Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından bu yana burjuvazinin dilinden düşürmediği “küreselleşme”, karşıtı olan bir hareketin de doğmasını beraberinde getirmiştir; antiküresel hareket. “Küreselleşme”nin Marksist literatürdeki karşılığı sermayenin uluslararasılaşmasıdır veya da kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasıdır. Antiküreselleşme ile de ifade edilen, bu eylemlerin içeriğini de gösterdiği gibi, antiemperyalist mücadeledir. Burjuvazinin ideolojik saldırısı ve küçük burjuva, reformist ve de açık antimarksist akımların bu hareketteki yeri o kadar belirleyici olmalı ki, Marksistler bile, belki de farkına varmadan, emperyalizm, sermayenin uluslararasılaşması ve antiemperyalizm kavramlarını, kendi ideolojilerinin ürünü olan bu kavramları bir kenara iterek bu burjuva kavramları kullanmakta ideolojik ve teorik bir sakınca görmemişlerdir.
Antiküresel hareketin sınıfsal ve siyasi içeriğine; daha da ileri gidelim ve teorik ve ideolojik içeriğine diyelim, baktığımızda, bırakalım antikapitalist olmayı, siyasi ve ideolojik bakımdan hiç bir zaman antiemperyalist olamayacakların, antiemperyalist mücadeleyi yönlendirmeye soyunmuş olduklarını görürüz. Kim bunlar, neye karşı niçin mücadele ediyorlar ve komünistler ne yapıyorlar. Bu yazımızda “sağ”da ve “sol”da antiküresel, “antiemperyalist” mücadele verenlerin bir dökümünü yapmaya çalışacağız.
Antiküresel hareket, belli bir ideoloji ve politika doğrultusunda şekillenmemiştir. Bu hareketin örgütsel, hiyerarşik bir yapısı da yoktur. Ama bu harekete, belli bir ideoloji ve siyasi renk vermeye, onu örgütsel bir yapıya kavuşturmaya çalışanlar vardır. Bunlar, bu hareketin bileşenleridir. Hareketin önemli her bileşeni, kendi başına bir alternatif konumundadır ve anlayışını harekete hâkim kılmaya çalışmaktadır.
Eylemden eyleme, örneğin Seattle’da, Melbourne’de, Davos’da, Prag’da, Göteborg’da, Cenova’da birleşen güçlerin oldukça farklı akımlardan oluştuklarını görüyoruz: Her renkten küçük burjuva örgütler, küçük burjuva radikal akımlar; her renkten anarşistler, troçkistler, işçi hareketinin “sol” kesiminden, reformist, sendikalist, merkezci güçlerine kadar uzanan bir yelpaze; emperyalist ülkelerde burjuva işçi partilerinin, güya “sol” kesimleri, bir kısım sosyal demokratlar, gençlik örgütlenmeleri, küçük ve orta köylü örgütlenmeleri; hükümet dışı örgütler, ökoloji grup ve partileri, feminist örgütlenmeler, bireyler (aydınlar, filozoflar, öğretim üyeleri) ve komünistler. “Sol” kesimin dışında gerici, ırkçı ve faşist hareketler ve partiler de “küreselleşme” eleştirisi kervanına katılan güçler arasında yer alıyorlar. Bunları, bu harekete bakış tarzları ve alternatif anlayışları bakımından belli ana gruplara ayırabiliriz: troçkistler, reformistler, anarşistler, komünistler ve faşistler.
Troçkistlerin önemli bir kitlesel gücünün olduğu sanılmasın. Her zaman olduğu gibi bugün de ve bu eylemlerde de karşı devrimci görüşlerini antiküresel hareketin gelişmesini etkilemek için kusuyorlar. “Sol” radikalizm, dünya devrimi adı altında reformizm ve antimarksist görüşleri savunuyorlar. Bunlara göre, “küresel kapitalizm, küresel bir antikapitalizm yaratmıştır”. “Küresel antikapitalist hareket, bütün dünyanın sömürülenleri ve ezilenleri adına konuşmalıdır.”
Bu karşı devrimcilere göre “hareket, şimdiye kadar başarı getiren ittifaklara, sosyal sınıflara dayanmalıdır” ve “antikapitalist ittifak,... kapitalizmin yerine sınıfsız toplumun aldığı bir yola girmelidir”.
