BM verilerine göre, dünya nüfusunun iki misline yetecek kadar gıda maddesi üretilmektedir. Ama dünya çapında açlık sınırında olan insan sayısı 900 milyona varıyor. Günde 2 dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda kalanların sayısı 2 milyarın üzerinde. Dünya çapında her gün 100 bin kişi, açlık veya ondan kaynaklanan hastalıkların kurbanı olmaktadır. Her 5 saniyede bir 10 yaş altındaki bir çocuk yetersiz beslenmeden dolayı ölüyor.
Buna karşın dolar milyonerlerinin serveti 16 trilyon dolardan 33 trilyon dolara çıkıyor.
Heiligendamm’da bir araya gelen 8 emperyalist ülkenin dünya nüfusundaki payı yüzde 13,5, ama dünya gelirinin yüzde 62,6’sına sahipler. Biraz eskimiş verilere göre, Rusya hariç diğer 7 emperyalist ülke, dünya çapında doğrudan yatırımların yüzde 66’sını; dünya üretiminin yüzde 65’ini; dünya ticaretinin yüzde 50’sini; dünya petrol tüketiminin yüzde 49’unu; dünya enerji tüketiminin yüzde 47’sini; dünya silahlanma harcamalarının yüzde 65’ini; dünya silah ihracatının yüzde 83’ünü kontrol ediyorlar. Bu 8 ülke, yüzde 72,392 oy oranıyla BM’e; yüzde 58,11 oy oranıyla IMF’ye ve yüzde 45,76 oy oranıyla da DB’na hâkim konumdalar.
Dünyayı yeniden paylaşmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet eden bu ülkeler, dünya politikasının ve ekonomisinin temel sorunlarını tartışmak ve “çözüm yolları” üretmek için 6-8 Haziranda Almanya’da toplandılar. Sonuç, kocaman bir fiyaskoydu.
Basına bakacak olursak daha toplantı başlamadan önce, ön görüşmelerde zirvenin iki temel konusu üzerinde anlaşmaya varılmıştı: Atmosferin kirlenmesine karşı mücadelede ABD de bir şeyler yapacak duruma gelmiş ve Afrika için milyarlarca dolara varan „yardım“ kesinleşmişti.
Gerçekler ise tamamen başka.
Geçen yılki G-8 toplantısında, Afrika için yeni bir dönemin başladığı, bu kıtadaki bazı ülkelerin borçlarının silineceği, hastalıklarla mücadele edileceği, açlığın önleneceği dönem başkanı Blair tarafından açıklanmıştı. Sonuç ortada…
Bu yılki toplantıda da Afrika gündemdeydi. Bu 8 haydut ülkenin sorunu, “Afrika ülkelerinde yaptıkları yatırımlara hukuki güvence sağlayacak tedbirlerin tartışılması" olduğu için Afrika’yı gündeme almışlardı. Yani Afrika üzerine rekabeti tartışmak istiyorlardı. “Yardımsever” olduklarını göstermek için de 60 milyar dolarlık bir yardımdan bahsettiler. Bu, sadece, ne zaman gerçekleştirileceği belli olmayan bir söz vermeydi.
Küresel ısınmaya yol açan kimyasal salgıları sınırlandırmak için ortak politika tespiti de her zaman olduğu gibi yine ortada kaldı; hiç bir bağlayıcılığı olmayan birkaç genel formülasyonun, temenninin ötesine geçilemedi.
Irak savaşı, İran’a karşı tutum, genel olarak Ortadoğu sorunu gibi esas tartışmalı konular ya hiç ele alınmadı ya da önemsiz sorunlarmış gibi ele alındı.
Ekonomi alanında spekülatif sermayenin devlet kontrolüne alınması -ki bu, zirvenin en önemli gündem maddelerinden biriydi- konusunda anlaşmaya varılamadı.
Açık olan şu ki, bu zirve ABD, AB ve Rusya arasındaki rekabetin gölgesinde geçmiştir: AB, Amerikan emperyalizmiyle dünya pazarlarında rekabet edebilmek için Rusya yanlısı tavrını sergilemiştir. Rus emperyalizmi, Amerikan emperyalizminin ve dolayısıyla NATO’nun Doğu Avrupa’ya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine yerleşmesinden rahatsız olduğu için „soğuk savaş“a geri dönüşten bahsetmiştir. AB ise özellikle enerji kaynaklarını tek başına ABD’ye teslim etmemek için, bir yandan ABD karşısında Rusya’ya “anlayış” gösterirken, diğer taraftan da ortak AB-dış politikası ve kendi askeri gücünü oluşturma çabası içindedir.
