deneme

15 Ocak 2006 Pazar

YA SOSYALİZM YA BARBARLIK (II)



SERMAYE HAREKETİ VE KRİZ DEVREVİLİĞİ

Kapitalizmde üretim toplumsaldır; Kapitalist üretim biçimi toplumsal üretim demektir. Ama bu üretim bireysel ve birbirinden tecrit işletmeler tarafından plansız bir şekilde örgütlenir. Yani her bir işletme, diğerlerinden bağımsız olarak üretir. Üretilen ürünlerin satılıp satılmayacağı; alıcı bulup bulamayacağı ancak pazarda belli olur. Metanın metaya karşı değiştirildiği koşullarda (M-M) kriz olmaz. Marks’ın deyişiyle: „İnsanların kendisi için ürettikleri koşullarda krizler olmaz, ama bu durumlarda kapitalist üretim de olmaz“ (Artı Değer Üzerine Teoriler“. C. 26/2, s., 503).

Kapitalist üretim, insanların kendisi için üretimi değildir; kapitalist üretimde esas olan, kullanım değeri üretimi değil, mübadele değeri üretimidir. Esas olan, artı değerin çoğaltılmasıdır. Kapitalizmde üretim, kar için, azami kar için üretimdir.

Kapitalizmin birkaç asırlık tarihinde sayısız ekonomik ve mali krizler yaşanmıştır. 19.yüzyılı ilk çeyreğine kadar olan dönemdeki bütün krizlerin patlak verme nedeni çoğunlukla siyasiydi. Bu dönemde krizler, bir savaş nedeniyle, siyasi bir karar nedeniyle veya doğrunda spekülasyon nedeniyle patlak verebiliyorlardı. O dönemde krizlerin esas nedeni, bugün yaşanan spekülasyon sürecinde yaşananlardan öz itibariyle pek farklı değildi.

Bazı ülkelerde gayrimenkullerde değer artışının veya düşüşünün gerçek değerle ilişkisi yoktur. Örneğin: 2002-2005 döneminde ABD ve İspanya’da gayrimenkul değerleri neredeyse bir misli artmıştır. Ama bu artışı karşılayan, bu artışa denk düşen bir değer yok. Spekülatif bir artış. Şöyle de diyebiliriz: Olmayan “değer”lerin alım ve satımı. Bu durum sadece gayrimenkul pazarında görülmez. Borsanın kendisi olmayan “değer”lerin işlem gördüğü alandır. Örnek: General Electric’in borsa değeri 377 milyar dolardır. Bu miktar bu tekelin gerçek değerini ifade etmez. Bu, bu tekelin hisse senetlerinin alım ve satımında kar elde etme umuduyla borsada işlem gören “değer”ini ifade eder. Yani, olmayan “değer”in kar umuduyla pazarlanması. Burada satılan, tekelin değeri değil, kar umududur. Bu nedenle: kar umudu fazla olan tekellerin borsa değerleri yüksek olur. Kar umudu vermeyen tekellerin borsa değerleri sürekli düşer.

Kriz olgusu bazında kapitalizmin tarihinde 1825’ten itibaren hala devam eden yeni bir dönem başladı. Bu tarihten itibaren tesadüfî ve dolayısıyla dönemsel olmayan krizlerin yerini dönemsel patlak veren krizler aldı. Kapitalist üretim biçiminde kriz devreviliğinin ifadesi olan bu krizlere ekonomik krizler veya fazla üretim krizleri diyoruz. Marks’ın sözleriyle ifade edersek: “ … büyük sanayi, 1825 krizi ile modern yaşamının devresel çevrimini ilk kez açarak… çocukluk çağından kurtulmaktaydı…” (Kapital; C. I, s., 20)

Teknolojinin gelişmesi ve kazanımlarının üretimde kullanılması sermayenin “değişmeyen” kısmının (makineler, iş aletleri, hammaddeler vs.) değişen kısmına (işgücü) nazaran daha hızlı büyümesini beraberinde getirdi. Üretim araçlarından oluşan sermayenin değişmeyen kısmı (sabit sermaye) belli bir dönem içinde (devrevilik) aşınır ve değeri de bu dönem içinde üretilen ürünlere aktarılır (Amortisman).

