AB-TÜRKİYE
İLİŞKİLERİNİN SEYRİ
1989/’91’de
revizyonist blokun ve Sovyetler Birliği’nin dağılması
uluslararası ilişkilerde ve çelişkilerde derin değişimlere
neden olmuştur. İki kutuplu, iki süper güçlü, iki pazarlı
dünyanın sonlanması, kapitalist dünya sistemi veya dünya
burjuvazisi açısından bir milattı.
O
zamana kadar “özgür dünya”nın savunulması ve geleceği için
Amerika’nın patronluğunda hareket etmek ve “komünizm”
tehlikesine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda korumak zorunda
olan AB, revizyonist blokun ve SB’nin dağılması sonucunda, bir
taraftan sosyal emperyalist hegemonyadan boşalan alanları
doldurmaya yönelirken, diğer taraftan da “özgür dünya”nın
geleceği için ABD ile mutlaka ortak hareket etme zorunluluğunun
ortadan kalktığına inanıyordu.
AB,
bütün ‘90’lı yıllar boyunca ve hâlâ birçok süreci bir
arada yürütüyor.
a-Aşağıda
ele alacağımız gibi entegrasyonu derinleştiren ve kapsamlaştıran
zirveler.
b-
Genişleme politikası.
c-ABD
ile çelişkilerin keskinleşmesi; rekabetin yaygınlaşması ve
derinleşmesi.
d-Bütün
bu ilişkiler içinde Türkiye’nin değişen; önemlileşen konumu.
1963’te
imzalanan ilk anlaşmadan bu yana, daha doğrusu AB’nin Türkiye’nin
önemini yeniden keşfettiği ‘90’lı yılların ikinci yarısına
kadar Türkiye, bekleme odasında bekletildi.
14
Nisan 1987’de yapılan tam üyelik başvurusu reddedildi. (Aralık
1989’da verilen cevap.)
Soğuk
savaş döneminde Türkiye, Amerikan emperyalizmi patronluğunda
kapitalist dünyanın kendine biçmiş olduğu rolü istenildiği
gibi oynamıştı. NATO üyesi Türkiye, “komünizm” tehlikesine
karşı ön cepheydi.
AB’ye
göre Türkiye, SB’nin dağılmasından sonra bu stratejik önemini
kaybetmişti. Bunun ötesinde Doğu ve Orta Avrupa, Balkanlar, daha
öncelikle ele alınması gereken alanlar olmuştu. Bu nedenlerle
Türkiye, aday üye olarak, aday üyelik başvurusu olmaksızın da
beklemeye devam edebilirdi. Türkiye’nin AB’ye üye olması şart
değildi. Bu, Gümrük Birliği üyeliğiyle giderilebilirdi. Öyle
de oldu ve Türkiye, 1 Ocak 1996’da Gümrük Birliği’ne üye
oldu. Böylece AB, Türkiye için yapabileceğini yapmış oluyordu.
AB’ye göre Türkiye-AB ilişkileri Gümrük Birliği’yle
sınırlandırılmalıydı.
Ama
AB, kısa bir zaman sonra, Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB
çıkarları açısından önemini gecikmeli olarak keşfedecekti.
Tek
kutuplaşan, çok rekabet merkezli, “küreselleşen” dünyada, bu
gelişmelerin sonucu olarak beliren rekabet alanları ve Amerikan
emperyalizminin Avrasya jeopolitikası, Türkiye’yi kazanılması
gereken bir ülke, bir alan konumuna getiriyordu. Emperyalistler
arası rekabette, jeostratejik konumu her zaman önemli olan Türkiye,
bu önemi nedeniyle AB tarafından yeniden keşfediliyordu.
MAASTRİCHT
ANLAŞMASI'NIN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI
10
Aralık 1991’e Maastricht’te (Hollanda) bir araya gelen o zamanki
adıyla AT (Avrupa Topluluğu) devlet ve hükümet başkanları, üye
devletler arasında para birliğine geçilmesi kararını aldılar.
Bunun ötesinde dış politika, içişleri, güvenlik ve adalet
alanlarında ortak politikaların oluşturulması kararlaştırıldı.
Maastricht
Antlaşması’nın Türkiye-AB ilişkileri açısından iki sonucu
vardır:
a-
Roma Antlaşması’nın 237. Maddesi değiştirilerek “tüm
Avrupalı devletler Birliğe üye olma talebinde bulunabilirler...”
anlayışına yer verildi. Bunun ötesinde AB’ye üyelikte
uygulanan prosedür de değiştirilmiş, AB üyeliği için Tek Senet
yerine Avrupa Parlamentosu’nun onayı gerekli görülmüştür.
Avrupa kavramının tam tanımının yapılmaması ve Avrupa
Parlamentosu’nun üyelik için onayının şart koşulması,
Türkiye’yi tedirgin etmişti. Türk burjuvazisi, o zamana kadar
kendi aleyhinde birçok karar alan Avrupa Parlamentosu’nun üyelik
sorusuna sıcak bakmayacağı anlayışındaydı.
b-
Maastricht Antlaşması’yla, Avrupa topluluklarının hepsinden
önce kurulan BAB (Batı Avrupa Birliği), ortak güvenlik ve
dışişleri politikasının uygulayıcı kurumu konumuna gelmiştir.
BAB, hukuken AB’nin bir parçası, kurumu değildi. AB, NATO üyesi
olan, ama BAB üyesi olmayan Avrupa ülkelerini bu kuruma üye olmaya
çağırmıştır. Türkiye, bu çerçevede BAB’a “ortak üye”
olacaktı. Ama bu statü, AB’nin tam üyesi olmadığı için
Türkiye’yi AB’nin güvenlik ve savunma gibi konularında karar
alma sürecinden dışlıyordu.
‘90’lı
yılların başından AT (Maastricht Antlaşmasından sonra AB), Orta
ve Doğu Avrupa ülkeleri ile arka arkaya “Avrupa Anlaşmaları”
imzaladı. Amaç, bu ülkeleri AB üyeliğine hazırlamaktı. Böylece
bu ülkeler ön plana çıkıyorlar ve Türkiye, 1963’ten beri
sahip olduğu “güçlü” ortak statüsüne rağmen geri plana
itiliyordu. Geri plana itiliş, AB’nin mali ve teknik yardımlarının
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yönlendirilmesiyle de kendini
gösteriyordu.
‘90’lı
yılların ilk yarısında Türkiye, yukarıda belirttiğimiz
uluslararası altüst oluşlar nedeniyle önemsizleştiğine
inanılarak, AB’nin genişleme takviminin tartışmalarının
yapıldığı platformlarda ya hiç yer almadı, ya da Orta ve Doğu
Avrupa ülkelerinden, Malta ve Kıbrıs Rum Kesimi’nden sonra söz
konusu edildi.
KOPENHAG
ZİRVESİ'NİN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI
Lizbon
Zirvesi’nde (25-27 Haziran 1992) diğer şeylerin yanı sıra,
Türkiye ile ilişkilerin “...Ankara Anlaşmasının hedeflerine
uygun şekilde ve siyasi bir diyaloğu da içeren biçimde
geliştirilmesi” görüşü benimsendi. (Sanki yeni bir şeymiş
gibi!) Ayrıca aynı zirvede EFTA üyesi olan Avusturya, Finlandiya,
İsveç, İsviçre ve Norveç ile tam üyelik görüşmelerinin
Maastricht Antlaşması’ndan hemen sonra başlatılması, AB
Komisyonu’nun 1989 tarihli kararında yer alan “derinleşme
hareketi ve tek pazar kurulması yönündeki çabalar sonuçlanmadan
AT’ın yeni üyelik müzakerelerine” başlamayacağının sadece
Türkiye’ye yönelik bir anlayış olduğu bir kez daha görüldü.
21-22
Haziran 1993’te Kopenhag’da gerçekleştirilen zirvede AB,
genişleme süreci açısından büyük önem ifade eden kararlar
almıştır.
, ’nde, Maastricht Antlaşmasının söz konusu maddesini
tamamlayıcı karar alındı. Bu karara göre aday üyeler, tam
üyeliğin gerekli kıldığı ekonomik ve siyasi koşulları
sağladıklarında tam üye olabilecekler.