Kısaca: Zirve katılımcıları arasında gösteri amaçlı bir birlik vardı. Bütün dünyaya, sorunları birlik içinde ele alıyoruz, çözümler üretmek için çaba harcıyoruz; “dünya hükümetiyiz” mesajı verilmek istendi. Kapalı kapılar ardında ise kıyasıya rekabet edildi, karşılıklı yoklamalarda bulunuldu, tehditler savruldu.
Almanya’da önde gelen burjuva basın, Avrupalı katılımcıların, ABD karşısında „blok“ oluşturmasını zirvenin en önemli sonucu olarak değerlendirdi. Bu, doğru bir tespittir.
Bu seneki G8 zirvesine karşı protestolar, bazı açılardan üzerinde en çok konuşulacak veya da konuşulması gereken eylemlerden birisidir. Reformist güçlerin; Almanya-Attac’ın “küreselleşme”yi yeni bir olguymuş gibi öne sürerek ve Amerikan emperyalizmini hedef göstererek, Alman emperyalizmini ve bir bütün olarak AB’yi hedef olmaktan çıkartma çabası ve Alman polisiyle işbirliği bu seferki protestolarda çok bariz bir şekilde görüldü.
Burjuva medyada protestolar, „olay çıkartmaya hazır“ olan, „olay çıkartan“, polisi „kışkırtan“ güçlerin eylemleri önplana çıkartılarak ele alındı. Birtakım anarşizan güçlerin eylemleri, protestoları gözden düşürmek, birkaç “serseri”nin işi olarak göstermek için kullanıldı. Provokasyonların esas örgütleyicisi ise polisin kendisiydi. Açık ki, sokakları “işgal” edenler arasında bolca ajan provokatör vardı. Önemli olan, dünya kamuoyuna bir avuç „serseri”nin eylemini, polise taş atan “protestocu” sivil polisleri, ajan provokatörleri göstererek, protestoların amacını gizlemekti. Açık ki, Alman polisi on yıllardan bu yana ilk kez bu kapsamda güvenlik güçlerini seferber ederek, kitlesel eylemleri bastırmak için deneyim kazanmaya çalışmıştır.
Sorunun esas yanı, Alman polisinin tavrından ziyade Attac’çıların tavrıdır. ASF’nun bu hâkim güçleri, Alman polisini „yatıştırıcı“ tavrından dolayı övmüşler ve protestocuların polise saldırdığından bahsetmişlerdir. Attac’ın açıklamasında „Polis memurlarına fiziki saldırıyı sert bir şekilde mahkûm ediyoruz… Sizi artık (aramızda) görmek istemiyoruz“ denmiştir. Bu, provokasyonların esas sorumlusu polisin yanında yer almaktan öte „antiküresel hareketi“ bölme çabasıdır aynı zamanda. Benzeri provokasyon 2001’de İtalyan polisi tarafından Cenova’da örgütlenmişti.
Sadece bu zirvede değil, daha önceki birkaç zirvede ve ASF’nda olduğu gibi, Attac’çı güçler, protestoları sadece Amerikan emperyalizmine yönelterek AB’yi hedef dışı bırakmak için sürekli çaba harcamışlardır. Bu reformist ve pasifist güçler, “küreselleşme”yi Amerikan emperyalizminin yayılmacılığıyla eş anlamlı kullanmaktalar. “Küreselleşmeye karşı mücadele”, “savaşa karşı mücadele” adı altında Amerikan emperyalizmi karşısında kendi devletlerini veya bir bütün olarak AB’yi güçlendirmeye çalışmaktalar. Özellikle Almanya-Attac, ideolojik ve siyasi bakımdan da her olanağı kullanarak Amerikan emperyalizmine karşı “antiküresellik” adı altında Alman emperyalizmini ve onun saldırganlığını hedef olmaktan çıkartmaya çalışmaktadır. Irak’a saldırı öncesinde ve hemen sonrasında Almanya-Attac’ın, başta Almanya olmak üzere bir bütün olarak AB’yi “barış meleği” gösterme çabası, bu reformist ve pasifist çevrenin amacını ele vermekteydi.
