Savaş karşıtı eylemler 15 Ocakta doruk noktasına ulaştı. Bütün kıtalarda, en az 600 merkezde milyonlarca insan, Irak’a karşı olası emperyalist savaşı protesto etti. Barıştan neyin anlaşıldığından bağımsız olarak milyonlarca insan, dünya barışı için yürüdü. Irak merkezli olarak Ortadoğu’da yaklaşan savaş tehlikesi, dünya kamuoyunu ikiye böldü. Ezici çoğunluk savaşa karşı ve barıştan yana. Irak’a karşı olası savaş, emperyalistler arası çelişkileri de keskinleştirdi. Amerikan emperyalizmi, bütün dünyayı kendi hegemonyası altına almaya çalışıyor.
Günümüzün esas savaş kışkırtıcısı ABD, amacını gerçekleştirmek için BM’i de tehdit ediyor. Ya istediğim kararı alırsın, ya da tamamen anlamsızlaşırsın baskısını uyguluyor.
Amerikan emperyalizmi sadece Irak’ı değil, bütün Ortadoğu’yu siyasi olarak yeniden şekillendirmek için bu savaşı kaçınılmaz görmektedir. ABD’nin bu doğrultuda hazırlanmış planları var. Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’daki, özellikle de Suudi Arabistan’daki nüfuzunun giderek etkisizleştiği tespitini yapıyor ve bunun önüne geçilmesi için savaşı kaçınılmaz görüyor. Pentagon, bu gidişe durdurmak için savaşı kaçınılmaz görüyor: “Suudileri kokutmak veya bu krallık yıkılırsa, yine de petrol yataklarını kontrol etmek için Irak’a karşı savaş bir yoldur”.
Arap hükümetleri, domino taşı gibi, kendilerinin de devrileceklerinden korkmaktalar. Bu anlayışa göre Ortadoğu’nun siyasi olarak yeniden şekillendirilmesi, Irak’a karşı savaş anlamına gelmektedir.
Açık ki Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki iktisadi ve siyasi nüfuzu, bölgenin kontrolü için artık yeterli değil. Bu nedenle bölgenin askeri işgali, “terörizme karşı savaş” ve “kitle imha silahlarını yok etme mücadelesi” adı altında kaçınılmaz görülüyor.
Sadece Amerikan emperyalizmi değil, AB içinde Almanya ve Fransa, ayrıca Rusya ve Çin de, Ortadoğu’nun siyasal olarak yeniden şekillendirilmesini istiyorlar. Tabii bunların her biri bu değişimi kendi hegemonyası altında gerçekleştirmek istiyor. Söz konusu olan, bu her bir emperyalist ülkenin Ortadoğu’daki siyasi nüfuzudur. Bu durum, bir taraftan ABD ve İngiltere ile diğer taraftan Almanya, Fransa, Rusya ve Çin arasındaki çelişkileri keskinleştirmektedir.
Son haftaların bu gelişmesi ve ezilenlerin direnişi, dünyanın siyasi bir krize yuvarlandığını göstermektedir. Evet, Irak’a karşı olası savaş nedeniyle dünyanın emperyalistler arası bölünmüşlüğü ve savaş kışkırtıcıları ve savaşa karşı olanlar olarak bölünmüşlüğü ve her bir tarafın kendi doğrultusunda mücadelesi, dünya çapında siyasi bir krizin oluştuğunu göstermektedir: BM bölünmüş durumda. NATO bölünmüş durumda, AB bölünmüş durumda. Bu uluslararası kurumların hiçbirisi savaş konusunda karar alacak durumda değiller.
Amerikan emperyalizmi, BM’e kendi isteği doğrultusunda karar aldırmak için baskı uyguluyor ve bu kurum, bu konuda karar alacak durumda değil. Çünkü Fransa veto hakkını kullanmaktan bahsediyor. Rusya, ABD ile pazarlığını kızıştırmak için veto hakkımı kullanırım diyor ve Almanya ve Fransa ile dirsek temasını sürdürüyor. Çin., Irak’a karşı savaşa karşı olduğunu söylüyor, ama bu nedenle de ABD ile ilişkilerinin gerginleşmesini istemiyor.