Kopenhag
Kriterleri olarak bilinen bu koşullar üç başlık altında
toplanabilir:
-Siyasi
kriterler; demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, azınlıkların
korunması.
-Ekonomik
kriterler; işleyen ve aynı zamanda AB çerçevesinde rekabetçi
baskılara ve diğer “serbest piyasa” güçlerine dayanabilecek
bir pazar ekonomisi.
-AB
mevzuatını benimseme kriteri; her bir aday ülke, siyasi,
ekonomik ve parasal birliğin hedeflerine bağlı kalarak gerekli
yükümlülükleri yerine getirme yeteneğine sahip olmalıdır.
Bu
zirvede Türkiye ilgili olarak da şu karar alınmıştı:
“AT
Zirvesi, Türkiye ile işbirliğinin, bir gümrük birliğinin
kurulmasıyla ilgili olduğu ölçüde, 1963 tarihli Ortaklık
Anlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol’de öngörülen
perspektif içinde geliştirilmesi ve yoğunlaştırılması
konusunda Lizbon’da toplanan AT Zirvesi’nde kabul edilen
esasların etkili bir biçimde uygulanması Konsey’den
istenmiştir.”
Böylece
AB, Türkiye’yi üyelikten vazgeçmeye, Gümrük Birliği ile
yetinmeye çağırıyordu. Ancak Türk burjuvazisi bunu, “gümrük
birliği oluşturarak, AB’ye arka kapıdan girmek” olarak
yorumladı.
LÜKSEMBURG
ZİRVESİ'NİN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI
AB
ile Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladıktan sonra Türkiye,
sıranın AB’ye tam üyeliğe geldiği anlayışından hareketle
AB’den aday üye statüsünün tanınmasını ve tam üyelikle
ilgili bir takvimin belirlenmesini talep etti. Bırakalım tam
üyeliği, aday üyelik konusunda da en ciddi itirazlar bu dönemde,
Gümrük Birliği anlaşmasından sonra gelmeye başladı. AB’nin
önde gelen ülkeleri, örneğin Almanya, ilk kez “kültürel
farklılık”tan bahsediyordu. Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya,
İspanya Hristiyan Demokrat partilerinin Brüksel’de yaptıkları
toplantıda (4 Mart 1997) Türkiye’nin adaylığına ilişkin
olarak “kültürel farklılık, kimlik ve aidiyet” temelli olan
ciddi itirazlar yükseliyordu.
Bu
dönemde Türkiye, hiçbir zaman üye olamayacak, istenmeyen “aday
üye” konumundaydı.
AB
Komisyonu, “Gündem 2000 Raporu”nu 16 Temmuz 1997’de açıkladı.
Bu rapor, AB’ye üyelik konusunda Türk hükümetinde hayal
kırıklığına neden olmuştur. Rapor da Doğu ve Orta Avrupa
ülkelerinin ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye üyelikleri
öngörülüyordu.
Türkiye,
raporda ayrı bir başlık altında ele alınıyor ve Gümrük
Birliği’nin memnun edici bir biçimde işlediğinden ve bunun
devamından bahsediliyordu. Bunun ötesinde “Gündem 2000
Raporu”nda bir dizi ekonomi, demokrasi sorunlarını içeren
eksikliklerden söz ediliyor, ama bir bütün olarak Türkiye’nin
AB aday üye yeteneğinin olduğu kabul edilebiliyordu. Bu rapor,
AB’nin genişlemeyle ilgili en önemli belgesiydi ve Türkiye’ye
üyelikle ilgili bir perspektif verilmemişti!
12-13
Aralık 1997’de Lüksemburg’da gerçekleştirilen zirvede AB,
“Gündem 2000” raporunu ele aldı ve rapor onaylandı. Sonuç
bildirisinde Türkiye ile ilgili olarak şöyle deniyordu:
“Konsey,
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğe ehil olduğunu teyit etmektedir.
Türkiye, diğer aday üyelerle aynı kriterler temelinde
değerlendirilecektir. Üyelik müzakerelerine başlamayı sağlayacak
siyasi ve ekonomik koşullar bulunmamakla birlikte, Konsey, üyeliğe
hazırlanmak üzere Türkiye’yi her alanda AB’ye yakınlaştıran
bir strateji tanımlamanın önemli olduğu görüşündedir. Bu
strateji, Ankara Anlaşması potansiyelinin geliştirilmesi, gümrük
birliğinin derinleştirilmesi, mali işbirliğinin uygulanmaya
konması, mevzuatın yakınlaştırılması ve birlik müktesebatının
ele alınması... çeşitli programlara ve kuramlara katılımın
durum bazında kararlaştırılmasını içermektedir...”
Sonuç
bildirisinde Türkiye-AB ilişkilerinin güçlendirilmesi için
siyasi içerikli dört koşul öne sürülüyordu:
1-
Türkiye’nin “insan haklan alanındaki norm ve uygulamalarının
AB’ninkilere uyumlulaştırılması çerçevesinde başlattığı
siyasi ve ekonomik reformların takibi”.
2-
“Azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması.”
3-
“Yunanistan ve Türkiye arasında tatmin edici ve istikrarlı
ilişkilerin oluşturulması, anlaşmazlıkların özellikle
uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözümlenmesi.”
4-
Türkiye’nin “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
kararlarından hareketle Kıbrıs'da siyasi bir çözüme ulaşmak
amacıyla BM’nin koruması altında yürütülen müzakerelere
destek vermesi”.
Bunun
dışında sonuç bildirgesinde AB’ye katılma istidadı olan, onun
değerleri ile iç ve dış hedeflerini paylaşan Avrupa devletleri
ile AB üye devletlerini bir araya getirecek bir Avrupa Konferansı
gerçekleştirilmesi karar altına alınıyordu. Devamla “Konferans
üyelerinin, barış, güvenlik ve iyi komşuluk ilişkileri,
egemenliğe saygı, AB’nin üzerine inşa edildiği ilkeler, dış
sınırların ve uluslararası hukuk ilkelerinin bütünlüğü ve
ihlal edilemezliği konularında karşılıklı taahhüdü ve aynı
zamanda toprak anlaşmazlıklarının barışçıl yollarla,
özellikle Lahey Uluslararası Adalet Divanı tarafından çözülmesi
taahhüdünü paylaşmaları...” gerekiyordu. Davetiyede, Konferans
öncelikle ilk aşamada “Kıbrıs, Orta ve Doğu Avrupa aday
ülkeleri ve Türkiye’ye yöneliktir” deniyordu.
, , Türkiye’ye indirilen bir şamardı. Bu denli bir dışlanma
beklemeyen hükümet, AB ile siyasi diyaloğu askıya aldı,
belirtilen konferansa katılımın söz konusu olmadığını
açıkladı.
Tabii
sorun sadece, Türkiye’nin aday üyeliği konusunda değişen bir
şeyin olmamasıyla sınırlı değildi. Bu zirvesinde AB,
Türkiye’nin görmeye, tartışmaya yanaşmadığı, sorunları
dile getiriyordu; demokrasi sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu,
Ege sorunu vs.
AB’nin
Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkeleri, AB ile
mevcut ilişkiler çerçevesinde bağlantılı olan, AB üyesi
olmayan bir Türkiye’yi, AB’nin çıkarlarına —aslında
Almanya ve Fransa’nın çıkarlarına— en iyi hizmet eden bir
Türkiye olarak görüyorlardı. O dönem “emekli” devlet ve
hükümet başkanlarının şu veya bu parti, hükümet ve devlet
temsilcisinin Türkiye’nin AB’ye alınmaması gerektiği üzerinde
durmaları dikkat çekicidir. Bunlara örnek olarak Fransa eski
cumhurbaşkanı Valery Giscand d’Estaing, Almanya eski Başbakanı
Helmut Schmidt gösterilebilir.
