İrtica, “mahalle baskısı” derken iş sonunda -aslında başında olması gerekirdi- felsefeye kaydı. Sosyolog Şerif Mardin’in 2007 yılından kalma söyleşisinde dile getirdiği anlayışlar ve son olarak bir televizyon kanalındaki programda anlattıkları bayağı ilgi uyandırmış olacak ki, burjuva medyada birçok köşe yazarı hocanın görüşlerinden hareketle konuya ilişkin bir şeyler söyleme gereği duymuş.
“Devlet baskısı olmadan” asla “mahalle baskısının” olamayacağını düşünenlerden, Hoca'yı cepheden eleştirenlere ve destekleyenlere kadar uzanan geniş bir yelpazeyle, “filozoflar”dan oluşan bir yelpazeyle karşı karşıyayız. Tabii sadece ulaşabildiklerimizden bahsediyoruz.
Öne sürülen görüşlerin hepsine karşı gelmek gerekir. Hiçbirisi doğruyu söylemiyor. Hepsi yanlış. Sorunu ele alışları, burjuvazinin ahlak ile maddi gerçeklik arasında ilişki kurmak bakımından ne denli zavallı olduğunu göstermektedir. Perspektifi belirleyen bakış açısıdır. Gerek Hoca'nın gerekse de görüşleriyle ilgili yazanların perspektiflerini belirleyen soruna bakışlarıdır.
Öncelikle burada söz konusu olan toplumsal bilinçtir. Özel mülkiyet üzerinde yükselen, birbiriyle uzlaşmaz çelişki içinde olan sınıflardan oluşan toplumlarda toplumsal bilinç de kaçınılmaz olarak sınıfsal karakter taşır. Hoca, eleştirmenleri ve yandaşları, Türkiye'de toplumun özel mülkiyet ilişkileri temelinde sosyal sınıflara bölünmüş olduğu gerçeğini bir kenara iterek veya görmezlikten gelerek “iyi, doğru ve güzel”in erdemlerinden veya eksikliğinden bahsediyorlar. “İyi, doğru ve güzel”den aynı şeyin anlaşılıp anlaşılmadığı, o toplumdaki hâkim üretim biçimine, daha doğrusu hâkim üretim biçiminin şekillendirdiği topluma bağlıdır. Osmanlı feodalitesinin “iyi, doğru ve güzel”den anladığı ile Cumhuriyet'ten bu yana Türkiye toplumunun “iyi doğru ve güzel”den anladığının bir ve aynı olması imkânsızdır. Buna inanmak bir safdilliktir. Feodal düzende “iyi, doğru ve güzel”in maddi temelleri; “iyi, doğru ve güzel”i şekillendiren koşullar ile Cumhuriyet döneminde “iyi, doğru ve güzel”in maddi temelleri; “iyi, doğru ve güzel”i şekillendiren koşullar bir ve aynı değildir. Bunlar, birbirine tamamen zıt, birbirini dışlayan koşullardır. Bu baylar, bilincin yaşamı değil de, yaşamın bilinci belirlediğini unutuyorlar. Dolayısıyla Osmanlı feodalitesinde nesnel yaşamın, insanlar arasındaki maddi toplumsal ilişkilerin ve Cumhuriyet döneminde yaşamın, insanlar arasındaki maddi toplumsal ilişkilerin farklı bilinçleri, “iyi, doğru ve güzel”in farklı anlaşılmasını, farklı içerikli olmasını koşulladığına akıl erdiremiyorlar. Her iki durumda da toplumsal bilinç farklı oluşur. Çünkü onu oluşturan maddi koşullar farklıdır.