Sabit sermaye, her kriz sonunda önemli oranda yenilenir. Sermayenin devreviliği; aşınması ile yenilenmesi arasındaki dönem, devreviliğin süresini de belirler. Her dervrevliğin sonunda makinelerin ve başka aletlerin eskimiş olması gerekir.

Bugün sermayenin değişmeyen bölümünün fiziki açınmasından ziyade moral aşınması söz konusudur. Üretim sürecine dâhil edilen sabit sermaye, yeni teknoloji ile karşılaştırıldığında yeterli derecede verimli olmamaya başladığı anda “moral aşınma”ya uğramış olur ve değiştirilir. Böylece işletmenin rekabet gücü korunmuş olur. Marks, bu devreviliğin giderek kısaldığından bahseder.

Kapitalist üretim biçimi 1825’ten bu yana devrevi krizlerinden kurtulamamıştır. Canlanma, yükseliş, durgunluk ve kriz aşamalarından oluşan kapitalist devrevilik, son birkaç on yılda, daha ziyade 1970’lerden bu yana farklılaşmış ve devreviliğin yükseliş aşaması yerini küçük/düşük oranlarda büyüme; durgunluğa yakın bir büyüme; inişler/çıkışlar gösteren bir büyüme almıştır.

Her bir devreviliğin başlangıç noktasını kriz aşaması oluşturur. Kriz, ulusal ve enternasyonal alanda yeteri derecede “temizlik” yaptıktan; yeteri derecede sabit sermaye yok ettikten sonra, ekonomide yeni bir canlanma süreci başlar.

Kriz süreci Marks ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da şöyle anlatılır:

“Sanayin ve ticaretin tarihi, on yıllardan beri, modern üretici güçlerin, modern üretim koşullarına karşı, burjuvazinin ve onun egemenliğinin varlık koşulu mülkiyet ilişkilerine karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir. Bu konuda, tüm burjuva toplumunun varlığını dönemsel yinelenmeleriyle her keresinde daha tehdit edici bir biçimde sorguya çeken ticari krizlerin sözünü etmek yeterlidir. Bu krizler sırasında yalnızca mevcut ürünlerin değil, daha önceleri yaratılmış üretici güçlerin de büyük bir kısmı dönemsel olarak tahrip ediliyor. Bu krizler sırasında, daha önceki bütün çağlarda anlamsız görülecek bir salgın baş gösteriyor —aşırı üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli dardır”. (Komünist Manifesto. C. 4, s., 467/468).

Bugün de geçerli olan bir saptama. Burjuvazi, her bir kriz sonrasında, bir daha krizin olmayacağını, önceden tedbirlerin alınacağını; ekonominin yıkıma uğramayacağını, işçilerin sokağa atılmayacaklarını söyler, ama her seferinde sermaye kendi yasaları doğrultusunda hareket eder.

II. Dünya Savaşından sonra savaşın beraberinde getirdiği yıkımdan ve üretim araçlarına ve tüketim araçlarına duyulan ihtiyacın büyük boyutlarda olmasından dolayı kapitalist ekonomide devrevilik hem bazı ülkeler açısından ulusal olarak ve hem de uluslararası çapta 1970’li yıların ortasına kadar kesintiye uğramıştır: Yani II. Dünya Savaşı sonrasından 1974/’75 dünya ekonomik krizine kadar dünya çapında etkili bir kriz olmamış ve sadece bazı ülkelere (örneğin ABD, İngiltere) ekonomik krizler görülmüştür. 1974/’75 dünya ekonomik kriziyle birlikte kapitalist ekonomi “normal” devreviliğine dönmüştür.

Tabii bu “krizsiz” dönem burjuva ekonomistlere “artık krizler tarihe karıştı” tespitini yapma fırsatı vermiştir. Ama 1974/’75 kriz patlak verince kapitalizmin bu devrevi krizi “1973 petrol krizi” ile açıklanmıştır. Ekonomik gelişmeleri değerlendirmede bihaber avanak küçük burjuvazi de 1974/’75 krizinin ne anlama geldiğini değerlendirme yerine burjuva ekonomistlerin “1973 petrol krizi” korosuna katılmışlar ve böylece burjuvazinin çarpıtmalarına katkıda bulunmuşlardır. Her halükarda 1974/’75 dünya ekonomik krizini 1980-1983, 1990-1994 ve 2000-2003 dünya ekonomik krizleri izlemiştir.