Emperyalizmin reformist küçük burjuva eleştiricileri ise sermaye hareketinin kontrol edilmesini öneriyorlar. Bu görüşte olanlar, önce, ilk adım olarak, dünya çapında sürekli dolaşan spekülatif sermayenin vergilendirilmesini talep ediyorlar. Sermaye, her seferinde, bir ülkeden çıkınca vergiye tabi tutulmalıdır diyorlar. Amerikalı iktisatçı Tobin’in öne sürdüğü ve bundan dolayı da "Tobin-vergisi" denen bu anlayışa göre, sermayenin uluslararası hareketi, küresel transferi pahalılaştırarak zorlaştırılmış olacak. Böylece, sürekli dolaşan ve spekülatif alan arayan veya spekülasyona yol açan sermaye, bu hareketinde frenlenmiş olacak.
Antiküresel hareketin en önemli bileşenlerinden ATTAC ("Yurttaşlar İçin Tobin Vergisi Eylemi" veya "Vatandaşların Lehine Mali Transaksiyonların Vergilendirilmesi İçin Birlik"), Tobin-vergisi anlayışıyla sermayenin uluslararası hareketine karşı savaşıyor! ATTAC’ın antiküresel mücadeleden anladığı esasen bu.
Yerellik, yerel “ekonomi” savunucularının, öncelikle de Susan George ve bazılarının temsil ettiği anlayışa göre uluslararası tekellerin ve onlara hizmet eden kurumların reformist olmaları, insancıllaşmaları ve ekolojik olmaları artık imkânsızdır. Uluslararası tekellerin demokratikleşeceğinden umudunu kesen bu gruptaki antiküreselcilerin anlayışına göre, böl ve yönet kapitalist/emperyalist mantığı boşa çıkartan yeni ittifaklar oluşturulmalıdır. Bu amaç için genç, yaşlı, işçi köylü, üretici tüketici, emekli işçi, güneyden doğudan ve kuzeyden insanlar birleşmelidirler. Yerel (lokal) mücadeleler, küresel mücadeleler ile birleştirilmelidir. Böylece küresel ekonomik zulmün karşısına yerel ekonomiler; bütün insanların katılacağı paralel ekonomiler konmalıdır ve ayrıca, bir “alternatif küreselleşme” de olmalıdır. Böyle bir küreselleşme, “kooperatif küreselleşme” olarak kooperatifsel birleşen çok sayıda yerel ekonomilerden oluşacaktır ve kadınlı-erkekli vatandaş örgütleri, paranın nasıl harcanacağına dünya çapında karar vereceklerdir.
Bütün sınırları, sektörleri ve çıkar birliklerini aşan ve uluslararası zulmü sonlamayı amaçlayan uluslararası ittifakların oluşturulmasını talep eden bu bayan, ulusal ve uluslararası politikaya sadece talepler yöneltmiyor, insanların çoğunluğuna hitap ediyor ve hemen, derhal “diğer ekonomi”yi kurmaya başlayın diyor.
Antiküresel hareket içinde reformist alternatif adımları yeterli bulmayan bir dizi başka gruplar da var. Bu “radikal” gruplar veya hareketler, derhal “diğer ekonomi”nin inşasına başlamak istiyorlar. Bu gruplar, insanlar nerede iseler orada günlük yaşamda “diğer ekonomi”nin inşasına derhal başlamalılar diyorlar. Partilerin, parlamentoların politika değiştirip yeni politikalar uygulamalarını beklemeye gerek yok diyen bu hareketler, kendilerini ve topluluklarını ilgilendiren ekonomi süreçleri üzerine kontrolü yeniden ele geçirmek, ekonomiyi değiştirmek istiyorlar.
Geçen yüzyılın ‘90`lı yıllarından bu yana politik yaşamın vazgeçilmez kavramlarından birisi olan “küreselleşme”, yukarıda belirttiğimiz gibi, sadece, “sol“da değil, sağ kesimde de siyasi şekillenmenin önemli bir öğesi olmuştur. Yani “küreselleşme“yi sadece “sol“ kesimde olanlar değil, sağ kesimde olanlar da; ırkçılar ve faşistler de eleştirmeye başlamışlardır. Sağ kesim, “küreselleşme“yi, ulusun, halkın, kültürün, geleneklerin, kontrolden çıkmış bir ekonomi tarafından uluslararası nivelman yapılması (aynılaştırılması) bağlamı içinde ele alarak eleştirmektedir. Kozmopolitizm ve emperyalist kültürün dünya çapında etkileyiciliğine güya karşı duruş, faşistlerin politikasında “küreselleşme“nin eleştirisine dönüşmüştür. Ama amaç, ne “küreselleşme“ye ve ne de sonuçlarına karşı doğrudan mücadeledir. Amaç, güçlü bir “el”in düzenidir, her şeyi yerli yerine oturtacak, düzenleyecek, yönlendirecek, ulusu, halkı, kültürü ve gelenekleri yok etmekten, yozlaşmaktan kurtaracak (! )bir düzene duyulan ihtiyacın dile getirilmesidir.
