ÜRETİM VE İSTİHDAM
İşsizlerin sayısının azalması veya artması ekonominin krizde olup olmadığının bir kıstası değildir artık.
Kapitalist üretim biçiminin çevrimli kriz aşamasına girdiği 1825’ten bu yana sürekli tartışılan konulardan birisi de istihdam sorunu olmuştur. Ekonomik kriz dönemlerinde işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmaları ve krizin atlatılmasından sonra yeniden işe alınmaları; bir bütün olarak kapitalist üretim ile istihdam üzerine burjuva ekonomistler/teorisyenler bir dizi teori üretmişlerdir. Ama yaşam onların teorilerini çürütmüştür. Üretim-istihdam ve işsizlik sorununa çözüm getiren Marks olmuştur. Aradaki farkı şöyle belirtebiliriz:
Burjuvazi, kapitalizm koşullarında işsizliğe çözüm aramaktadır. Marksizm ise işsizlik sorununun kapitalizm koşullarında çözülemeyeceğini, bu sorunun kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurumasıyla çözüleceğini savunur ve bu savunu sosyalizm pratiği tarafından da kanıtlanmıştır.
Ekonomik kriz ve işsizlik arasındaki ilişki, aynı zamanda, ekonominin gelişme seyri için bir kıstas olmuştur. İşsizlerin sayısındaki azalma, maddi değerlerin üretiminde (sanayi üretimi) belli bir gelişmenin/büyümenin göstergesi olarak kabul edilmiştir. Ama günümüzde ekonomik gelişmenin seyri, işsizlik açısından bir kıstas olmaktan çıkmıştır; ekonomi krizde olsa da olmasa da işiler sokağa atılmaktalar.
Burjuvazi, belli bir sanayi yedek ordusunu, işçi sınıfı üzerinde baskı aracı olarak kullanmak için hazır tutmuştur. Bu ordunun kapsamı ve ekonomik mücadeledeki gücü de, başka şeylerin yanı sıra, kapitalist ekonominin; sermaye hareketinin çevrimine göre değişmiştir. Kapitalist üretimin çevrimli hareketinin dört aşamadan oluştuğu dönemde (kriz-durgunluk-canlanma-yükseliş) işsizlerin sayısı kriz ve durgunluk dönemlerinde, ama özellikle kriz dönemlerinde olağanüstü artarken, canlanma ve özellikle de yükseliş döneminde olağanüstü azalabiliyordu. Bu durumun değişmesinin ilk ipuçları geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında görüldü ve Komünist Enternasyonal, özellikle Amerikan ekonomisinde görülen bu gelişme üzerine şu tespiti yaptı: “... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.
“... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz” (Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, S. 201-04, 8. Oturum 1928).
Komünist Enternasyonal’in “başka süreç” olarak ifade ettiği bu gelişme, özellikle aynı yüzyılın ‘70’li yıllarından itibaren kronik kitlesel işsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ne olmuştu da kronik kitlesel işsizlik, kapitalizmin ayrılmaz bir olgusu olmuştu? Ne olmuştu da, örneğin maddi değerlerin üretimi artmasına rağmen, bu artış, işsiz sayısının azalmasına yansımıyordu? Sanayi üretimi artmasına rağmen işsizlerin sayısı neden azalmıyordu ve böylece bu olgu, ekonominin krizden çıkışının bir göstergesi olmaktan çıkmıştı? Diğer bir ifadeyle: burjuva medyanın deyimiyle “sanayi soluksuz çalışıyor, tüm zamanların üretim rekorunu kırıyor”, ama işsizlerin sayısı azalacağına artıyor ve Örneğin TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı, “Yaklaşık son bir yıllık dönemde yüksek üretim artışı sağlanmış olmasına rağmen, istihdam rakamlarında henüz ciddi bir iyileşme ortaya çıkmadı. İçinde bulunduğumuz dönemde, verimlik artışının ekonomik büyümeden daha hızlı gerçekleşmesi, istihdam rakamlarındaki iyileşmeyi geciktiriyor. Bu çerçevede, Türkiye’de işsizlikle etkili mücadelenin yolu, sürdürülebilir ve yüksek ekonomik büyümeden geçiyor” açıklamasını yapıyor (26 Haziran 2004, Hürriyet), “Üretimdeki artışın 11 yıldır istihdama yansımadığından” yakınıyor ve Mustafa Koç da, “makro ekonomik gelişmelerin vatandaşa yansımaması”ndan dolayı hoşnutsuzluğunu dile getiriyor.
Gerçekten de, sadece emperyalist ülkelerde değil, Türkiye gibi ülkelerde de; teknolojinin şu veya bu oranda kullanıldığı, ihracatı sanayi ürünlerine dayanan ülkelerde de ekonomi krizden çıkmasına rağmen, işsizlerin sayısında önemli bir azalma olmuyor. Tersine işsizlerin sayısı artabiliyor. Diğer bir ifadeyle: Ekonomi krizde olmadığı dönemlerde de işçiler kitlesel olarak sokağa atılabiliyorlar. Bu gelişmenin nedenini, rasyonelleştirmede, yoğun teknoloji kullanımında; bir bütün olarak sermayenin organik bileşimindeki değişmede ve nihayet bütün bu gelişmenin toplam ifadesi olan sermaye hareketinin; kapitalist çevrimin (devreviliğin) değişmesinde aramak gerekir.
