Kapitalist ekonomide dönem dönem, belli aralıklarla patlak veren ekonomik krizler, diğer bir ifadeyle fazla üretim krizleri, toplumun bütün kesimlerini; işçi sınıfını, emekçi yığınları ve burjuvaziyi de etkiler. Bu makalemizde bu etkilenmeyi ve nedenlerini ele alacağız.
1-Krizin işçi sınıfı üzerindeki etkisi
Sermaye birikim yasası ve işçi sınıfı:
Kapitalist üretim biçiminde sermaye birikimi, aynı zamanda değişken sermayenin sabit sermayeye veya da toplam sermayeye nazaran oransal azalması anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle; değişken sermaye, işgücü satın alımı için kullanılır ve bu alım için ayrılan sermaye veya işgücü, toplam sermayeye nazaran daha yavaş büyür ve böylelikle kapitalizm, devamlı, fazlalık işçi nüfusu yaratır.
Marks, bunu “Kapital”de şöyle açıklar:
“Kapitalist birikim… devamlı görece, yani sermayenin orta değerlenme ihtiyacının üstünde, dolayısıyla fazlalık veya ek işçi nüfusu üretir”(Marks-Engel, C. 23, Syf. 658).
Sermayenin yapısındaki/bileşimindeki her değişme, dolayısıyla değişken sermaye bölümündeki değişme de, çalışanların sayısında güçlü bir dalgalanmaya ve devamlı fazla nüfus üretimine neden olur. Sermaye birikiminin bir sonucu olan bu fazla nüfus, nihayetinde kapitalist üretim biçiminin devamlılığının, var oluşunun önemli bir ön koşulunu oluşturur. Kapitalizmde bu fazla nüfusa yedek sanayi ordusu denir. Bu ordu olmaksızın kapitalizm var olmaz. Kapitalistler bu orduyu, farklı amaçlar için hazır tutarlar. Bu ordu, gerektiğinde büyük oranda üretime dâhil edilir, gerektiğinde (kriz dönemlerinde) daha da çoğaltarak üretim dışı bırakılır.
Marks, aynı çalışmasında bu konuya ilişkin olarak şöyle der:
“Sermaye birikimi proletaryanın çoğalmasıdır… Modern sanayinin bütün hareket biçimi, işçi nüfusunun bir bölümünün devamlı çalışmayan veya yarı-çalışan ellere dönüşmesinden doğar” (Marks-Engels; Agk., s. 642, 662).
Demek oluyor ki gelişmesi için kapitalizm, devamlı, az veya çok sayıda belli bir işsizler ordusuna ihtiyaç duyar. Bundan dolayı kapitalist üretim biçiminde veya kapitalist üretim biçimi hâkim olduğu müddetçe, işçi sınıfı, sürekli işsizlik tehdidi ve tehlikesi altındadır. İşçi sınıfının bu sistemde yaşam garantisi asla yoktur. Marks bu fazla nüfusu araştırmış ve aşağıdaki biçimlerini tespit etmiştir.
“Görece fazla nüfus mümkün olan bütün nüanslarda vardır… Onun sürekli olan üç biçimi vardır; akıcı, gizli ve durgun” (Marks-Engels; Agk., s. 670).
– Akıcı fazla nüfus:
“Modern sanayi merkezlerinde –fabrikalar, manifaktürler, dökümhaneler, madenler vs.– işçiler bazen bir kenara itilirler, bazen büyük miktarda yeniden toplatılırlar ve böylelikle çalışanların sayısı şu veya bu oranda… artar. Fazla nüfus burada akıcı biçimde var olur.” (METE; Agy.).
Marks’ın bahsettiği bu akıcı fazla nüfus, işçi sınıfının dönem dönem işyerini değiştiren aktif bölümünü oluşturur. İşçi sınıfının bu bölüm, ekonomik krizden en ağır şekilde etkilenir. Üretimdeki her yavaşlama bu işçilerin sokağa atılmasını ve üretimdeki her canlanma, onların yeniden üretime dönmesi anlamına gelir. Türkiye’deki güncel krizde olduğu gibi kapitalist, kriz döneminde sık sık şöyle der: “işleri iyi gitmiyor, bir kısmınızı işten çıkartmak zorundayım. İşler açılınca sizleri yeniden çağırırım” ve bazen de çağırır. Bu kategoriye giren işçiler, fazla nüfusun akıcı biçimini oluştururlar ve ekonominin gidişatına göre normal çalışma, mesaili çalışma, kısa devre çalışma ve işsizlik arasında gidip gelirler. Güncel krizden dolayı işsiz kalan bu kategorideki işçilerin sayısının 600 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.
