SAVAŞIN İKİNCİ YILINDA ULUSLARARASI DAYANIŞMA
Irak'da direnenler, bütün insanlığa şu çağrıyı yapıyorlardı:
“Savaşa ve yaptırımlara karşı dünya çapında bir cephe
oluşturmanızı rica ediyoruz. Bilgili ve tecrübeli olanlar
tarafından yönlendirilen bir cephe. Reform ve düzen getiren bir
cephe. Mevcut yozlaşmış kurumların yerini alacak yeni kurumlar”
(14 Aralık 2004 tarihli açıklamadan).
19 Mart’ta AB’nin başkenti sayılan Brüksel’de ve başka
birçok merkezde savaşa ve neoliberal saldırılara karşı
gösteriler düzenlendi. Birçok Avrupa ülkesinden özellikle
sendika üyeleri, Avrupa Sendikalar Birliğinin çağrısına uyarak
“daha çok ve daha iyi işyeri için” ve “sosyal bir Avrupa”
için yürüdüler.
Brüksel yürüyüşü çağrısını sendikalar, barış
inisiyatifleri, Attac gibi örgütlerden oluşan oldukça geniş bir
ittifak yaptı.
Bu örgütlerin bir kısmı kendilerini sosyal demokrat olarak
tanımlıyorlar, diğerleri de bin bir türlü iple sosyal
demokrasiye bağlı. Örneğin IG Metall ve Ver.di gibi sendikaların
önderlikleri Alman hükümetiyle işbirliği içindeler. Bunların,
işgale bir şekilde katılan hükümetlerini protesto etmelerini
beklemek bir hayaldir. Yapılan çağrı da bunu gösteriyor.
Katılımcıların sayısının 50 bin ila 200 bin arasında olduğu
söyleniyor. 200 bin de olsa bu sayı, Avrupa çapında yapılan bir
çağrı için başlı başına bir başarısızlıktır. Attac ve
benzeri örgütler, kendilerini “sosyal hareket” olarak
tanımlayanlar, Brüksel çağrılarında söz birliği etmişçesine
ASF’nin Londra’da aldığı karara atıfta bulunuyorlar ve 19
Mart’ta Brüksel’de merkezi gösteri düzenleme kararı alındığı
için buradayız demek istiyorlar. Alınan karara yapılan bu atıf,
savaş karşıtlığıyla pek ilişkimiz yok demenin utangaç bir
kabulüdür.
Brüksel yürüyüşü, aslında, Irak savaşma karşı, işgale
karşı dünya çapında protestonun bir parçası olarak
düşünülmüştü. Ekim 2004’te 3. ASF sürecinde böyle bir
karar alınmıştı. Ne var ki, ASF’de söz sahibi örgütler;
pasifistler ve reformistler, sosyal demokrasinin kuyruğuna
takılmışlar ve sendikaların görüşleri doğrultusunda hareket
etmişlerdir. Bu unsurlar, Brüksel gösterisini, davet ettikleri
sendika bürokratlarına teslim etmişler ve onlar da gösteriyi
pasifizm ve reformizmin propagandası için istedikleri gibi
kullanmışlardır.
Düzenin sınırlarını zorlamaya yönelik hiçbir talebi dile
getirmeyen bu unsurlar, başta da Avrupa Sendikalar Birliği,
Brüksel’de, Irak savaşını, emperyalist işgali, tek kelimeyle
de olsa anmadılar. AB üyesi ülkelerden devlet ve hükümet
başkanlarının zirvesini (22-23 Mart Brüksel) etkilemeyi esas amaç
olarak gördüler.
Avrupa Sosyal Forumunda (ASF) söz sahibi olan reformist ve pasifist
güçler, Savaş Karşıtı Hareketin önemli bir bölümünü
etkisizleştirmeyi başardılar ve Irak savaşının ikinci yıl
dönümünde antiemperyalist mücadelenin görkemli gösterilere
dönüşmesini engellediler.
ASF’de söz sahibi olan pasifist ve reformist güçler,
antiemperyalist mücadeleyi defterlerinden sildiklerini, emperyalist
savaş tehdidine, emperyalist işgale karşı mücadeleyi Avrupa
merkezi dışında gördüklerini 25-27 Şubat’ta Atina’da
yapılan ASF toplantısında da ifade etmişlerdi: “En güçlü
eylemler İstanbul, Atina, Roma ve Londra’da bekleniyor.”
Gerçekten de, ne derece güçlü olduğundan bağımsız olarak,
Avrupa’da savaş karşıtı gösteriler bu merkezlerde
gerçekleştirildi.
