deneme

12 Ağustos 2002 Pazartesi

ALMANYA’DA İŞSİZLİK SORUNU KİTLESEL KRONİK İŞSİZLİK SORUNUDUR

2001 yılı itibariyle Almanya’da işsizlerin çalışabilen nüfusa oranı yüzde 10,3. Bu oran Doğu (eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti sınırları içinde yüzde 18,9’a varıyor. Batıda ise işsizlik oranı yüzde 8,3.
Resmi verilere göre işsizlerin sayısı 4 milyon civarında. İstatistik oyunu sonucunda işsiz sayılmayanları da hesaba katarsak işsizlerin sayısı 6,7 milyona varıyor. Bu, gerçek işsizlerin sayısını ele verir. Alman hükümeti hazırlattığı bir rapor doğrultusunda işsizlerin sayısını yarı yarıya azaltmayı planlıyor. Benzeri çabalar başka emperyalist ülkelerde de görülmüştü. Örneğin Clinton dönemi ABD’de bir “iş mucizesi” yaratılmıştı. Sonuç ortada. Bir kişinin çalışacağı işyerinde iki kişi çalıştırılmış ve istatistikî olarak işsizlerin sayısı biraz azalmıştı. Ama sonraki dönemde bu oyunun da fazla getirisinin olmadığı, işsizlerin sayısındaki artışla görülmüştür.
Dört sene önce, şimdiki başbakan Schröder, işsizlerin sayısını 3,5 milyona indireceğim diyerek „mangalda kül“ bırakmıyordu. Seçimi kazandı. Aradan dört sene geçti. Ama işsizlerin sayısı azalmadı, tam tersine arttı. Aynı Schöreder, dört sene önce olduğu gibi şimdi de, işsizlik sorununu seçim malzemesi olarak kullanıyor. Seçimlerde birkaç hafta önce kurdurduğu bir Komisyonla işsizlik sorunuyla ciddi bir şekilde ilgilendiğini seçmene göstermek istiyor. Komisyonun karşısına da VW tekeli yönetiminde görevli olan Peter Hartz getirildi. “İş Piyasasında Reform için Hükümet Komisyonu“, başkanı Hartz’a göre bu komisyon çalışmasında “gerçekten yeni olan, üç sene içinde iki milyondan daha az sayıda işsize sahip olunabilineceği“ imiş. Bu, fantastik açıklamalar aslında hiç de yeni değil. Dört sene öncesi seçim kampanyasında Schöreder ve eski Başbakan Kohl, işsizliği yarı yarıya azaltacağız sözünü vermişlerdi. Alınan sonuç ortada.
Bir tekel menajerinin başkanlığında bir komisyonun işsizliğe karşı nasıl mücadele edebileceği bir muamma olamaz. Bu komisyon, işsizliğe karşı mücadeleyi tekelci sermayenin çıkarlarına tekabül edecek şekilde ele alıyor. Dolayısıyla bu komisyonun işsizliğe karşı mücadelesi, işsizlere karşı bir mücadeleden başka bir anlam taşımıyor.
Hükümetteki ve muhalefetteki bütün partiler, bu komisyonun işsizlere karşı mücadele anlayışını, önerilerini genel anlamda destekliyorlar. Açık ki bütün partiler, işsizliğe karşı mücadele adı altında işsizlere karşı mücadelede için bir koalisyon oluşturmuş durumdalar.
“İş piyasasında dönüşüme“ yön vermede kimlerin parmağı yok ki! BDI (Alman Sanayi Federal Birliği), BDA (Alman İşverenleri Birlikleri Federal Birliği), DIHK (Alman Sanayi ve Ticaret Odası) ve ZVDH (Alman Zanaatçılığı Merkez Birliği) gibi tekel birliklerinin ortak açıklaması, Komisyonun kimin adına niçin mücadele etmek için kurulmuş olduğunu yeteri kadar açıklamaktadır.