Sağdan ve “sol”dan eleştirilen “küreselleşme”nin gelişmesinde veya “küreselleşme”nin eleştiri konusu edilen sosyal, siyasi ve ekonomik öğelerinin gelişmesinde neoliberalizmin; ‘80`li yıllardan bu yana uygulanan neoliberal politikaların önemli bir rolü olmuştur. Artan ve kitlesel kronikleşen işsizlik, sosyal ve demokratik hakların kısıtlanması vb. yığınların hareketlenmesinin bir nedeni olmuştur. Neoliberal politikalar, genel anlamda, bireysel özgürlüğü ve bu özgürlük şemsiyesi altında da bütün yaşamın; her şeyin pazarlanmasını, siyasi pratiğin merkezine koymuştur.
Neoliberalizmin doğuşunu, geçen yüzyılın; 20. yüzyılın son çeyreğindeki gelişmelerle açıklamak şüphesiz ki yanlış olur. Bu kavram geçen yüzyılın ‘30`lu yıllarında bugünkü anlamıyla geliştirildi ve kavram olarak da “neoliberalizm” kullanıldı. Ama bütün örgütlülük durumlarına, entellektüel gelişmişliklerine ve siyasi ve ekonomik önemlerine rağmen neoliberalizmin savunucuları, emperyalist burjuvazinin politik anlayışında ciddiye alınmadılar. Ancak geçen yüzyılın ‘70`li yıllarından itibaren; savaş sonrası emperyalist ülke ekonomilerinde görülen genel anlamda yükselen konjonktürün, pazarların doyumundan sonra gerileme sürecine girmesi, 1974/’75 dünya ekonomik krizi, pazar ekonomisi, her şeyi pazarlama çığırtkanlığını güçlendirdi. O zamana kadar radikal olarak tanımlanan neoliberal düşünceler, önce muhafazakârlar, sonra da sosyal demokrat partiler tarafından sosyal ve iktisadi teori oluşturmanın ve burjuva politikanın belirleyici öğeleri durumuna getirilmişlerdir. Neoliberal muhafazakârları (ABD`de Reagan, İngiltere`de Thatcher, Almanya`da Kohl) neoliberal sosyal demokrat partiler takip etmişlerdir.
Gecen yüzyılın ‘80`li yıllarında neoliberal muhafazakarların çeşitli ülkelerde iktidara gelmeleri, emperyalist burjuvazinin siyasi ve iktisadi paradigma değişiminin temel göstergesi olmuştur. Bu gelişme, ‘90`lı yılların başında Sovyetler Birliği ve revizyonist bloğun çökmesi, sağ radikal; ırkçı, faşist partileri yeni konseptler aramaya ve programatik anlayışlarını güncelleştirmeye zorlamıştır.
Bu partiler, bir taraftan dolaylı olarak paradigma değişiminden ve sonuçlarından yararlanmışlardır: (sosyal çevrenin ve bağların daha hızlı çözülmesi, politikadan bıkkınlık ve burjuva partilerin giderek daha açık bir şekilde birbirlerine benzemeleri. Önceleri sağcı partilere özgü olan konuları sosyal demokrat partilerin de sahiplenmeleri, gerici yabancılar, göçmenler politikası, hak ve düzen, hiyerarşi, elit tabaka vs.) Bunun yanı sıra artan sosyal güvensizlik, ekonomik mücadele, karizmatik önderlere ve otoriter hükümetlere olan ihtiyaç çığlıklarının yükselmesine yol açmıştır. Ve sadece modernleşmenin kaybedicileri değil, kazananları da sağ, faşist propagandaya duyarlı olmaya başlamışlardır.
Diğer taraftan ise, bu parti ve çevreler, değişen koşullara uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. Çünkü bunlar, seçmen potansiyellerini doğrudan faşist söylemlerle ve geçmişi yad etmekle genişletemeyeceklerini biliyorlardı.