Olmadıysa şöyle anlatmaya çalışalım: 'Her toplum düzeninde -örneğin içinde yaşadığımız şu burjuva düzende- insanlar belirli bir biçimde üretici faaliyette bulunurlar, belirli toplumsal ve politik ilişkilere girerler. Toplumsal yapılanma ve devlet, sürekli olarak insanların yaşam süreçlerinin sonucu olarak oluşur ve bu sürecin gelişmesine göre de gelişir. Tabii bu bireyler, kendilerinin veya Şerif Mardin'in kafasında canlandırdığı bireyler değildir; bunlar maddi üretim yapan, maddi toplusal ilişkiler içinde olan ve böylece etkide bulunan bireylerdir; kendi iradelerinden bağımsız olarak girdikleri ilişkiler çerçevesinde, verili koşullarda faaliyet gösteren bireyler'.(Marks-Engels; Alman İdeolojisi. C. 3, s. 25)
'Fikir, anlayış ve bilinç üretimi, her şeyden önce, insanların doğrudan maddi faaliyetine ve iradelerinden bağımsız olarak girdikleri karşılıklı maddi ilişkilere tabidir, bağlıdır. İnsanların ürettikleri fikirler, anlayışlar, oluşan bilinç, onların karşılıklı ilişkilerinin, maddi davranışlarının doğrudan bir sonucudur. Bir toplumun, bir halkın ahlakında, dininde vs. ifadesini bulan zihinsel üretim de aynı şekilde oluşur. Anlayışları, fikirleri, teorileri, ahlakı, dini vs. üretenler insanlardır. Ama onların sahip oldukları bu “üretim”, sürekli belli bir üretim ilişkisine; insanların sahip oldukları üretici güçlerin belli bir gelişmişlik düzeyine tekabül eder. Ve bu hep böyle gider; yani fikirler, anlayışlar, din, ahlak tarihseldir, geçicidir, değişimi kaçınılmazdır. Bu anlamda bilinç, maddedir, maddidir ve hiçbir zaman, hiçbir koşul altında bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz, ondan ayrı düşünülemez'.(Marks-Engels; Alman İdeolojisi. C. 3, s. 26)
Şerif Mardin'in gözünde canlandırdığıyla, onun anladığı “iyi, doğru ve güzel” ile yola çıkacak olursak ancak ve ancak onun varmış olduğu yere varırız. O yer de gerçekte, maddi yaşamda olmayan bir yer. Bir hayal dünyası. Anlayışlarıyla bu topraklardaki burjuva düzeni, toplumun birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler içinde olan sınıflara bölünmüşlüğünü kabul etmeyen bir “iyi, doğru ve güzel”den bahsettiği için bir hayal dünyası. Gerçekte yaşayan, elle tutulur, gözle görülür insana varmak için, yani bizim şu mahalleliye varmak için Hoca gibi insanların söylentilerine, imgelerine, Hoca ve onun gibilerinin “iyi, doğru ve güzel”ine hiç ihtiyaç yoktur. Varmak istediğimiz yeri, aradığımızı, ancak ve ancak gerçek faal, maddi toplumsal ilişkiler içinde olan insanlardan yola çıkarak bulabiliriz. Ancak ve ancak insanların gerçek, maddi toplumsal ilişkilerinden hareketle onların fikirlerinde, anlayışlarında ve ideolojilerinde gelişme ortaya konabilir. Öyleyse:
“Ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, ... o özerk görünümlerini yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci durumda, sanki canlı bir bireymiş gibi bilinçten yola çıkılmaktadır; gerçek yaşama tekabül eden ikinci durumda ise, gerçek yaşayan bireyin kendisinden yola çıkılır ve bilince de o bireyin bilinci olarak bakılır” (C. 3, s.26/27).
Şerif Mardin bu gerçeği anlamadığı için, Kemalist burjuvazinin iktidar oluşunu, bu burjuvazinin iktidara gelmesinden bu yana yaşanan toplumsal altüst oluşu, dünkü ve bugünkü nesnel gerçekliğin ifadesi olarak üretim ilişkilerindeki; toplumsal maddi yaşamın koşullarındaki değişimi anlamıyor.
O halde toplumsal bilinç nedir? Düşüncelerin, teorilerin toplamına, bir toplumda ruhsal yaşam içeriğinin toplamına, toplumsal bilinç denir. Bu bilinç, toplumun maddi varoluşundan bağımsız değildir, ona dayanır, onun tarafından belirlenir. Dolayısıyla toplumsal bilinç, toplumsal varoluşun bir yansımasıdır. Sınıflı toplumlarda toplumsal bilinç, sınıfsal karakter taşır; hem hâkim sınıfların hem de sömürülen, ezilen sınıfların, öncelikle de işçi sınıfının görüşlerini ve teorilerini kapsar. Birbirine zıt görüşler arasındaki mücadele, ifadesini ideolojik mücadelede bulur ve bu mücadele toplumun tinsel yaşamının bütün alanlarında sürdürülür.
“Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidir; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridir. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir” (C: 3, s. 46).
Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.
Sosyalist bilinç ise öncelikle içeriği ve menşe bakımından işçi sınıfının sınıf çıkarlarının ve maddi varoluş koşullarının yansımasıdır. Bu da ifadesini Marksizm-Leninizm'de bulur. Ama konumuz bu olmadığı için geçelim.