Bu güçlerin Londra’da ASF çerçevesinde, 19 Mart’ta Brüksel’de
“neoliberal Avrupa'ya karşı gösteri kararının yanına “savaşa
karşı” olmayı da eklemeleri, meselenin özünde hiçbir şey
değiştirmiyor. Çünkü bunların hiç birisi, üyelerine ve
etkiledikleri çevrelere, Brüksel’e gelemiyorsanız, şu veya bu
şehirlerde düzenlenen Irak savaşını protesto eylemlerine katılın
çağrısı yapmamıştır.
Buna rağmen dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen savaş
karşıtı eylemlere yüz binlerce insan katılmıştır. Londra’da
150 bin, Roma’da 100 bin insan savaşın ikinci yılında işgali
protesto etmek için sokağı seçmiştir. ABD’nin bütün federal
devletlerinde savaş karşıtı gösteriler düzenlenmiştir. Bunun
ötesinde İstanbul, Stockholm, Barselona, Montreal gibi merkezlerde
de binlerce insan savaşı protesto etti.
İki senelik sürece; savaş tehdidine karşı dünya çapında
milyonlarca insanın katıldığı 15 Şubat 2003’ten bugüne kadar
geçen döneme savaş karşıtlığı, antiemperyalist mücadele ve
Irak’ın işgaline karşı mücadele açısından bakarsak,
emperyalist savaş, antiemperyalist mücadele ve Irak'da işgale
karşı tavır konusunda Avrupa merkezli bir vurdum duymazlığın,
evet belli bir antipatinin örgütlü olarak geliştirildiğini
görürüz. Bunu örgütleyen ASF önderliğidir. “Sosyal devlet”e
geri dönüş mücadelesini bayraklarına yazan ve bunu da “başka
bir dünya olasıdır” ile sloganlaştıran bu reformist ve
pasifist unsurların “her türlü zor kullanımına” karşıyız
söylemini, fiili zor kullanma dönemiyle sınırlandırmaları
şaşırtıcı değildir. Bu unsurlar açısından önemli olan, ne
işgaldir ve ne de işgale karşı mücadeledir. Onlar için önemli
olan, işgalin de “sosyal devlet” çerçevesinde
gerçekleştirilmesidir.
Batının burjuva medyası, Batı dünyasını Irak savaşı ve
direnişi konusunda istenildiği gibi yönlendiriyor ve bu direnişi,
terörizm olarak damgalıyor. Grev, gösteri gibi başkaca
eylemlerin, protestoların olduğunun ve ülkenin kurtuluşu için
programatik açıklamaların dünya kamuoyu tarafından duyulmaması
için elinden geleni yapmaya devam ediyor bu burjuva medya.
Gerçekleri iletme yerine, sadece ve sadece, sivillerin
katledilmesinden, kaçırmalardan, “terörist” eylemlerden,
patlayan bombalardan bahsediyor.
Burjuva medya, Avrupa eksenli savaş karşıtlığının bir yol
ayrımına sürüklemesinde önemli bir rol oynadı. Olası savaşı
protesto için 15 Şubat 2003’te sokakları dolduran milyonlar
düşünmeye başladılar: Irak’ın bağımsızlığını hangi
güçler elde edebilirler? Herkes desteklenmez, “demokratik ve
sivil yönleri” olanlar desteklenmelidir. Oysa Irak, direnişi Batı
kamuoyundan; Batının barış-severlerinden ve savaş karşıtlarından
Irak'daki şu veya bu hareketi desteklemelerini değil, eylemleriyle
emperyalist merkezlerde baskı oluşturmalarını ve böylece
işgalcilerin Irak’ı terk etme sürecine katkıda bulunmalarını
talep etmektedir. ASF, aldığı kararla bu isteği bile çok
görmüştür.
Bu pasifist ve reformistler; bu direnişe sırt çeviren ASF
önderliği, ‘Irak halkı, silahlı direnişi desteklemiyor;
Irak’ta silahlı direniş “Saddamcılar, İslamcı fanatikler”
ve “yabancı teröristler” tarafından yürütülüyor’ demeye
başladılar. Bu nedenle savaş karşıtı hareketin bir kısmı,
emperyalist işgale karşı sürdürülen silahlı direnişi ilerici
bir mücadele, antiemperyalist bir mücadele olarak tanımıyor.
Bu reformist ve pasifistler, Irak savaşını protesto etmenin,
işgalin karşısında yer almanın “Saddamcılar”dan, “İslamcı
fanatikler”den ve “yabancı teröristler”den ibaret gördükleri
Irak direnişini tanımak anlamına geleceğinden, onun meşruluğunu
kabul etmek anlamına geleceğinden hareketle, işgale karşı Irak
halkıyla dayanışmadan uzak durmuşlardır.
