Kapitalizm ve “Küreselleşme”
Bir söyleşisinde M. Friedman sosyalizmi şöyle tanımlar:
„Geleneksel anlamda sosyalizm, bir hükümetin ve bir devletin toprak da dahil üretim araçlarını kendi tasarrufunda tutmasıdır. Kuzey Kore dışında bugün hiç kimse sosyalizmi böyle tanımlamaz. Böyle bir şey bir daha asla olmayacaktır. Berlin Duvarının yıkılması, özgürlüğün zaferi için benim, Hayek’ın ve diğerlerinin yazdığı bütün kitaplardan daha çok yararlı olmuştur. Bugün sosyalizm sadece, hükümetin, varlıklı olanların gelirlerinden alması ve hiçbir şeyi olmayanlara biraz vermesidir. Burada söz konusu olan, mülkiyet değil, gelir transferidir. Sosyalizmin bu biçimi tabii ki hala var“.
Ekonomist Friedman anlattığının sosyalizm olmadığını pekala biliyor. Ama henüz özelleştirilmemiş sermayeyi ve “sosyal devlet”i, “sosyalizm” olarak göstermek ve bu “sosyalizm”in de yıkılması gerektiğini vurgulamak için böyle bir tanımlama yapıyor. Onun bu niyeti „21. yüzyılda özgürlükte ve serbest pazarlarda ilerleme olacak mı“ sorusuna verdiği cevapta da anlaşılmaktadır:
“Evet, bir bütün olarak dünya şu veya bu biçimde özgürlük kavramını benimsedi… Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ve Çin’in değişimiyle dünya daha da özgür oldu. Bu her iki dönüşümün sonucu olarak kurtarılan bütün bağımlı ülkelerde demokratik hükümetler işbaşında… Serbest pazarın temeli, henüz tam özgür olmayan ülkelere doğru genişleyecektir. Bugün herkes bilmektedir ki, geri kalmış ülkeler için başarının yolu, sadece, daha özgür pazarlardır ve küreselleşmedir”.
M. Friedman, M. Thatcher’ın B. Britanya’da uyguladığı neoliberal modeli, 21. yüzyıl için örnek olarak görmektedir. Bahsettiği özgürlük ve serbest pazar, Friedman açısından günümüzdeki kapitalizmin medeniyetçi eğilimlerinin ifadesidir.
Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana (1989/1991) yaşanmakta olan sürecin iki temel özelliği dikkati çekmektedir: Dünya çapında her şeyi sermayenin kendisini değerlendirmesine ve azami kara bağımlı kılma süreci hızlanmış ve yaygınlaşmıştır. Burada söz konusu olan, sermayenin uluslararasılaşmasıdır, yani burjuvazinin tanımlamasıyla “küreselleşme”. Sermayenin uluslararasılaşması, kaçınılmaz olarak “vahşi” kapitalizmi gündeme getirmiştir. Yani, kapitalist üretim biçimi tarihinde “sosyal devlet” diye tanımlanan süreç dışında kalan bütün dönemlerde hâkim olan kapitalizmi.
Güya yeni olan bu “küreselleşme” hakkında Marks ve Engels “Komünist Manifesto”da (1848) şöyle derler:
“Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi… Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor…
Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor… Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor”.
Marks ve Engels aynı yerde devamla şöyle derler:
„Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler”.
Tabii ki, kapitalist üretim biçimi, Marks ve Engels’in „küreselleşme“ tanımlamasından bu yana, dolayısıyla Revizyonist Bloğun çökmesinden bu yana da sadece horizontal gelişmemiş, aynı zamanda vartikal da gelişmiştir. Yani sadece bütün dünya çapında yaygınlaşmamış, aynı zamanda derinlemesine de gelişmiştir.
1987-2005 arasında dünya ticareti (ihracat+ithalat) yıllık ortalama olarak yüzde 6,6 oranında artarken, aynı dönemde dünya üretimi yıllık ortalama olarak ancak yüzde 3,4 oranında büyümüştür. Bu veriler, dünya ekonomisinin dünya ticareti üzerinden iç içe geçmişliğinin ne derece yaygın ve güçlü olduğunu göstermektedir. Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi, “ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler,… tek bir hukuk düzenine, … tek bir gümrük tarifesine” tabi kılınarak çeşitli iktisadi birliklerde (AB, NAFTA vs.) bir araya getirildiler. Bunun ötesinde IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumlar da dünya ekonomisini; meta ve sermaye dolaşımında serbestliği (özgürlüğü) teşvik etmek için sürekli güçlendirildiler.