HELSİNKİ
ZİRVESİ'NİN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI
Lüksemburg
Zirvesi’nden sonra Türkiye, AB’ye rest çekti, ilişkilerde
gerilimin hakim olduğu bir süreç başladı. Ama AB, Türkiye’yi
yumuşatma, güya onu arkalama/avlama tavrını izledi. O güne kadar
AB’nin Türkiye’ye ilişkin bütün tavrını ve kararlarını
homurdanarak da olsa kabul eden Türkiye’nin böyle bir tepkiyi
açığa vurma cesaretinin olamayacağına inanan AB, şaşkındı.
15-16
Haziran (1998) Cardiff’de (İngiltere) yapılan zirvede AB,
Lüksemburg Zirvesi sonuçlarına gönderme yaptı, tam üyelik
açısından Kopenhag Kriterleri’nin önemi vurgulandı, ama bu
zirvede Türkiye’nin aday üyeliğine bakışta belli bir yumuşama
görüldü. Türkiye için ehil kavram yerine, aday üyeliği dolaylı
ifade eden tanımlamalar kullanıldı. Mali destekten de bahseden AB,
bu zirvesinde aldığı kararlarla Türkiye’yi yumuşatmayı
hedeflemiştir. 11-12 Aralıkta (1998) gerçekleştirilen Viyana
Zirvesi, mevcut durumun teyidi anla- mini taşıyordu.
AB
Komisyonu’nun 1998 Yılı Raporu’nda Türkiye, adaylığı
onanmış olan diğer 12 ülkeden ayrı olarak ele alınıyordu. Bu
raporda Türkiye’ye ilişkin olarak şu tespitler yapılıyordu;
Türkiye’de
“politik açıdan kamu otoritelerinin işleyişinde bazı
anormalikler (var), insan haklan ihlalleri (devam ediyor)...
azınlıklara muamele konusunda önemli eksiklikler (var), ordunun
sivil denetime tabi olmaması kaygı verici... Milli Güvenlik
Kurulu’nun siyasi yaşamda oynadığı büyük rol bunu
(yansıtıyor)... Güneydoğudaki duruma askeri olmayan sivil bir
çözüm bulunması (gerekiyor)... Zira ülkede gözlenen medeni ve
siyasi hak ihlallerinin pek çoğunun şu veya bu şekilde bu konuyla
bağlantılı” olduğu ileri sürülmekteydi.
Ayrıca
raporda açık tanımlama yapmadan Türkiye-Yunanistan ilişkileri
kastediliyor ve Türkiye’nin “...muhtelif komşu ülkelerle
tüm anlaşmazlıklarının uluslararası hukuka uygun barışçı
yollarla çözülmesine yapıcı bir katkı sağlaması” gerektiği
belirtiliyordu. Bunun ötesinde raporda, Türkiye’nin ekonomik
kriterler bakımından “bir pazar ekonomisinin temel özelliklerinin
çoğuna hayli gelişkin kurumsal ve hukuksal çerçeveye, dinamik
bir özel sektöre ve liberal bir ticaret kurallarına...” sahip
olduğu vurgulanıyordu.
3-4
Haziran 1999’da Köln’de (Almanya) gerçekleştirilen zirvede,
Almanya’nın hazırladığı, Fransa ve İngiltere’nin
desteklediği Türkiye’nin beklentilerini şu veya bu şekilde
ifade eden taslak metin, Yunanistan ve bazı başka üye ülkenin
olumsuz tavrı nedeniyle reddedildi.
AB
Komisyonu’nun 1999 yılı İlerleme Raporu’nda Türkiye tam
üyeliğe aday olarak gösteriliyordu ve Lüksemburg Zirvesi’nde
diğer aday üyelere önerildiği gibi, Türkiye’ye de bir Katılım
Ortaklığı stratejisi öneriliyordu.
Raporun
siyasi kriterler bölümünde Türkiye için, “son gelişmelerin,
Türkiye’de bir demokratik sistemin temel özellikleri mevcut
olmakla beraber. Kopenhang siyasi kriterlerini hâlâ
karşılamadığı... ” değerlendirmesi yapılıyordu.
Türkiye’nin
tam üyeliğe hazırlanabilmesi için AB, Türkiye’ye somut bir
katılım öncesi ortaklığı öneriyordu. 1999 Yılı İlerleme
Raporu çerçevesinde (aynı öneri Lüksemburg Zirvesi’nde diğer
aday üyelere de yapılmıştı) katılım öncesi ortaklığın
belli başlı unsurları şunlardı:
-Siyasi
diyaloğun derinleştirilmesi,
-Ortak
Dış ve Güvenlik politikası çerçevesinde AB’nin ortak tutum ve
faaliyetine ortak olunabilmesi olanağı.
-Katılım
öncesi mali yardım kaynaklarının tek bir çerçeve içinde
eşgüdümün sağlanmasına yönelik bir ulusal program ile
birleştirilmiş bir katılım ortaklığının kurulması vs.
10-11
Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükümet
Başkanları Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği
kabul edildi. Alınan karara göre Türkiye, diğer aday üyelerle
eşit konuma gelmiş oluyordu. Yani aday üyelerin yararlandığı
olanaklardan yararlanması ve her bir aday üyenin, tam üye olmak
için yapması gerekenleri yapması gerekiyordu.
Helsinki
Sonuç Bildirgesi’nde Ege ve Kıbrıs ile ilgili tespitleri
Türkiye, önce birer ön koşul olarak algıladı ve kabul
etmeyeceğini ifade etti. Bu konularda sonuç bildirisinde şöyle
deniyordu.
Ege
sorunlarıyla ilgili olarak: Aday ülkeler, “Avrupa Birliği’nin
antlaşmalarla ifade edilen değerlerini paylaşmalıdırlar. Bu
bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi anlaşmazlıkların BM
Antlaşması’na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi
ilkesini vurgular ve aday devletlerini, devam eden sınır
anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konulan çözmek için her
gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunmadığı
taktirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde uluslararası
Adalet Divanı’na götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi,
özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak
en geç 2004 yılı sonuna kadar Divan yoluyla çözüme
bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara
ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca Avrupa Birliği
Konseyi, hatırlatır ki, Kopenhag’da belirlenmiş olan siyasi
kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön
şartıdır ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB’ye üye olarak
katılımın temelidir.”
Sonuç
bildirisinin 4. paragrafında bütün aday üyelere yönelik bu
anlayış, aslında Ege sorunlarını ifade ediyor ve
Türkiye-Yunanistan ilişkilerini göz önünde tutuyordu.
Kıbrıs
sorunu ile ilgili görüşler sonuç bildirisinin 9(a) ve (b)
paragraflarında yer alıyordu. Orada konuya ilişkin olarak şöyle
deniyordu:
9(a);
“...Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık (1999) tarihinde New
York’ta Kıbrıs meselesinin kapsamlı bir çözüme yenilik olarak
başlatılan görüşmelerini memnuniyetle karşılar ve BM Genel
Sekreteri’nin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki
gayretlerine güçlü desteği ifade eder.”
9(b);
“... Avrupa Birliği Konseyi, siyasi bir çözümün Kıbrıs’ın
Avrupa Birliği’ne katılımını kolaylaştıracağının altını
çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir
çözüme ulaşılmamış olursa, Konsey’in üyelik konusundaki
karan, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu
konuda Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır.”
Söylenen
açık; Türkiye, sorunun çözümü için ileri sürülen önerileri
sonuca ulaştıracak bir şekilde yaklaşmalıdır. Aksi taktirde AB,
Türkiye’nin istediği bir şekilde sorunun çözülmesini
beklemeden Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye katılması kararını
verebilecektir. Tabii bu, AB, Kıbrıs sorunu çözülmeden de
Kıbrıs’ı mutlaka üye olarak kabul edeceği anlamına gelmiyor.