‘80`li yıllardan buyana bunların programatik anlayışları, tartışmalarda açığa çıkan stratejik anlayışları, denenmektedir. Bütün çelişkilere, farklılıklara ve içiçe geçmişliğine rağmen iki temel çizginin varlığı görülmektedir. Bunlardan birisi, modern görünümlü bir akımdır; kendini güçlü bir şekilde neoliberalizmin sosyal darvinist ve otoriter pozisyonlarına göre yönlendirmekte, bu pozisyonları kısmen de olsa radikalleştirerek geleneksel ideolojik söylemlerle (değerler, halk, ulus, aile) birleştirmekte ve böylece hükümet edecek, iktidar yeteneğine sahip olacak duruma gelmeye çalışmaktadır. Yani hükümet etme, geniş kesimleri kapsama yeteneğine sahip olduğunu, sermayeye göstermeye çalışmaktadır. Diğer çizgiye gelince: Bu çizgide yer alan gruplar ve partiler, ırkçı, halkçı, antiseminist populist söylemleri esas alıyorlar, ulusal sosyal durumdan bahsediyorlar ve faşizmi, kapitalizm ile sosyalizm (komünizm) arasında üçüncü bir yol olarak görüyorlar.
Genel duruma ve ulusal koşullara bağlı olarak bu her iki akım eş değerli olarak karşı karşıya duruyorlar ve aynı partiler içinde temsil ediliyorlar. İdeolojide, parlamentoda ve sokakta söylem farklılıkları var. Ama her iki akımın ortak yönü, otoriter, antiegaliter, antidemokratik amaçlarının ve homojen bir halk ve korporatif üretim topluluğu vizyonlarının olmasıdır.
Bu akımların program ve teorik yazılarında modernleşme ve faşist düşünceleri güncel konularla harmanlama anlayışı görülmektedir. Faşist kan ve toprak anlayışı ya güncelleştiriliyor ya da kültür farkı tespiti ile yer değiştiriyor. Örneğin İtalya`da olduğu gibi, Kuzey Ligi`nin bölgesel, kültürel farklılık tespiti veya Huntington’un savunduğu gibi Hıristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki kültür mücadelesi ön plana çıkartılıyor.
Modern sosyal darvinizm, diktatörlüğe, bir diktatöre ihtiyaç duymuyor. Neoliberal ambalaj, sosyal darvinizm için yeterli oluyor. Rekabetteki yetersizlik, kişisel yetersizliğe indirgeniyor ve “refah devleti” baş düşman ilan ediliyor. Çünkü bunlara göre, toplumsal üretimin “bölüşümü” bu devlet üzerinden gerçekleştiriliyor ve bu devlet de veya bu tarzda bir “bölüşüm”, toplumun üretici güçlerini felce uğratıyor.
Neoliberal programın tamı tamına uygulanması, pazar anarşisi vasıtasıyla antientegrasyonist gelişmeyi güçlendirecektir. Bunu engellemek için de otoriter bir devlete ve toplumsal bağa ihtiyaç vardır; yani gelenekleri ve değerleri birleştiren otoriter bir güç olmalıdır anlayışına sarılınıyor.
Bu özelliklerine ve her şeye rağmen sağ, öncelikle sembollere, etkilemenin veya hükümet etmenin biçimlerine eskisi gibi önem vermiyor. Nihayetinde güçlü devlet tarafından biçimlendirilmiş toplumun gidebileceği yegâne bir otoriter yön vardır; Ulus. Ulus, “küreselleşme” sürecinde kendini mücadeleye hazırlamış olmalıdır ve bunun için kendini, sosyal olarak temelden yenilemelidir.
Böylece faşist, ırkçı akım, neoliberal tartışma konularını içselleştiren ve aynı zamanda bunu geleneksel teorileriyle zenginleştiren siyasi bir vizyon sunuyor. Avusturya`da FPO`nun, İtalya`da Kuzay Ligi`nin, Ulusal İttifak`in Danimarka`da Dansk Folkeparti`nin Norveç`te Fremdskrittpartiet`in hükümet olmaları, hükümete katılmaları veya tolere edilmelerinin gösterdiği gibi böyle bir siyasi çıkış, hiç de başarısız olmuyor. Fransa`da Ulusal Cephe ve Nouvelle Droite, Almanya`da Schill-Partisi, Belçika`da Vlaams Blok ve İsviçre`de de Halk Partisi aynı yöneliş içindeler.