Marks’ın “Dünya pazarları krizleri, burjuva ekonominin bütün çelişkilerinin gerçek özeti ve şiddete dayanan denkleştirilmesi olarak kavranmalıdır” (Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 26/2, s., 510) tespiti bu krizlerle bir kez daha doğrulanmıştır.

Ekonomik krizlerin ne zaman patlak vereceğini önceden tespit etmek olanaklı değildir. Bunun nedeni kapitalist üretime özgü olan çok çeşitli antagonist çelişkilerde aranmalıdır. Şüphesiz ki, ekonomik devreviliğin kaç yılda oluştuğu baz alınarak tahminde bulunmak mümkündür. Ama bu da „şu yıl kriz patlak verecek“ tespitini yapmamız için yeterli değildir. Nitekim, krizlerin ne zaman patlak vereceğini tahmin etme konusunda en çok yanılanlardan birisi de Marks olmuştur (Bkz.:Marks’ın Engels’e yazdığı 8 Aralık 1857 tarihli mektup. C. 29, s., 225). Ama kriz başladığında onun gelişme seyrini tamı tamına belirlemek mümkündür.

Üretici güçlerin ve üretimin gelişmesiyle/artışıyla sınırlı tüketim arasındaki çelişki günümüz kapitalizminde; “neoliberal kapitalizmde eski dönemlerde olduğundan daha büyük ve yıkıcı bir rol oynamaktadır. Bu çelişki Marks tarafından kapitalizmde fazla üretim krizleri için belirleyici çelişki olarak tespit edilir. Marks, konuya ilişkin olarak Kapital’in III. Cildinde şu tespiti yapar:

“Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile bu sömürünün gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil, mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız, toplumun üretici gücü ile ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketim gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içersinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir“ (s., 254). Yani;İçerdikleri değeri ve artı değeri, kapitalist üretime özgü bölüşüm ve tüketim koşulları altında gerçekleştirebilmek ve yeni sermayeye çevirebilmek, yani bu süreci durmadan yinelenen patlamalara meydan vermeksizin sürdürebilmek için gereğinden fazla meta üretilir“ (Agk., s., 268).

Genel olarak ücretlerin gerilemesi, işsizlerin sayısındaki artış veya reel olarak gerileyen ücretler ve kitlesel kronik işsizlik, kişisel/özel tüketimi sınırlandırmaktadır. Yığınların geliri, yani talep geriledikçe (yoksulluk) tekellerin karı da artar. Paradoks gözükebilir ama kapitalizmde tekellerin karı arttıkça yoksulluk da artar. Dolayısıyla sermaye birikimi yoksulluğun birikimidir.

Kapitalizmin bir tarafta zenginlik, diğer tarafta da yoksulluk ürettiği kriz dönemlerinde daha belirgin olarak görülür. Bu, ülkeler ve uluslararası çapta görülen bir gelişmedir.

Nakit para sahiplerinin; dünya çapında dolar milyarderlerinin parasal varlıkları 2004 yılında 30 800 milyar dolar tutarındadır. Bir sene önceki miktara göre yüzde 8,2 oranında bir artış. Dünya çapında 8,3 milyon milyoner bu servetin sahibidir. Sadece 2003’ten 2004’e milyoner sayısı 600 bin artmıştır. Bu oranda bir mutlak artış şimdiye kadar görülmemişti. Dolar milyonerlerinin sayısı en hızlı olarak Afrika’da artar; 2004’te yüzde 13,7 oranında; Kuzey Amerika’da yüzde 9,7; Ortadoğu’da yüzde 9,5 ve Asya/Pasifik alanında yüzde 8,2 oranında.

Dolar milyonerlerinin toplam parasal varlığı, dünya ulusal brüt üretimine denk düşmektedir.

Burada, dolar milyonerlerinin elinde birikmiş olan 30 800 milyar dolarlık nakit miktara daha az zengin olanların ve işletmelerin elindeki nakit miktarı eklersek yaklaşık 60 trilyon dolarlık bir miktar elde ederiz. Yani 60000 milyar dolarlık nakit para, az sayıda milyarderin elinde toplanmıştır.

