deneme

25 Mart 2008 Salı

Kriz, Kapitalizm: Olasılıklar, Olanaklar

Kriz, Kapitalizm: Olasılıklar, Olanaklar sempozyumundaki konuşma metni

Mali kriz ile ekonomik kriz arasında ayrım yapmak gerekir. Ekonomik krizler (Fazla üretim krizleri) kapitalist sisteme özgüdür, onun çelişkilerinden kaynaklanır. Konjonktür hareketinin (ekonominin kriz-inişli/çıkışlı durgunluk ve canlanma aşamaları) bir aşamasını oluşturan ekonomik kriz, belli aralıklarla mutlaka gelir, patlak verir. Ekonomik krizin belli aralıklarla patlak vermesi, kapitalist üretim biçiminin nesnel ekonomik yasasının kaçınılmaz bir sonucudur. Bunu hiçbir hükümet, alınan hiçbir politik ve ekonomik tedbir değiştiremez. Ancak krizin patlak vermesi geciktirilebilir. Fazla üretim krizsiz bir kapitalizm düşünülemez. Mali-kredi-spekülasyon krizlerinin ise böyle bir özelliği, nesnel ekonomik yasalara göre hareket etme özelliği yoktur. Mali-kredi-spekülasyon krizleri kapitalizm öncesinde de vardı. Mali alandaki sermaye hareketi de son kertede maddi değerlerin üretiminden bağımsız olamaz. Mali sektördeki krizler, şu veya bu biçimde maddi değerlerin üretimi sektöründe işlerin pek de iyi gitmediğini gösterir. Bu mutlaka böyledir diye bir kural yoktur. Mali sektörde kriz, belli bir yasallığın kaçınılmaz bir sonucu olmadığı için bu türden krizlerin patlak vermesi, devletin ve bizzat burjuvazinin tedbirleriyle engellenebilir veya ekonomi üzerindeki yıkıcı etkisi hafifletilebilir...

Para veya sermaye bolluğu içinde kriz nasıl olur sorusu akla gelebilir. Ama mali ve ekonomik krizlerin de sermaye bolluğunun en doruk noktaya ulaştığında patlak vermesi, sermaye bolluğu ve kriz arasından bir bağın olduğunu gösterir.

Birkaç veri:
Dünya çapında her türlü mali varlıkların miktarı 1980 yılında 12 trilyon dolardan 1990’da 43, 2000’de 94 ve 2006’da da 167 trilyon dolara çıkıyor. Dünya gayri safi hâsılanın tutarı da 1980’de 10 trilyon dolardan, 1990’da 22, 2000’de 32 ve 2006’da da 48 trilyon dolara çıkıyor.

Dünya sermaye piyasalarındaki bu sermaye bolluğunun nereden kaynaklandığını kapsamlı bir biçimde ele almak bu yazının çerçevesini aşar. Ancak burada şu kadarını belirtelim ki, azami kar peşinde koşan sermaye, bu kar olanağını maddi değerlerin üretim alanında göremediği için; bu alanda kendini değerlendiremediği için mali sektöre, spekülasyon alanına akar. Azami kar getirecek yatırım alanı arayan bu mali sermayenin bir kısmı bu olanağı öncelikle Amerikan konut sektöründe gördü. Kazanç yüksekti ve bu hep öyle gider düşüncesi hakim olduğu için geri ödemesi sorunlu olanlara da -dar gelirliler- kredi verilmeye başlandı. Yatırımcı kuruluşlar bu kredileri çeşitli biçimlerde paketleyerek –riskli ve riski olmayanları harmanlayarak- bütün dünyada satmaya başladılar ve böylece Amerikan konut alanındaki spekülasyon/kriz uluslararasılaştırıldı. Sonunda şişen balon 2007 yılında patladı ve etkisi sadece Amerikan mali sektörüyle sınırlı kalmadı. Amerikan konut sektöründe spekülasyon krizi olarak başlayan bu kriz, borsa, mali, kredi ve banka krizi olarak hemen hemen bütün dünya mali sektörünü (mali, banka, kredi) etkisi altına aldı.
Açık ki sermaye açısından durum felaket. Borsacılar durumun vahim olduğunu söylüyorlar. Doğru söylüyorlar. Mali kriz şiddetini arttırarak yaygınlaşıyor ve derinleşiyor.