Buna karşın İngiltere`de Britanya Ulusal Partisi ve Ulusal Cephe, Almanya`dan NPD ve DVU, “küreselleşme”ye karşı cepheden tavır alıyorlar ve öyle ki antikapitalist söylemler bile kullanıyorlar.
Şüphesiz ki, bu zıtlıklar, faşist hareketler arasında bir ayrışmadır. Ama gerçek olan şu ki, faşist kesim güçlenmektedir, onların şu veya bu “demokratik” ülkede hükümete katılmaları normal karşılanmakta ve bu gelişme, neoliberalizmin otoriter bir aşamasının başlangıç süreci olarak görülmelidir. Bu gelişme, neoliberalizmin sonunun orta-sol hükümetler tarafından getirilmeye başlandığının bir demagoji olduğunu da göstermektedir.
Şu düşünülebilir mi? Antiküresel hareket, belirttiğimiz bu siyasi gelişmeye bir tepki olarak doğmuştur ve antifaşisttir?! Faşistler, doğrudan, açıktan açığa kendilerini neoliberal tanımlarlarsa, katışıksız ırkçı, antiseminist olduklarını açıklarlarsa bu doğrudur. Ama unutmamamız gereken, antiküresel hareketin heterojen yapısından dolayı sağ ve “sol” arasındaki sınırların bazen silinmiş olmasıdır. Çokuluslu tekellere karşı “mücadele” eden faşistler var. Bunların anlayışına göre çokuluslu tekeller, karar verme yetkisini ulusal politikanın sınırları dışına çıkartıyor veya sınırlıyor. Çünkü ulusal sermaye, yabancıların eline geçiyor ve küçük ve orta boy işletmeler bu devasa güç tarafından iflasa/yok olmaya mahkûm ediliyor. Bundan dolayı da yerli/ulusal ekonomi, üretici tabanını kaybediyor. Bu tarzdaki ulusallıkla boyanmamış antiküresellik, antiküresel hareket içinde oldukça yaygındır (örneğin feministlerin anlayışı).
Sağ ve “sol” söylemler, uluslararası mali pazarlar üzerine tartışmalarda daha çok birbirine karışıyor veya çakışıyor. Faşistler de, yatırımlar ve yeni işyeri için üretici sermayenin spekülatif sermaye tarafından bertaraf edildiği anlayışındalar.
Faşistlerin ekonomik anlayışı, siyasi ve kültürel sorunlarla bağlam içindedir. Onlar da politikanın ekonomi üzerindeki öncelliğini talep ediyorlar ve ulusal devletin erk kaybından şikâyetçiler (buna MHP bir örnektir). Bu eleştiri, burjuva devletin büyük bir şekillendirme erkine sahip olduğunu ve kendiliğinden sosyal ilerleme için mücadele ettiğini önkoşul yapıyor. Ama diğer taraftan da “küreselleşme”, devletsel ve siyasi olgudan bağımsız ilerleyen bir süreç olarak algılanıyor. Tam da bu noktada sağ ve antiküresel hareketin bir kısım bileşeni olan “sol”, sürekli, devlete ve politikacılara çağrıda bulunuyorlar ve “küreselleşme” sürecinde görevlerinizi herkesin refahı için görev olarak algılamalısınız diyorlar.
Kültür alanındaki savlarda da çakışma söz konusudur. Avrupa’da faşist hareketler, kültür kötümserliklerini Anglosakson kapitalizmiyle odaklaştırıyorlar ve bu kültürün karşısına pozitif bir Avrupai ulusal model koyuyorlar. Böylece “küreselleşme” ile geliştirilen anglosakson alanı kültürü reddediliyor ve karşısına Avrupa “kültür halkları”nın güçlenmesi bilinci konuyor.
Bunun ötesinde “kötü niyetli” Anglosakson kapitalizmi karşısına “iyi niyetli” Avrupa veya “Ren kapitalizmi” konuyor. Bunun böyle olduğunu antiküresel hareketin Amerikan emperyalizmine karşı yönlendirilmesinden ve AB`nin eleştiri dışı bırakılmasından da anlıyoruz.