İşsizliği değil, işsizleri hedef alan bu komisyonun anlayışını bir kaç noktada somutlaştıralım:
İşsizliğe karşı mücadele adı altında işsizlik parasının azaltılması, işsizlere karşı mücadeledir:
Bu komisyona göre, “işsiz kalmak için çekicilik yok edilmelidir…“, yani işsizlik parası ve işsizlik yardımı süresi kısaltılmalıdır. İşverenler Başkanı Hundt“`a göre bu süre, 12 aya indirilmelidir. Çalışan ve işsiz her işçi, işsizlik parasının 12 ay sonra kesileceğini ve sosyal yardım almak zorunda kalacağını sürekli düşünmeli ve ona göre hareket etmelidir.
Hartz-Komisyonu, işsizlik yardımını sosyal yardım fonuna dâhil etmek istiyor. Bu durumda, işsizlik yardımı fonu ile sosyal yardım fonu birleştirilecek ve işsizlik yardımı, sosyal yardım seviyesine çekilecek.
Komisyon, devletin işgücü tekelini, iş ve işbulma kurumu tekelini gevşetmeyi, bu alanda özelleştirmeyi hedefliyor. Tekelci sermayenin birlikleri, komisyonun bu alandaki anlayışını selamladılar; “ekonomi, Federal Hükümeti, iş idaresinde temel reform için çabalarını selamlar“. Yani, zaten ’90’lı yıllardan beri AB’de gevşetilen devletin işgücü tekeli, iş ve işçi bulma kurumunun görevi özelleştirilmelidir. Söylenen bu. Almanya’da 1994’ten beri özel iş bulma kurumlarına izin verilmiştir. Bu alanda özelleştirmenin yaygınlaşması durumunda tekeller, her an ve gerekli gördükleri alanda esnek olarak kullanabilecekleri işgücünü çalıştıracaklar ve istedikleri an da sokağa atabilecekler.
Komisyon, işbulma kurumunun görevlerini yeniden saptamayı öneriyor. Alman iş bulma kurumlarının üç temel görevi var; “iş bulmada aracılık yapmak”, “aktif iş piyasası politikası” izlemek ve „işsizlik parası ve işsizlik yardımı ödemesi yapmak“. Komisyon, iş bulma kurumlarının “aktif iş piyasası politikaları“ alanından çekilmesini öneriyor. Bu durumda “iş bulma tedbirleri“ üzerinden çalışır durumda olan yüz binlerce insan, sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.
Komisyonun temel hedeflerinden birisi de sınırsız esnekleştirmedir. Komisyon, “kısa süreli çalışma ve kiralık iş“ anlayışını, “önemli ve öncelikli esnekleştirme aracı“ olarak görmektedir. Şimdiki durumda kısa süreli; geçici olarak çalışanların sayısı 300 bine yakın. Komisyon bu alandaki esnekleştirmeyle kiralık işte çalışanların sayısını 1,3 milyona çıkartmayı hedefliyor. Böylece 1,3 milyon işsiz, iş bulmuş ve işsizlerin sayısı azalmış olacak! Tam bir iş bulma ve işsiz sayısını azaltma mucizesi! Komisyon başkanı Hartz, her işbulma kurumunun bir personel servisi acentesi olmalıdır ve bu acente özel geçici işbulma firması gibi çalışmalıdır, hatta böyle bir firma olmalıdır anlayışında. Yani bir işsiz, bu acentenin bulacağı geçici işi kabul etmek zorunda, aksi takdirde işsizlik yardımı kesilecek. Bunun ötesinde işverenler, bu acente üzerinden denemek için işçi kiralayabilecekler, hem de hiç bir harcama yapmadan. İşsizler, bu acente üzerinden bir gün bir firma adına, ertesi gün başka bir firma adına çalışacaklar. Hiç bir iş güvencesi olmayan bir ortam yaratılacak.
Bütün partilerin görüşlerini benimsediği Hartz-Komisyonu, Alman işçi sınıfına ve çetin mücadeleler sonucu elde etmiş olduğu ekonomik ve sosyal haklarına cepheden bir saldırıdır. Bu komisyonun esas amacı, çalışma süresinin daha da esnekleştirilmesini, ücret seviyesinin düşürülmesini ve “ulusal gelir”in tekellerin lehine bölüşümünü yeniden düzenlemeyi sağlamaktır.
