sıçramalı gelişme gösteren modern teknolojisiyle yapabilirler. Bu durumda ortaya iki süreç ve aşağıdaki olgular çıkıyor.
a- Rekabetten dolayı süreklilik arz eden devasa kapasite fazlalığı.
b- Bunun bir sonucu olarak ulusal ve uluslar arası planda yığınların alım gücünü aşan -zaten hesaba katmadan yapılan üretim; yeni -çeşitli ürünler
c- Bunları yapabilmek için teknolojinin sürekli yenilenmesi, yani fabrika ve makine biçiminde sabit sermaye yenilenmesi.
Temel teknolojinin ömrü otomobil sektöründe ortalama 6 seneye, elektro sanayiinde ise sadece bir seneye düşmüştür. Bu demektir ki, dünya pazarı için rekabet eden dev otomobil tekelleri her 6 senede bir ve elektro sanayi tekelleri de her senede bir temel teknolojilerini yenilemek zorundadırlar. Bunu yapmamak iddiasızlaşmak anlamına gelir. Ve bunu yapmak, aynı zamanda akıl almaz boyutlarda sabit sermayenin yok edilmesi anlamına gelir. Böyle yok edilen sabit sermaye, dünya da açlık sorununu ortadan kaldırıyor.
Sermaye kıyımı; yenilenme makinelerin, işletmelerin, fabrika binalarının yok edilmesi, yıkılması, duruma göre eski hammaddelerin de imhası demektir. Bunların yerine yeni makineler yeni işletmeler, yeni fabrika binaları, yeni hammadde yapılması/alınması demektir. Yıkım, sermaye kıyımıdır ve yapım, sermaye yatırımıdır. Ve bu belirli aralıklarla tekrarlanmaktadır. Yani sermayenin bileşenlerinde sabit sermayenin payı, değişken sermayeye (iş gücüne ödenen miktar) göre devasa boyutlarda artar. Kapitalist bunu bilir, bunun ne anlama geldiğini çok iyi anlar. Ama kapitalist, sermayeyi değil, sermaye kapitalisti yönlendirir. Yatırılan sermayede işgücü için ayrılan pay, yani sermayenin organik bileşiminde değişken sermayenin payı giderek düşer. Bu durumda, artı değeri yegane kaynağı işgücünün sömürü olduğu için kar oranı, artı değerin yatırılan toplam sermayeye oranı giderek düşer. Marks, buna kar oranının eğilimli düşüşü der; kar oranının eğilimli düşüş yasası.
Bu durumda kapitalist ne yapar?
Daha çok yatırım, daha modern teknoloji ve işgücünün olağanüstü sömürüsü. Ama kurtuluş yoktur. Her çözüm geçicidir. Her geçici çözüm, yeni çelişkilerinin; yeni fazla üretimin kaynağıdır. Bugün dünya ekonomisinde tek tek ülke ekonomilerindeki fazla üretim krizine doğru gelişmeyi, yığınların alım gücüne göre fazla üretimde ve uluslararasılaşmış yapısal krizde görüyoruz; her iki durumda da kar artışları düşüyor.

Ülkeler ve bölgeler bazında gelişme:

ABD

-Yukarıdaki verilerin de gösterdiği gibi GSYİÜ giderek düşüyor. Öyle ki 2001 yılının ilk çeyreğinde üretim bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 1 mutlak azalıyor.
-Yurt içi üretimin üçte ikisinden fazlası için talep faktörü olan özel tüketim, yani yığınların alım gücü, 2000 yılının ilk çeyreğinde yüzde 7, 6 oranında, ama son çeyreğinde ancak yüzde 2,8 oranında artıyor. Böylece alım gücü sene başından sene sonuna 2, 7 misli düşüyor.
-İşletme karları 2000 yılının ilk yarısında yüzde 10 artmasına rağmen, 3. çeyreğinde geriliyor.
-Yatırım faaliyeti 2000 yılının 2. çeyreğinde yüzde 21,7 oranında artmasına rağmen, aynı yılın son çeyreğinde yüzde 3,7 oranında mutlak geriliyor.
-Amerikan borsaları alt üst oluyor. Örneğin teknoloji borsasında (Nasdaq) değerler, Mart 2000’den beri yüzde 40 oranında düştü. Bu, 2,6 trilyon dolarlık bir zarara tekabül eder. Geleneksel borsada (Newyork Stock Exchange) değer kaybı yüzde 13 oranına vardı. Yani 2 trilyon dolar. (Bkz.: Handelsblatt, 21.2.2001)
-1973-1996 arasında bir saatlik işte verimlilik yüzde 26, 4 oranında artmasına rağmen ücretler, ancak yüzde 1,8 oranında artmıştı. Ama buna rağmen Amerika’da büyük çaplı bir tüketim gelişti. Bunun nedeni açıktı; borsanın “uçması”ndan yararlanıldı. Ücretlerden bağımsız olarak, yükselen borsa değerleri, devasa tüketim gücünün esas nedeniydi. Artık bu da sona erdi. Bunun ötesinde tüketiciler, borçlandılar, örneğin, ABD’de tüketici borçlanması 1990’da 798 milyar dolardan 2000 yılında 1 531 milyar dolara çıkarak yaklaşık iki misli arttı.
Ekonomiyi canlandırmak; ateşlemek için merkez bankasının faizleri aşağıya çekmesi, Bush hükümetinin vergi indirimi, kredi ve yatırımın teşviki sonuç vermedi. En azından bugün için sonuç vermedi. Amerikan Merkez Bankası faizleri 2000 sonunda yüzde 6’dan 20 Mart 2001’de yüzde 5,5’e düşürdü. Amaç açıktı; yabancı yatırımcıları ürkütmeden, ülke dışına çıkmalarına neden olmadan parayı ucuzlatmak. Faizler düşürmekle para ucuzladı, ama yabancı yatırımcıları ürkütmemek için başka ülkelerin, AB’nin faizleri Amerika’dakinin altına çekmeleri gerekiyor. Ancak bu iki koşul gerçekleşirse, üretimin yeniden canlanması için ortam oluşur. Sonuç alınamadı.
Otomobil üretimindeki ve üretim kapasitesindeki gelişme, sadece ABD’de değil dünya çapında ekonominin gelişme seyri hakkında yeterli ipucu veriyor. 2000 yılının ilk yarısında dünya çapında otomobil üretimi kapasitesinde yüzde 20 ila yüzde 30 arasında bir fazlalık vardı. Almanya’da otomobil üretimi 1998’de 5,73 milyondan 1999’da 5,69 milyona ve 2000 yılında da 5,53 milyona düştü. Üç otomobil devinin Amerikan pazarındaki durumu da şöyleydi; 1999’d6an 2000’e General Motors’un üretimi yüzde 1,8; satışı yüzde 1, 3 ve pazar payı yüzde 1,1; Daimler-Chrysler’in üretimi yüzde 9,7 satışı yüzde 4,4 ve pazar payı da yüzde 1,1 oranında gerilirken, Ford’un üretimi yüzde 2 oranında artmış, ama satışı yüzde 0,1 ve pazar payı da yüzde 0,7 oranlarında mutlak gerilemişti.
Her bir ülke veya her bir otomobil tekeli, birbirlerinin pazarına göz dikerek dünya otomobil pazarında kelimenin tam anlamıyla meydan muharebesi veriyorlar. Bunun en tipik gelişmesini Asya krizi döneminde gördük. Örneğin 1997’deki krizde G. Kore otomobil tekelleri Daewoo ve Kia paylaşıldı. Kia’yı Hyundai Motor yuttu. Hyundai Motor’da Ford’un payı var. Aynı tekelin yüzde 5’lik payı da D. Chrysler ile birleşen Mitsubishi’nin elinde. Daewoo tekelini paylaşmak için çabalar, satış fiyatından dolayı sonuçsuz kaldı. Daimler- Chrysler/Hyundai, G. Motor/Fiat, VW, bu tekeli paylaşmak için tetikte bekliyorlar.
Japon otomobil tekelleri de talandan kurtulmadılar. Daha 1996’da Ford, Japon tekeli Mazda’nın yüzde 33,4’üne sahipti. General Motors, Japonya’daki krizden yararlanarak üç otomobil tekelini kendine bağladı: Isuzu (payı; %49), Suzuki (pay; %20), Susuki (payı; %20) ve Subaru (pay; %21,1). Renault’un Nissan’daki payı %36,8, D. Chrysler’in Mitsubishi Motors’daki payı da %34.
Buna rağmen dünya otomobil pazarında rekabetin şiddetinde bir gerileme, yumuşama olmadı. Tam tersine bu alanda rekabet bütün şiddetiyle devam ediyor.

