KAPİTALİZMİN KRİZ ÇÖZME ÇABALARI
Karl Marks, kar oranını „sermayenin asıl dürtü (sevk, çn.) mekanizması“ olarak tanımlar.
Ekonomist M. Friedman, „Bir kapitalistin yegâne sosyal sorumluluğu, karını arttırmaktan ibarettir“ der.
Sermaye ise en yüksek karın olduğu yerde her türlü cinayeti işler: “…Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır: yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.” (T. J. Dunning. Aktaran; Marks, Kapital, C. I, s., 788).
Sermaye veya bir tekel için esas olan, kar oranıdır; yatırmış olduğu sermayenin toplamıyla karşılaştırıldığında elde edeceği kar kütlesi veya kar oranıdır. Bu oranın düşük olması, sermaye açısından iç açıcı bir durumun olmadığını gösterir.
Ölçü, kar olduğundan dolayı kapitalizm kar hareketine doğrudan tepki verir. Sermaye açısından, hammaddeler, başka yatırımlar ve ücretler için harcanan sermaye karşılığında elde edilen karın, yatırılan sermayeye oranı oldukça önemlidir. Kapitalist üretim biçimi bakımından bu oldukça önemlidir ve bu nedenle, kar oranı hareketine bakarak sermayenin devrevi gelişmesinin nasıl olduğunu görebiliriz:
1929-1932 dünya ekonomik krizi döneminde ABD’de karlar, 1930’da 1929’a ve 1932’de de 1931’e göre yaklaşık yüzde 40 oranında düşmüştü. Almanya’da sanayide toplam karlar 1929’da 315 milyon marktan 1931’de 116 marka düşmüştü. 1932’de ise zarar miktarı 73 milyon marktı. 1932’de sonra karların artmaya başlaması bu ülkelerde üretimde belli bir canlanmanın olduğuna işaretti.
1974/1975 dünya ekonomik krizinde karlar dünya çapında yeniden düşmüştür. Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında anonim şirketlerinin karları ilk defa 1974 ve 1975’te arka arkaya iki yıl boyunca yüzde 15 oranında düşmüştür. Ama 1976’da da yüzde 64 oranında artmıştır.
„Dünyanın en büyük 500 işletmesi“ istatistiklerini hazırlayan Fortune dergisi 2000 yılı değerlendirmesinde işletmeleri „sağlıklı, mutlu ve semiz“ diye tanımlar.
Aynı dergi 2002 değerlendirmesinde şu sözlere yer verir: “2001 yılı zarar için rekor yılıydı. Dünya çapında 500 en büyük tekelden 297’inde karlar düşüyordu. 2001’in toplam karları, bir sene öncesinin karlarının yarısından biraz daha azdı. Bu, Fortune’nın Statistk Global 500’ü ilk defa açıklamasından bu yana karlarda görülen en büyük düşüştü“.
Aynı dergi 2004’te de şöyle yazıyordu: „Geri döndüler. Üç sene kötü haberlerden sonra dünyanın en büyük işletmeleri, bütün zamanların en yüksek karlarını ve cirosunu elde ederek geçen yıl devasa bir dönüm yaptılar“.
Bu tekellerin karları, 1998’e göre 1999’da yüzde 25,6 oranında artıyor. 2001’de 1999’a göre yüzde 44,8 oranında düşüyor. 2001’e göre 2003’te karlar yüzde 139 oranında artıyor. 1998’e göre 2003’te kar artış oranı yüzde 65,8’e varıyor.
Her üç dünya ekonomik kriziyle ilgili bu veriler, kar hareketiyle sermayenin devrevi hareketi arasındaki sıkı bağı göstermektedir. Bunun ötesinde kar hareketi, cironun gelişmesi, çalışanların sayısı ve kar miktarı bakımından ele alındığında şunu görmekteyiz: 500 en büyük tekelin toplam cirosu, 1998’den 2003’e, yıllara göre farklı boyutlarda olsa da, toplam olarak sürekli artmıştır. Ortalama artış oranı, yüzde 29,6. Çalışanların sayısı kriz yıllarında mutlak olarak gerilemiş, ama 1998-2003 arasında ortalama olarak yüzde 15,6 oranında artmıştır. Bu, oldukça az bir artıştır. Bu demektir ki, 1998-2003 arasında yüzde 66 oranındaki kar artışı, yaklaşık aynı sayıdaki (veya sayısı az artmış) işçilerin sömürülmeleriyle gerçekleştirilmiştir. Yani bu işletmeler, sermayenin organik bileşimini değişmeyen sermaye lehine değiştirerek; makinelere, yeni fabrikalara, teknolojiye, hammaddelere yatırım yaparak ve işgücü için harcamaları kısarak veya aynı seviyede tutarak veya da önemsiz oranda arttırarak üretim yapmışlar ve bu yüzde 66 oranındaki karı elde etmişlerdir.