‘70’li yıllardan sonra ekonomi çevriminde yükseliş aşaması yok olmuştur. O aşamanın yerini inişler-çıkışlar gösteren ve ekonomik büyümenin küçülmüş oranlarda gerçekleştiği bir dönem almıştır. Bugün yaşanan süreç veya kapitalist ekonominin seyri, ‘70’li yıllardan beri devam eden ekonomik durgunluğun doğrudan bir ifadesidir. Ekonomik durgunluk, aynı zamanda sürekli işsizlik, artan sayıda işsizlik, kronik hale gelen kitlesel işsizlik demektir. Böylece giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir yasa olmuştur.
Teknoloji o boyutlarda gelişmiş ve üretimde ve dolaşımda kullanılmaktadır ki, kapitalist, ne kadar çok üretirse üretsin veya kapitalizmde üretim anarşisi hangi boyutlara varırsa varsın, kullanılan işgücüne veya yanlış tanımlanmasıyla ifade edersek “emek” kullanımına olan ihtiyaç giderek azalmaktadır.(Sermayenin organik bileşiminin değişmesi-yükselmesi- esprisi). Bunun anlamı şudur: “Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.
İş verimliliğinin artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. Bu gelişme, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler” (Komünist Enternasyonal; agy.).
Uluslararası tekeller, rekabet gücüne sahip olmak, dünya pazarlarında en fazla payı kapabilmek veya mevcut paylarını koruyabilmek için en modern teknolojiyi üretimde ve dolaşımda kullanmak, üretimde rasyonelleştirmeye gitmek zorundadırlar. Bütün bunlar sonuç itibariyle sermayenin organik bileşiminin değişken sermaye (işgücü) aleyhine değişmesine; organik bileşimin yükselmesine neden olmaktadır. Var olmak ve başka sermayeler tarafından yutulmamak için her sermaye, bu yolda yürümek zorundadır. Bu anlamda çalışan işçi sayısının giderek azalması, buna paralel olarak da işsizlerin sayısının giderek artması, ekonomik çevrimin nesnel bir yasası olmuştur.
Bu gerçeklik, günümüz kapitalizminde kronik kitlesel işsizliğin kaçınılmaz olduğunu ve işsizlerin sayısındaki değişmenin, ekonominin krizde olup olmadığının bir kıstası olmaktan çıktığını gösterir.
Günümüzde teknolojik gelişmenin boyutlarını göz önüne getirirsek, bu durumdan kurtulmanın, en azından geçici olarak kurtulmanın yegane yolunun, savaş ve olağanüstü nüfus artışı olduğunu görürüz. Yeni bir emperyalist savaşla dünya taş üstünde taş kalmayacak derecede yıkıma uğrar. Bu durumda dünyanın yeniden inşası için olağanüstü boyutlarda işgücüne ihtiyaç duyulur ve belli bir süre için kronik kitlesel işsizlik olgusu ortadan kalkar. Veya dünya nüfusu, belli bir dönemde olağanüstü boyutlarda artar ve böylece mevcut talep kapsamı genişler. Bu talebe cevap vermek için arz (üretim) kapsamı artar. Ancak bu iki noktadan hareketle mevcut ekonomik durgunluğa karşı konabilir. Tabii ki böylesi olasılıklar, olağanüstülüğün, geçiciliğin ifadesidir. Bugün açısından kapitalist üretim için “normallik” ise, kronik kitlesel işsizliğin, Marks’ın deyimiyle eğilim olmaktan çıkarak kapitalist üretim biçiminin bir yasası olmasıdır.
Bu yasanın anlamı, sadece, işsizliğin kronik kitlesel olduğunu ifade etmekle sınırlı değildir. Bu yasa, kapitalist üretim biçiminin nesnel olarak ömrünü doldurduğunun da ifadesidir. Çünkü, yine Marks’ın tespit ettiği gibi, teknik ilerlemeden dolayı zorunlu işe (“emeğe”) olan ihtiyacın asgariye düşmesi, sermayenin kendini artık değerlendiremediğinin ifadesi ve giderek, değer yasasının geçerliliğini yitirmesi demektir. Sermayenin organik bileşiminin değişken sermaye (işgücü) aleyhine değişimi ve bu değişimin geriye dönüşümü olmayan bir değişim olması (bir yasa olması) bunu göstermektedir. Bu yasa sosyalizme geçişin nesnel koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu gösterir. Veya da kapitalistler, azami kar amacından vazgeçerler, sermayenin bu içsel dürtüsü ortadan kalkar ve çalışma süresi haftada 15-20 saate indirilir. Böylece işsizlik olgusu ortadan kalkar. Ama bu sefer de kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkar. Tam istihdam ve “sosyal devlet” için mücadele eden Keynesçiler, Dünya Sosyal Forumu’nun ve Avrupa Sosyal Forumu’nun bir kısım bileşenleri, yığınları bunun için örgütlemeye çalışıyorlar. Onlara göre bütün kötülükler “küreselleşme”nin “aşırılıkları”ndan kaynaklanıyor. Kapitalizm, reforme edilirse, sermaye hareketi dizginlenirse, “küreselleşme” de kontrol altına alınır ve “sosyal devlet”e dönülür.