– Gizli fazla nüfus:
Marks, bu kategorideki işçiler hakkında şöyle der:
“Kapitalist üretim, tarımı etkisi altına aldığında, burada faal olan sermaye birikimiyle kırsal işçi nüfusuna olan talep mutlak olarak azalır. Kır nüfusunun bir kısmı şehir veya manifaktür proletaryasına geçmek için hazır durur, bu dönüşüm için uygun şartları kollar…Görece fazla nüfusun bu kaynağı devamlı akıcıdır. Ama onun şehirlere devamlı akışı, kırda sürekli olan gizli fazla nüfusu ön koşul eder” (Marks-Engels; Agk., s. 671/672).
Tarımda kapitalizm geliştikçe, kırsal alanda çalışan nüfus sanayie kayar. Türkiye kırında bu türden gizli fazla nüfusun ne kadar olduğu bilinmiyor. Resmi verilerin de inandırıcı bir yanı yok.
Kriz dönemlerinde bu fazla nüfus da ağır yaşam şartlarına sürüklenir. Kriz, bu unsurların sanayie geçmelerini engeller. Kırsal alanda da zaten yaşama olanakları yoktur.
– Durgun fazla nüfus:
Marks, bu kategoriyi şöyle tanımlar:
“Durgun görece fazla nüfusun üçüncü kategorisi, aktif işçi ordusunun –ama tamamen düzensiz çalışanların– bir bölümünü oluşturur. O, sermaye için hazır işgücünün bitmez tükenmez deposu olur. Onun yaşama durumu, çalışan sınıfın ortalama normal seviyesinden daha aşağıdadır ve tam da bu, onu, sermayenin... sömürüsü… için geniş bir taban yapar” (Marks-Engels; C. 23, s. 672).
Bu fazla nüfusun kaynağını, sanayi ve tarımın fazlalığı, çöken sanayi kollarından, küçük sanayiden gelenler, açıkta kalanlar oluşturur. Bu kategoriye giren işçilerin özelliği, az ücretle en fazla çalışma zamanına razı olmalarıdır. Sanayide iş bulamadıkları için ev işleriyle uğraşırlar, küçük işletmelerde en ağır şartlarda çalışmaya razı olurlar.
Görece fazla nüfus, krizden en ağır şekilde etkilenir. Bu kategorideki işçiler, zaten, ekonominin nispeten iyi gittiği dönemlerde de doğru dürüst yaşama sahip değildirler. Kriz dönemlerinde bu olanaklarını da kaybederler. Açlığın, yoksulluğun, horlanmanın en çıplak şeklini bu türden işçiler daha yoğun yaşarlar. Bu kesim, toplumun yoksullarını oluştururlar ve kriz dönemlerinde de sayıları oldukça artar.
Görece fazla nüfusun, yoksulluğun ve açlığın sorumlusu ve yaratıcısı kapitalizmdir. Marks şöyle diyor:
“Toplumsal zenginlik, faal sermaye, onun kapsam ve enerjisinin büyüklüğü, yani proletaryanın ve onun emeğinin üretici gücünün büyüklüğü ne kadar büyük olursa, sanayi yedek ordusu da o kadar büyük olur. Hazır işgücü, sermayenin genişleyici gücü gibi, aynı nedenlerden dolayı gelişir. Yani sanayi yedek ordusunun nispi büyüklüğü, zenginliğin gücüyle büyür. Ama bu yedek ordu, aktif işçi ordusuna oranla ne kadar büyük olursa, toplam fazla nüfus da o kadar kitlesel olur… Nihayet, işçi sınıfının en fakir tabakası ve sanayi yedek ordusu ne kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır.” (Marks-Ehgels; Agk., s. 673/674).
Ekonomik kriz dönemleri, işçi sınıfının mutlak ve görece fakirleşmesinin, genel olarak yoksulluğun yoğunlaştığı dönemlerdir. Ekonominin nispeten iyi gittiği, ücretlerin, mücadeleyle nispeten yükseltilmiş olduğu dönemlerde bu fakirleşme bir nebze frenlenmiş olur.
İşsizlik:
İşçi sınıfının işsizlik ya da tam veya yaklaşık tam çalışma –işsizliğin görece az olması– durumu ekonomik devreviliğin gidişine bağlıdır. Nasıl ki ekonomik yaşam, konjonktürel gelişmenin iniş ve çıkışına bağlıysa, işçi sınıfının durumu da aynı gelişmenin iniş ve çıkışına bağlıdır. Bir proleter, gelecek için, gerçekçi, ümit verici plan yapamaz. Ne kendinin ne de çocuklarının geleceğini garantilenmiş olarak göremez. Ekonominin iyi gittiği dönemlerde onun durumu görece iyidir. Ama kapitalizm devrevi krize girdiğinde proleter kendini sokakta bulur. Bir kenara attığı üç-beş kuruşu varsa o da biter. Artık açlık ve sefalet içindedir. Türkiye gibi ülkelerde ekonomi zayıftır ve iş bulma olanaklarının her zaman yeterli olmaması, işçilerin böylesi ülkelerde sürekli açlık ve sefalet içinde olmalarını beraberinde getirir.