Düşen kar oranı ne anlama gelir?
Artı değer ve kar, nihayetinde insan çalışmasının; soyut „emeğin“ sonucudur. Şöyle de diyebiliriz: Kar veya artı değer, kapitalistin iş güçü için yaptığı ödemenin ötesinde elde ettiği değerdir. Bu artı değer, iş gücü sömürüsü sonucunda elde edilir. Ama kapitalist açısından elde ettiği artı değerin veya karın miktarı önemli değildir. Kapitalist açısından önemli olan, „kar marjı“dır. Burjuva politik ekonomide bunun farklı tanımlamaları vardır. Marksist-Leninist politik ekonomide „kar marjı“na kar oranı denir. Bu oran (p¹), değişen sermayenin (v); yani iş gücü için yapılan harcamaların toplam değişmeyen sermayeye(C); yani hammaddeler, teknoloji, makineler, binalar için yapılan toplam harcamalara (yatırımlara) olan oranı hesaplaması sonucunda bulunur.
Bu oranı sürekli değiştiren iki faktör vardır:
Birinci faktör: Rekabetten dolayı işletmeler, işgücü için harcamalarını kısarlar; Yani bir taraftan işçi sayısını azaltırken, diğer taraftan da ücretleri düşürürler.
İkinci faktör: Değişmeyen sermayenin kapsamı büyür. Demek oluyor ki, işletmeler bir taraftan işgücü için harcamaları düşürürken, diğer taraftan değişmeyen sermaye için harcamaları arttıralar ve böylece sermayenin organik bileşimi (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı)değişir. Bu durum, işletmelerin, giderek daha az sayıda işgücü çalıştırarak (sömürerek), daha çok/kapsamlı değişmeyen sermaye kullanarak ürettiklerini gösteriri.
Kapitalist üretim sürecinde sermayenin organik bileşimi sürekli artar (Savaş ve başka nedenlerden dolayı aksamaları dikkate almıyoruz). Yani toplam sermayede değişmeyen sermayenin payı, değişene oranla sürekli artar ve kapitalist, rekabet gücüne sahip olmak istiyorsa sermayesinin değişmeyen kısmını sürekli arttırmak zorundadır; sürekli yeni makineler, yeni teknoloji, yeni fabrikalar vs. için yatırım yapmak zorundadır. Bu gelişme nereye kadar gider; sermayenin bileşiminde değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranı ne kadar düşer, bu bilinmez. Şimdilik bilinmez. Ama işgücü harcamaksızın üretim yapmanın olanaklı olduğu, teori olmaktan çıkmıştır. Son yıllarda, iş gücüne ihtiyaç duymadan motorlu araç ve yonga üretimi yapan fabrikalar kuruldu. Bu, bu fabrikalarda otomasyonun bugünkü teknolojiye göre en üst seviyeye çıkartıldığı anlamına gelir. Biliyoruz ki, sadece ve sadece işgücü; insan çalışması değer ve artı değer yaratır. Bu nedenden dolayı kar oranı sürekli düşüş eğilimi içindedir. Kapitalizmde kar kütlesi, sürekli giderek artan bir sermaye yatırımı; özellikle de değişmeyen sermaye yatırımı sonucunda elde edilmektedir.
Kar oranının düşme eğilimine karşı etkide bulunan faktörler de vardır:
Burada krizler çok önemli bir rol oynarlar. Marks’ın dediği gibi, „daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleri,.. bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalar“ olarak krizlerin, kar oranını yeniden yükseltmek gibi nesnel bir görevleri vardır. (Marks; Kapital, C. III, s., 259).
Bu nasıl olur?
Birincisi: Kriz sürecinde devasa hacimde sermaye yok edilir; makineler, iş aletleri „eski”diği için atılır. Tesisler yıkılır. İflaslar birbirini kovalar ve böylece mevcut kapasite fazlalığı yok edilir. 2002 yılında dünya çapında iflaslarda rekor kırılmıştı. Öyle ki, sermaye kıyımı/yok edimi faaliyeti modern kapitalizmde bir iş kolu olmuştur.