Bu komisyonun önerileri, tekellerin uluslararası rekabette güçlü olmalarına hizmet etmektedir.
Alman tekelci burjuvazisinin sözcüleri, üretimde gerilemenin yeniden yükselişe geçeceğini sayısız kere açıkladılar. Ama her seferinde yanıldılar. Alman ekonomisinde fazla üretim krizi devam etmekte ve buna bağlı olarak sokağa atılan işsizlerin sayısı da artmakta. Hal böyle olmasına rağmen sermayenin sözcüleri, işsizliğin nedeni olarak yüksek ücreti ve sosyal hakları göstermeye devam ediyorlar. Onlara göre ücretler düşürülürse ve sosyal haklar rafa kaldırılırsa işsizlik diye bir sorun kalmaz. Aslında bu ve işsizlik sorunuyla ilgili burjuvazinin açıklamaları, kapitalist üretim biçiminin; en azından makineli üretim aşamasının hâkimiyetinden buyana sürekli yapılır. Ama burjuvazi işsizliğe şimdiye kadar bir çare bulamamıştır ve bulamaz da. Çünkü işsizlik, kapitalist üretim biçiminin temel bir özelliğidir. İşsizliğin olmadığı bir kapitalizm olamaz.
“Fazla sermaye üretiminin az çok önemli miktarda görece fazla nüfusla birlikte görülmesi bir çelişki değildir. İşin üretkenliğinin artması, üretilen metalar kitlesini büyüten, pazarları genişleten, hem kitlesi ve hem de değeri bakımından sermaye birikmesini hızlandıran ve kar oranını düşüren bu aynı koşullar, kendilerinin ancak istihdam edebilecekleri sömürü derecesinin düşük olmaları yüzünden ya da en azından belli bir sömürü derecesinde sağlayacakları kar oranının düşük olması nedeniyle artı sermaye tarafından istihdam edilemeyen, görece bir fazla nüfus, fazla bir işçiler nüfusu yaratmışlardır ve yaratmaya da devam etmekteler” (K. Marks, Kapital, C. III(25), s. 266).
Fazla sermaye üretimi olmayan bir kapitalizm, teknolojiyi kullanmayan, yani sermayenin bileşiminin değişmeyen kısmını arttırmayan bir kapitalizm olamayacağına göre, işsizliğin de olamayacağı bir kapitalizm düşünülemez.
Ama bugün, kapitalizmin genel krizi dönemindeki işsizlik ile Marks’ın Kapital’de bahsettiği işsizlik arasında belli bir farkın olduğu görülmelidir. O dönemin kapitalizminde işsizlik, sayısı ne derece kabarık olursa olsun, kronik kitlesel bir özellik taşımıyordu. Marks, bu eğilime dikkati çekmiştir ve bu eğilim bugün, kapitalizmin genel krizi koşullarında bir yasaya dönüşmüştür. Biraz açalım.
“Kapitalizmin Gelişme Yolu Sefaletin Yoludur ...” (Stalin). Bunu, kapitalist birikimin genel yasasını (mutlak yasasını) Karl Marks, Kapital’in birinci cildinde şöyle formüle eder;
“Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte, bn.) artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” (Aç. Marks: M-E; C. 23, Kapital, C. I, s. 673/674. Alm.).
Bu anlayışa göre: sermaye ve ücretli iş, birbirlerini karşılıklı koşullandırırlar. Sermeye birikimi, işçi sınıfının sayısal olarak artmasına neden olur.(Ama şimdiki süreçte maddi değerlerin üretimi alanlarında tersi bir gelişme görüyoruz!). Birikim sürecinde sermaye, giderek artarak daha az sayıda kapitalistin elinde toplanırken, nüfusun giderek artan bir kısmı da işçiye dönüşür. Yani sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşması bir madalyonun iki yüzüdür, diyalektik bağ içindedir.
Diğer taraftan kapitalist birikimin mutlak/genel yasasına göre artı-nüfus, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı ölçüsünde doğuyor. Buna, görece nüfus fazlalığı denir. Demek oluyor ki, görece nüfus fazlalığı, yani işsizlik, sermayenin birikim sürecinde doğar ve gelişir.