Avrupa

AB veya bir bütün olarak Avrupa İktisadi Alanı (AB+EFTA), teorik olarak, sahip olduğu iktisadi potansiyel bakımından (Amerika’nınkinin %92’sine tekabül eden bir büyüklük) ABD gibi dünya ekonomisinin seyrinde -olumlu olumsuz gelişmesinde- lokomotif rolünü üstlenebilir. Ama ABD’de görülen iç dinamik AB’de yok. Yüzde 2, 5 veya yüzde 3 oranındaki büyüme ile dünya ekonomisinde lokomotif rolü üstlenilemez.
Aşağıdaki karşılaştırma aradaki dinamik farkları gösteriyor.


ABD’de, Almanya’da ve Avrupa İktisadi Alanında (AİA) GSYİÜ’in büyüme seyri- % olarak


1996
1997
1998
1999
2000
ABD
3,6
4,2
4,3
4,2
5,0
Almanya
0,8
1,4
2,1
1,6
3,0
AIA
1,4
2,3
2,7
2,5
3,5


Aradaki güç farkı; büyüme oranlarındaki hız, oldukça belirgin. Bunun ötesinde AIA’nın ekonomik seyrinde ABD’nin payı veya etkisi oldukça önemlidir. AIA, avronun dolar karşısındaki ucuzlamasından oldukça yararlanmıştır. Salt bu nedenden dolayı yurt dışı talepleri -ihracat- artmıştır. Bu nedenden dolayı son beş sene içinde ABD’nin AIA’nın ihracatındaki payı yüzde 14’ten yüzde 20’ye çıkmıştır. Avronun değer kazanması veya şimdi olduğu gibi ABD’de durgunluk eğilimi ve buna bağlı olarak Avrupa’dan ithalatın gerilemesi AIA’da reel üretimi doğrudan olumsuz etkileyen bir gelişme olacaktır.
AIA’da en büyük ekonomi konumunda olan Almanya, dış gelişmelerden oldukça etkileniyor. Çünkü bu ülke GSYİÜ’sünün yüzde 29’unu ihraç ediyor ve bunun da yüzde 56’sını AB dışına ihraç ediyor. Yani AB dışındaki ekonomik gelişmeler, Alman ekonomisini doğrudan etkiliyor. Bunun böyle olduğunu, ABD’deki mevcut durgunluğun Alman ekonomisine dış ihracat vasıtasıyla olumsuz etkide bulunmasında görmekteyiz.