Buradaki fark; zenginlik ve yoksulluk arasındaki giderek büyüyen fark, politik ekonomide oldukça önemli bir gelişmenin ifadesidir. Sorun sadece, parasal zenginliklerin belli ellerde birikmesiyle sınırlı değildir. Sorun, bu birikimin beraberinde getirdiği etkidir. Bu konuda Marks şöyle der:

„Dolaşımdaki genişlemeyle birlikte paranın gücü, her an kullanılmaya hazır bu mutlak toplumsal servet biçiminin gücü de artar. .. Ne var ki, paranın kendisi de bir metadır, dışsal bir nesnedir, herkesin özel malı olabilecek bir şeydir. Böylece toplumsal güç, özel kişilerin özel güçleri halini alır“ (Kapital; C. I, s. 145/146).

Servet-yoksulluk bağlamında Marks’ın üretim ile tüketim arasındaki çelişkiye ilişkin tespitini göz önünde tutalım:

„Bütün gerçek krizlerin son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir“ (Kapital; C. III, s. 501).

Zenginlik ve yoksulluk arasındaki sürekli büyüyen farkın; yüksek karlar ve gerçek ücretlerin düşmesinin arka planında etkili olan bir kaç sürecin olduğunu görmekteyiz:

Birinci süreç:

Her ülkede farklı görünümler alsa da genel olarak neoliberal saldırılar sonucunda işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadele sonucu elde etmiş oldukları ekonomik ve demokratik haklar tırpanlanmış ve bu saldırıların sonucu bir taraftan ücretler düşerken, diğer taraftan tekellerin karları olağanüstü artmıştır.

İkinci süreç:

Ücretlerin düşmesi ve kronik kitlesel işsizlik, tüketimi ve dolayısıyla ülke içi konjonktürü olumsuz etkilemektedir. Bunun sonucu olarak; sınırlı tüketim (gücü) ve yüksek artışlı üretim arasındaki çelişki keskinleşmekte ve dolayısıyla ekonomik büyümede durgunluğa, krizsel gelişmeye ve nihayetinde de krizlere neden olmaktadır

Üçüncü süreç:

İç pazarın daralması, daha güçlü bir şekilde dış pazara yönelmeye neden olmakta ve bu da dış pazarlardaki rekabeti keskinleştirmekte ve aynı zamanda dünya pazarlarında rekabet askeri olanakların kullanılmasıyla teminat altına alınmaya çalışılmaktadır.

Dördüncü süreç:

Devasa miktarlardaki kar ve parasal birikim, iç pazarda kar beklentisine tekabül eden yatırım alanları bulamadığı için dünya pazarlarına kaymaktadır.

„Küreselleşme“, sermayenin uluslararasılaşmasıdır. Bunu en iyi parasal sermaye hareketinde görmekteyiz. Parasal sermaye sahipleri iç pazarda değerlendiremedikleri paralarını, en fazla kar getiren alanlara yatırmak için dünyanın dört bir bucağına göndermekteler. Bugün açısından dünya çapında serseri mayın gibi dolaşan ve en karlı yatırım alanı arayışı içinde olan sermaye miktarı 60 bilyon Avrodur. Bu hırsı Marks şöyle anlatır:

“Para yığma hırsı, doğası gereği doymak bilmez. Nitelik ya da biçim açısından paranın yararlılığının sınırı yoktur, yani her metaya doğrudan doğruya çevrilebildiği için maddî servetin evrensel temsilcisidir. Ama aynı zamanda, her fiilî para toplamı miktar olarak sınırlıdır, dolayısıyla, satın alma aracı olarak sınırlı bir yararlılığı vardır. Paranın nicel sınırlılığı ile nitel sınırsızlığı arasındaki bu karşıtlık, istifçi için, Sisyphus-benzeri emek biriktirmesinde, para yığıcısı için, sürekli bir mahmuz olur. Bu, tıpkı, aldığı her yeni ülkede,yalnızca yeni bir sınır gören bir fatihi andırır“ (Kapital; C. I, s., 147).

Bir taraftan artan yoksulluk, diğer taraftan devasa miktarlarda birikim. Modern zaman barbarlığı, bu sürecin sosyal sonuçlarında ifadesini bulmaktadır.