Bu reformistlerin ruhu, E. Bernstein’ın ruhudur. Revizyonizmin ve
reformizmin babası Bernstein, daha yüz yıl önce şöyle diyordu:
“İlerleyen kapitalist medeniyete karşı vahşilere ve barbarlara
mücadelelerinde yardımcı olmak romantizmdir.” “Güçlü
ırkların yaygınlaşması”, ileriye doğru gelişmenin bir
sorunudur. “Kültür düşmanı” ve
“kültür yeteneği olmayan” halkların “kültüre karşı
ayaklandığı” yerde işçi hareketi onlara karşı mücadele
etmek zorundadır.
Bernstein’ın torunları Irak halkının emperyalist işgale karşı
direnişini “Saddamcılık”, “fanatik İslamcılık”,
“teröristlik” olarak, yani “barbarlık” ve “kültür
düşmanlığı” olarak görüyorlar. Ve bundan dolayı da
Avrupa’daki “sosyal hareketleri” yönlendirerek Irak
direnişinden uzak tutmaya çalışıyorlar.
Ve nihayet, 3. ASF döneminde yapılan “neye karşı mücadeleye
öncelik verelim” tartışması, savaşın ikinci yıl dönümü
düşünülerek önceden planlanmış bir tartışmaydı: Bu
tartışmayla neoliberal saldırılarla, işsizlik, sosyal hakların
tırpanlanması vb. sorunlarla boğuşan Avrupa merkezli emekçi
yığınlara alternatif sunulmuştur: Ya bu saldırılara karşı
mücadeleyi esas alırız, ya da savaşı ve işgali protesto ederek
“Saddamcılar”ı, “İslamcı fanatikler”i ve “yabancı
teröristler”i destekleriz. Böylece neoliberal saldırılar ve
emperyalist tehdit, savaş ve işgal arasındaki diyalektik bağı
yapay olarak kopartılmış ve emekçi yığınlar, istenildiği gibi
yönlendirilmiştir.
Bazı AB ülkelerinin, başta da Almanya ve Fransa’nın Irak
savaşma karşı olmaları, sadece bir demagojidir. Bu ülkeler,
görünüşte bu savaşa karşıydılar. Nitekim şimdi işgale bir
şekilde destek veriyorlar. Örneğin Afganistan’ın işgaline
katılarak ABD’nin yükünü hafifletiyorlar, Irak'da protektorat
rejiminin kolluk güçlerini eğitiyorlar. Onların bu savaşa karşı
gözükmelerinin nedeni, ABD’nin bu ülkeyi işgal etmesinden,
boyunduruk altına almasından dolayı değil, bu işgalle kendi
çıkarlarının ABD tarafından hiçe sayılmasından dolayıdır.
Bu gerçeklik karşısında sosyal demokrasinin yanında yer alan
pasifist ve reformist güçlerin, örneğin ASF’de söz sahibi olan
Attac’çıların sosyal demokrasiden farklı düşüneceğini ve
hareket edeceğini düşünmek abes olmaz mı?
Diğer taraftan, savaş karşıtı hareketin, yığınları harekete
geçirmek için gelişmiş bir uluslararası koordinasyon gücüne
sahip olmasına rağmen, bu hareket, şimdiye kadar, süreklilik arz
eden bir örgütlenmeden yoksun kalmıştır. Bunun nedeni, hareketin
bir araya getirdiği akımların ve çevrelerin oldukça farklı
siyasal yapılar olmasıdır. Başka koşullarda bir araya
gelemeyecek olanlar ve tarihsel gelişmenin de gösterdiği gibi bir
araya gelmemiş olanlar, bu harekette fiilen bir araya geldiler.
Oluşumundan buyana gelişmeler, hareket içinde farklı güçlerin
bir araya gelmelerinden kaynaklanan çelişkilerin giderek daha çok
belirginleştiğini göstermektedir. Hareketin başına çöreklenmiş
olan reformist ve pasifist güçler, “medeni dünya”nın
müdahaleciliğiyle uyumluluk içinde olmaya özen gösteriyorlar. Bu
anlamda enternasyonal kitle hareketinin her türlü radikalleşmesine
ve mevcut sisteme yönelmesine oldukça karşılar. Aynı gelişmeyi,
ayrışmayı, “sosyal hareket”in sendika cephesinde de görüyoruz.
Yine reformist ve pasifistler tarafından savunulan “sosyal
ortaklık” anlayışı ön plana çıkartılmakta ve Avrupa’da
gelişen işçi hareketinin sistemi sorgulayan bir gelişme seyrine
girmesinin önü alınmaya çalışılmaktadır.