İşçi sınıfının sayısal artışı, sermaye birikiminin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Bu konuda Marks şöyle der;
“Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir ... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (K. Marks; Agk., s. 641, 642).
Mark’ın Kapital’de kanıtladığı gibi;
a)İşsizliğin nedeni kapitalizmdir.
b) Sermaye birikimi görece artı nüfusa; yedek sanayi ordusuna, işsizliğe neden olmaktadır.
c) Kapitalistler, üretimin konjonktürel gelişmesi gerekli kılıyorsa çok sayıda işçiyi üretim
sürecine dahil ettikleri gibi, yine çok sayıda işçiyi sokağa atarlar.
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde, hatta emperyalist çağın ilk yıllarında işsizlik, ekonomik kriz dönemleri hariç hiç bir zaman kalıcı ve yüksek oranlarda olmamıştı. Tersine, çoğu kez, işgücüne olan talep süreklilik arz etmişti.
İstihdam-işsizlik arasındaki ilişkinin niteliği, kapitalizmin en son aşaması olan tekelci döneme, emperyalist aşamasına girmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır. Ama değişmenin kendisi, kapitalizmin genel krizi sürecinde görülmüştür.
Tekeller, yüksek fiyat anlayışından dolayı üretimin gelişmesini sınırlandırırlar. Tekelcilik, aynı zamanda üretici güçlerin, işin verimliliğinin özgür gelişmesi önünde engeldir. Ama buna rağmen tekelci kapitalizm veya emperyalizm döneminde verimlilik, üretimden hızlı gelişir. Bütün gericiliğine, engelleyici özelliğine rağmen emperyalist çağda teknoloji, devasa adımlarla gelişmiştir. Yeni buluşlar; bilimsel tektik devrimin kazanımları olan makineler vs. kesintisiz bir şekilde üretim ve dolaşım sürecinde kullanılıyorlar. Üretici güçlerin gelişmesini engelleyen özelliğine rağmen emperyalizm koşullarında bilim ve tekniğin sürekli geliştiğini, evet sürekli bir devrimin; bilimsel-teknik devrimin ifadesi olduğunu reddedebilir miyiz?
Teknolojinin giderek yoğun bir şekilde üretimde kullanılması, sermayenin organik bileşimini yükseltir. Yani değişmeyen sermaye, değişken sermayeye (işgücü) nazaran daha fazla artar. Bu demektir ki tekeller, giderek daha az sayıda işgücü kullanırlar. Daha fazla üretmek, rekabet edebilmek için bunu yapmak zorundadırlar. Bu, kapitalizmin genel krizi sürecinde gündeme gelen bir eğilimdir. Bu eğilim; daha fazla üretmek için giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, artık kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir yasa olmuştur. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir sürecin ifadesidir. Hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, modern teknoloji bazında daha az sayıda işçiyi harekete geçirerek daha ucuz ve daha çok üretim yapmaktan vazgeçmez. Bundan vazgeçmek, geri bir adım atmak, yok olmakla, iflas etmekle eş anlamlıdır. Rekabet buna müsaade etmez.
İstihdam açısından geriye dönüşümü olmayan bu süreç ne anlama gelmektedir? Bu, işsizliğin süreklileşmesi, kronik kitlesel işsizlik anlamına gelir. Marks ve Engels döneminde böyle bir olgu yoktu. Hatta emperyalizmin ilk döneminde de. Örneğin Lenin’in “Emperyalizm...” yapıtını yazdığı dönemde de böyle bir olgu yoktu. Şüphesiz ki, işsizlik vardı. İşsizlerin sayısı, ekonominin konjonktürel durumuna göre artıyor (kriz dönemi) veya azalıyordu (krizin olmadığı dönem). Ama kronikleşmiş bir işsizlik yoktu.
Komünist Enternasyonal, VI. Dünya Kongresi’nde bu sorunu ele almış ve tartışmıştır. Orada şöyle deniyordu:
“Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.