“Küreselleşme”nin yeni bir olgu olmadığını, daha 1848’de Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da kapitalizmin gelişmesiyle ilgili olarak ”kürselleşme”den bahsettiklerini günümüzde en gerici burjuva politikacılar dahi kabul etmektedir. Üretim biçimi olarak kapitalizmin dünya çapında gelişmesini, diğer bir ifadeyle sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasından başka bir anlamı olmayan “kürselleşme”yi, bu güçlerin yeni bir olgu olarak göstermesinin ardında yatan, dikkatleri Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti için rekabetine çekmektir. Bu aklı evvel güçler, AB’nin, dolayısıyla Alman emperyalizminin dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinde en önemli rakibinin Amerikan emperyalizmi olduğu anlayışındalar. Bu nedenle protestoların merkezine Amerikan emperyalizmini koyuyorlar ve onbinlerce insanın katıldığı bu kitlesel eylemleri, Amerikan emperyalizmi karşısında AB’nin ve de Alman emperyalizminin güçlenmesi için kullanıyorlar. Almanya-Attac’ın, G8-protestolarında göstericilere karşı polisin yanında olma tavrı başka türlü açıklanamaz. Bunun ötesinde O. Lafontaine, H. Geissler gibi Alman tekelci sermayesinin en has savunucularının da üyesi olduğu Almanya-Attac’tan başka bir şey de beklenemez.
Almanya-Attac, onbinlerin katıldığı bu türden protestoları gerici bir kitle hareketine dönüştürmeye çalışmaktadır.
“Küreselleşme”nin yeni bir olgu olduğundan bahseden başka bir küçük burjuva çevre de, uluslararası tekellerin dünyaya hâkimiyetinden hareketle ulusal devletler çağının geride kaldığından veya ulusal devletlerin giderek önemsizleştiğinden bahsetmektedir. Bu aklı evvellere göre, uluslararası tekellerin dünyaya hâkimiyeti söz konusu olduğu ve dolayısıyla ulusal devletler önemsizleştiği için dünyayı yeniden paylaşmak isteyen emperyalist ülkeler arasında savaşlar da tarih oluyormuş. Son on-onbeş senelik süreçte yaşanan emperyalist savaşlardan, işgallerden ve tehditlerden ders almayan neoliberalizmin bu ideologlarına Alman devleti Heiligendamm’da anlamlı bir ders verdi.
Emperyalist güçlerin “yeni” savunucularının bir bölüğünü de bazı “hükümet dışı örgütler” oluşturmaktadır. Emperyalist politikaların nasıl uygulanması gerektiği konusunda emperyalist efendilerine; finansörlerine akıl veren bu kuruluşlar, özellikle rekabetin çok keskinleştiği ülkeler ve bölgeler başta olmak üzere bütün dünyaya yayılmışlardır.
Emperyalist savaş, tehdit ve talandan kaynaklanan sorunların nasıl çözüleceği bu kuruluşları hiç ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren şudur: Talanın, baskının ve işgalin en iyi nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda; emperyalist güçlerin gerçekleştirdikleri savaşların, katliamların “demokrasi götürme”nin kaçınılmaz bir sonucu olduğunun nasıl yutturulması gerektiği konusunda; açlığa, salgın hastalıklara karşı mücadele adı altında “sosyal” yıkımın nasıl modernize edilmesi gerektiği konusunda emperyalist efendilerine öneriler sunmak, akıl vermek. Bu kuruluşlar, kitlesel gösterilerle, örneğin müzik şölenleriyle toplanan “yardım”larla emperyalist talanın bir tercih politikası olduğu, doğru öneriler kabul edilirse bağımlı ülkelerdeki insanların sorunlarının üstesinden gelinebileceği mesajını vermekteler. Böylece bağımlı ülkelerde emperyalizme karşı mücadele unutturulmaya çalışılmakta ve mücadelenin yerini “sadaka” toplamak almaktadır.
Bu unsurların en önemli savı, kapitalizmin reforme edilebileceğidir. Böylece emperyalist talan, politikacıların iyi veya kötü politikasına, yani tercihine indirgenmekte; tahakküm, savaş, talan, emperyalizmin özünde yoktur denmektedir. Bu sosyal demokrat hayal, bazı “hükümet dışı örgütler” tarafından sürekli yayınlaştırılmaktadır. Bu güçler de Heiligendamm’da oldukça aktiflerdi.
Antiemperyalist mücadele uluslararası örgütsel bütünlüğünden yoksundur. Faşist güçlerin de “küreselleşmeye” karşı “mücadele” ettiği günümüz koşullarında emperyalist burjuvazi ve ideologları, bazı yetmezlikleri kullanarak bir arada olması gereken güçlerin farklı yerlerde olmalarını körüklemektedir. Bunun ötesinde ve esasen, antiemperyalist mücadeleyi örgütlemesi gereken devrimci ve komünist güçlerin yetersiz kamaları, yukarıda bahsettiğimiz güçlerin faaliyetlerini de kolaylaştırmaktadır. Antiemperyalist güçlerin, ulusal ve bölgesel birlikler; koordinasyonlar kurarak mücadeleyi uluslararası örgütleme yolunda ilerlemeleri gerektiğini yaşam göstermektedir.