Neolberal saldırıları, kapitalist sistemin “aşırılıkları’na
indirgeyen ve bunun sorumlusu olarak da belli örgütleri (IMF, DB,
DTÖ) gören bu unsurlar, enternasyonal kitle hareketinin Avrupa
kanadını sistem içinde tutmaya çalışıyor. Kendilerine göre
haklılar! Çünkü son bir-iki yıla baktığımızda İtalya,
Fransa, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde yüz binlerin sokakta
olduğunu görürüz. Öyle ki, kitlesel eylemlerin diğer ülkelerle
karşılaştırıldığında görece gecikmeli geliştiği Almanya’da
bile son iki yılda yüz binler sokaktaydı. Şu veya bu ülkede bu
hareketi aşan kendiliğindenci mücadeleler, yığınları zapt
etmenin kolay olmayacağını göstermektedir. Böyle bir durumda
yığınları işgale karşı mücadeleye çağırmak, onları
emperyalizme karşı örgütlemenin bir biçimi ve adımı olacaktır.
Böylesi kitle gösterilerinde yığınlar, I. ASF döneminde
görüldüğü gibi, radikalleşebilirler. Önünün alınması
gereken, tam da bu olası gelişmedir. ASF’nin ve onun esas
taşıyıcısı olan Fransa ve Almanya’da Attac’m asli görevi
budur. Ne de olsa her iki ülkedeki Attac üyeleri arasında hükümet
ve muhalefet partilerinden tanınmış milletvekilleri, senatörler,
başkaca politikacılar var. Bunun ötesinde Fransa Attac’ın
önderlerinden Ignacio Ramonet’un, yığınları sokağa
çıkartmama, onları avutma çağrısı bilinen bir çağrıdır.
Onlar açısından yapılması gereken, sistemden umudunu kesmiş
olan emekçi yığınları yeniden sisteme bağlamak için umut
dağıtmaktır. ASF tam da bunu yapıyor.
“Başka bir dünya mümkündür”den neyi anladıklarını en son
olarak Brüksel’de bir kez daha gösterdiler.
Brüksel yürüyüşü için yaptıkları çağrı, ‘işgal bir
gerçekliktir, ikinci yıl dönümünde onu protesto etmeyelim.
Irak'da direniş bir gerçekliktir. Bu direnişten uzak duralım. Ama
“sosyal bir Avrupa” için mücadele edelim’ mesajını veriyor
(“Barışçıl, sosyal, ekolojik ve demokratik Avrupa için
yürüyoruz”). Demek ki, “başka bir dünya mümkündür”den,
“sosyal bir Avrupa” mümkündürü anlıyorlar. Yani hayal!
Yığınları hayal peşinde koşmak için seferber ediyorlar. Çünkü
emperyalist bir ittifak, kapitalist bir entegrasyon olan AB, sosyal
olamaz, “sosyal Avrupa'yı gerçekleştiremez. AB’nin böyle bir
niyeti olsa, neoliberal saldırıları uygulamaz.
Avrupa’da ASF’nin ve “sosyal hareketler”in boyunu aşan yeni
bir hareket gelişiyor: Avrupa işçi hareketi. Yok olduğu sanılan,
düzene entegre olduğu sanılan dev uyanıyor. Özellikle İtalya,
Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkelerde, AB’nin bu önde
gelen ülkelerinde, diğer sosyal tabakaların yanı sıra yüz
binlerce işçinin neoliberal saldırılara karşı hak arayışı,
grevi etkili bir direniş biçimi olarak seçmesi ve dönem dönem de
mevcut sendikal örgütlenme çerçevesini aşarak direnmesi oldukça
anlamlıdır. Anlamlı olan diğer bir nokta da, sermayenin ve
üretimin uluslararası örgütlenmesinin işçi hareketinin
enternasyonal eylemine maddi zemin oluşturmasıdır. Örneğin
Almanya’da Opel grevi, diğer ülkelerdeki üretimi de
ilgilendirdiği için daha baştan enternasyonal bir karakter
taşıyordu.
Bu hareketi geliştirmek, sisteme karşı yöneltmek, bu hareketin
bayrağına “başka bir dünya mümkündür”den sosyalist bir
dünya mümkündürün anlaşılması gerektiğini yazdırmak, Avrupa
ülkelerindeki komünist partilerinin görevidir. Aksi taktirde
gelişen bu işçi hareketi de, reformistler tarafından boğulacak
ve sistem içinde eritilecektir.
- Teoride Doğrultu, Sayı 20, Mart-Nisan 2005.