Toplumsal bilinç, görece bağımsız olarak gelişir. Onun görece bağımsızlığı kendini çeşitli biçimlerde gösterir. Bir bütün olarak toplumsal bilinç ve onun biçimleri özgün yasallıklara tabidirler; toplumsal bilincin gelişmesi maddi toplumsal ilişkilerin birebir sonucu olmayabilir. Yani her münferit düşüncenin arkasında mutlaka bir maddi neden olmayabilir: Yeni düşünceler genellikle, var olan düşüncelere dayanarak geliştirilir. Ama bütün düşüncelerin arka planında mutlaka bir nesnellik, maddi neden vardır ve bunlar şu veya bu biçimde sınıfsal çıkarlardan kaynaklanırlar.
Şu veya bu konudaki görüşler ve teorilerle insanlar doğal ve sosyal çevreleri, sınıfsal konumları ve nesnel çıkarları üzerine bilinçlenirler; toplumun nesnel, yasal gelişme eğilimlerine şu veya bu derecede hâkim olurlar ve görevlerini ve amaçlarını teori olarak formüle ederler, programlaştırırlar. Bütün bunları ya mevcut toplum düzenini daha da sağlamlaştırmak, geliştirmek ya da yıkarak, yerine yeni bir toplum düzeni kurmak için yaparlar.
Hangi görünüm biçiminde olursa olsun idealizm, toplumsal gelişmede toplumsal bilincin hem görece bağımsızlığını ve hem de aktif işlevli oluşunu mutlaklaştırır. Bununla da yetinmez -mutlaklaştırmanın kaçınılmaz sonucu olarak- maddi toplumsal ilişkilerden tamamen bağımsız olarak, toplumsal bilinci, toplumsal gelişmenin belirleyici itici gücü olarak algılar ve yorumlar. Tam da burada Şerif Mardin'in görüşleri bir anlam kazanmaktadır. Hoca toplumsal bilincin görece bağımsızlığını ve aktif işlevli oluşunu mutlaklaştırıyor, onu toplumsal maddi ilişkilerden kopartıyor ve ülkenin maddi gerçekliğiyle bağdaşmayan, mevcut gerçekliğe tekabül etmeyen, ancak feodalite koşullarında; Osmanlı feodal maddi ilişkilerinde yaşam olanağı bulabilecek bir “iyi, doğru ve güzel”den bahsediyor.
Mardin Hoca'nın “iyi, doğru, güzel”i bir ahlak sistemini ifade eder. O, bu anlayışını -felsefi ahlak anlayışını- Almanya'da antifeodal burjuva felsefenin gelişme sürecinde yeri olan Immanuel Kant'a dayandırmaktadır.
Hoca, “iyi, doğru, güzel' hakkında bir düşünce var. Nedir o düşünce? İslami düşünce tarzı” derken yanılıyor. Hoca yanılıyor, ama onu düzelttiğini sanan İsmet Berkan da 26 Mayıs 2008 tarihli Radikal gazetesindeki “Seküler ahlakın varlığını savunmak” başlıklı yazısında savunduğu “Kant'tan beri biliyoruz ki, 'iyi, doğru ve güzel'in kaynağı din değildir. Elbette bütün dinler 'iyi, doğru, güzel' hakkında önemli şeyler söylemişler, sistemlerini bunun üzerine kurmuşlardır ama 'iyi, doğru ve güzel' illa dinden kaynaklanmak zorunda değildir. 'İyi, doğru ve güzel'in kaynağı bizatihi insanın doğasıdır. O yüzden de, ahlakın kökeninin insan hakları olduğu anlayışı genel kabul görmüş anlayıştır artık. Bunları aslında söylememe bile gerek yok ama tam da Prof. Şerif Mardin'in gözlemlerine dayalı olarak getirdiği eleştiriler eşliğinde, ahlakın kökeninin din değil insanın kendisi olduğunu söylemek, 'iyi, doğru ve güzel'in dinlerden bağımsız evrensel bir doğası olduğunu hatırlatmak maalesef bir zorunluluk” anlayışlarıyla tamamen saçmalıyor. (Haksızlık etmeyelim. Ahlakın kaynağı konusunda Hocayı düzelten Berkan haklı).
Demek öyle!
İsmet Berkan devamla “iyi, doğru ve güzel”in kaynağının insanın doğası, bundan dolayı da “ahlakın kökeninin insan hakları” ve “iyi, doğru ve güzel'in dinlerden bağımsız evrensel bir doğası olduğunu”, bunları “hatırlatmak maalesef bir zorunluluk” diyerek öğretiyor!
Peki, öyle mi?
Berkan, eleştirdiği Hoca'yı başka bir açıdan doğruluyor. O da toplumun özel mülkiyet temelinde sınıflara ayrışmış olduğunu reddederek, bütün insanları kapsamına alan ve insanın doğasında var olan bir ahlak anlayışından bahsediyor. Evrensel ve kökeni insan haklarında olan bir ahlak anlayışı! “Kökeni insan hakları” olan bir ahlak anlayışı herhalde Berkan-vari felsefenin bir yansıması olsa gerek!