Her kriz, işçi sınıfı için büyük boyutlara varan ve süreklilik kazanan işsizlik demektir. Çıplak işsizliğin yanı sıra kısa devre iş de, işsizliğin bir biçimi olarak görülmelidir. Kısa devre çalışma –diyelim ki günde 4 saat veya haftada 2-3 gün– işçinin işgücünü yeniden üretmesi için gerekli harcamanın ancak yarısını yapabileceği anlamına gelir.
“Nasıl ki önceleri, mesaili çalışmanın yıkıcı sonuçları görüldüyse, (şimdi) burada da işçiler için normalin altında çalışmaktan doğan acıların kaynakları keşfediliyor” (Marks-Engels; Agk., s. 568).
Kısa devre çalışma da, işsizlik gibi, her ekonomik krizin bir görünümüdür.
Türkiye’de işsizliğin varmış olduğu boyutları tespit etmek hemen hemen imkânsızdır. Türkiye’de işsizliğin sayısal boyutlarını resmi verilerle, sınırlı tutamayız. Bir defa, çoğu insan işsizlik kaydı yaptırmıyor. Çoğu insan, sokakta, çalışıyor gözükse de işsizdir. Aile, eş, dost çevresinin gösterdiği dayanışma ile ayakta kalabiliyor.
Ücret kısıtlaması:
Marks şöyle diyor:
“İş ücretinin genel hareketleri şu veya bu şekilde sadece, sanayi devreviliğinin dönemsel değişmesine tekabül eden sanayi yedek ordusunun genişlemesi ve daralmasıyla düzenlenir. Yani iş ücreti, işçi nüfusun mutlak sayısının hareketiyle değil, bilakis işçi sınıfının aktif orduya ve yedek orduya bölünmesi şeklindeki değişen oranıyla, fazla nüfusun görece kapsamının azalması ve çoğalmasıyla belirlenir…” (Marks-Engels; Agk., s. 665/666).
Buna göre işin fiyatı, arz ve talebe bağlıdır. Arz ve talep de ekonomik devreviliğin gelişme seyrine bağlıdır. Ekonominin devreviliği “kötü” gidiyorsa işsizlik artar, sanayi yedek ordusu büyür, ya kriz vardır ya da geliyordur. Bu durumu kapitalistler, ücretleri düşürmek için koz olarak kullanırlar. Ekonominin iyi gittiği, krizin nispeten atlatıldığı dönemlerde işsizlik de nispeten azalır, sanayi yedek ordusu küçülür. Bu da, ücretlerin eskiye nazaran nispeten yükselmesine neden olur. Ne var ki, sanayi yedek ordusunun büyümesi ve küçülmesi aynı hızda olmaz. Örneğin, ekonominin iyiye gittiği dönemlerde sanayi yedek ordusunun küçülmesi/daralması, aynı ordunun kriz döneminde büyümesinden daha yavaş olur, dolayısıyla ücret hareketi de. Ücretler kriz döneminde hızlı düşmesine rağmen ekonominin canlı olduğu dönemlerinde yavaş yavaş yükselir.
“Sanayi yedek ordusu, durgunluk ve orta canlılık dönemlerinde faal işçi ordusunu baskı altında tutar, aşırı üretim ve coşkunluk dönemlerinde bu faal ordunun isteklerini dizginler. İşte bu nedenle görece artı nüfus, işin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir... Ne işe olan talep, sermaye artışıyla eşdeğerdir, ne de iş arzı, işçi sınıfının artışıyla eş değerdir. Ortada, iki bağımsız kuvvetin birbiri üzerindeki etkisi diye bir durum yoktur... Sermaye, aynı anda her iki tarafa da aynı etkiyi yapar. Sermaye birikimi, bir yandan işe talebi arttırırken, diğer taraftan işçileri ‚serbest hale getirerek‘ iş arzını da arttırmakta ve gene bu arada işsizlerin baskısı, çalışanları daha fazla iş harcamaya zorlamakta ve bu nedenle de iş arzını bir ölçüde işçi arzından bağımsız hale getirmektedir. İşin bu temelde talep ve arz yasasının hareketi, sermayenin despotluğunu tamamlar” (Marks-Engels; Agk., s. 668/669).
