deneme

26 Mayıs 2008 Pazartesi

REJİM KRİZİ VE GERİYE DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA




Kuvvetler ayrımı, kuvvetler paylaşımına dönüşmüştür.
  
Demokrasi kavramının soyut olarak, sınıf sorunundan bağımsız kullanımı kaçınılmaz olarak bilimsel olmayan bir bakış tarzının sorgulanmadan kabul edilmesine ve bu yanlış anlayıştan hareketle değerlendirme yapılmasına neden olur. Sınıflara bölünmüş bir toplumda sınıflar üstü bir demokrasi yoktur ve olamaz da. Ama böyle bir toplumda hâkim sınıfın, bu durumda burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını bütün toplumun; bütün toplumsal sınıfların ve sosyal tabakaların çıkarları gibi göstermek burjuva düzenin sorgulanmayan “normal”liğidir. Rejimle, demokrasiyle ilgili bütün tartışmalar da bu yanlış olan “normallik” üzerinden sürdürülür. Yargıtay bildirisi üzerine burjuva gazetelerde çıkan değerlendirmeler buna bir örnektir.

Yargıtay'ın son çıkışı, “Y-Muhtırası”, söz konusu bu “normalliğin”, nasıl bir anormallik olduğunu göstermesinin ötesinde burjuva demokrasisinde kuvvetler ayrımının da bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermiştir. “Y-Muhtıra”, seçimler döneminde tamamen ortaya çıkan, “Çankaya Savaşları”nda derinleşen rejim krizinin ertelenemez hale gelmiş olduğunu göstermektedir. 

Burjuva demokrasisinin de bir gelişme süreci vardır. İngiltere'de Cromwell, Fransa'da Jakobin-Diktatörlüğü, Amerika'da Güney Devletlerinin köleci düzen anlayışına karşı sürdürülen iç savaş olmaksızın burjuva demokrasisi de olmazdı. 

Kuvvetler paylaşımı anlayışı, feodal mutlakıyetçi monarşiye karşı mücadele sürecinde doğmuştur. Kuvvetler ayrımı, devrimci burjuvazinin, bütün iktidarı ele geçirene kadar, yasama, yürütme ve yargı gücünü kişi olarak elinde tutan mutlakıyetçi kralın elinden çekip almak için kullandığı bir „demokrasi“ yöntemiydi.   

Kuvvetler paylaşımı teorisinin kurucusu olan Montesquieu, aristokrasinin bir üyesi ve temsilcisi olarak, „soylular“ sınıfının iktidarını halk ile paylaşmayı hiç düşünmüyordu. Montesquieu, mutlakıyetçi monarşinin despotik iktidar pratiğiyle tehlikeye düşen aristokrasinin iktidarını pekiştirmek için kuvvetlerin ayrımını talep etmişti.

Montesquieu, kuvvetlerin yasama, yürütme ve yargı biçiminde ayrımını, feodal monarşi görünümündeki “soylular” sınıfı iktidarını istikrarlaştırmanın en uygun biçimi olarak görmekteydi Öyle ki, kurucu monarşide feodal soylunun iktidar ve imtiyazlarının nasıl teminat altına alınacağı üzerine somut düşünceler geliştirmişti: Senatoda üyeliğin irsi olması. Halkın temsil edildiği parlamentoda siyasal hakların sınırlandırılması. “Soylular” için yürütme kurumlarının garanti altına alınması. Montesquieu, iktidar veye kuvvetler paylaşımını hiç düşünmemekteydi, amacı bu değildi.

Devrimci burjuvazinin ideologları, Montesquieu'nün kuvvetler ayrımı anlayışını kuvvetler paylaşımına dönüştürmüşlerdir ve bundan da mutlak hükümdarın iktidarını halkın çıkarına sınırlandırmayı anlamışlardır.

Kuvvetler paylaşımı belli siyasal koşullarda mümkündür ve her sınıf bunu kendi çıkarları için kullanır. Eski hâkim sınıf, iktidarını tek başına yürütecek durumda değilse, yeni sınıf, iktidarı ele geçirmeye çalışan sınıf da, iktidarı ele geçirecek kadar güçlü değilse, kuvvetler paylaşımı mümkün olur. Kuvvetler paylaşımı Fransız Devriminin Bastille-saldırısıyla (14 Temmuz 1789) XVI. Ludwig'in idamı (21 Ocak 1793) döneminde, Rusya'da Şubat-Temmuz arasında (1917) -Çifte iktidar dönemi- uygulanmıştı. Nepal'daki siyasal yapılanma kuvvetler paylaşımının en güncel örneğini gösterir. Yıllardan beri süren ve dönem dönem seçim sonuçlarına yansıyan güçler dengesi, bu son seçimde devrimci güçler lehine değişmesine rağmen, eski hâkim sınıf iktidardan uzaklaştırılamıyor ve devrimci güçler de tek başına iktidara gelemiyorlardı. (Son gelişmeler, bu sürecin devrimci güçler lehine sonuçlanacağını açık bir şekilde göstermektedir).