Bu krizin başlamasından bu yana (25 Mart 2008) buhar olan dünya çapında borsa değeri miktarının 6,124 trilyon Avro olduğu söyleniyor. Bu miktar, Avro Alanında bir yıllık üretime veya Japon GSYİH’nın iki misline tekabül ediyor.
Amerikan konut krizi sürecinin sadece ilk beş aylık döneminde dünya borsalarında buharlaşan miktar 5,5 trilyon Avro'ydu. Sadece bankaların kaybettiği miktar ise bir trilyon Avro'ndan fazla. Bu miktar İtalyan GHYİH’na eş düşmektedir. Başka bir hesaplamaya göre de Avrupalı borsacılar 1,9 trilyon Avro kaybetmişlerdir. Amerikalı borsacıların kaybı ise 1,66 trilyon Avrodur.

Neoliberalizmin iflası:
Bay Devlet iş başında!
Devletin ekonomi alanından çekilmesi, bu alanı tamamen özel sermayeye bırakması, yani kamu işletmelerinin, hizmet sektörü kurumlarının özelleştirilmesi neoliberalizmin temel taleplerindendi. Özellikle geçen yüzyılın '80'li yıllarından itibaren bu sloganla İngiltere ve ABD'de neoliiberal politikalar uygulamaya kondu ve '90'lı yıllarla birlikte yoğun “küreselleşme” propagandası eşliğinde özellikle IMF ve Dünya Bankası ve tabii tekelci sermayenin başkaca uluslararası kurumları ve bizzat emperyalist devletler tarafından yeni sömürge, bağımlı ülkelere dayatıldı. Bu neoliberal dayatmaların başında ulusal pazarların yabancı sermayeye tamamen açılması, devletin ekonomiden çekilmesi, başka bir ifadeyle özelleştirme gelmekteydi. Devam eden mali krizden dolayı uluslararası sermaye, özelleştirmenin ve devletin ekonomiden çekilmesi anlayışının bayraktarlığını yapan neoliberalizm, devleti göreve çağırmak zorunda kaldı. Salt bu çağrı ve bu doğrultuda atılan adımlar, neoliberalizmin kendi temel ilkelerine ihanet etmesinin açık ifadesidir. Bay devlet hatırlanmış ve göreve çağrılmıştır: Büyük Britanya’nın en büyük ipotek bankalarından birisi olan Britanya Northern Rock, Britanya hükumeti ve İngiltere Bankası tarafından iflastan kurtarıldı ve devlet tarafından bütün zararlarıyla birlikte devralındı. Banka devletleştirildi. ABD’de Merkez Bankası FED, batmak üzere olan Bear Stearns’i kurtarmak için harekete geçti ve 30 milyar dolarlık mali garanti ile JP Morgan Chase tarafından devralınmasını sağladı. Bu kurtarma eyleminin yanı sıra FED, piyasaya 200 milyar dolar sürdü, faizleri bir kez daha düşürdü ve 1930’dan bu yana yapmadığını yaparak, değerli kâğıt spekülasyonu yapanlara “seçkin” bankalara verilen kredilerden vermeye başladı. Yani spekülasyon yapmaya devam edin arkanızda ben varım dedi.

Tabii sorun ABD ile sınırlı değildir. Başka ülkelerde de bankalar iflaslarla karşı karşıyalar. Ve devlet bankaları iflastan kurtarmak için yapması gerekeni yapacak: Devralacak, devletleştirecek. Kısacası: Açık ki bazı merkez bankaları, bütün riskli gayrimenkul kâğıtlarını, bunlarla ilgili batık kredileri devralacaklar ve karşılığında da bu bankalara, onları zararlarından dolayı mükâfatlandırmak ve zarar yapmaya devam etmelerini sağlamak için olsa gerek, garantili devlet tahvilleri verecekler. Devlet, hemen her kriz döneminde yaptığını bu sefer de yapacaktır: İflas edenlerin borcunu üstlenecek ve böylelikle ceremesini işçi sınıfı ve emekçi yığınlara çektirecek, yani karlar özelleştirilirken, borçlar devletleştirilmiş olacak.