Buna göre, iş ücreti hareketi, sanayi yedek ordusuna ve işsizlik hareketine bağlı olarak gelişmektedir. Sanayi yedek ordusu ve işsizlik de ekonominin devreviliğine bağlı olarak gelişmektedir. Kriz döneminde sanayi yedek ordusu çoğaldığı için, buna paralel olarak ücretler de düşer. Böylelikle kriz, ücretlerin genel düşüşünün faktörü olur. Günümüzde, özellikle ekonominin “stagflasyon” özelliklerini taşıyan krizde olması; yani durgunluğun, krizin yanı sıra enflasyonun da olması, bırakalım işsizleri, çalışan işçileri de korkunç yoksulluğa iter. Güncel krizden dolayı işyerini kaybetmek istemeyen binlerce işçinin yüzde 50 düşük ücretle çalışmayı veya ücretini sonra almayı kabullenerek çalışmayı kabul etmesi, işsiz kalma korkusunun ve aynı zamanda böyle bir yoksulluğu kabullenmenin açık ifadesidir. Kapitalist bu durumu acımasızca kullanmakta.
Yoksulluğun, polisiye ve ölüm olaylarının artması:
Yoksulluğu kapitalist üretim biçimi doğurur. Yoksulluk ile ekonomik kriz arasında doğrudan bağ vardır. Marks şöyle diyor:
“Bir taraftan yoksullar kitlesinin iniş-çıkış hareketi, sanayi devreviliğinin dönemsel değişmesini yansıtır. Diğer taraftan resmi istatistik, yoksulluğun gerçek kapsamı hakkında yanıltmaktadır” (Marks-Engels; Agk., s. 683).
Demek oluyor ki, yoksulluk krizle artarken, krizin atlatılmasıyla da azalmaktadır.
Marks, yoksulluk hakkında şöyle der:
„Görece fazla nüfusun en derin tortusu nihayet yoksulluk sahasına yerleşmiştir. Çapulcuları, adi suçluları, bedenlerini satanları, kısaca, esas lümpen proletaryayı bir kenara bırakırsak, bu toplum tabakası üç kategoriden oluşur. Birincisi, çalışabilir olanlar: İngiliz yoksulluk istatistiğine sadece yüzeysel olarak bakıldığında da yoksul kitlesinin her krizle şiştiği ve işleri iyiye gittiğinde de azaldığı görülür. İkincisi, yetim ve yoksul çocukları: Bunlar sanayi yedek ordusunun adaylarıdır ve büyük canlılık dönemlerinde –örneğin 1860- seri ve kitlesel olarak aktif işçi ordusuna katılırlar. Üçüncüsü, yıkılanlar, lümpenler, çalışamaz olanlar: Bunlar emeğin bölünmesiyle meydana gelen hareketsizliklerden dolayı yıkıma uğrayan bireylerdir. Bunlar, bir işçinin normal yaşının üstünde yaşayanlar… nihayet sayıları, tehlikeli makinelerle, madenlerle, kimya fabrikalarıyla vs. artan sanayi kurbanlarıdır, sakatlar, hastalar, dullar vs. dir. Yoksulluk, aktif işçi ordusunun sakatlar evini ve sanayi yedek ordusunun ölü ağırlığını oluşturur. Onun üretimi görece fazla nüfusun üretimine olan zorunluluğa, görece fazla nüfusun kaçınılmazlığına dâhildir. Yoksulluk, görece fazla nüfusla birlikte kapitalist üretimin ve zenginliğin gelişmesinin varoluş şartını oluşturur” (Marks-Engels; Agk., s. 673).
İşçi sınıfının sefaleti, açık ki, zenginliğin büyümesiyle aynı oranda büyümektedir. Burjuvazinin elinde ne kadar çok zenginlik toplanırsa, işçi sınıfı da yukarıdaki gibi kategorilere zorunlu olarak, zenginliğin bu şekilde toplanmasının, sermaye birikiminin ürünü olarak, bölünerek yoksulluğa ve sefalete gömülür. Kriz dönemlerinde bu tablo daha da korkunçlaşır. Bir defa, kriz dönemlerinde çoğu işçi, kapitalist üretim, kapitalist sömürü makinesi için artık yaşlanmıştır. Burjuvazinin artık ona ihtiyacı yoktur. Yaşlı işçi artık bir fazlalıktır. Tıpkı bir makine gibi kullanılmış ve çöpe atılmıştır. Bu durumda olanlar, ancak başkalarının yardımıyla ayakta kalabilirler. Onlar açtırlar, hastadırlar, yaşamları görece kısadır.
Kriz dönemlerinde genel ölüm olayları artar. Bu, düpedüz açlığın, sağlık kontrolü yaptıramamanın bir ürünüdür.
Kriz dönemlerinde polisiye olaylar, cinayetler, soygunlar, adi hırsızlık, bedenini satmak vs. alabildiğine gelişir. Sermayenin bir kenara ittiği işçi sınıfının bu unsurları, ayakta kalabilmek için, çalmak, öldürmek, vücudunu satmak zorunda kalırlar. Düzen onlara yaşamak için sadece bu yolu açık bırakmıştır.