İngiltere, İtalya, İspanya, diğer bazı AB ülkeleri ve Orta ve Doğu Avrupa’nın aday ülkeleri, Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı savaşını destekliyorlar. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere Benelüks ülkeleri de bu savaşa karşılar.
Her ne kadar NATO, Türkiye’nin savunmasını kabul etse de bu askeri ittifak içinde Almanya, Fransa ve Belçika, NATO olanaklarının bu savaş için kullanılmasına karşılar.
Bütün bu gelişmelerin; keskinleşen emperyalistler arası çelişkilerin arka planında esasen ekonomik kriz yatmaktadır. II. Dünya Savaşından bu yana yaşanan en derin dünya ekonomik krizi, antiküresel eylemlerin ve savaşa karşı mücadelenin gölgesinde kalıyor. ABD, AB ve Japonya’da sanayi üretimi, kriz öncesi seviyesine, Almanya’da ise on yıl önceki seviyesine düşmüştür.
Krizden çıkışın yolunu emperyalist ülkeler, krizin yükünü emekçi yığınların sırtına yıkmakta ve kendi aralarındaki rekabeti keskinleştirmekte görüyorlar. Eşit olmayan gelişmenin ifadesi olan bu rekabet, dünyanın yeniden paylaşılması için mücadeleyi de keskinleştirmektedir.
Teori dünyası da çılgınlaşmaya başladı! Neoliberalizmin zaferi; dünya çapında ideolojik güç olması, “sol” kesimin önemli bir kısmını olumsuz etkiledi. Bunlar ve bunların ötesinde “sosyalist”, “komünist” çevreler, kapitalizmin bugünkü gelişmesini ifade edecek kavram bulmakta zorlanmaya başladılar. Anlaşılan o ki neoliberalizm teorisyenleri, en önemli amaçlarına ulaştılar: Bir bütün olarak toplumun ve toplumsal gelişmede söz sahibi olduğunu sananların tarihsel hafızasını silmek. Devam eden güncel kriz konusunda suskunluk veya ileri sürülen saçmalık, başka türlü anlaşılamaz. “Antiküresel hareket”in bir kesimi de buna dâhildir. Bunlar, Floransa’da, karşıt olarak gördükleri kapitalizmi, “tekellerin ve neoliberalizmin iktidarına dayanan pazar modeli” olarak tanımladılar ve tabii ki buna karşı başka bir pazar modelini de “yeni bir dünya mümkündür”de gördüler.
Anlaşılan o ki 19. yüzyıldan buyana kapitalizmin ekonomik yapısı üzerine analizler ve teoriler; bilgi birikimi, unutulmuşluğa mahkûm edilmiş. Oysa söz konusu olan, normal, kapitalist sistemin seyri içinde belli aralıklara gelen krizden; yeni bir fazla üretim krizinden başka bir şey değil.
Marks, ekonomik kriz sorununu hiçbir zaman göz adı etmemiş ve sürekli, analiz konularından birisi yapmıştır. Manifesto’dan Kapital’e böyle olmuştur. Marks açısından ekonomik kriz, kapitalist üretim biçiminin gelişme seyri içinde belli aralıklarla gelen özel bir dönemidir. Yani konjonktür devreviliğinin bir aşaması; üretimin yükselişi, kriz, durgunluk ve yeniden canlanma aşamalarını ifade eden devreviliğin bir aşaması. Bunlar, birbirini koşullayan gelişmelerdir; kapitalist üretimin anarşik karakteri gereği, pazarların meta ile dolup taşması (yeterli alıcı olmadığı için satılmaması), buna bağlı olarak kar oranının düşmesi. Kar oranının düşmesi, birikimi boğar. Birikimin boğulması, krizi hızlandırır ve nihayetinde sermaye kıyımının yolunu açar. Sermaye kıyımı, fabrikaların kapatılmasını, üretim araçlarının yenilenmesini (modernleştirme), işsizliği beraberinde getirir. Sermaye kıyımı ve işsizlik, sermaye birikimini hızlandıran koşulları yeniden yaratır.
