21-22 Haziran’da Brüksel’de gerçekleştirilen AB-Zirvesi, bu ekonomik entegrasyonun ne durumda olduğunu gözler önüne sermektedir. Zirve sonrasında AB’nin durumunu en iyi bilenlerden biri olan İtalyan Başbakanı R. Prodi’nin yapmış olduğu açıklama, AB’ye umut bağlayanlar açısından hiç de umut verici değildi. Prodi, birçok ülkenin çalışma ruhunu kaybetmesinden, Avrupa ruhunu yitirmelerinden, bir adım geriye gidildiğinden, ilerlemek için ortak iradenin kalmadığından, gördüğü manzaradan acı duyduğundan, bazı ülkelerin Avrupa'nın her duygusal unsurunu reddetmedeki inatçılığının kendisini incittiğinden bahsediyordu.
Bu zirve, genişleyen AB’nin siyasal birliğini sağlama yolunda ilerlediğini değil, ekonomik bir entegrasyon olmaktan bir milim sapmadığını ve AB içinde iki Avrupa’nın olduğunu bir daha ortaya koymuştur.
Avrupa’yı, AB’leştirmek isteyen güçlerin başında Almanya ve Fransa gelmektedir. Buna karşın AB’nin rolünü „ulusal hedef“in ötesine geçirmek istemeyen güçlere de İngiltere örnektir.
Özellikle Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun yıkılmasından sonra şiddetlenen iç rekabetin şekillendirdiği AB, bu zirvenin de gösterdiği gibi siyasal bütünleşmeye, derinleşmeye doğru ilerleyen bir AB’den oldukça uzaktır. Diyebiliriz ki, tam tersi söz konusudur.
AB’nin aşamadığı ve bu gidişle de aşamayacağı „kırmızı çizgiler“ vardır. AB’nin geleceğini bu çizgiler belirlemektedir. Bu zirvede AB-Anayasası’nın bir hayal olduğunu bizzat AB kabullenmiştir. Anayasa, „Avrupa Anlaşması“na dönüştürülmüştür. İngiltere kendi politikamı kendim belirlerim „kırmızı çizgisi“nden bir milim sapmamıştır. Böylece ortak dış politika belirleme bir hayal olmuştur. Bunun ötesinde İngiltere, iç politikada da (adalet ve içişleri) hükümranlık haklarından vazgeçmeyeceğini bir kez daha açıklamıştır.
Fransa, rekabet konusunda tavrını koydu. Sarkozy, „serbest ve çarpıtılmamış rekabet“ kavramını AB’nin amaçlar listesinden çıkarttı. Böylece Sarkozy, AB’nin geleceğini değil de, neoliberalizmin her biçimini tepkiyle karşılayan Fransız seçmenlerini memnun etmeyi tercih etti. Bunun ötesinde Sarkozy, bu çıkışıyla gerektiğinde „AB değerlerini“ ayaklar altına alarak Fransız tekelci sermayesinin çıkarlarını; ulusal çıkarları savunabileceğini açıklamış oluyordu.
Bu arada Alman hükümeti de, Almanya'daki önemli kuruluşların yabancıların eline geçmesini engellemek, Almanya'nın önemli kuruluşlarının yabancılar tarafından satın almalarını önlemek için, ABD ve Fransa'daki uygulamaları örnek alan önlem almaya başladı.
Böylece ulusal çıkarların, ortak çıkarların önüne geçtiği bir AB var artık.
“Anayasalı değerler” AB’siyle AB içinde rekabet, Almanya ve Fransa gibi belli ülkelerin AB üzerindeki hâkimiyeti örtülmek isteniyordu. Zirve, “anayasalı değerler” AB’sinin artık tarih olduğunu gösterdi.
Anayasa ile „değerler Avrupa“sı oluşturulacaktı. Ötesinde AB’yi bağlayan karar mekanizması işlevsel kılınacaktı. Böylece „AB Başkanı“, „AB Dışişleri Bakanı“ gibi kurumlar oluşturulacaktı. Bayrağıyla, sembolleriyle, ortak değerleriyle AB bütünleşecekti. Ama Brüksel zirvesi hayal edilen AB’yi tarihe gömdü. Yerini, 2009’da yürürlüğe girecek „Avrupa Anlaşması“ aldı.
AB’nin durumundan memnun olmayan; istenilen hızda, kapsamda ve yapılanmada gelişmenin olmadığından yakınan ülkeler, kararların oybirliği ile alınması ilkesinin kaldırılmasını, ayak bağı olan ülkelerin „demokrasi“ adına dikkate alınmasından vazgeçilmesini savunuyorlar. Bu ülkelere göre Avrupa, uluslararası bir oyuncu olmak istiyorsa, küçük ülkelerin, ulusal çıkar gözeten ülkelerin engelinden kurtulmalı ve hızla ilerlemek isteyen ülkelerin güçlü bir işbirliğini gerçekleştirmesine yönelmelidir.
Böylece AB’nin güçlü devletleri, Almanya ve Fransa gibi Birliğin önde gelen emperyalist ülkeleri, AB üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirmek istiyorlar. Ama aynı zamanda kendi aralarındaki AB’ye kim önderlik edecek, Fransa önderliğinde bir AB mi yoksa Almanya önderliğinde bir AB mi rekabeti de alevleniyor.
Bu olgu, AB içinde sadece büyük devletler ile küçük devletlerarasındaki rekabetin, sadece Amerikan yanlısı olanlarla (örneğin İngiltere) „bağımsız“ AB yanlıları (Almanya, Fransa) arasındaki rekabetin keskinleştiğini göstermiyor, aynı zamanda AB önderliği konusunda bu Birliğin önde gelen ülkeleri (Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere)arasında da şiddetli rekabeti gözler önüne seriyor. Brüksel’de bu rekabet kendini ulusal çıkarlar için didişmede, karşılıklı tehditlerde göstermektedir.
Brüksel zirvesinin de gösterdiği gibi AB, toplum tarafından reddedildiği için rafa kaldırılan ve bugün adı değiştirilen AB-Anayasası hedefinden de geri hedeflere takılıp kalmış bir ekonomik birliktir. AB, Avrupa’yı siyasal bakımdan birleştirecek hiçbir gelişme gösterememiştir.