Sermaye kıyımının doğrudan bir sonucu olarak kar kütlesi, hacmi az sermaye ile elde edilir. Sermaye kıyımından dolayı yatırılan sermayenin değeri de düştüğü için, yatırılan toplam sermayenin değeri, sadece teknik kapsamı bakımından (kullanım değeri) değil, yatırılan her bir sermaye biriminin pazar fiyatı bakımından da düşer. Bu gelişmelerin yanı sıra, özellikle değişmeyen sermayeye dâhil olan mallarda fiyatlar düşer (kriz dönemi böyledir). Öyle ki, çoğu ürünlerde fiyatlar, üretim fiyatının altına düşer. Örneğin 2001/2002’de (2000-2003 krizi döneminde) enformasyon ve telekomünikasyon teknolojisi sektörlerinde dünya pazarlarında fiyat savaşı yaşanmış ve bilgisayar vb. ürünlerin fiyatları düşmüştür. Bunun ötesinde kriz dönemlerinde hammadde fiyatları da düşer ve böylece bu da yatırılan sermayede belli bir ucuzlamaya neden olur.
İkincisi: Kriz döneminde çalışan işçiler üzerinde baskı olağanüstü arttırılır ve böylece artı değer oranı (sömürü derecesi) yükletilir; işçiler, sokağa atarım tehdidi ile karşı karşıya kalırlar ve daha fazla çalışmaya zorlanırlar.
İşgücünün artan sömürüsü; çalışma süresinin sürekli artan, artı değer yaratan ve kapitalist tarafından el konulan bölümü ile işçilere ücret olarak verilen bölümü arasındaki fark, düşen kar oranı karşısında belirleyici karşı faktörü oluşturur. Marks, bu ilişkiyi şöyle açıklar:
„Kâr oranında düşme eğilimi, artı değer oranında bir yükselme eğilimi ve dolayısıyla işin („emeğin“, çn.) sömürü oranında bir büyüme eğilimi ile iç içedir. …Kâr oranı, iş („emek“, çn.) daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği için düşer. Artı değer oranındaki yükselme de, kâr oranındaki düşme de, işin („emeğin“, çn.) büyüyen üretkenliğinin kapitalizm altında ifadesini bulan özgül biçimlerden başka bir şey değildir“. (Kapital; C. III, s. 250).
Sömürü oranı artmasına rağmen kar oranı düşüyor, çünkü burada; bu süreçte sermayenin organik bileşimi, artı değer oranının artışından (sömürü oranının artışından) daha hızlı büyümektedir.
Üçüncüsü: Kriz dönemlerinde, yani kar oranlarının düştüğü dönemlerde, devlet sermayesinin değil, özel sermayenin yatırım alanları genişletilmeye çalışılır. Böylelikle sınırsız üretim ile sınırlı tüketim arasındaki çelişki yumuşatılır. Bu nedenden dolayıdır ki, özellikle böylesi dönemlerde özelleştirmeye hız verilir. Devletin elindeki (kamu) işletmeler özel sermayeye peşkeş çekilir. Bu sürecin etkili olması için dünya çapında ticareti ve dolayısıyla ihracat yoğunlaştırılır. Örneğin AB’nin doğu genişlemesiyle tekelci sermayeye bu olanak sağlanmış ve böylece AB’de tekeller, daha geniş bir ihracat alanına sahip olmuşlardır. Bundan da en çok Alman ekonomisi yararlanmıştır. Alman ihracatının 1998’de 550 milyar Avrodan 2005’te 900 milyar Avroya çıkmasında bunun küçümsenemeyecek bir payı vardır.
İhracatın, dolayısıyla pazar alanının genişletilmesinin krizden geçici çıkışın bir yolu olduğunu Marks şöyle anlatır:
„Piyasanın bu nedenle sürekli genişlemesi… zorunludur… Bu iç çelişki, kendisini, üretimin dışa dönük alanlara doğru yayılması ile çözümlemeye çalışır. .. Bu, ayrıca, kapitalist üretimin gelişmediği ülkelerin kapitalist üretimde bulunan ülkelere uyacak oranlarda tüketimde ve üretimde bulunmaları gerektiğini istemeye varır“. (Kapital; C. III, s. 255 ve 267).
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, güya çözüm olan krizlerin daha derin ve kapsamlı krizlere bir hazırlık olduğunu şöyle anlatırlar:
„Peki, burjuvazi bu krizleri nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı krizler hazırlayarak ve krizleri önleyen araçları azaltarak“. (C. 4, s. 468)
Kapitalizmin; barbarlığın güncel durumu üzerine:
Ekonomist P. A. Samuelson, 2005 yılı sonunda bir söyleşide şöyle diyordu: „Pazarın kalbi yoktur. Pazarın beyni yoktur. Pazar, ne yapıyorsa, onu yapıyor. Her sefer, bir gazeteyi açıp baktığımda şunu okuyorum; emeklilik yükümlülüğünü yerine getirmeyen işletmeler. Önceleri böyle bir şey yoktu. … Ben, ben, ben ve şimdi toplumu olduk. Başkalarını ve yarını düşünmüyoruz“.