Borsacıların da radikal tedbirlerin alınması gerektiğinden bahsetmeye başlamaları durumun ne denli ciddi olduğunu göstermektedir. Açık ki devleti göreve çağırıyorlar. Bu çağrı, geri dönmeyecek kredilerimizi, tamamen değersizleşen spekülatif kağıtlarımızı ‘devral’ demekten başka bir anlam taşımamaktadır. Yani devlet bu spekülatörlerin zararlarını “sosyalleştirmek”; halkın adına devralmak görevine çağrılmaktadır.

Krizden dolayı büyük risk altına girmiş olan özel kredi sigortacılarının işlemlerinin de devlet tarafından devralınması veya durumu kurtarmak için bu şirketlerin yapacağı her türden sahtekârlığa göz yumması talep edilmektedir.

Bizzat IMF, geleneksel para politikasının artık sonunun geldiğini açıklamıştır. Bu itirafın anlamı oldukça açıktır: Karlar özelleştirilecek, zararlar devletleştirilecek...

Neoliberalizm tarafından Keynesçilik diye mahkûm edilen devlet desteğinin artık kaçınılmaz olduğu kabul edilmektedir. Neoliberalizm açısından bu bir ölümdür. Neoliberalizmin ideologlarının durumu nasıl açıklayacakları kadar onların yolundan giderek “Marksist” teori adına devleti önemsizleştirmiş olanların da bu durumu nasıl açıklayacakları önemlidir.

Yeni keynesçilerin, “sosyal devlet” savunucularının cephesinden de atışlar çoktan başladı. Dünya ve Avrupa Sosyal Forumunun başına çöreklenmiş olan bu pasifistler ve reformistler, güya neoliberalizme karşı Keynesçiliği savunarak geri çekilişlerini saldırıya dönüştürme hazırlığı içindeler. Bunlar, işçi sınıfı ve emekçi yığınları yeniden "sosyal devlet"in kucağına itmek için sabırsızlanıyorlar. Neoliberalizmden kendilerince hesap soruyorlar, "Tobin-Vergisi" talebinin, "pazarları kontrol etme" talebinin vb. ne denli doğru olduğundan, yaşamın, krizin kendilerini doğruladığından bahsediyorlar.

Bu kriz, sadece mali alanla sınırlı kalan bir banka ve kredi krizi olarak görülmemelidir. Bu kriz etkisini, henüz güçlü bir şekilde olmasa da –bunun için zamana ihtiyaç var- Amerikan ve bazı AB-ülkeleri sanayinde hissettirmeye başlamıştır. Bu krizden bağımsız olarak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde ekonomi zaten kriz içindedir. Bu olgu ve bir bütün olarak AB, Japonya ve ABD ekonomilerinin bir kısmının kriz, bir kısmının da inişler çıkışlar gösteren bir durgunluk içinde olması, dünya çapındaki mali krizin maddi değerler üretiminde (sanayi) bir ekonomik krizin patlak vermesini teşvik eden faktör olmasına yol açabilir. Bunun böyle olabileceğini söylemekle bir kehanette bulunmuş olmayız. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya; Türkiye de dâhil bazı “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkelerde ekonomilerin nispeten yüksek oranlarda büyümesi ve büyümeye devam etmesi, bu süreci en fazlasıyla yavaşlatabilir...

Şüphesiz ki olasılık, bir şeyin henüz gerçeklik olmadığını ifade eder. Ama dünya ekonomisi, Amerikan ekonomisi tarafından bir ekonomik krize doğru sürüklenmektedir...
Hele AB ve Japon ekonomilerinin de bugünkü halleriyle Amerikan ekonomisinin seyrinden çıkamamaları, ABD’de patlak veren bir ekonomik krizin bütün dünyayı etkileyerek bir dünya ekonomik krizine dönüşeceğini söyleyebiliriz...