Ahlak, bir toplumsal bilinç biçimidir, içeriği de ahlaki ilkelerin, değerlerinin, normlarının toplumsal koşullu, tarihsel gelişen sisteminden oluşur. İnsanlar, birbirleriyle ilişkilerinde ve toplumsal gelişmelerde bu değerlere göre hareket ederler. Ahlaki değerler ve normlar, hiçbir zaman bütün insanlar için geçerli, ebedi olan ve tanrı ve yeryüzündeki temsilcileri tarafından tespit edilmiş değerler ve normlar değildir ve olamazlar da. Ahlaki değer ve normların kökeni insanların toplumsal maddi ilişkilerinde aranmalıdır; bu değerler ve normlar insanların maddi toplumsal ilişkilerini yansıtırlar ve toplumsal maddi ilişkilerin değişmesine göre değişirler, yani tarihseldirler. Sınıflara ayrılmış toplumlarda, örneğin Türkiye'de insanların toplumsal ilişkileri antagonist karakterli olduğu için ahlak da sınıfsal karaktere sahiptir ve toplumda bütün insanları kapsayan, insanın doğasında olan bir özelliği yoktur.
Anlaşılmadıysa şöyle anlatalım: 'Ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini insanlara ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her sav yanlıştır ve reddedilmelidir. Tersi geçerlidir; geçmişin her ahlak teorisi, son çözümlemede o zamanki toplumun ekonomik durumunun bir ürünüdür. Ve nasıl toplum, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak, ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğrular ya da baskı altında tutulan sınıf yeterince güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak, bu egemenliğe karşı baş kaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil eder. Gene de insan bilgisinin bütün öteki dalları için olduğu gibi, ahlak bakımından da genel olarak bir ilerleme olduğundan kuşku yok. Ama insanlık henüz sınıf ahlakını aşmamıştır. Sınıf karşıtlıklarının ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insansal bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının yalnızca yenilmekle kalmadığı ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde olanaklı olabilir. Bu da komünist toplumdur'. (Engels; Anti-Dühring, C. 20, s. 87/88).
Demek ki, her sınıflı toplumda ahlak hâkim sınıfın ahlakıdır, yani hâkim ahlaktır. Sınıflı toplumda hâkim ahlakın görevi, uygun değerler ve normlarla mevcut düzeni, hâkim, iktidardaki sınıfın sömürü ve baskısını haklı çıkartmak ve korumaktır. Örneğin Türkiye'de hâkim ahlak burjuva ahlaktır ve görevi de bu burjuva düzeni, sömürü ve baskıyı haklı çıkartmak ve korumaktır.
Tabii, bütün bunların Hoca ve Berkan açısından hiçbir anlamı yoktur. Çünkü her ikisi de ahlakı, onun değerlerini ve normlarını doğa ötesi bir gücün, yaratıcının görevi olarak görüyorlar. Berkan, bu işi “ahlak insanın doğasındadır” diyerek yaparken Hoca da “iyi, doğru güzel’ hakkında bazı değerler var. O da İslami değerler”dir diyerek yapmaktadır.
İnsanın doğasını belirleyen toplumsal gerçekliğidir, içinde yaşadığı maddi koşullardır. Dolayısıyla “İyi, doğru ve güzel'in kaynağı” insanların maddi yaşamlarıdır. İnsan bu maddi yaşam içinde “İyi, doğru ve güzel” kabullenir veya kabullenmez. Kabullenir veya kabullenmez, çünkü söz konusu mutlaklaştırılan bu “İyi, doğru ve güzel”in de sınıfsal bir karakteri vardır. Burjuvazinin “İyi, doğru ve güzel” ile tanımladığı değerler işçi sınıfı tarafından baskı ve sömürüden başka bir anlam taşımaz. Bu anlamda ahlakın kökeninin insan hakları olduğu” ve bunun “genel kabul gördüğü” de ancak Berkan açısından geçerli olabilir. Roma İmparatorluğunda ahlakın kökeninde hangi insan hakları vardı? Yoksa Roma İmparatorluğunda insan hakları başta Spartaküs olmak üzere baskı ve sömürüye karşı ayaklanan köleleri katletmek miydi? Yoksa başka ülkelere saldırmak, işgal etmek, sömürgeleştirmek, insan haklarından mı sayılıyor? Mademki ahlakın kökeninde insan hakları var, o halde burjuva ahlakın kökeninde de aynı haklar var olmalıdır! Yani sömürü, talan, savaş, sömürgeleştirmek vs. Şimdi bunlar insan hakları mı oluyor? Berkan'a göre öyle oluyor.