90’lık Samuelson, hem doğru hem de yanlış söylüyor. „Önceleri böyle bir şey yoktu“ demekle o, kapitalizme neredeyse hakaret ediyor. Önceleri de böyle şeyler vardı, bay Samuelson. „Önceleri böyle şey yoktu“ demek, şimdiki kapitalizm pratiğini „özel“ bir pratik olarak açıklamak veya kapitalizmi, kapitalizm olmaktan çıkartmak anlamına gelir. Bu konuda Samuelson yalnız değil. „Küreselleşme“yi kapitalizm ötesi veya kapitalizmin bir aşaması olarak tanımlayan „avanak ve dar kafalı küçük burjuva“ (Lenin) saymakla bitmez. Bunların asli görevi, daha önceki kapitalizmin, Samuelson’un deyimiyle *önceleri böyle şey yoktu“ denilen dönemdeki kapitalizmin özlenilir olduğu imajını işçi sınıfı ve emekçi yığınların beynine işlemek ve onları o dönem kapitalizmi için mücadeleye çağırmaktır. Dünya Sosyal Forumu, Avrupa Sosyal Forumu bunu yapıyor.
Samuelson, doğru söylüyor, çünkü kapitalizm „Ben, ben, ben ve şimdi toplumu“dur, “başkalarını ve yarını düşünmez“. Yani kapitalizm, dün olduğu gibi bugün de geleceği düşünmez. Kapitalizmde pazar her şeydir ve pazarın her şey olması düşünmeyi dışlar. Kapitalizmde üretimde anarşi yasası, düşünmeyi dışlama yasasıdır.
Gelişmiş kapitalizm, barbarlığının olgunlaşmış olduğu, bütün şiddetiyle etkili olduğu kapitalizmdir. Samuelson için şaşırtıcı olmaması gereken bir gerçeklik.
Üretici güçler, geçmişle karşılaştırılamayacak derecede gelişmiştir. Dolayısıyla çalışma süresinin bütün dünyada kısaltılmasının maddi olanakları vardır. Nesnel olarak, her bir insanın daha az çalışarak bütün gereksinimlerini sağlaması olanağı vardır. Ama kapitalizm “sosyal” değildir. Onu ilgilendiren, insanların gereksinimleri değil, sömürülmesidir.
Üretici güçlerin gelişme seviyesi göz önünde tutularak çalışma süresinin kısaltılması kitlesel kronik işsizliği ortadan kaldırabilir. Ama bu, kapitalisti ilgilendirmez.
Kapitalizm, krizi atlatma ve yeni boyutlarda kar elde etme adına gerekirse üretimi yok eder: „Sonunda tarım ürünlerinin sistematik kütlesel yok edilmesine geçmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı. 1933 yılında ABD’de 10 milyon hektarlık alanda ekili pamuk –toplam pamuk ekme alanının yaklaşık yüzde 25’i- sürülerek toprağa gömüldü. Brezilya’da yıllık 10 milyon çuval kahve – dünyanın yaklaşık bir yıllık ihtiyacı- denize döküldü veya yol yapımında kullanıldı. Artık çay üretimi yapılmıyor. Gemilerdeki portakallar Londra’da denize dökülüyor. 1931 güzünde beş milyon domuz Amerikan hükümeti tarafından satın alındı ve yok edildi. Danimarka’da haftada 1500 inek kesiliyor ve etinden yapay gübre yapılıyor. Genç nesil koyunlara alan açmak için Arjantin’de yüz binlerce koyun boğazlandı. Onları mezbahaya taşıma masrafı, getireceği kardan daha fazla olacaktı“ (E. S. Varga; C. 2 -İktisadi Krizler. „Büyük Kriz ve Siyasal Sonuçları. 1928-1934’te İktisat ve Politika“, s. 304).
İşte kapitalizm budur. Dün de buydu, bugün de.
„Küreselleşme“ ve siyasal erk olgusu: Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması oldukça gelişmiş; sermaye bütün dünyayı üretim, araştırma ve dağıtım ağıyla örmüş durumda. Sermaye ve üretim, uluslararası örgütlenebileceği en son aşamasına gelmiş durumda. Yani uluslararası alanda gerçek anlamda toplumsallaşmış durumda. Ama iktidar, sayıları giderek azalan belli tekellerin ve kişilerin elinde.