Türkiye’de bu türden gelişmelerin hangi boyutlarda olduğunu ispatlamaya gerek yok. Günlük burjuva gazeteleri bu konuları içeren haberlerle dolup taşmaktadır.
Her krizin, işçi sınıfı açısından işsizliği, ücret düşüklüğünü, polisiye olayları, bedenini satmayı, ölüm olaylarını yoğun bir şekilde beraberinde getirdiğini görürüz. Kriz, kapitalist sistemin bütün pisliklerini, zenginliği yaratan sınıfın üstüne yıkmaktadır.
2- Krizin köylülük üzerindeki etkileri
Komünist Manifesto’da şöyle deniyor:
“…Küçük orta tabakalar, küçük sanayiciler, tüccarlar, rantiyeciler, zanaatçılar ve köylüler, bütün bu sınıflar, bazen, küçük sermayeleri büyük sanayiin işletmesi için yetmediğinden, büyük kapitalistlerle olan rekabette yenik düştüklerinden bazen, yetenekleri yeni üretim biçimleri tarafından değersizleştirildiği için proleterleşiyorlar.” (Marks-Engels; “Komünist Manifesto”, s. 16).
Köylülük, kapitalist üretim biçimi geliştikçe ve tarımı da etkisine aldıkça veya etkisine aldığı oranda çözülerek, burjuva toplumun temel sınıflarına (proletarya-burjuvazi) bölünür. Bu süreç sonunda köylülüğün ezici çoğunluğu proleterleşir. Bu, bir farklılaşma sürecidir. Bu süreç, kriz dönemlerinde daha etkin, daha hızlı gelişir.
Kapitalist üretim biçimi ne kadar gelişirse, yaygınlaşırsa köylü ekonomisi de o kadar çok meta ekonomisine dönüşür. Ama meta üreten her köylü ekonomisi, kapitalist işletme değildir. Dolayısıyla böylesi işletmelerde, krizin mutlaka varolması için neden yoktur. Ama bunlar, krize karşı oldukça duyarlıdırlar. Çünkü her meta üreten köylü için ürününü pazarlama/satma zorunluluğu vardır. Bu köylüler, pazar vasıtasıyla kapitalist ekonomiyle ilişkiye girmiş olurlar. Bu ilişki vasıtasıyla köylü ekonomisi, kapitalist ekonominin etkisi altına girer ve böylelikle hiçbir köylü, kapitalist krizin etkisinden, onun sonuçlarından kurtulamaz.
Ekonomik kriz küçük üretici köylüyü nasıl etkiler?
Kırsal alandaki küçük üretici pazarda gıda maddeleri (yağ, süt, yumurta, et, meyveler, sebzeler, tahıl vs.) satar.
Kırsal alandaki küçük üretici pazarda, gıda sanayi için gerekli hammaddeleri (patates, şeker pancarları, tahıl vs.) satar.
Kırsal alandaki küçük üretici pazarda, dokuma sanayi için hammaddeler ( deri, yün, keten, pamuk, vs.) satar.
Demek oluyor ki, kırsal alandaki küçük üretici için gıda maddeleri bakımından en geniş talebi işçi sınıfı ve bazı tüketim maddeleri sanayii oluşturur. Bu sanayi sektörlerinin üretimi ise, doğrudan geniş kitlelere, onların alım gücüne bağlıdır.
Geniş yığınların alım gücü düşünce, ister doğrudan gıda maddesi olarak, isterse de tüketim sanayi için hammadde olarak, köylünün ürünlerine olan talep de düşer ve kriz bütün gücüyle kırsal kesimi de etkisi altına alır.
Köylünün durumu başka faktörler de etkiler:
Rekabet: Normal koşullarda büyük sermayeli kapitalist tarım işletmelerine karşı rekabet edemeyen küçük üretici, kriz döneminde tamamen saf dışı kalır.
Sabit sermaye (girdi) sorunu: Köylü, duruma göre hayvan, makine satın alabilir, bankadan kredi çekebilir, gübre, tohum satın alabilir. Köylü, hem aldıklarını geri vermek hem de vergi ödemek zorundadır. Zaten normal şartlarda borçlarını ve faizini ödemekte güçlük çeken köylü, kriz dönemlerinde bu yükümlülüklerinin hiçbirisini yerine getiremez.