Helsinki
Zirvesi’nde, Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye için belirlenen
dört koşuldan ikisi kaldırılmıştı. Türkiye’ye ilişkin
olarak Helsinki’de insan haklarından ve Kürt sorununda sivil
çözümden bahsedilmiyordu. Ama diğer iki koşul, Kıbrıs ve Ege
sorunu yukarıda aktardığımız gibi formüle edilmişti. Bu
gelişme karşısında adeta şok durumu yaşayan Türk hükümeti,
aynı gün (10 Aralık) görüşünü AB’ye bildirdi. Aynı gece
yarısı, AB’nin Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi
Xavier Solana ve AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri
Günther Verheugen, AB Dönem Başkanlığı’nı yürüten
Finlandiya Başbakanı Lipponen’in bir mektubuyla Türk hükümetini
ikna için geldiler. Başbakan Bülent Ecevit’e hitaben yazdığı
mektubunda Lipponen şunları söylüyordu:
“Bugün
Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerine yeni bir yön
vermiştir. Türkiye’ye diğer aday ülkeler statüsünde adaylık
verme yolunda oybirliğiyle alınan karan size resmen tebliğ
etmekten dolayı son derece mutluyum. Avrupa Konseyi’nde bu mektuba
ilişkin karar taslağını görüştüğümüzde, hiçbir itirazla
karşılaşmadan 12. paragrafta Kopenhag’dakilere eklenmiş yeni
bir kriter olmadığını söyledim. Aynı şekilde itirazla
karşılaşmadan 4. ve 9. paragraflara atıfta bulunulmasının
üyelik kriterleriyle ilgili olmadığını, siyasi diyaloğun ima
edildiğini söyledim. Ortaklığa kabul, Konsey’in bugünkü
kuralları temelinde gerçekleşecektir. 4.paragrafta, 2004 tarihi
uluslararası Lahey Adalet Divanı nezdinde anlaşmazlıkların
çözüleceği son tarihtir. Kıbrıs’a gelince, siyasi bir çözüm,
AB’nin amacıdır. Kıbrıs’ın üyeliğe kabulüne gelince
Konsey karar alırken, tüm ilgili faktörleri göz önüne
alacaktır. Bu açıklamaların ışığında sizi diğer aday
ülkelerle birlikte yarın Helsinki’ye çalışmaya yemeğine davet
ediyorum.”
Bu
mektup ve Solana ve Verheugen’in çabası sonucunda ikna olan
hükümet, Helsinki Kararları’nı Türkiye açısından bir zafer
olarak ilan eder.
Peki,
ne olmuştu da AB bu denli, Türkiye aday üye kabul edecek derecede
değişmişti? Türkiye cephesinde, AB’nin öne sürdüğü
koşullar çerçevesinde, özellikle Kopenhag Kriterleri bazında
hiçbir değişme olmamıştı. Türkiye, eski Türkiye’ydi. AB’nin
istediği, dayattığı değişimin olmadığı Türkiye’ydi.
Görüşünü değiştiren AB’ydi ve bunun oldukça güçlü nesnel
nedenleri vardı.
AB,
özellikle de bu entegrasyonun başın çeken Almanya ve Fransa,
Amerikan emperyalizminin Balkanlar-Ortadoğu-Hazar Havzası üçgeninde
hegemonya mücadelesini ve bunun, Avrasya jeopolitik anlayışını
gerçekleştirmek için birer adım olduğunu ve bu planda
Türkiye’nin konumunu yeni görmeye başlamışlardı. İtilen,
hakaret edilen, onuruyla oynanan, aday üyeliğe dahi uygun
görülmeyen bir Türkiye, Amerikan çıkarlarına tamamen angaje
olmuş ve AB’ye, AB’nin bölgedeki çıkarlarına hizmet etmeyen
bir Türkiye, istenilen Türkiye olamazdı.
Helsinki
Kararları’yla AB, 1998’in sonundan itibaren Türkiye’yi
yeniden kazanmak için çaba harcamıştır. Helsinki Kararları,
Türkiye üzerinde nüfuz sahibi olmak için sürdürülen AB-ABD
rekabetini dolaylı ve dolaysız yansıtır. Bilenen o üçgende;
Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kafkasya/Hazar Havzası’nda
sürdürülen emperyalistler arası rekabette Türkiye, konumu ve
potansiyeli bakımından vazgeçilemez, AB’nin kendi ordusunu kurma
girişiminde NATO ile işbirliği içinde “Avrupa Güvenlik ve
Savunma Kimliği”ni (AGSK) oluşturmasında dışlanamaz.
AB’nin
güçlü bir rekabet merkezi olarak kendi çıkarları doğrultusunda
adımlar atması, yani Amerikan emperyalizminin çıkar alanlarına
göz dikmesi, ABD’yi rahatsız ediyordu. İngiltere’nin yanı
sıra AB üyesi bir Türkiye, AB’nin, ABD’nin çıkarları
doğrultusunda yönlendirilmesini kolaylaştırır veya AB’nin, ABD
aleyhine faaliyeti kösteklenebilir.
Amerikan
emperyalizmi, rakibi AB’yi denetlemekten yana olduğu ve bunda
Türkiye’nin de katkısı olacağı için Türkiye’nin AB’ye
üyeliğini, AB üyesi ülkeler üzerinde baskı kurarak sağlamaya
çalışmıştır.
HELSİNKİ
ZİRVESİ'NDEN ULUSAL PROGRAMA
AB,
8 Kasım 2000’de Katılım Ortaklığı Belgesi’ni (KOB) açıklar.
KOB’da AB, öncelik alanlarını belirler. Kısa ve orta vadeli
hedeflerini ortaya koyar. KOB, bir “yol haritası” dır. Ama
hukuken sadece AB’yi bağlar. Çünkü bu belge, AB’nin tek yanlı
irade beyanını ifade eder. Türkiye’yi ise dolaylı olarak,
fiilen bağlayıcı karakterdedir. AB, Türkiye’nin oluşturacağı
Ulusal Program’da KOB’daki beklentilerinin yer alması
beklentisindedir. Nitekim KOB’un “Amaçlar” bölümünde, “...
Ulusal Program, katılım ortalığının ayrılmaz bir parçası
olmamakla birlikte, belgenin kapsadığı öncelikler katılım
ortaklığına uymalıdır” denir.
KOB’da
kısa ve orta vadeli yükümlülükleri kapsayan, siyasi, sosyal ve
ekonomik boyutları olan konulara yer verilir.
Kısa
ve orta vadede öngörülen öncelikli yükümlülükler/hedefler
arasında şunlar vardı.
-İfade,
din ve inanç özgürlüğü.
-Sivil
toplumun tesisi -toplantı ve örgütlenme özgürlüğü bazında-
önündeki engellerin ortadan kaldırılması.
-İnsan
hakları ihlalleri ve işkencenin adli yollardan ve eğitim
aracılığıyla ortadan kaldırılması.
-Kültürel
haklar.
-DGM’ler
dahil olmak üzere yargı reformu.
-Yargı
mensuplarının AB hukuku alanında eğitimi.
-Olağanüstü
hal uygulamasına son verilmesi.
-Bölgesel
dengesizliğin ortadan kaldırılması.
-Anadilde
yayın ve anadilde eğitim hakkı.
-İdam
cezasının kaldırılması.
-Kamu
harcamalarının denetim altına alınması, IMF ve Dünya Bankası
ile hazırlanan istikrar ve yapısal reform programının
uygulanması.
-Mali
sektörde reform ve denetim.
-Tarımsal
alanda reform.
-Merkez
Bankası’nın bağımsız olması.
-Özelleştirme.
-Emeklilik
ve sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanması.
-Yaygın
ve düzeyi yüksek eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanması vb.
AB,
katılım ortaklığının uygulanıp uygulanmadığını Ortaklık
Anlaşması çerçevesinde izleme kararı almıştı.
KOB’un
Komisyon tarafından hazırlanıp Bakanlar Konseyi’nin onayına
sunulan metninde Kıbrıs sorunuyla ilgili bir ifade, ortalığı
yeniden karıştırdı. Orada “siyasi kriterler” başlığını
taşıyan bölümde şöyle deniyordu: “...Siyasi diyalog
çerçevesinde BM Genel Sekreteri”nin Kıbrıs sorununa kapsamlı
bir çözüm bulması sürecinin başarılı bir sonuca ulaştırılması
yönündeki çabalarını kuvvetli desteklemesi...”