Bu çevrelerin “antiküresel” anlayışlarını nasıl değerlendirmek gerekir? (Faşistlerin “antiküresel” mücadele anlayışları dikkate alınmaya değmez)
Anarşistler ve otonomcular açısından durum oldukça değişik. Bunlar, ilkesel olarak örgütlenmeye ve dolayısıyla örgütlü mücadeleye karşılar. Bunlar açısından örgütlü kitlesel mücadele, "otoriterliğin”, “antidemokratikliğin” ifadesidir ve “birey” için zulümdür. Bu güya radikaller, “özgür bireyciliği” savunuyorlar. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve kendi diktatörlüğünü kurması ile sermayenin/burjuvazinin hâkimiyeti arasında fark görmüyorlar.
Antiküresel harekete damgasını vuran, küçük burjuvazidir. Bu hareketin tekellere, IMF’ye, DB’ye ve DTÖ’ye karşı mücadelesi, esas itibariyle küçük burjuvazinin antiemperyalist mücadele anlayışını yansıtır. Radikal, devrimci küçük burjuvazinin değil, pasifist, legalist ve reformist küçük burjuvazinin IMF, DB, DTÖ ve tekellerde somutlaşan emperyalizme eleştirisini ifade eder.
Bunların emperyalizme karşı mücadeleye katkıları ne olursa olsun, eleştirilerinin tutarlı bir yanı yoktur ve gericidir.
Bunlar, eleştirilerinde tutarsızlar veya eleştirilerinin darbe vurucu, öldürücü bir yanı yok. Çünkü milyonlarca insanı soyan, talan eden güçlere; kâr ve daha fazla kârdan başka bir düşünceleri olmayan ve yaptıklarından başka türlü hareket edemeyecek olan; insanlığı ve doğayı felakete sürükleyen güçlere hitap ediyorlar. Emperyalist burjuvaziye, tekellere adeta yalvarıyorlar, sorumlu hareket edin, insanlığın çıkarlarını düşünün, aksi taktirde alternatif ekonomilerle sizi buna zorlarız demeye getiriyorlar.
Bunların eleştirileri tamamen gericidir, çünkü bunlar insanlığa gelecek vaat etmiyorlar. Tam tersine tekel öncesi dönemi, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemini, öyle ki kapitalist gelişmenin ilk aşaması olan küçük üretim dönemini, alternatif ekonomi olarak sunuyorlar. Hayal dünyası geniş olan küçük burjuvazi, küçük üretimi hâkim kılacağını ve tekellerin küreselleşmesine karşı tabandan bir küreselleşme ile cevap vereceğini sanıyor.
Ne demek “küreselleşme yerine yerelleşme?” Ne demek küresel ekonomi, yani tekelci kapitalizm yerine yerel ekonomi? Bu, geçmişi arzulayan oldukça gerici bir hayal değil mi?
Küçük burjuvazi, küresel kurumlardan (IMF, DB, DTÖ), küresel konsantrasyondan (tekeller) ve bunların denetlenemeyen iktidarından nefret ediyor, ama mülkiyete ve pazara tapıyor! Küçük (yerel) pazara, küçük üretici mülkiyetine, yerel politikaya, bir bütün olarak cemaatler ekonomisine ve politikasına tapıyor. Büyük (küresel) üretim ve ticaretten nefret ediyor, ama küçük (yerel) üretim ve ticarete tapıyor. Antiküresel hareketin bu önemli bileşenleri, emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri, küçük üretimin ilk aşamasının hâkim olduğu ekonomik ve politik ilişkilere dönmek istiyorlar.
Emperyalizmin bu eleştirmenlerinin ekonomi ve toplum anlayışı, insana -ister istemez- Dühring’in hayali komün anlayışını hatırlatıyor. Bu konuda Engels şöyle diyor.
“Bay Dühring, ... mevcut toplumun temel yasasını, kendi fantezi toplumunun temel yasası yapıyor. O, hataları olmaksızın mevcut toplumu istiyor. Bu arada o, Proudhon gibi aynı zeminde hareket ediyor. Proudhon gibi o da, meta üretiminin kapitalist üretime doğru gelişmesinden doğan olumsuzlukların, onların karşısına meta üretimi temel yasasını koyarak -tam da bu yasanın etkinliğiyle (söz konusu) bu olumsuzluklar doğmuştur- yok etmek istiyor. Aynen Proudhon gibi, değer yasasının gerçek sonuçlarını fantastik olanla bertaraf etmek istiyor” (F. Engels, Anti- Dühring. Marks-Engels; C.20, Syf.,291, Alm.).