Hükümetin IMF ile yaptığı anlaşma, kırsal alandaki küçük üreticiyi de doğrudan etkilemektedir. Çok uluslu tarım tekellerinin çıkarları gerekli kıldığı için Türkiye tarımı yıkıma sürükleniyor. Sübvansiyonların, bazı tarım ürünlerinin desteklenmesinin kaldırılması, bazı ürünlerin üretiminin sınırlandırılması, küçük üreticiyi yok olmakla karşı karşıya getirmiştir. IMF programının ve güncel krizin tarım kesimindeki etkisini, özellikle küçük üretici üzerindeki etkisini, ancak önümüzdeki dönemde bütün çıplaklığıyla göreceğiz. Türkiye kırında proleterleşme sürecini krizin etkisiyle hızlanacaktır.
3- Krizin orta tabakalar üzerindeki etkisi
Kapitalizme özgü temel sınıflardan olmayan şehir orta tabakaları da krizin etkisinden kurtulamazlar.
Şehir orta tabakaları, zanaatçılardan, küçük tüccarlardan, memurlardan, serbest meslek sahiplerinden, doktorlardan, sanatçılardan, avukatlardan vs. oluşur.
(Aslında bu, oldukça kaba bir ayrımdır. Çünkü biz burada, geliri fazla olan doktor, avukat gibilerini, geliri sınırlı olan küçük memurla, öğretmenle aynı kefeye koymuş olduk. Aynı farklılık zanaatçılar için de geçerlidir. Örneğin 1-2 çırak çalıştıran bir zanaatçıyla tek başına çalışan bir zanaatçı elbette ki farklı olacaktır). Bu sosyal tabakalar, farklı derecede de olsa ekonomik krizden etkilenirler.
Zanaatçıların ekonomik krizden etkilenmeleri:
Tıpkı köylülük gibi zanaatçılık da kapitalizmin gelişmesiyle çözülür, ayrışır. Zanaatçıların, kendilerinden üstün/güçlü olan kapitalistlerle rekabet edecek durumları yoktur; kapitalizm geliştikçe bağımsız zanaatçılık yok olur. Örneğin, terzicilik, ayakkabıcılık vb. giderek kaybolur. Bunların üretiminin yerini fabrikasyon üretim alır.
Kriz dönemlerinde zanaatçılığın yıkımı daha büyük boyutlara varır. Zanaatçı, ekonominin nispeten ‘normal’ gittiği dönemlerde de fabrika üretimiyle rekabet etmek zorundadır. Kapitalist üretimde meta, zanaatçılıktakine nazaran daha ucuza üretilir. Bundan dolayı zanaatçı, ürününü esas değerinin altında satmak zorunda kalır. Dolayısıyla, en ufak bir fiyat dalgalanması, zanaatçıyı çok etkiler. Kriz dönemlerinde bu etkilenme daha da belirgindir. Örneğin kitlelerin alım gücünün düşmesi, zanaatçı için müşteri kaybı demektir.
Küçük tüccarlar-satıcılar (bakkal, manav, küçük dükkân sahipleri, konfeksiyoncular vs.):
Şehirlerdeki bu küçük satıcıların yaşamları geniş kitlelerin alım gücüne doğrudan bağlıdır. Bu satıcıların gelirleri, toptancı fiyatlarıyla perakende fiyatları arasındaki farktan ve satışlarının hacminden oluşur. Bu fark ve satış hacmi ne kadar büyük olursa, bu unsurlar da o kadar çok gelir elde etmiş olurlar. Ekonominin iyi gittiği dönemlerde küçük satıcılar için de işler, biraz iyi gidiyor demektir. Ama kriz dönemlerinde onların da dünyaları altüst olur. Kitlelerin alım gücünün düşmesiyle bunların da satış hacmi daralır.
Küçük satıcıların ölüm fermanını sadece kriz okumaz. Küçük satıcılar, büyük alış veriş mağazalarıyla süpermarketlerle rekabet etmek zorundadırlar.
Kriz, kitlelerin alım gücünün düşmesinden dolayı, bu tabakaları da tamamen yıkıma sürüklemiştir. Ankara’da esnafın şiddetli tepkisi, her şeyi göze alan çıkışı, polisle çatışması bu kesimin krizden ne denli etkilendiğini açıkça göstermektedir.