Daha 2000 yılının sonbaharında konjonktür devreviliğinde krize doğru gelişmenin emareleri görülmeye başlanmıştı. Beklenti, işçilerin kitlesel olarak sokağa atılacakları ve yaşam koşullarının olağanüstü kötüleşeceğiydi. Ama öyle olmadı. Bu beklentide olanlar, kronik kitlesel işsizlik olgusunu göremeyenler, işçilerin, kriz olmasa da sürekli işten atıldıkları ve bu anlamda da krizle birlikte olağanüstü işten çıkartmaların görülmeyeceği gerçeğini kavrayamadılar. Aynı durum, sosyal haklar için de geçerlidir. Beklenti, krizle birlikte mücadele sonucu elde edilmiş birtakım sosyal hakların iç edileceğiydi. Bu da olmadı, Çünkü son 20 seneden bu yana, ama esas olarak ‘70’li yıllardan bu yana sosyal haklar, krizin olmadığı dönemlerde de sürekli budanmıştı. Bu iki olgu, 1970’lerden buyana işçilerin kriz olmadığı dönemde de yoğun olarak işten atıldıklarını ve sosyal haklarının budandığı gerçeğini göstermektedir.
Dünya ekonomisinin seyri konusunda; krize girilmeyeceği konusunda burjuva ekonomistlerin ve avanak küçük burjuvazinin güvencesi “New Economy”ydi, Yani “Yeni Ekonomi”. Bununla kast edilen de enformasyon teknolojisine dayanan ekonomiydi. Bu baylara göre bu teknoloji, ekonomik gelişmeyi canlandıracak, kapitalist üretimin bugüne kadarki yapısını yıkacak ve onun yerine enformasyon teknolojisine dayanan bir yapı kurulacak ve kapitalizm, yeni sömürü, artı değer üretimi tabanına sahip olacaktı. Kısa zamanda bunun da bir hikâye olduğu açığa çıktı. Çünkü ekonomik kriz, öncelikle, güven duyulan, umut bağlanan “Yeni Ekonomi” alanında, enformasyon teknolojisi alanında patlak verdi ve bu alandaki en büyük tekellerin bir kısmı arka arkaya iflas ettiler. Burjuva ekonomistler ve avanak küçük burjuvazi, aslında, bunun böyle olacağını bilmeyecek kadar aptal değil. Ama kapitalizmi temize çıkartmak için böyle hareket etmeyi görev bildiler. (Aynı yöntem, kapitalist üretim biçimini fordist dönem, fordizm sonrası dönem diye ayıran ve bunun bir marifet sayan burjuva aydınlar için de geçerlidir. Kapitalizmi temize çıkartmanın veya kapitalizmi, kapitalizm olmaktan çıkartmanın yol ve yöntemleri sayısızdır). Çünkü burjuva ekonomistlerin, değer yaratının çalışma/işgücü harcanması (yaygın ve yanlış kullanımıyla ifade edersek “insan emeği”) olmadığını kanıtlama çabaları hiç de yeni değildir. Yeni değeri makinelerin yarattığı anlayışı burjuva ekonomistlerinin temel anlayışıdır. Bunu çürütün de Marksist politik ekonomidir.
“Yeni Ekonomi”, burjuva ekonomistlerini çuvallattı, umutlarını suya düşürdü. Öngörülerinin hiç birisini doğrulamadı. Ortaya, Marksistlerin sürekli savundukları, kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan fazla üretim krizi çıktı.