“İş verimliliğinin (randımanın –bn.) artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. O, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler. Ama bu, böyle olmak zorunda değildir. Tam da son dönemlerde, rasyonelleştirme sürecinde işin yoğunluğunun olağanüstü arttırıldığını, ama işin verimliliğinin, yani işçi tarafından harekete geçirilen makinelerin değişmediğinin örneklerini görüyoruz.
“... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.
“... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor –bn.) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz.
“1921’deki büyük krizden sonra ortaya çıkan kitlesel işsizliğin, sadece savaşın Avrupa’nın fakirleşmesinin, yeni gümrüklerin, denizaşırı ülkelerin sanayileşme eğiliminin vs. bir sonucu olduğuna uzun dönem inandık. Ama son yılların tecrübeleri bu görüşü gözden geçirmemizi zorunlu kıldılar. Savaştan önce Almanya’da, 1907-1913 döneminde, yani 1907-1908 ağır krizinin olduğu dönemde sendikalarda örgütlü işçiler arasında ortalama işsizlik oranı % 2,3’tü. Buna karşın son beş senede aşağıdaki verileri görüyoruz: 1923’te %9,6, 1924’te %13,5, 1925’te %6,7, 1926’da %18 ve 1927’de de %8,8. Yani son dört senede, 1924’ten 1927’ye Alman ekonomisinin devasa yükseldiği yıllarda ortalama işsizlik oranı %12. Almanya’da konjonktürün en yüksek olduğu 1927 yılında işsizlik oranı %9. Açık ki, yoldaşlar, bunu, mutat, konjonktür eğrisine, sanayi devreviliği aşamalarının çeşitliliğine bağlı bir işsizlik olarak görmek doğru olmaz.
“Aynı görünümü, Büyük Britanya’da da görüyoruz... ABD’de de... keza, kitlesel işsizlik oluşmuştur...
“İşin verimliliği güçlü bir şekilde artarken işçi sayısının azalması? Bunun anlamı şudur; teknik ilerleme, işin verimliliğindeki ve yoğunluğundaki ilerleme pazarın genişleme olanağını aşmıştır! Önceleri, savaştan önce, teknik ilerlemeden dolayı işçiler sokağa atıldılar, ama kapitalist pazarın genişlemesiyle sokağa atılan bu işçiler, sürekli, yeniden iş bulabildiler, en azından çok gelişmiş kapitalist ülkelerde böyle oldu...
Şimdi, önde gelen emperyalist ülkelerde sokağa atılan işçilere iş olanağı vermek için pazarın genişlemesinin artık yeterli olmadığını görüyoruz...
“İşsizlik, konjonktürün bir göstergesi olmaktan artık çıkıyor... Son yıllarda ABD ve Almanya örneğinin gösterdiği gibi, kapitalistler açısından büyük, kitlesel bir işsizliğe rağmen göz kamaştırıcı bir konjonktürün olması çok olasıdır” ( Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, 8. Oturum, s. 201-202, 203, 204. 1928. Alm).
Sorunu Stalin de ele almıştır. Stalin, SBKP(B)’nin XVI. Parti Kongresi’nde özetleyerek ve genelleştirerek, kapitalizmin genel krizi koşullarında “milyonlarca sayıda olan işsizler ordusunun varlığı”ndan, “bunların yedek ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşmüş oldukların”dan bahseder (Bkz.: Stalin; C. 12, s. 217 Alm.).
Demek oluyor ki, kapitalizmin genel krizi öncesi dönemde ve sonrası dönemde, işsizliğin nedeni değişmiyor. Ama kapitalizmin genel krizi sürecinde teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak işin verimliliğinin üretimden daha hızlı artması sonucunda az sayıda işçi ile daha çok üretim yapma olanağını doğuyor. Bu da, Marks döneminde tanıdığımız, kriz dönemlerinde sayısal olarak çoğalan, konjonktürün iyi olduğu dönemde yok olan bir sanayi yedek ordusunun ötesinde, sürekli kitlesel olarak var olan, konjonktürün iyi olduğu dönemlerde yok olmayan -en fazlasıyla sayısal olarak biraz azalan- bir kitlesel işsizler ordusunun doğmasına neden oluyor.