Ekonomik kriz, farklı bir olguyu da gündeme getirir: Türkiye’de işsizliğin kronik olması, geçim derdinden kurtulamayan binlerce işçiyi ve yoksullaşarak şehirlere akın eden “eski” köylüyü, en ufak her imkânı kullanarak ticaret yapmaya, zanaatçılık yapmaya zorlamıştır. Köşe başında, kırık iskemlede oturan, üretim aracı bir çekiç, kerpeten, örs ve çividen oluşan ayakkabı tamircisi, sokak sokak dolaşarak sebze, meyve, yoğurt, dokuma vb. şeyler satıcısı, sokaklarda sıralanmış, mal cinsi oldukça az bakkallar vb. bunların hepsi ne gerçekten zanaatçı ne de satıcıdırlar. Bunların sayısı, kapitalist krizin derinleşmesine paralel olarak çoğalır. Bu unsurlar, iş buldukları zaman zanaatçılığı ve satıcılığı bırakırlar. Bu tabakalar için Engels şöyle diyor:
“Fazlalıkların’ çoğunluğu esnaflığa atılıyorlar. Bilhassa cumartesi akşamları, bütün işçi nüfus sokaklarda olduğu zaman… yaşayan kitlenin tamamı görülüyor; ayakkabı bağı, kemer, kordon, portakal, pasta, kısaca mümkün olan bütün maddeler sayısız erkek, kadın ve çocuklar tarafından satışa çıkartılıyor ve başka zamanlarda da, portakal, pasta, meşrubat satıcıları sokaklarda durur veya dolaşır olarak görünürler. Keza çıra ve benzeri şeyler, mühür mumu vs. de bunlar için ticaret maddeleridir. Diğerleri -jobber (her türlü iş yapanlar, ç.n.) sokakları dolaşarak ufak tefek işler arıyorlar. Bazıları günlük iş buluyorlar, ama çoğunun şansı yok” (Marks-Engels; C. 2, s. 316).
Türkiye’de çoğunlukla büyük şehirlerin genel tablosu böyle değil mi?
Memurlar (küçük), serbest meslek sahipleri:
Sabit gelirliler (maaşlılar-ücretliler) ve serbest gelirliler olarak ikiye ayırabileceğimiz bu kesim de, farklı boyutlarda da olsa, krizden etkilenir.
Türkiye’de, özellikle küçük memurların (ücretli memurların) kronik fakirleşmesi son yıllarda daha da artmıştır. Bunun yanı sıra mali ve ekonomik krizden dolayı, örneğin bankacılık sektöründeki iflaslar, bazı bankaların kontrol altına alınması, kapatılması binlerce çalışanın sakağa atılmasını beraberinde getirmiştir.
Diğerlerinin, yüksek okul öğretim üyelerinin, doktorların, avukatların vb. durumu biraz daha farklıdır. Bunlar, serbest çalıştıkları zaman, çoğunlukla geniş kitlelere ücret karşılığı hizmet ediyorlar demektir. Kriz dönemlerinde geniş kitlelerin maddi durumları bozulduğu için bu tabakaların gelirlerinde de belli azalmalar olur. Örneğin çalışan bir işçiyle işsiz olan bir işçinin hastalık durumlarında doktora gitme imkânları ve dolayısıyla eğilimleri farklıdır.
4- Krizin burjuvazi/kapitalist sınıf üzerindeki etkisi
Burjuvazinin, ekonomik krizin bütün yükünü işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yıkması, onun krizden etkilenmediği anlamına gelmez. Burjuvazi de krizden etkilenir. Nasıl etkilenir?
Fiyatlar, ekonomik devreviliğin kriz aşamasında düşer ve yükseliş aşamasında da artar. Fiyat hareketindeki bu gelişme bugün pek görülmüyor. Türkiye’de fiyatların ekonomik devreviliğin her döneminde şu veya bu şekilde arttığını görüyoruz. Türkiye’de bunun nedeni enflasyondur.
Kriz dönemleri sermaye kıyımı, sermayenin değerini kaybettiği dönemlerdir. Kriz, üretimin büyük ölçekte durdurulması demektir. Üretimin durdurulması, üretken sermayenin işlevsizleştirilmesi anlamına gelir. Böylesi dönemlerde sermaye, işgücü kullanımı olmadığından dolayı artı değer üretemez. Kriz, sermayeyi ölü sermayeye dönüştürür. Ve artı değerin üretilmediği dönem, burjuvazi açısından zarar edilmiş, kaybedilmiş dönemdir. Bunun ötesinde kriz dönemlerinde makinelerin ve tesislerin çalışmaması, bakım ve tamiratı kaçınılmaz kılar. Bu da kapitalist açısından zarar anlamına gelir. Kriz dönemi, aynı zamanda, kar oranının genel düşme dönemidir. Kar oranının düşmesi, sermayenin değersizleşmesi demektir. Örneğin kar oranının yüzde 25’ten yüzde 20’ye düşmesi 100 milyon dolarlık bir sermayenin getireceğin karın 25 bin dolardan 20 bin dolara düşmesi demektir. Yani kriz döneminde 100 milyon dolarlık sermaye, normal koşullardaki 80 milyon dolarlık sermayenin getirdiği karı getiriyor ki bu, sermayenin, krizden dolayı beşte bir değersizleştiğini gösterir.