Antiküresel hareketin gelişmesine ve siyasi şekillenmesine ilişkin yaptıkları önerilerde troçkistler; Marksist teoriye saldırıyı emperyalizm “eleştirileri”yle eş anlamlı ele alan bu karşı devrimciler, anarşistler ve otonomcular, bayan Mies’in anlatımıyla “yerel ekonomi" savunucuları, aynen Dühring ve Proudhon’un dünyasını hayal etmiyorlar mı? Emperyalizmin çelişkileri, emperyalist talan ve baskıyı istemiyorlar. Bu “kötülük”lerden kurtulmak için ileriye doğru, bunların nedeni olan çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelik adım atmak istemiyorlar. Tam tersine, kurtuluşu geriye dönüşte, bu “kötülük”lerin çıkış noktası olan küçük üretimde arıyorlar. Yapılan, kelimenin gerçek anlamıyla “gevezelik”!.
Antiküresel hareketin bu bileşenleri geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği gerçekten anlamak istiyorlarsa; işsizliğin, yoksulluğun, talanın, insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasının nedenlerini ortadan kaldırmak istiyorlarsa, mevcut toplumu gerçekten değiştirmekte ve emperyalizmi tarihin çöplüğüne atmakta kararlıysalar, her şeyden önce yapmaları gereken, toplumu tarihsel materyalist açıdan değerlendirmektir.
Emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri bunu yapmıyorlar. Sınıfsal anlayışlarından dolayı da yapamazlar. Marksist yöntem yerine; sosyal dönüşümün nedenlerini arama yerine, üretim biçimindeki değişimlerin kapsamlı araştırması yerine; çelişkileri ortadan kaldırmanın araçlarını arama ve bulma yerine bu küçük burjuva hayalciler, içinde yaşadıkları dünya koşullarına sırtlarına çeviriyorlar, aynı koşullar içinde kendi küçük hayalci dünyalarını kurmaya çalışıyorlar ve insanların toplumsal varlığını bilinçten hareketle açıklamaya çalışıyorlar ve öne sürdükleri saçmalıklarla emperyalist gerçekliğin “kötülük”lerini, hastalıklarını iyileştireceklerini sanıyorlar.
İnsanları, mevcut kapitalist ilişkileri, bir bütün olarak toplumu, emperyalist çağdan küçük üretim ilişkilerine ve toplumsal ilişkilere, yani 200-300 sene öncesine götürmek, insanların toplumsal varlığını bilinçle açıklamaktan başka ne olabilir ki? “Küreselleşme”nin, emperyalizmin bu küçük burjuva eleştiricileri, bu halleriyle en kötü, en berbat idealist geleneğin savunucuları oluyorlar. Bu baylar, tekellere alternatif olarak, piyasa ekonomisini; “küreselleşme”ye alternatif olarak, “yerel ekonomi”leri, aile ekonomilerini, küçük üretimi, küçük kooperasyonu, dayanışmayı, kar amacı olmayan üretimi, kendine yeterli üretimi, paranın öneminin azaldığı ilişkileri öne sürüyorlar. Yani gerçekten bundan 300 sene önce var olan koşulları; bugünkü tekelci koşullara neden olan koşulları savunuyorlar.
Antiküresel hareketin bu bileşenleri, hayal dünyalarını kurma çabalarının ötesinde, aynı gericilik ve hayalcilik içinde emperyalist ülkelere çağrıda bulunuyorlar. Emperyalizme, tekellere, yapmak zorunda olduklarını yapmayın diyorlar. Yani tekelleri tekel yapan koşullar kaldırılsın deniyor. Kim kaldıracak? Emperyalistler mi?
Ütopyacılık çoktan tarihe karıştı. Yaklaşık olarak tanımlayacak olursak, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist üretim biçimi ve buna bağlı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki temel çelişki, tam anlamıyla henüz gelişmemişti. O dönemde ütopik sosyalizmi ifade eden teoriler gelişmişti. Bu teorilere tarihsel haklılık veren, kapitalist üretim biçiminin olgunluk aşamasında olmamasıydı.
O dönemdeki ütopik sosyalizmin teorileri; üç büyük ütopyacı olan Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’in teorileri, yine Engels’in deyimiyle “fantastik örtünün her tarafında ortaya çıkan dahiyane düşüncelerin embriyonlarını” içeriyorlardı. (Agk., s. 241).