Bunun
üzerine Türkiye Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye, Kıbrıs
meselesine çözüm arayışları ile AB adaylığı arasında bir
bağlantının varlığını hiçbir zaman kabul etmemiştir. Kıbrıs
meselesi, adadaki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Güney Kıbrıs
Rum yönetimi arasındaki bir konudur. Katılım Ortaklığı
Belgesi’nde yer alan Kıbrıs konusuna ilişkin gözlemler, bu
temel tutumumuzla uyumlu olduğu ölçüde tarafımızdan dikkate
alınacaktır” açıklamasını yapar.
KOB’un
onaylanması için Bakanlar Konseyi’nde oybirliği aranmamasına
rağmen, yani Yunanistan’ın olası reddi sonucu değiştirmemesine
rağmen, pürüzsüz bir kabul için Fransa’nın önerisi
doğrultusunda hareket edildi.
Fransa’nın
formülüne göre Kıbrıs ile ilgili paragrafta şöyle deniyordu;
“Helsinki
Sonuç Bildirisi’ne uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında,
Helsinki Sonuç Bildirisinin 9(a) maddesinde atıf yapıldığı gibi
BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm
bulunması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya
yönelik çabalarını güçlü bir biçimde desteklemek...” ve Ege
sorunlarına ilişkin olarak da “Helsinki Sonuç Bildirisi’ne
uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, anlaşmazlıkların
Birleşmiş Milletler Şartı’na (Anlaşmasına) uygun şekilde
barışçı yollarla çözülmesi ilkesi kapsamında, Helsinki Sonuç
Bildirisinin 4. Maddesi’ne atıf yapıldığı gibi, devam eden
sınır anlaşmazlıklarını ve diğer konulan çözmek için her
çabayı sarf etmek...” gerekir deniyordu.
KOB’un
açıklandığı aynı gün (8 Kasım 2000) AB Komisyonu, 2000 Yılı
İlerleme Raporu’nu da açıkladı. Bu raporda AB Komisyonu,
Türkiye’nin demokrasi ve ekonomi alanlarında bazı olumlu adımlar
attığı, ama bir bütün olarak Kopenhag Kriterleri’ne henüz
uyulmadığı tespitini yapıyordu.
7-8
Aralık 2000’de gerçekleştirilen Nice (Fransa) AB Hükümet ve
Devlet Başkanları Zirvesi, Türkiye açısından iki açıdan
önemliydi. Birincisi, bu toplantıda Türkiye, genişleyecek AB
içinde görülmüyordu. Öncelikle diğer 12 aday üyenin üye
olmalarıyla AB’nin 27 ülkeli bir entegrasyona dönüşeceği,
Türkiye için ise üyeliğe henüz hazır olmadığı, 2010 yılından
önce de hazır olamayacağı tespiti yapılıyordu. İkincisi,
Türkiye genişlemenin dışında bırakılıyor, ama bu zirvede ele
alınan AGSK’ne katkıda bulunması talep ediliyordu. Yani ‘seni
üye yapmıyorum, üye olmadığın için AGSK’nin karar verme
mekanizmasına katılamazsın, AGSK’nın NATO’nun olanaklarını
kullanmasını veto etme ve iradeni tanımadığımız halde AGSK’nm
faaliyetine katıl’ deniyordu.
Nice
Zirvesi, Türk burjuvazisi açısından olumsuz bir durumun ifadesi
olmuştur.
KOB,
4 Aralık 2000’de AB Bakanlar Konseyi tarafından karara bağlandı.
Katılım öncesi stratejiye ilişkin olarak Türkiye’ye verilmesi
gereken yardımı da düzenleyen ve Türkiye ile AB arasında bir
“katılım ortaklığı” kuran “Çerçeve Tüzük” de kabul
edildi.
Sıra
Ulusal Program’a gelmişti.
19
Mart 2001 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen ve 24 Mart
2001 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Avrupa Birliği
Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal
Programı”, kısa adıyla Ulusal Program (UP), Ankara
Anlaşması’ndan bu yana Türki- ye-AB ilişkilerinin bugüne kadar
ulaştığı en üst noktayı ifade etmektedir.
Nasıl
ki KOB, hukuki olarak AB açısından tek taraflı bir irade beyanını
ifade ediyorsa, UP de hukuki olarak Türkiye açısından tek taraflı
bir irade beyanını ifade ediyordu.
UP
ile Türkiye, AB üyeliğinin gereklerini yerine getirme bakımından
kendini belli bir takvime bağlıyordu.
KOB
ile AB, Türkiye’ye takip edeceği bir “yol haritası”
vermişti. UP ile Türkiye, eline tutuşturulan “yol haritası”nı
nasıl kavradığını açıklamış oluyordu. KOB ve UP’nın
tıpatıp aynı olmaları, işlerlik bakımından örtüşmeleri
mutlaka gerekli değildi. Ama KOB ile örtüşen bir UP, üyelik
sürecini kısaltabilirdi. Bu ve özellikle KOB’da ifadesini bulan
talepleri karşılamak için Türkiye, KOB ile neredeyse tamamen
örtüşen bir UP hazırladı.
KOB
ile UP’nin ne derece örtüştüğünü siyasi kriterler bazında
karşılaştırarak gösterelim.
-
KOBUPKısa vadede1-İfade özgürlüğüuyumlu2-Dernek kurma, toplantı, yürüyüş düzenleme özgürlüğüuyumlu(1)3-İşkenceyle mücadeleuyumlu(2)4-Gözaltı koşullarının iyileştirilmesiuyumlu(3)5-İnsan hakları ihlallerinin önlenmesi ve tazminiuyumlu(3)6-Kamu görevlilerinin insan hakları konusunda eğitimiuyumlu(1)7-Hakim ve savcıların insan hakları konusunda eğitimiuyumlu(1)8-İdam cezalarında dondurmaya devamuyumlu (ama TBMM’nin yetkisine saygı bazında)9-Anadilde yayınuyumsuz10-Bölgesel farklılıklar ve Güneydoğu’nun geliştirilmesiuyumlu(3)11-Kıbrıs sorununun çözümüne destekkısmen uyumlu/şartlı destek. Bu sorun siyasi kriterler bakımından değil, görüş kısmında ele alınıyor ve çözüm için vade verilmiyorOrta vadede12-Dil, din, inanç ve cinsiyet farklılığının gözetilmemesi ve bu hakların anayasal güvence altına alınmasıuyumlu(2)13-Anayasının AİHS’ne göre revizyonuuyumlu(2)14-İdam cezasının kaldırılmasıkısmen uyumlu; sorun TBMM tarafından ele alınacak15-Uluslararası anlaşmaların onaylanmasıuyumlu (vade belirtilmiyor)16-Cezaevi koşullarının iyileştirilmesiuyumlu(3)17-OHAL’in kaldırılmasıuyumlu(3)18-Anadilde eğitimuyumsuz19-MGK’nın danışma organı niteliği almasıuyumlu(3)20-Komşu ülkelerle iyi ilişkilerkısmen uyumlu/diyaloğ yoluyla çözüm
KOB
ve UP, sadece anadilde eğitim konusunda (kısa ve orta vade) tam
uyumsuzluk içindeydi. KOB’da belirtilen ve o güne kadar
Türkiye’nin yanaşmadığı veya duymak istemediği birçok konu;
Kopenhag siyasi kriterlerini ifade eden konular UP’de bir şekilde
formüle edildi.
AB-Türkiye
ilişkileri KOB ve UP’nin ilanına karşın, başta AGSK gelmek
üzere Kıbrıs ve Ege sorunlarına sıkışıp kalmıştı. Türkiye
özellikle AGSK içerisinde yer almak istiyor ve bu yolda NATO
üyeliğini kullanıyordu. NATO’nun patronu ABD çözüm
inisiyatifini üstlendi. İngiltere, ABD, Türkiye üçlüsü
“İstanbul Uzlaşması” ile AGSK konusunda Türkiye’yi tatmin
edici bir sonuca ulaştı. Ancak bundan sonra 2001 yılının son
aylarında AB- Türkiye ilişkileri yeniden hareketlenebildi.