Kriz dönemi, iflasların arttığı dönemdir. İflas, çok sayıda bireysel sermayenin yok olması anlamına gelir. Bu durumda olanlar, yerine göre büyük sermayeler tarafından yutulurlar veya rekabet dışı bırakılmış olurlar.
Kriz dönemi, aynı zamanda, bütün kapitalistler için geçerli olmasa da, lüks tüketimin gerilediği dönemdir. Birçok kapitalist; iflasla karşı karşıya kalanlar, gelirleri azalanlar veya ödeme zorluğu olanlar, böylesi dönemlerde lüks tüketimlerini kısmak zorunda kalırlar.
5- Krizin siyasi etkileri
Ekonominin devrevi hareketi ile devrimci hareketin devrevi gelişmesi arasında diyalektik bir bağ vardır. Bundan, her ekonomik kriz mutlaka devrimci bir duruma, devrime götürür diye bir sonuç çıkartılmamalıdır. Bu, mekanik, çıplak yaşama yabancı bir anlayıştır. Devrimci mücadelenin gelişmesini krize bağlayanlar, devrim için krizi umut olarak görenler Türkiye’de de var. Bu anlayışın başını çeken de Kızıl Bayrak çevresidir.
Ekonomik gelişme, siyasi hareketin maddi tabanını oluşturur. Ve diğer bütün koşulların var olduğu durumda ekonomik kriz dönemlerinde devrime doğru bir gelişme olabilir. Yani ekonomik kriz dönemleri, devrimci krizin patlak vermesine ve gelişmesine en uygun olan dönemlerdir. Bu diyalektik bağı Marks ve Engels şöyle açıklarlar:
“1848 devrimini hazırlayan 1847 sanayi krizi aşıldı; yeni, şimdiye kadar görülmemiş bir sanayi yükseliş dönemi başladı; gözü olan ve onu kullanan için, 1848 devrimci atılımının tedricen yok olduğu anlaşılır olmalıdır.
Bu genel, burjuva toplumun üretici güçlerinin gür geliştiği yükselişte –ki burjuva toplumda ancak böyle olur- gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim sadece, bu iki faktörün; modern üretici güçlerin ve burjuva üretim biçimlerinin birbiriyle çelişkiye düştükleri dönemlerde mümkündür”(Marks-Engels; “Neue Rheinische Zeitung, Politisch-ökonomische Revue”, V. ve VI. Defterler. C. 7, s. 440).
Marks ve Engels, birbirlerine yazdıkları mektuplarda da aynı konuya değinmişlerdir (Örneğin bkz.: Engels’in Marks’a yazdığı 21 Ağustos 1852, 15 Kasım 1957, 11 Aralık 1857 tarihli mektuplar ve Marks’ın Engels’e yazdığı 8 Ekim 1858 tarihli mektup).
Açık ki Marks ve Engels, ekonomik krizlerin keskinleşmesiyle devrimci hareketin yükseleceği beklentisi içindeydiler. Ama diğer taraftan da, kapitalist ekonominin kriz aşamasından çıkarak yeni bir devreviliğe başlamasıyla yakın devrim umudundan da vazgeçiyorlardı. Burada bir yanılgı değil, kapitalist ekonominin işlerliğindeki diyalektik söz konusudur. Marks, kar oranının eğilimli düşüş yasasını incelerken bu yasanın çelişkilerinin çatışmasının dönemsel krizlerde durgunlaştığını ve bu yasanın etkisiyle nihayetinde sosyal devrimlerin gerçekleşmesi gerektiğini kanıtlamıştır.
“Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için devrime neden olabilir” (Marks, Kapital, C. III, s. 274).
Marks ve Engels’in devrim koşulları öngörülerinde yanıldıkları üzerine çok yazılıp çizildi. Veya onların öngörüleri, Kızıl Bayrak örneğinde olduğu gibi mekanik olarak kavrandı. Oysa Marks ve Engels, bilim olarak Marksizm, her ekonomik kriz mutlaka bir devrimle sonuçlanacaktır iddiasında olmamıştır. Marksizm, sadece, ekonomik krizlerin güçlü sosyal gerginliklere ve çatışmalara neden olabilir ve başka koşulların uygun olduğunda bu, bir devrime doğru gelişebilir tespitini yapmaktadır. Her ekonomik kriz, mutlaka devrime neden olmaz, ama mevcut burjuva düzenin sarsılması her devrimin önkoşuludur. Aradaki farkı görmeyenler, kendi gücüyle devrimi örgütleme umudunu yitirenler veya burjuvazinin gücüne teslim olanlar, devrim umutlarını ekonomik krize bağlıyorlar. Önemli olan, ekonomik krizi, kapitalizmi devirmek için kullanmasını bilmektir. Marks ve Engels, sadece ve sadece krizden yararlanmanın önemi üzerinde durmuşlardır.