Bu, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir. Rasyonelleştirme, otomasyon, robot, eletroteknik, gelecek için gen tekniği, nano tekniği, neredeyse 2-3 yılda “eskiyen” teknoloji. Bütün bunlar, rekabetin dayatmasıyla en ucuz bir şekilde en fazla kar, pazara hakim olma vb. kaygı ve dürtüsüyle tekeller tarafından kullanılıyor. Hiç bir tekel, rakibinden geri kalamaz. Çünkü bu, onun açısından ölüm, yok olma demektir. O halde, ucuza üretmek, çok üretmek gerekiyor. Bu da ancak modern teknolojiyle oluyor. Modern teknoloji ise, çalışan işçi sayısının giderek azalması demektir.
Kapitalizmin şu veya bu derecede geliştiği veya makineli üretim yapma derecesinde geliştiği emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde de aynı süreç geçerlidir. Çünkü Stalin’in tespit ettiği gibi; “Savaş döneminde (I. Dünya Savaşı kastediliyor, bn.) ve savaş sonrasında sömürge ve bağımlı ülkelerde (bu ülkelere) özgü genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazarlar için mücadele keskinleşiyor ve karmaşıklaşıyor” (XVI Parti Kongresi’ne Sunulan Siyasi Rapor, C.12, s. 217, Alm.).
İstihdam-işsizlik ilişkisi kapitalizmin genel krizi sürecinde burjuvazi açısından içinden çıkılmayan bir sorun/çelişki olmuştur. Bir Circulus Vitiosus”tur.
Bu süreç nereye kadar gider, kapitalist toplum (emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz) daha ne kadar işsizi toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak kaldırabilir? Bunu bilemeyiz. Ama açık/kesin olan, kapitalizmin “normal” koşullarında kronik kitlesel işsizliğin yok olmayacağıdır.
-Haftalık çalışma süresi 25-30 saate indirilebilir, tabii ki mücadele sonucu. Bu durumda belli sayıda işsiz iş bulmuş olur.
-Fazla mesai kaldırılabilir. Bu durumda da belli sayıda işsiz, çalışma olanağına kavuşur.
Bu ve işsize iş bulmak için alınan başka hiç bir tedbir, kapitalisti, rekabet gücünü kıran bir üretim sürecine sokamaz. Hiç bir kapitalist, tekel, şayet bir makine 20 işçiden daha verimliyse, bu 20 işçiyi işe almayı ve makineyi kullanmamayı kabul etmez. Bu, onun kapitalist mantığına aykırıdır.
Üretim dışı kalanlar, yani kronik kitlesel işsizliği oluşturanlar, başka alanlarda iş bulabilirler. Örneğin hizmet sektöründe. Ama bu sektörün de, ne kadar hızlı gelişirse gelişsin, istihdamının bir sınırı vardır. Çünkü bu sektörde de teknoloji çok sayıda işgücünün yerini alıyor.
Geriye tarım sektörü kalıyor. Bu sektör de hiç umut vermiyor.
Başka bir ihtimal daha var! Yeni bir emperyalist savaşla bütün dünya yıkılır ve “sil baştan” yapılır. Ama hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, işsizlere iş bulalım diye savaşmaz. Rekabet ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, son kertede emperyalist savaştır. Diyelim ki, emperyalist savaş sonucunda dünya yıkıldı. Yeniden kurmak için istihdamın sınırı, mevcut işgücünün sınırı olabilir. Yani herkes iş bulabilir. Ama bu da ancak bir kaç sene devam eder. Belki on, belki de onbeş sene sonra kitlesel işsizlik, kronik işsizlik sorunu yeniden gündeme gelir.
Kapitalizmin genel krizi sürecinde kronikleşmiş kitlesel işsizliğin -kronik kitlesel işsizliğin- ortadan kalkmasının maddi koşulları artık yok. Bu türden işsizlik olgusu da kapitalist sistemin ne denli çürümüş olduğunu, sosyalizmin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu göstermektedir. O halde çözüm, sosyalizmdedir, kapitalist/emperyalist sistemin yıkılmasındadır.