Türkiye,
UP’nin gereğini yerine getirmek, kısa ve orta vadeli
taahhütlerini tutmak için “jet” hızıyla çalışarak ve ilk
raundda 35 anayasa değişikliğini gerçekleştirmişti. Henüz bu
süreç sonuçlanmadı.
Bununla
birlikte Anayasa ve bazı yasaların değişimi için sürdürülen
tartışmalar, ciddiyetsizliğin ve göz boyamanın ifadesidir.
Bu
türden “değişim” ile Türkiye’deki rejimin değişmeyeceğini
AB bilmiyor mu? Ama AB’nin temel sorunu, Türkiye’de anayasal ve
yasal değişimden ziyade patron değişimidir. AB’ye göre
Türkiye, ABD’den uzaklaşmalı ve AB’ye yaklaşmalıdır. Şayet
AB’nin Türkiye’ye ilişkin olarak sorunu gerçekten demokrasi
olsaydı, Türkiye’yi Helsinki’de aday üye olarak kabul etmezdi.
AB’nin bu yaklaşımını Türk burjuvazisi de pekala biliyor ve
anayasal ve yasal düzenlemeleri-değişimi, rejimin temelini
sarsmayacak şekilde formüle ediyor. Rejimi doğrudan tehdit
etmeyen, ama değişim çabası içinde gösteren kısmen de yasalar
düzeyinde değiştiren yasal ve anayasal düzenlemeler heyecanla(!)
yapılıyor. Ama rejimi doğrudan tehdit eden konularda içerik aynı
kalıyor, formülasyon değişiyor veya “gelen gideni aratır”
tabirinde olduğu gibi, yeni yasa, eskiyi aratır cinste
düzenleniyor.
Ocak
ayının son günlerinde AB Komisyonu temsilcisi Karen Fogg,
beraberinde gelen heyetle birlikte Başbakan Ecevit ile görüşüyor.
Atılan adımların yeterli olmadığı açıklanıyor. “Türkiye
artık AB üyeliğini istemiyor” görüşü dillendiriliyor. Yani
Helsinki’den bu yana demokratikleşme konusunda atılan adımların
yetersiz kaldığı anlatılıyor.
Kısaca;
AB, Türkiye’den UP’de taahhüt edilen anayasa ve yasaların AB
kriterlerine ve özellikle de Kopenhag Kriterleri’ne uyum amacıyla
hazırlanan TCK’nın 159. ve 312., TMY’nin 7. ve 8. maddeleri,
CMUK ve MGK ile ilgili yasalarda değişikliği bir an önce tatmin
edici bir biçimde düzenlemesini talep ediyor. Yani “mini
demokrasi paketi” çerçevesinde değişim. Türkiye ise göz
boyamaya çalışıyor.*
Komediyi,
TCK’nın 159. ve 312. maddesi üzerine kopartılan fırtınayı
buraya aktararak gösterelim.
TCK’nın
312. Maddesi
Eski
hali:
“Halkı,
sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek
kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimse 1 yıldan 3 yıla
kadar hapis ve 20 bin liradan 36 bin liraya kadar ağır hapis
cezası ile cezalandırılır. Bu tahrik umumun emniyeti için
tehlikeli olabilecek bir şekilde yapıldığı taktirde faile
verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılır”.
Yeni
hali:
“Sosyal
sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak
insanları birbirine karşı kamu düzenini bozma olasılığını
ortaya çıkaracak bir şekilde tahrik eden kimseye 3 yıla kadar
hapis cezası verilebilir. Halkın bir kısmını aşağılayıcı
ve insan onurunu zedeleyecek bir şekilde tahkir eden kimeyse de
birinci fırkadaki 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilir”.
TCK’nın
159. maddesi
Eski
hali:
“Türklüğü,
Cumhuriyeti, TBMM’yi hükümetin manevi şahsiyetini,
bakanlıkları, devletin askeri veya emniyet muhafaza kuvvetlerini
veya adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler
bir seneden altı seneye kadar ağır hapis cezası ile
cezalandırılırlar”.
Yeni
hali:
“Türklüğü,
Türk milletini, Türk Devleti’ni, Cumhuriyeti, TBMM’yi,
Bakanlar Kurulu’nu, bakanlıkları, adliyeyi, devletin askeri
veya emniyet ve muhafaza kuvvetlerini veya bunları temsil eden
bir kısmını alenen tahkir ve tezyif eden kimseye 1 yıldan 3
yıla kadar hapis cezası verilir”.
312.
maddenin eski halindeki “açıkça tahrik”in anlamı,
yeni halinde “olasılığa” yükleniyor. Bu durumda
tahrik, açıkça olmasa da hakimler “olasılığı”
göz önünde tutarak, yani “taktir yetkisi”ni
istediği gibi kullanarak; geniş tutarak kullanabilir.
Doğruluğundan
veya yanlışlığından, benimsenip benimsenmemesinden bağımsız
olarak, bu yasanın eski hali, hangi durumda ceza verileceğini
açık bir şekilde sınırlıyor, belirliyor. Yeni halinde bu
yok. Yeni hali, mahkemeye istediği gibi hareket etme hakkını
tanıyor.
159.
maddede de aynı durum söz konu. Yasanın yeni haline göre
iktidarı, hükümeti veya herhangi bir bakanı; bir bütün
olarak yasada tanımlanan kurumları, katil, hırsız,
dolandırıcı, emperyalizmin uşağı vb.
şekilde tanımlamak yasaklanıyor. Öyle ki bir polise katil
demek, bütün polis kurumuna katil demek olarak algılanıyor.
Her
iki durumda da, “demokratikleşmek” isteyen, AB’ye uyum
sağlamak isteyen Türkiye, yasaların kapsamını genişletmiştir.
TMY’nin
8. maddesi
Bu
maddede “hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı hedefleyen...” tanımlamasının
yerini “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin ülkesi ve milleti
ile bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla...”
tanımlaması alıyor.
TMY’nin
7. maddesi
Bu
maddenin “terör örgütü mensuplarına yardım edenlere
veya terör yöntemlerine başvurmaya özendirecek şekilde
örgütle ilgili propaganda yapanlara fiileri başka bir suç
oluştursa bile ayrıca bir yıldan beş yıla kadar hapis veya
500 milyon liradan 1 milyon liraya kadar ağır para cezası
verilmesi” şeklinde değiştirilmesi öngörülüyor.
MGK
yasasındaki değişiklik ise tam bir göz boyama. Bu yasada yer
alan, “MGK, devletin milli güvenlik siyasetinin tayini,
tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve
gerekli koordinasyonun sağlanması konularında
görüş tespit eder”, tanımlamasının yerini, “MGK,
devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespitini ve
uygulaması ile ilgili tavsiye kararları alır ve gerekli
koordinasyonun sağlanması konularında görüş tespit eder”in
alması kararlaştırıldı.
Böylece,
söz konusu “mini demokrasi paketi”yle bütün
Türkiye F tipine dönüşüyor, düşüncenin suç olarak
algılanmasına devam ediliyor vs. vs.
Şimdiye
kadar gerçekleştirilmiş olan anayasal ve yasal değişim,
burjuvazinin isteyerek yapmış olduğu bir değişim değildir.
Burjuva demokrasisi çerçevesinde dahi olsa demokratik bir
Türkiye veya burjuva demokrasisinin şu veya bu şekilde
uygulandığı bir Türkiye, faşist rejimle çatışmak anlamına
gelir. Burada sorun, ya rejim korunacak, güya yeni yasalarla,
demokratikleşme adımlarıyla tahkim edilecek ya da rejim;
faşist diktatörlük, yıkılacak.
Geniş
yığınların, Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de
görüldüğü gibi, yüz binlerin, milyonların tepkisi sokağa
yansıyan değişim, faşizmi yıkma iradesi olmaksızın
Türkiye’de faşist rejim, AB’ye girmek için yapısını
değiştirmez. Değiştirse de, böyle değiştirdiği gibi,
değiştirir.