Böylesi teorileri bugün savunmak, insanlığa alternatif olarak sunmak Donkişotluktan başka bir anlam taşımaz. Bu baylar; hangi renkten olurlarsa olsunlar bu küçük burjuva baylar, tarihsel ilerlemenin ilericiliğini görmüyorlar, yakınıyorlar, sızlanıyorlar. Onlar, küçük üretimin önemsizleşmiş olmasından; ortaçağda hakim olan üretim ilişkilerinin yok olmasından şikayetçiler. Onlar, bu bağlamda kapitalizmin oynadığı tarihsel, ilerici rolü görmüyorlar. Tam tersine bunu bir felaket olarak tanımlıyorlar ve bu felaketten kurtulmak için insanlığı ortaçağ ilişkilerine dönmeye çağırıyorlar.
Bu baylar, kafalarında ‘yeni’ bir düzen oluşturuyorlar. Bu düzeni gerçekleştirmek için insanları "sağduyu" doğrultusunda hareket etmeye çağırıyorlar ve tabii onların bu düzeninde para, ücret, kar vb. önemsizleşeceği için, kendine yeterli üretim olacağı için, her bir cemaat, üretimi, dağıtımı ve politikayı belirleyeceği için, haksızlık da olmayacak, yani “ebedi adalet” hâkim kılınacak.
Antiküresellik adı altında gelişen hareketin küçük burjuva bileşenleri bu hareketi, hayal dünyalarını gerçekleştirmek (!) için kullanıyorlar. Onların düşüncelerinde ve teorilerinde devrimci olan bir yan yok.
Uluslararası komünist hareketin güçsüzlüğü ve bunun ötesinde örgütsüzlüğü, bu küçük burjuva ütopistlere, troçkistlere ve anarşistlere yarıyor. Güçlü, her tarafta katılımcı, örgütleyici ve yönlendirici bir uluslararası komünist hareket, antiküresel harekete damgasını vurduğunda bu bayların süngüleri inecektir. Açık ve dolaylı antikomünist, antimarksist-leninist politikaları, sınıf mücadelesine duydukları kin ve nefret gerçek anlamıyla açığa çıkacak ve tutmayacaktır.
Komünistlerin görevi, bir taraftan, antikapitalist tarafı da olan bu hareketin antiemperyalist karakterini bütün yönleriyle açığa çıkartırken, aynı zamanda onunun geleceği üzerinde söz sahibi olmaya çalışmak olmalıdır. Bu hareketin gericilik, ütopyacılık için kullanılmasına fırsat verilmemeli ve bu hareketin küçük burjuva ütopist bileşenleriyle ideolojik ve siyasi mücadele sürdürülmelidir. Aksi takdirde emperyalizme karşı mücadelede, uluslararası arenada milyonlarca emekçiyi harekete geçirebilen bu gelişmeden, uluslararası devrimci mücadelenin gelişmesi için yararlanılamamış olunur ve emperyalizme darbeler indirme olanağı boşa gider. Sadece katılımcı olmak yetmiyor. Sadece eylem anında aktiflik, hareket içinde aktiflik anlamına gelmiyor. Katılıyor ve çekiliyoruz. Ama diğerleri tartışıyor, fikirlerini yayıyor. Asıl olan bu tartışmalara katılmak ve yönlendirmektir. Bu hareketi gerçek sınıfsal rayına oturtmak, onun gerçek antikapitalist ve antiemperyalist içerik ve öğelerini açığa çıkartarak milyonlarla ifade edilen geniş yığınları yönlendirebilmek için, her bir eyleme veya bu hareketin sorunlarına somut önerilerimizle katılmalıyız. Hareket içinde yol gösterici olmanın, etkileyici olmanın yegâne yolunun, her bir somut duruma hangi görüşleri öne sürerek nasıl katıldığımızdan geçtiğini unutmamalıyız. Bir taraftan, sürdürülen ideolojik mücadeleye mutlaka ve mutlaka katılmalıyız, diğer taraftan da hareketin fiili örgütlenmesinde bizzat inisiyatifli olmalıyız. Uluslararası komünist hareketin dağınık bileşenlerinin veya uluslararası komünist hareket çerçevesinde gördüğümüz parti ve hareketlerin antiküresel harekete dağınık, koordinesiz katılmamaları için başlı başına bir mücadele sürdürmeliyiz. Ancak bu şekilde; bu eylemlere uluslararası çapta örgütlü katılımı sağlamakla yönlendirici olabiliriz. Ancak böylece antiküresel hareket içinde eylemde ve düşüncede meydanı boş bırakmamış oluruz.