Kapitalist merkezlerdeki, ABD, AB ve Japon ekonomilerindeki gelişmeler bunun böyle olduğunu göstermektedir. (ABD, AB ve Japonya’da sanayi üretimin 11 Eylülden çok önceleri gerilemeye başladığı burjuva ekonomistlerin ve siyasi temsilcilerinin dikkatinden kaçmış olamaz. Mart 2000’de teknoloji borsalarında patlak veren spekülasyon balonu, o zamana kadar kontrollü gereçleştirilebilen sermaye kıyımını çığırından çıkartmıştır).
Özellikle emperyalist ülkelerde konjonktür deveviliğindeki yükseliş aşamasının görülmemesi ve belli bir inişli-çıkışlı durgunluğun, genel anlamda 1970’den bu yana emperyalist ülke ekonomilerinde görülmesi ve konjonktür devreviliğinin bir aşaması olması, bugün, maddi değerlerdeki üretim gerilemesinin kriz dönemindeki ve kriz dışı dönemindeki seviyesini bazen birbirine yakınlaştırıyor ve kronik durgunluk düşüncesinin yeniden canlanmasına neden oluyor. Kronik durgunluk, nispeten uzun süren durgunluk, (kapitalizmin) çöküş teorisi üzerine Marksistler yüz yıldan bu yana kendi aralarında tartışmışlar ve belli sonuçlara varmışlardır.
Bu alandaki tartışmalar; yüzyıllık kapitalist gelişme Stalin’i doğrulamıştır: Bugünkü duruma ışık tuttuğundan dolayı belirtmek istiyorum. Bu konuda K. Kautsky, 1902’de şu tespiti yapıyordu:
”Dünya pazarının, geçici de olsa, toplumsal üretici güçlerden daha hızlı büyümesinin imkânsız olduğu, bütün sanayi ülkelinde fazla üretimin kronik olduğu… bir dönem gelecektir. Bu dönemde de iktisadi yaşamın inişli, çıkışlı olması olası ve muhtemeldir; mevcut üretim araçları kütlesini değersizleştiren ve önemli boyutlarda yeni üretim araçlarının oluşumuna neden olan bir dizi teknik altüst oluşlar,…iktisadi seyri, geçici de olsa, canlandırabilir”.
Stalin de 1934’te (XVII. Pati Kongresi) şu tespiti yapıyordu:
“Açık ki burada, sanayinin çöküşünün derin noktasından, sanayi krizinin derin noktasından bir durgunluğa geçişle, ama mutat bir durgunluğa değil, bilakis sanayii yeni bir yükselişe, açılıp-gelişmeye götürmeyen, ama onu çöküşün derin noktasına da geri götürmeyen özel cinsten bir duygunlukla karşı karşıyayız” (Aç. Stalin).
Son birkaç onyılda, genel anlamda 1970’leden bu yana dünya ekonomisinde görülen de Stalini’in belirttiği bu durgunluktur, inişler, çıkışlar gösteren durgunluktur. Emperyalist ülkelerde burjuvazi, ekonomik büyümeyi istenildiği gibi büyütme ve kitlesel işsizliği ortadan kaldırma (genel anlamda işsizliği değil) olanağına artık sahip değil.
Umut bağlanan “Yeni Ekonomi”, konjonktür devrdeviliğinin bu aşamasını ortadan kaldıramamıştır. Enformasyon ve iletişim teknolojisi, kapitalizmi bu olağan krizinden kurtaramamıştır. Burjuva ekonomistlerin umduğu ve bekledikleri gibi, bu teknoloji, bir zamanlar demiryolu ve elektrikli motorların kapitalist konjonktürde oynadığı rolü oynayamamıştır. Yani uzun vadeli birikim sürecinin ve büyümenin dinamiği olamamıştır.
Eş dönemli devam eden siyasal ve ekonomik kriz, dünya çapında siyasi ve iktisadi istikrarsızlığı derinleştirmekte ve olağanüstü devrimci olanaklara yol açmaktadır. Genel olarak keskinleşen çelişkilerden ve bu istikrasızlığın beraberinde getirdiği olanaklardan devrim mücadelesi için yararlanmak gerekir.