KOB’u
ve UP’ı, AB ve Türkiye, adeta danışıklı dövüş olarak
karşılıklı kullanıyorlar. Türkiye, bütün koşulları
yerine getirmekle AB’ye tam üye olamayabileceğini
biliyor. AB, çıkarlarına uygun olduğu zaman Türkiye’yi tam
üye yapar. Üye olmanın kriterlerini yerine getirmese de,
getirmiş diyerek üye yapar. Aynen Helsinki’de aday üye
yaptığı gibi.
Türkiye’nin
AB’ye tam üye olması veya olmaması bir bütün olarak
AB-Türkiye ilişkilerinin seyri, AB-ABD arasındaki rekabetin
seyrine ve bu süreçte Türkiye’nin ne tarafta yer alacağına
bağlıdır. KOB ve UP, AB-ABD arasındaki rekabetin nihai
şekillenmesine, belli bir müttefikleşmeye, soğuk savaşın
beraberinde getirdiği zoraki müttefiklik kurumlarının da
-örneğin NATO- ayrışmasına kadarki süreci uzatmaya hizmet
edecekler. Bu süreç içinde AB, Türkiye’ye bazen, olumlu
gelişiyorsunuz, bazen, gecikiyorsunuz diyecek. Şimdiye kadar
yaptığı gibi. Türkiye de bazan yapıyorum, yapacağım
diyecek, bazı adımlar atacak. Bugüne kadar yaptığı gibi.
II-
JEOPOLİTİK VE JEOSTRATEJİK AÇIDAN TÜRKİYE-AB
İLİŞKİLERİ
AB’nin
jeopolitik bir anlayışı var mı? AB’nin jeopolitik bir
anlayışı yoktur ve olamaz da.
Jeopolitika,
coğrafi alan ile devlet arasındaki ilişkileri, siyasal
gelişmelerin yönünü, mekan(alan) ve ırk vasıtasıyla
açıklamaya ve kanıtlamaya hizmet eden teorileri ifade eder.
Jeopolitikaya göre devletlerin politikası, coğrafi faktörler
tarafından belirlenir. Yunanca “geo” (jeo)-toprak ve
politika kelimelerinin birleştirilmesiyle üretilen kavrama göre
devlet politikası ile coğrafi çevre arasında kopmaz bir bağ
vardır. Jeopolitik açılım veya jeopolitika, devletin
politikasının topraklarının büyüklüğüne, sınırlarının
durumuna; komşu ülke sayısına, kıyı durumuna(deniz kıyısı),
iç coğrafi durumuna ve başka faktörlere bağlı olduğunu
çıkış noktası olarak alır.
Jeopolitika,
zora başvurma, saldırganlık, ilhak ve savaş demektir.
Jeopolitika, emperyalist ülke dış politikasının neden
saldırgan, ilhakçı, hegemonyacı olmak zorunda olduğunu, doğal
bir durumun ifadesi olarak açıklamak ve kanıtlamak görevini
yerine getirir. Buna göre jeopolitika
ile emperyalist ülkeler, başka ülkeleri talan etmelerini, başka
ülkelere karşı saldırgan olmalarını, savaşmalarını ve
işgal etmelerini gizlemeye çalışırlar.
Jeopolitika,
emperyalist bir ülkenin saldırgan dış politikasını, dünya
hakimiyeti için mücadelesini, ülkenin iktisadi, siyasi ve
fiziki coğrafyasından hareketle haklı göstermeye çalışır.
Jeopolitika,
ırkçılık, kozmopolitizm ve aynı zamanda neomaltusculuk
demektir.
Jeopolitika,
faşist ideolojinin bir yansıma biçimidir.
Jeopolitikanın
sosyal ve ekonomik kökeni emperyalizmde; tekelci sermayenin
özelliklerinde aranmalıdır.
Jeopolitikanın
oluşumu ve gelişmesiyle emperyalist yayılmacılık,
saldırganlık ve paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması
çabası arasında kopmaz bir bağ vardır. Bundan dolayıdır ki
jeopolitika, dünyayı yeniden paylaşma talebini yükselten
ülkelerde (örneğin Almanya’da) ve en güçlü emperyalist
ülkelerde (örneğin ABD), zorun, hegemonya mücadelesinin,
saldırganlığın ve ırkçılığın ideolojik bir silahı
olarak gelişmiştir.
Bir
bütün olarak AB, bu özelliklere sahip değildir. AB, bir devlet
değil, entegrasyon süreci, siyasal birliği sağlayacak
boyutlarda henüz gelişmemiş bir kurumdur. Bundan dolayı AB’nin
rekabet gücünde ve yöneliminde; stratejik açılımında bu
entegrasyon içinde sürükleyici rol oynayan Almanya ve Fransa
gibi emperyalist ülkelerin çıkarları belirleyici olmaktadır.
AB, Amerika Birleşik Devletleri gibi, “Avrupa Birleşik
Devletleri” olmadığı için, her bir üyesinin bir bütün
olarak sahipleneceği bir jeopolitik anlayışa sahip olamaz. AB
içinde ancak Almanya ve Fransa, jeopolitika geliştirecek güçte
olan ülkelerdir ve bu ülkeler, AB üyesi olmalarına rağmen AB
içinde ve dışında kıyasıya rekabet içindeler. Siyasi
bütünleşme olmadığı müddetçe farklı güçlerin/devletlerin
ortak jeopolitika geliştirmeleri imkansızdır. En fazlasıyla
ortak stratejik tespitler yapılabilir ve o doğrultuda hareket
edilebilir.
AB,
bugünkü mevcut yapısından dolayı ancak stratejik hedefler
testip etme yeteneğine sahip bir rekabet merkezi konumundadır.
AB’nin
yayılma, genişleme stratejisinde Almanya ve Fransa’nın
çıkarları belirleyici olmuştur. Almanya, AB’nin Orta ve Doğu
Avrupa’ya doğru, Fransa da Güney’e doğru (Kuzey Afrika
kıyı ülkeleri) genişlemesinde stratejik çıkarlar
görmüşlerdir. Bu stratejide Türkiye’nin yeri yoktu. Bunun
ötesinde AB, bu stratejisini tespit sürecinde Türkiye’nin
bölgedeki önemini göremiyordu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi
durum, ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren
değişmeye başladı.
Türkiye,
AB’nin jeopolitik açılımında değil, stratejik anlayışında
önemli olmaya başladı.
Türkiye’yi
önemli yapan ne? Bunu göstermek için emperyalistler arası
çelişkilerin keskinleştiği alanların önemini gösterelim.
Balkanların jeopolitik
ve stratejik önemi:
Bu coğrafyayı önemli kılan, öncelikle yeraltı zenginlikleri,
bu anlamda iktisadi potansiyeli değildir. Onu önemli kılan,
daha ziyade stratejik konumudur; emperyalist ülkelerin jeopolitik
çıkarları bölgeyi stratejik olarak önemli kılıyor:
Ortadoğu
ve Akdeniz'e göz diken Alman emperyalizmi açısından
Balkanlar, koridordur, bir geçiş alanıdır. Alman
emperyalizmini bu niyetinde engellemek için bütün emperyalist
ülkeler Kosova'yı işgal etmişlerdir.
Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar
Havzası üçgeninin Hazar Havzası ayağındaki gelişmelerin ve
petrolün Batı pazarlarına taşınmasının kontrolü için
Balkanlar stratejik olarak önemlidir.
AB
emperyalizminin Orta ve Doğu Avrupa'ya doğru yayılmasını
kontrol etmenin ötesinde varlığını askeri olarak da göstermek
için ABD ve Rusya, Balkanlarda.
Emperyalistler
arası rekabet, Balkanları jeopolitik ve stratejik olarak önemli
kılmaktadır.
Ortadoğu'nun jeopolitik ve stratejik önemi:
Ortadoğu'nun ve aynı
zamanda Hazar Havzası’nın jeopolitik önemi, öncelikle enerji
sorunu bazında ön plana çıkıyor.
Dünya
petrol üretiminin yaklaşık dörtte biri ila üçte bir veya
Irak'a uygulanan ambargonun kalktığı durumda dünya petrol
üretiminin üçte birden fazlası Basra Körfezinde üretiyorlar.