Emperyalist burjuvazinin propagandasını yaptığı küreselleşme, öyle söylendiği gibi dünya çapında eşit bir gelişmeyi beraberinde getiriyor mu? Yani herkes daha da özgürleşiyor mu, iş bulabiliyor mu?
Hayır. Burjuvazinin küreselleşmesi, sınıflar arası çelişkileri derinleştirdiği gibi, bölgesel eşitsizliği de derinleştirmektedir. Toplumsal zenginliğin belli kapitalist ve emperyalist merkezlerde; ülkelerde ve bölgelerde toplanmışlığının daha da güçlendiği tartışa götürmez bir gerçekliktir.
ABD ve Kanada’nın, Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin, Japonya ve Avustralya’nın dünya brüt üretimindeki toplam payı 1993’te yüzde 80’den 2003’te 76’ya düşer. Bu ülkelerde dünya nüfusunun yüzde 14’ü yaşamaktadır. Amerikan emperyalizmi dünya üretimindeki payı 1993’te yüzde 27’den 2003’te yüzde 32’ye çıkar. İsviçre, Norveç ve İzlanda dâhil AB’nin (15 ülke) payı da 32,5’ten yüzde 27,9’a düşer. En çok güç kaybeden ülke Japonya’dır. Bu emperyalist ülkenin dünya üretimindeki payı 1992’de yüzde 16,7’den 2002’de yüzde 12,7’ye düşer.
Dünyanın geriye kalan kısmında durum nasıl?
820 milyon insan; dünya nüfusunun yüzde 13,4’ü, Afrika kıtasında yaşıyor. Bu kıtanın dünya üretimindeki payı ise 2003’te ancak yüzde 1,6 oranındaydı.
Bunun ötesinde “Asya Kaplanları” denen devletlerle birlikte 13 “yükselen” ülkenin dünya üretimindeki payı ancak yüzde 10 oranındadır. Bu ülkelerde dünya nüfusunun yüzde 18,1’i yaşamaktadır.
Çin’in dünya üretimindeki payı ise 1993’te yüzde 3’ten 2003’te yüzde 4,6’ya çıkar. Dünya nüfusunun yüzde 21’i bu ülkede yaşamaktadır.
Dünya pazarlarındaki pay durumuna gelince:
Sadece beş emperyalist ülkenin (ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve B. Britanya) 2004’te dünya meta ihracatındaki toplam payı yüzde 35 idi. Sadece Avro alanında 12 ülkenin 2004’te dünya ihracatındaki payı yüzde 31,3 oranındaydı. IMF’nin “önde gelen” veya “ilerleyen ekonomiler” kavramıyla tanımladığı 29 ülkenin (ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, İsviçre, Norveç, Kıbrıs, İzlanda, Hongkong, Güney Kore, Singapur, İsrail, Tayvan ve AB (15 ülke) dünya ticaretindeki payı 2004’te yüzde 76,6 oranındaydı. Bu ülkelerde toplam dünya nüfusunun ancak yüzde 15,4’ yaşamaktadır.
Dünya ticaretinde payı en hızlı artan ülke Çin’dir. Bu ülkenin payı 2004’te Japonya’nın payını aşmıştır. 2004 itibariyle Çin, dünyanın üçüncü büyük ihracatçı ülkesiydi.
Tekeller açısından:
Dünya pazarına belli ülkelerden az sayıda uluslararası tekel hâkimdir. 2003 yılı itibariyle dünyanın en güçlü 200 tekelinin “ulusal” limanı 13 ülkeydi: Bu tekellerden 77’nin merkezi ABD’de; 28’nin Japonya’da; 20’nin Almanya’da; keza 20’nin Fransa’da; 16’nın B. Britanya’da (Buna iki Britanya-Hollanda tekeli de dâhil); 7’nin Hollanda’da; 6’nın İsviçre’de; 5’nin İtalya’da; 3’ünün İspanya’da; 2’nin Norveç’tedir. Merkezi Finlandiya’da, Belçika’da ve Luksemburg’da olan birer tekel var. Geriye kalan 13 tekelin merkezi de bu ülkeler dışında kalan yedi ülkededir.