Japonya


Japon emperyalizmi, veya diğer yaygın tanımlamasıyla “Japon A. Ş.”, krizden çıkışın yolunu henüz bulamadı. Bütün bir 10 yıl boyunca krizle ve kitlesel durumla boğuşan Japon emperyalizmi, adeta ‘kağıttan kaplan”a döndü. Artık hiç kimse “Japonya’nın meydan okuması”ndan bahsetmiyor. Artık dünya ekonomisi açısından “Japon tehlikesi”nden bahsediliyor. Japon ekonomisi, borsa değerinin 1989’da 40 000’den 1992’de 14 309’a düşmesiyle başlayan yapısal krizden henüz kurtulamadı. Tokyo borsasındaki bu çöküşle eş anlamlı gelişmesini; “spekülasyon ekonomisi”nin bir çok nedeni olabilir, ama esas neden şuydu; Diğer emperyalist ülkelerde olduğu gibi Japonya’da da reel üretim, sanayi üretimi ‘70’li yılların başından itibaren yavaş büyüme sürecine girmişti. Yani büyüme oranları, 1970’den öncesiyle karşılaştırılamayacak kadar küçülmüştü. Böylece sanayi sektöründe muazzam boyutlarda bir para-sermaye birikmişti. Bu sermaye, reel sektörde yüksek kar olanağının olmamasından dolayı bu alana yatırılmıyordu. Borsaya, gayri menkul alanına kayan bu sermaye, hisse senedi pazarlarında spekülasyonu tetikledi. Fazla sorgulamadan verilen krediler, hisse senetlerine ve gayri menkullere yatırılan akıl almaz miktarlar, bir anda yok oldu. Mali kriz, Japon ekonomisinin, bankalarının, başka mali kurumlarının, ticaret ahlakının ne denli çürümüş olduğunu, ne denli “veresiye” yaşanmış olduğunu açığa çıkardı. “Asya kaplanları” diye tanımlanan ülkelerde patlak veren mali ve sonra da fazla üretim krizinin Japon ekonomisini olumsuz etkilemesiyle Japonya, ‘90’lı yılların ikinci yarısında da yapısal krizinin sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldı.
Bu ülkede GSYİÜ 1985-1990 döneminde yıllık ortalama yüzde 4,2; 1990’da yüzde 5,1; 1991’de yüzde 3,8; 1992’de yüzde 1; 1993’te yüzde 0,3; 1994’te yüzde 06; 1995’te yüzde 1,5; 1996’da yüzde 5 ve 1997’de yüzde 1,4 oranında büyürken 1998’de yüzde 2,8 oranında mutlak küçülmüştür. 1999’da yüzde 0,3 ve 2000 yılında da yüzde 1,2 oranlarında bir büyümeye ulaşılmıştır.
Ekonomideki bu büyüme seyri etkisini işsizlik oranlarında da göstermiştir. İşsizlik oranı 1991’de yüzde 2,1’den 1996’da yüzde 3,4’e ve 2000 yılında da yüzde 4,8’e çıkmıştır. On senede iki misli bir artış.
Japon ekonomisi II. Dünya Savaşı’ndan bu yana tarihinin en derin ve uzun krizinden, krizsel durumdan ve durgunluk döneminden geçmektedir.
Japonya’da ekonomiyi, özellikle de özel sektörü yeniden yapılandırma sürecine kadar devam eder, dünya ekonomisinde uçlanan yeni bir fazla üretim krizi Japon ekonomisini hangi oranlarda olumsuz etkiler, bu bilinmiyor. Ama ekonominin yeniden yapılandırılmasından kısa zamanda sonuç alınamayacağı da oldukça açık. Buna kamu kesiminin, yani devletin borçlanma durumunun beraberinde getireceği sorunları da eklemek gerekir. Japonya’da devlet borucu, GSYİÜ’nün 1987’de yüzde 69’una, 1991’de ise yüzde 58’ine tekabül ediyordu. Bu oran bütün ‘90’lı yıllar boyunca giderek artmıştır. 1998’de Japon devlet borcu, GSYİÜ’ye eş düşerken, 2000 yılında borç, GSYİÜ’i yüzde 30 aşmıştı. Yani Gayri Safi Yurt İçi Üretimi 100 Yen ise, devlet borcu da 130 Yendir.