Veriler gelişmenin bu yönde olduğunu göstermektedir...
Uluslararası borsalarda yaşanan “değer” kaybı, hisse senedi piyasasının dibe vurduğunun açık ifadesidir. Menkul kıymetler alanında kriz devam ediyor. Bir bütün olarak dünya mali sistemi kriz içindedir ve sorgulanmaktadır. Banka ve sanayi sektörü; bir bütün olarak ekonomisi Amerikan ekonomisiyle en çok iç içe geçmiş olan ülkeler, bu krizden öncelikle etkilenecek olan ülkelerdir. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri, Çin, Japonya ve ekonomisi ve maliyesi Amerikan ekonomisiyle iç içe geçmiş olan bağımlı ülkeler ve “yükselen pazarlar“ bu türden ülkelerdir.

Demek oluyor ki, son dünya ekonomik krizinden (2000–2004) bu yana dünya ekonomisinin gelişme seyrini kriz belirtileri olmayan ekonomiler (“yükselen ekonomiler” -Bu ekonomilerin başında Çin ve Hindistan ekonomileri gelmektedir), durgunluk içinde olan ekonomiler (ABD, Japonya ve bir bütün olarak AB ekonomileri) ve kriz içinde olan ekonomiler (İngiliz, Fransız, İtalyan ekonomileri) arasındaki ilişkiler belirlemektedir...

Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller arasında dünya pazarları üzerine rekabet keskinleşiyor:
Kar oranları sürekli düşmektedir. Bu oranlar, 1850’den 2002’ye yüzde 50’den yüzde 4’e düşmüştür. Salt bu durum kapitalist ekonominin çelişkilerinin ne denli derinleşmiş olduğunu göstermektedir. Kar oranlarındaki düşüşün devam etmesi, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlamına gelmez. Kar oranlarının düşmesini engellemenin en son çaresi emperyalistler arası savaştır, dünyanın yeniden paylaşılmasıdır. Kar oranlarının düşmesi ile rekabet arasındaki diyalektik bağ, son kertede emperyalistler arası savaştır...

Emperyalistler arası ilişkilerin seyri şunu göstermektedir: Emperyalistler arası ilişkiler, "emperyalistlerin genel ittifakı"nı geçersiz kılan yeni bir sürece; dünyayı yeniden paylaşmak için, çıkarları aynı olan güçlerin yeni ittifaklar, koalisyonlar kurma doğrultusunda adım attıkları bir sürece girildiğini göstermektedir...

Bu krizden ve siyasal gelişmelerden Türkiye de payına düşeni alacaktır. Türkiye’de bir mali krizin patlak verdiği söylenemez. Bununla ilgili bir gelişme yok. Ama bu böyle gitmez. Ekonominin dışa bağımlılığı, söz konusu krizin gecikmeli de olsa Türk ekonomisini etkileyeceği ve krize yol açacağı önümüzdeki dönemin bir sorunudur...

Sonuç:
Bu krizden ve sonuçlarından kurtuluş yok. Her seferinde olduğu gibi bu sefer de burjuvazi krizin yükünü işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yıkacaktır. Her seferinde olduğu gibi bu sefer de sermayeyi teşvik etmek için paket programlar hazırlayacaktır -bu daha şimdiden bir çok ülkede hazırlanmakta, bazılarında da, örneğin ABD, uygulanmaktadır. Karların özel kalmasına dokunmayan devlet, zararları devletleştirmek, sosyalleştirmek, yani işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yıkmak için, toplumsal çıkarları öne sürerek elinden geleni yapacaktır. Buna ve sermayenin saldırılarına karşı, işçi sınıfı ve emekçi yığınların örgütlenerek mücadele etmekten başka bir alternatifi yoktur. Sermaye, çıkarları için insanlığı barbarlığa sürüklemektedir.
Neoliberalizmin alternatifi Keyesçilik değildir. Bu, geriye dönüş için, kapitalizmin geçen yüzyılın '50'li, '60'lı, '70'li yıllardaki uygulamasına dönüş için mücadeledir. Bu mücadele, “sosyal devlet” için mücadele olamaz.
Kapitalist sistemin alternatifi sosyalizmdir. Kurtuluş ileriye doğru gitmektedir, mülkiyetin toplumsallaştırılması gerçekleştirilmeksizin kurtuluş olamaz...