Bu 200 en güçlü tekel arasında iki Çin petrol tekeli de yer almaktadır (Sinopec; sıralamadaki yeri 53 ve Çin Ulusal Petrolü; sıralamadaki yeri 73).
Kapitalist ekonomide gücün kıstası tekellerin fiyatıdır veya „borsa değeri“dir. (Borsa değeri, hisse senedi değeri, çıkartılan hisse senedi sayısıyla çarpılarak elde ediliyor).
Bu açıdan güç dengesi şöyle: Dünyanın en güçlü 200 tekeli arasında Amerikan tekellerinin pazar payı yüzde 50. NAFTA’dakilerin toplam payı ise yüzde 52,5. AB’deki bu türden tekellerin pazar payı yüzde 30 ve Japonya’dakilerin payı da yüzde 10. Bu üç bölgenin; NAFTA (ABD, Kanada ve Meksika), AB ve Japonya’nın dünyanın en büyük 1 200 tekelinin “borsa değeri”ndeki toplam payı yüzde 90.
Artı Değer Üzerine Teoriler’de Marks şöyle der:
“Filozof düşünceler üretir. Bir şair şiir üretir…. Bir cani, suç üretir…Bir cani sadece suç üretmez, aynı zamanda polisiye hukuku da üretir…Bunun ötesinde bir cani, bütün polisi,..hakimleri, cellatları da üretir…Ulusal cinayet (suç, çn.) olmasaydı, dünya pazarı doğar mıydı?” (Artı Değer Üzerine Teoriler: Marks/Engels; C. 26/1, s. 363/364).
Mevcut dünya pazarının, burjuvazinin küreselleşmesinin; emperyalist küreselleşmenin bir cinayet olduğunu, canilik olduğunu kanıtlamaya gerek var mı?
Bir taraftan maddi zenginlikler az sayıda tekelde toplanırken, yüz milyonlarca insanın işsiz olarak sokağa atılmaları medeniyet adına bir cinayet değil mi?
Dünya çapında yüz milyonlarca insan günde bir dolarla veya daha az bir miktarla geçinmeye mahkûm edilirken, maddi zenginliklerin bir avuç milyarderin elinde toplanması cinayet değil mi?
Milton Friedman, işin daha başında olduğumuzu söylüyor: “Bugün bütün zamanların en özgür dünya ekonomisini mi yaşıyoruz” sorusuna bu bay, söz konusu söyleşide şöyle cevap veriri: “Hayır, 19. yüzyılda oldukça serbest bir ekonomiye sahiptik. Bugün, o günkünden daha az bir küreselleşmeye sahibiz”. 19. yüzyılın bu özgürlüğüne doğru gelişecek miyiz, bunu bilmiyorum?”
M. Friedman, yeterli değildir, Avrupa, “Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ı taklit etmelidir. Gerçekten de söz konusu olan, serbest pazarlardır” diyor.
Bir bakıma haklı da: Emperyalist küreselleşme ne denli derinleşmiş olursa olsun, hala “sosyal devlet” kalıntıları var ve birtakım koruyucu mekanizmalar geçerli. 19. yüzyılda ne “sosyal devlet” vardı ne de koruyuculuk (protektiyonizm). Neoliberal saldırıların bütün şiddetiyle devam etmesi, 19. yüzyıl kapitalizmine henüz dönülmediğin göstermektedir.
Küreselleşme savunucuları, “Manchester kapitalizmi” uygulaması istiyorlar. Neoliberal saldırıların altında yatan budur. İstiyorlar ki, günlük 12, 13 saat çalışılsın. Sağlık, eğitim veya toplumsal yaşamın şu veya bu alanında mücadele sonucu elde edilen haklar tamamen kaldırılsın.
M. Friedman, 1973’te Şili’de faşist darbeyle iktidara gelen A. Pinochet’in ekonomi alanında gözde danışmanıydı. Bu ülkede neoliberal kapitalizm terörle, işkenceyle, yoksullaştırmayla uygulandı. Sonra ABD’de R. Reagan ve B. Britanya’da da M. Thatcher önderliğinde geliştirildi. Şimdilerde ise yüz milyonları işsizliğe mahkûm ederek, başka ülkeleri işgal ederek, kazanılmış hakları yok ederek bütün dünyada uygulanmaktadır.
Emperyalist küreselleşme savunucuları, kapitalizmin geleceğini 19. yüzyıldaki kapitalizmde; “Manchester kapitalizmi” özgürlüklerinde görmekteler.