Bölgedeki altı ülkenin payı, toplamın üçte ikisi kadar,
yani yüzde 63,8.
Bu
özelliğinden dolayıdır ki emperyalistlerin gözü hep bu
bölgede olmuştur. Bu bölge, petrolün bulunmasından, enerji
kaynağı olarak öneminin artmasından bu yana, yani bütün bir
yüz yı1 boyunca emperyalist jeopolitikanın, hegemonya
mücadelesinin vazgeçilmez bir alanı olmuştur.
Amerikan emperyalizmi
bölgedeki bir çok ülkeyi kontrolünde tutmasına rağmen,
jeopolitik çıkarı açısından mevcut hegemonyasıyla
yetinmiyor. Türkiye, İsrail, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan,
Kuveyt, BAE, ABD'nin jeopolitik çizgisindeler. Ama Irak
petrolünün başka emperyalist ülkelerin kontrolüne geçmesi
Amerikan hegemonya alanının merkezine atılmış bir bomba
anlamı taşıyor. Amerikan emperyalizmi, kendisiyle kader birliği
içinde olan İngiliz emperyalizmiyle birlikte Irak petrolü
üzerine "bana yar olmayanı başkasına yar yapmam"
taktiğini güdüyor. Her halükarda ABD, İngiltere, Rusya,
Fransa, Çin ve Japonya gibi önde gelen bütün emperyalist
ülkeler Basra Körfezinde Irak petrollerini elde etmek için
kıyasıya rekabet içindeler.
Hazar Havzası’nın
jeopolitik ve stratejik önemi:
Mevcut
potansiyeliyle Hazar Havzası dünya enerji kaynakların üçte
birine sahip durumda.
Bölgede
oynanan kumar büyük. Poker masasında kimler oturuyor? Bölge
benimdir, "arka bahçemdir" diyen Rusya, hegemonal,
jeopolitik çıkarlarından dolayı ABD, Çin, Japonya, bir bütün
olarak AB. Bunların yanı sıra, sofradan pay kapmak için aç
kurtlar gibi kıvranan Türkiye ve Iran.
Denize ve dolayısıyla
dünya pazarlarına çıkışı olmayan petrol ve doğal gaz
kaynaklarına sahip olan Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve
Türkmenistan, bu yeraltı zenginliklerinin pazarlanabilmesi
sorununda da rekabete konu oluyorlar. Öyle ki sevkıyat sorunu,
yeraltı kaynaklarına sahip olmak kadar önemli oldu.
Pazarlanamayan petrol ve doğal gazın ekonomik değerinin
olmayacağını bilen taraflar, bu ülkelerdeki petrol ve doğal
gaz çıkarımını kendi aralarında paylaştıktan sonra, ürünün
dünya pazarlarına sevkıyatı için gerekli güzergahlar
üzerinde de çetin bir rekabete giriştiler. Coğrafi konumundan
dolayı Çin'i dışlayarak batının emperyalist ülkeleri, başta
da ABD, bölge petrol ve doğal gazının Rusya sınırları
dışında dünya pazarlarına ulaştırılması için büyük
çaba harcıyorlar. Bu rekabet aynı zamanda güzergaha sahip
olanın/kontrol edenin üretici ülkeyi de kontrol edeceği
anlayışını içerdiği için oldukça sert oluyor.
Paylaşımı
genel hatlarıyla şimdilik tamamlanmış olan Hazar Havzası
petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması için
güzergah (Iran Hattı, Afganistan‑Pakistan Hattı,
Baku‑Novarosisk Hattı, Bakü‑Supsa (Gürcistan)
Hattı, Odesa (Ukrayna)‑Avrupa Hattı, Çin Hattı ve
Baku‑Ceyhan Boru Hattı) rekabetinde doğrudan angaje olmuş
iki güç var: Rusya ve ABD.
Bugün
Kafkasya ve Hazar Havzası, potansiyel bir Balkandır. Bölge,
henüz de facto Balkanlaşmamıştır. Rusya güçlendikçe bölge
üzerindeki rekabet de keskinleşecektir. Amerikan emperyalizminin
Avrasya stratejisi bunun böyle olacağını gösteriyor.
Türkiye
işte böyle bir alanın, belirtilen üçgenin tam ortasında yer
almaktadır.
Peki
nasıl bir Türkiye isteniyor? Jeopolitikacı Z. Brezenski’nin
kaleminden Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’nin
görevleri şöyle sıralanıyor. “Türkiye, Karadeniz
bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol
etmekte, Rusya’yı Kafkasya’da dengelemekte, İslamcı
köktendinciliğe panzehir sunmakta ve güneydeki dayanak olarak
NATO’ya hizmet sunmaktadır. İstikrarsız bir Türkiye,
muhtemelen Güney Balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya
çıkmasına neden olur. Kafkasya’da bağımsızlığını yeni
elde etmiş devletler üzerinde Rus denetiminin yeniden
sağlanmasına yol açar”.
“Güney
Kafkasya ve Orta Asya’nın istikrarlı ve bağımsız teşvikinde
Amerika, Türkiye’nin bir kenara itilmemesine dikkat
etmelidir... Kendini, katılmak istediği Avrupa’dan dışlanmış
hisseden bir Türkiye, salt inatçılıktan dolayı NATO’nun
genişlemesini veto eden, laik Orta Asya’nın istikrara
kavuşturulması ve dünya toplumuna entegresi için Batı ile
işbirliğine daha az hazır İslamcı bir Türkiye olur”.
“Bu
nedenle Amerika, Türkiye’nin (AB’ye) girişi için
Avrupa’daki nüfuzunu geçerli kılmalıdır ve Türkiye’nin
Avrupa devleti olarak muamele görmesine dikkat etmelidir.. Ankara
ile Hazar Havzası ve Orta Asya’nın geleceği üzerine Ankara
ile düzenli görüşmeler, Türkiye’de ABD ile bir stratejik
ortaklık bilincini teşvik eder. Amerika, Türk isteği Bakü
Ceyhan boru hattını da desteklemelidir”.
Demek
oluyor ki, siyasi ve ekonomik açıdan nispeten istikrarlı, en
azından emperyalist çıkarlara hizmet edecek kadar istikrarlı,
emperyalist çıkarları askeri açıdan da savunacak derecede
güçlü, göstermelik de olsa demokrasi kurallarına uyan bir
Türkiye isteniyor.
|
Böyle
bir Türkiye’yi, sadece Amerika emperyalizmi istemiyor. Artık
AB’de, Türkiye’nin önemini yeniden keşfettikten sonra aynı
Türkiye’yi istiyor.
Hem
ABD ve hem de AB, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye’nin
dışlanamayacağını görüyorlar.
ABD
ve AB’nin Türkiye ile bugünkü ilişkileri, çıkarlarından
dolayı dışlayamayacakları bir güçle ilişki özelliğini
taşıyor. Her iki emperyalist rekabet merkezi, bu gücü kendisi
için kazanmaya çalışıyor. Türkiye üzerinde hegemonya
mücadelesi sürüyor. Ama onlar da biliyor ki Türkiye, derinliği,
dinamiği olan, iktisadi olarak dünyanın en güçlü 20 ülkesinden
birisi. Bu gücü ve askeri potansiyeliyle bir bölgesel güç;
emperyalistleşme hevesinde olan, bu yönde adımlar atan bir güç.
AB içinde böyle bir güç, AB’nin bütün dengelerini alt üst
eder. AB’nin önde gelen ülkelerinin özellikle de Almanya’nın
korkusu budur.
Türk
burjuvazisinin böyle bir süreci uzun bir dönem yaşamaya,
sürdürmeye niyeti yok. Bölgemizde rekabet eden güçlerin
kendisine verdiği değerin/önemin nedenini bildiği için
gerektiğinde Helsinki öncesine benzer bir restleşmeyi göze
alabilecektir. Çünkü arkasında “kale” gibi duran ABD var.
*)
Çerçeve içindeki kısım yazının orijinalinden alınmıştır.
Buraya ben ekledim (İ. Okçuoğlu)
- Teoride Doğrultu, Sayı 6, Mart-Nisan 2002.