Güneydoğu Asya ülkelerinde de (“Asya Kaplanları”) ekonomi Japonya’daki kadar olmasa da sağlam ayaklar üzerinde durmuyor. Her bir ülkede ekonominin durumu, ülkelerin kendilerine özgü koşullarından dolayı farklı olsa da, genel durum, aynı; 1997/’98 mali ve sonra da fazla üretim krizi bu bölgede patlak vermiş ve dolayısıyla da krizin ilk ve esas “kurban”lar bu ülkeler olmuşlardır. Borç üzerine yükselen ekonomiler, kolayca alınan krediler, sonu gelmez sanılan sermaye akışı, reel sektörden sonra sermayenin giderek borsa ve gayri menkul alımına kayması ve nihayetinde mali sektörde baş gösteren sorunlar ve yabancı sermayenin kaçması. Dünyanın bu bölgesinde ve bu ülkelerinde uluslar arası mali spekülatörler büyük kumar oynadılar ve kaybeden bu ülkeler oldu. Hiçbir tedbir, patlak veren mali krizin, kısa zamanda sanayi üretimini etkilemesini ve fazla üretim krizinin patlak vermesini engelleyemedi. 100 milyarlarca dolarla ifade edilen sabit sermaye yok edildi. Milyonlarca işçi işsiz kaldı. Dev fabrikalar ve işletmeler yok oldu, gücünden düştü. Bu bölge ülkelerinde gerçekleştirilen devalüasyon sonucunda firmalar/işletmeler ucuzladı ve yabancı sermaye bunları ele geçirmek için adeta kuyruğa girdi. Başarısız oldukları da söylenemez.
IMF’nin başta G. Kore olmak üzere bölgeye akıttığı kredi koşulsuz değildi. Koşul dayatıldı, kredi verildi. Ama beklenen sonuç alınamadı. Başta G. Kore ve Endonezya olmak üzere bölge ülkelerinde milyonlarca işçi ve emekçi yığınlar krize, IMF’ye karşı protestolarını yükseltiler. Özellikle Endonezya’da ekonomik kriz siyasi krize dönüşerek geniş yığınları etkisi altına aldı. 40 yıllık Suharto çekilmek zorunda kaldı.
Bölge patlamaya hazır yanar dağ olma özelliğinden fazla bir şey kaybetmedi. Sadece ekonomide konjonktürel bir iyi “hava” esiyor, belli bir “iyimserlik” söz konusu. Bu konjonktürün ne kadar süreceği de özellikle ABD ve Japon ekonomilerindeki gelişmeye bağlıdır.
1999’un Mayıs ayı itibariyle kredilerin Endonezya’da %80’i; Tayland’da %60’ı; G. Kore ve Malezya’da %30’u sorunluydu/çürüktü. Yani karşılıksızdı. Bu ülkelerde uygulanan ve uygulanmakta olan IMF patentli programların bu ülkelere çıkardığı fatura ise şöyleydi; reform programlarının faturası GSYİÜ’in Endonezya’da %61’ine; Tayland’da %56’sına; Malezya’da %15’ine ve G. Kore’de %12’sine ulaşıyordu. (Bkz; “Deutsches Institut für Wirtschaftsforschung”, Wochenbericht 1999, Nr. 32). Salt bu veriler, mevcut konjonktürel iyimserliğe rağmen, ekonominin hangi koşullarda olduğunu, her şeyin yeniden tersine dönebileceğini, bunun için ABD veya Japon ekonomilerinde olumsuz gelişmelerin yeterli olabileceğini göstermektedir.