Dünyanın en büyük 500 tekeli ‚60’lı yıllarda dünya üretiminin yaklaşık yüzde 17’ni kontrol ediyordu. Bu oran bugünlerde yüzde 30’a çıkmıştır. Bu en büyük 500 tekeli elinde tutan büyük hissedarlar ve tekel başkanları dünya çapında yaklaşık 50 milyon insan üzerinde komutaya sahipler ve yüz milyonlarca insanın geleceği üzerinde belirleyici kararlar alıyorlar. Bunlar Davos’ta (Dünya Ekonomik Forumu) ve başka “seçkin” kulüplerde bir araya geliyorlar. Örneğin ERT’de „European Round Table“- „Avrupa Yuvarlak Masası“) en büyük 49 tekelin sadece başkanları bir araya geliyor. Bu beyler, AB kararlarında etkili oluyoruz diye böbürleniyorlar.
Tabii ki bunda da yeni olan bir şey yok. Daha 1909’da AEG tekelinin kurucularından W. Rathenau şöyle diyordu: „Birbirini tanıyan 300 adam kıtanın iktisadi geleceğini yönlendiriyor“.
Marks, Kapital’de toplumsallaşmış dünya üretimi ile yoğunlaşmış ekonomik gücün özel elde olması arasındaki çelişkide belli bir gelişmeye, kapitalizmin sonunun geldiğini gösteren bir gelişmeye işaret ediyordu:
„Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. Çalışma sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal işin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve çalışmanın toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler“.(Kapital; C. I, s. 790/791).
Kapitalizm ve savaş: Savaşsız, silahlanmasız bir kapitalizm düşünülemez. Kapitalizm, militarizm, savaş ve silahlanma diyalektik bir bağ içinde olan kavramlardır. Bu diyalektik bağı, dünya pazarı, sermayenin uluslararasılaşması, dünya pazarları üzerine rekabet, hegemonya alanlarının askeri olarak korunması veya başka güçlerin elinde olan pazar ve hammadde alanlarının askeri güç kullanılarak alınması, yani savaş bağlamında da görmekteyiz. Bunun ötesinde, sürekli yeni yatırım alanları arayan sermaye, özellikle silahlanma sektörüne akar. Çünkü bu sektörde devletler, yüksek ve uzun vadeli kar garantisi verirler. Silahlanma alanında en büyük 100 tekelin cirosunun 2001-2005 arasında 160 milyar dolardan 300 milyar dolara fırlamasının bir nedeni de budur.
1998’den 2005’e dünya çapında silahlanma harcamaları 765 milyar dolardan 1 050 milyar dolara çıkmıştır. Aynı dönemde ABD’nin bu alanda yaptığı harcamalar 200 milyar dolardan 400 milyar dolara çıkarken Avrupa’da NATO üyesi ülkelerin –dolayısıyla AB’nin- bu alandaki harcamaları 150 milyar dolardan 230 milyar dolara çıkmıştır.
„Lekelenmiş, kan içinde bata çıka yürüyerek, kirden çapaklanmış olarak burjuva toplum (karşımızda) duruyor. Burjuva toplum işte böyledir. Yalandığında ve alçakgönüllülüğü, kültürü, felsefeyi, etiği, … barışı ve hukuku temsile kalkıştığında değil, yırtıcı canavar olarak, anarşinin karmakarışıklığı olarak, kültür ve insanlık için felaket olarak o kendini gerçek, çıplak biçiminde böyle gösteriyor“. (Rosa Luxemburg; C. 4. „Sosyal Demokrasinin Krizi“, s. 53).
I. Dünya Savaşıyla ilgili olarak Rosa böyle diyordu. O günden bugüne geçen zaman kapitalizmin giderek barbarlaştığını göstermektedir. Alman faşistlerinin yaptıklarını dün Vietnam’da ve bugün de Irak’ta Amerika aratmadı, aratmıyor.
Kapitalizmde „medeniyet“ barbarlıkla eş anlamlıdır.
Ne kadar gelişmiş, ne kadar küreselleşmiş olursa olsun kapitalizm, insanlığın en doğal gereksinimlerini yerine getirecek durumda değildir. Onun böyle bir amacı da yoktur. Marks’ın dediği gibi, „bu nedenle kapitalist üretim, ,teknolojiyi geliştirir ve ancak bütün zenginliğin asıl kaynağını, yani toprağı ve işçiyi kurutarak çeşitli süreçleri toplumsal bir bütün içinde bileştirir“ (Kapital; C. I, s., 529/530).
Kapitalizmin insanlığa barbarlıktan başka vereceği hiçbir şey kalmamıştır. Kapitalizm, insanlığın elinden düşünmeyi, “insanı insan yapan işi” (Engels) alacak derecede gelişmiştir.