Görüyoruz ki hem hâkim sınıflar arasındaki çatışma ve hem de devrimci güçlerle bir bütün olarak hâkim sınıflar arasındaki sınıf mücadelesi, bazı dönemlerde karşımıza kuvvetler ayrımı, kuvvetler paylaşımı veya kuvvetler ayrımının kuvvetler paylaşımına dönüşmesi olarak çıkmaktadır.
İktidarın kuvvetler ayrımı temelinde sürdürülmesi uzun ömürlü olabilir, ama kuvvetler paylaşımına dayanan bir iktidar, kesenkes, kaçınılmaz olarak kısa ömürlüdür. Yargıtay bildirisi Türkiye'nin böyle bir sürece girilmiş olduğunu göstermektedir. Taraflar da pek ala biliyorlar ki, bu ülkede kuvvetler ayrımı, yerini çoktan kuvvetler paylaşımına bırakmıştır.

Burjuvazinin iki kliği veya kanadı arasında devam eden mücadeleler, çoktan hükümet olma mücadelesini aşmış ve iktidar mücadelesi olmuştur. Burjuvazinin şu veya bu kanadı arasındaki hükümet olma mücadelesinde kuvvetler ayrımı, kuvvetler ayrımı olarak kalır ve hükümet olmak için sürdürülen çetin bir mücadelenin ötesine geçmez. Ama şimdiki durum böyle değil. Burjuvazinin „laikçi“ kanadı ile „İslami“ kanadı arasındaki mücadele, ne kadar ağır, karmaşık ve kapsamlı olursa olsun ülkenin karşı karşıya olduğu şu veya bu sorunla hiç ilgili değildir. Aralarındaki çelişki sistemle, ülkenin politik ve toplumsal yapılanmasıyla ilgilidir ve her iki taraf bu soruna ideolojik olarak farklı açılardan yaklaşmaktadır. Perspektifi belirleyen dünya görüşüdür. Her iki tarafın „laiklik“-“antilaiklik“ bazında dünya görüşü birbirine tamamen zıt olduğu için toplumu ve politikayı şekillendirme perspektifleri de doğal olarak farklıdır. Bu nedenle hükümet olmak mücadelesiyle başlayan süreç, çoktan beri iktidar olma mücadelesine dönüşmüştür. Bu mücadelede ne bu iki kanat veya burjuvazinin kanatları ve ne de devrimci hareket tarafsız kalabilir. Politik mücadelede hükümet değişimi; seçimler karşısında ilgisiz kalmayan devrimci hareket, burjuvazinin iktidar mücadelesi karşısında hiç ilgisiz kalamaz. Nihayetinde bu, diğer şeylerin yanı sıra sınıf mücadelesinin koşullarını da ilgilendirmektedir.

Mevcut hükümetin temsil ettiği politik İslam’ın hemen bütün sorunlara yaklaşımında olduğu gibi kuvvetler ayrımı sorununa yaklaşımında da takiye yaptığı açıktır. Güçlendikçe kuvvetler ayrımını kuvvetler paylaşımına dönüştürmüştür veya yüzde 47 çoğunluğu sürekli dillendirerek kuvvetler ayrımının kuvvetler paylaşımı olarak anlaşılmasını bütün topluma hissettirmeye başlamıştır. Yürütme ve yasamadan sonra yargıyı da ele geçirme mücadelesi içindedir. Tabii buradaki en büyük sorun, işçi sınıfı ve emekçi yığınların nasıl bir tavır sergileyeceğinden ziyade ordunun nasıl bir tavır sergileyeceğidir. Korku budur. Nihayetinde politik İslam’ın zaferi, sesini çıkarmayan ordunun da İslami olmayı kabul etmesi anlamına gelecektir. Umudunu orduya bağlayanlar için ürkütücü bir gelişme olur bu.
Taraflar arasında, seyrek de olsa sergilenen uzlaşma çabaları göstermeliktir. Kılıçlar çoktan çekilmiştir. Yargının „muhtırası“ yeni bir 28 Şubat sürecinin başlangıcı olabilir. Ama 28 Şubatta kuvvetler ayrımı vardı, şimdi ise kuvvetler paylaşımı söz konusu.
Başka bir yazıda devrimci mücadelede kuvvetler ayrımı ve paylaşımı sorununu ele alacağız.