Latin Amerika

Güneydoğu Asya’daki ekonomik deprem etkisini ancak Kasım 1998’de Latin Amerika’da gösterdi. İlk etkilenen Brezilya ekonomisi oldu ve ülke, sadece birkaç hafta içinde döviz rezervlerinin yüzde 40’ını kaybetti. Durumu düzeltmek için IMF, Brezilya’ya 41,5 milyar dolar tutarında kredi vermek zorunda kaldı. Dünyanın 9. büyük ekonomisine sahip olan Brezilya, mali krizin ABD ve AB’ye sıçraması önündeki son engeli oluşturuyordu. Bunun engellenmesi gerekiyordu. Koşulu tanıyoruz; Brezilya devlet maliyesini iyileştirmek için sıkı bir istikrar ve özelleştirme programı uygulamayı, iç pazarı açmayı, parayı serbest dalgalanmaya bırakmayı kabul etti ve Brezilya parası real %40 değer kaybına uğradı. (Türk hükümetinin iflas eden IMF programı ve IMF-Derviş koalisyonu program ile Brezilya’da uygulanan arasında önemli fark yoktur). Bu tedbirler Mercosur ülkelerini, özellikle Arjantin ekonomisini olumsuz etkiledi. Brezilya ürünleri karşısında, real’in değer kaybından dolayı, Arjantin sanayi ürünleri-ihracat-pahalandı ve Arjantin, rekabet gücünü yitirdi. Bu etkilenme, geleceği görememe Mercosur ülkelerinde; Arjantin, Brezilya, Şili, Ekvator, Venezuela’da ekonomide krize ve siyasi çalkalanmalara neden oldu.
Bütün Latin Amerika’da GSYİÜ, bir yıl öncesine göre 1992’de yüzde 10,3; 1993’te yüzde 6,3; 1994’de yüzde 5,8 oranında mutlak büyürken, 1995’te yüzde 2,8 oranında mutlak küçüldü. Büyüme oranı 1996’da yüzde 5,5; 1997’de yüzde 8,1; 1998’de yüzde 3,9 oranında mutlak artarken, 1999’da yüzde 3 oranında mutlak geriledi ve 2000 yılında ancak yüzde 0,7 oranında büyüdü.
Latin Amerika, Brezilya ve Arjantin üzerinden başlayan bir yabancı sermaye akınına maruz kaldı. Bunun nedeni özelleştirmeye açılan “eski” devlet işletmelerinin ele geçirilmesiydi. Latin Amerika’da Telekomünikasyondan çelik ve kimya işletmelerine oradan süper marketlere kadar uzanan üretim, ticaret ve hizmet alanlarında yerli sermayenin yabancı sermaye karşısında şansı kalmadı. 1990’a kadar Brezilya’da gayri safi yurt için üretimin yüzde 8’ini sağlayan yabancı tekellerin payı şimdi yüzde 20’ye çıktı.
Latin Amerika dolarlaştırıldı. Ekvator, Guatemala ve El Salvador, 2000 yılında aldıkları bir kararla doları, ulusal para olarak kullanmaya başladılar. 2005 yılına kadar Latin Amerika’da sadece iki para biriminin kalacağı tahmin ediliyor; Amerikan doları ve Brezilya Reali.
Latin Amerika, IMF melodisine göre Tango oynayacak duruma getirildi. Kanada’da düzenlenen ve şiddetli protestolara neden olan bütün Amerika’yı kapsamına alan yeni pazarın gerçekleştirilmesiyle bütün Amerikan kıtası, anlaşmalarda ABD’nin arka bahçesi olacak.
Son olarak IMF ve OECD’nin dünya ekonomisinin seyrine ilişkin tahminlerini verelim.

Dünya üretimi (enflasyondan arındırılmış büyüme)
 



















OECD’nin tahminine göre GSYİÜ’nün büyüme seyri

              ABD    Avrupa Alanı    Almanya    Japonya
2001      1,7               2,6               2,2             1,0
2002      3,1               2,7               2,4             1,1
Bkz.: Frankfurter Allgemeine Zeitung, 4 Mayıs 2001.

2000 yılı ile karşılaştırdığımızda dünya üretimi ve ticaretinin 2001 ve 2002 yılları için büyüme tahmin oranlarının ne denli düşük olduğu görülüyor. IMF ve OECD, tahminlerini birkaç kez yeniden gözden geçirmek zorunda kaldılar. Her halükarda emperyalist ülkelerin ve mali kurumların, yeni bir fazla üretim krizi tedirginliği maddi temelde yoksun değildir.
Neden bu üç rekabet merkezini dünya ekonomisinin seyri için kıstas aldığımızı da aşağıdaki veriler gösteriyor.

Üç Rekabet Merkezinin Karşılaştırılması

ABD Euro Alanı Japonya toplam
Nüfus (milyon) 272 302 127 701
GSYİÜ(reel büyüme, % olarak-1999) 5,0 3,4 1,7
Kişi başına GSYİÜ (Euro) 31 916 20 667 32 205 -
Dünya GSYİÜ’ündeki payı (%) 21,9 16,2 7,6
Üç rekabet merkezinin toplam payı: - - - 45,7
Bkz.: Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Mart 2001.

*) İlk kez yayınlanıyor, Nisan 2001. Bu makalenin II. bölümü (BİR TROÇKİZM-”POST-MARKSİZM" ELEŞTİRİSİ -DP VE ALINTERİMİZ’İN EKONOMİK KRİZ TEORİLERİNİN ELEŞTİRİSİ)


Teoride Doğrultu, Sayı 4'te yayınlanmıştır (Mayıs-Haziran 2001)