Ahlakın sınıfsal karakter taşıdığı, her toplum, üretim biçiminin kendine göre bir ahlak anlayışının olduğu ve dolaysıyla ahlakın tarihsel olduğu; geçici olduğu; kökeninde genel olarak insanın değil de içinde yaşanılan toplumun maddi ilişkilerin olduğu Berkan'ı ilgilendirmiyor.
Şerif Mardin Hoca ya devleti tanımıyor ya da unutuyor!
Şöyle diyor: “Bir kolektive olmak için değerleri paylaşmak lazım, değerleri paylaşmak için görmek lazım, kendi üstüne almak lazım. Mahallede bu çok gelişmiş olan bir yaklaşım tarzı. Niçin gelişmiş, mahallede çünkü ‘iyi, doğru güzel’ hakkında bazı değerler var. O da İslami değerler”.
Yanlış bilmiyorsak mahallede devlet var. Mahallede, kendini karakolla, muhtarlıkla, belediye ile, eğitim kurumlarıyla, yerine göre mahkemeyle vb. temsil eden; bir bütün olarak mevcut düzeni ayakta tutmak için, mevcut düzen içinde yaşamak istemeyenleri, mevcut düzeni değiştirmek isteyenleri baskı altında tutmak için her bakımdan donanmış devlet var. Hemen bütün üst yapı kurumlarıyla devlet var mahallede. Hâkim sınıf adına, yani burjuvazi adına devlet, bütün kurumlarıyla, sınıflara ayrılmış toplumu “Bir kolektife olmak için değerleri paylaşma”ya, “değerleri paylaşmak için görme”ye, “kendi üstüne alma”ya zorlamaktadır. Bunun için baskı uygulamaktadır. “Mahallede bu çok gelişmiş olan bir yaklaşım tarzı”dır. Mahallede “iyi, doğru ve güzel”i belirleyen devlet değil mi? Burjuva ahlak anlayışı değil mi?
Mahalle, polisin “iyi, doğru ve güzel”i nasıl temsil ettiğini bilmiyor mu?
Şerif Mardin, “Gerçekten (mahallede) önemli bir şey var, aynı zamanda öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel olmayınca, işte orada olan diğer elemanlar geliyor” anlayışıyla bu toplum gerçekliğinden ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor. Aslında böyle bir değerlendirme Şerif Mardin çapında bir sosyologun değerlendirmesi olmaz diye düşünenler olabilir. Ama değerlendirme onun.
Hoca, “iyi, doğru ve güzel”in bir ahlaki, kültürel, ideolojik anlayış olduğunu, her bir sınıfın bundan farklı anlamlar çıkardığını bilmiyor olamaz. Bu anlamda hâkim sınıfın mahalledeki ideolojik, kültürel, ahlaki temsilcisi olan “öğretmenin
dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel”in olmayacağı nasıl düşünülebilir. Mahallede öğretmen “bostan korkuluğu” mu? Öyle bile olsa, yine de bir görevi var: Bostanı kuşlara karşı korumak! Burjuva düzende öğretmenin dünya görüşündeki “iyi, doğru ve güzel”, sistemi korumaya, geliştirmeye hizmet eden ideoloji, kültür, ahlak anlayışına sahip insanlar yetiştirmektir. Burada “iyi, doğru ve güzel”, kimi ülkelerde burjuva demokrasisin kırıntıları olabileceği gibi, kimi ülkelerde ırkçılık, faşizm, şovenizm de olur. Demek ki, öğretmen mahallede hâkim sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir “iyi, doğru ve güzel”i temsil etmektedir.
Hoca kendini inkâr ediyor: Hoca idealisttir, öznel idealisttir. Ahlaki değerleri, “iyi, doğru ve güzel”i değişmez olarak görüyor. Kemalist burjuvazinin bu topluma hemen hiçbir katkısının olmadığını veya “iyi, doğru ve güzel” bakımından yüzeysel kaldığını savunuyor. Osmanlının kalıntısından bir ulusun doğması Hoca açısından pek önemli olmayabilir. Ama bu ulusun oluşumunda Kemalist burjuvazinin oynadığı belirleyici rolü nasıl yok sayalım? Burjuva bir ulus oluşmuştur ve bu ulusun da kendine göre bir “iyi, doğru ve güzel” anlayışı olmuştur. Türkiye'deki bütün burjuva değerler o oluşum üzerinde yükselmiş ve o oluşumu etkilemiştir. O halde toplum sürekli değişim içinde olmuştur. Başka türlü de düşünülemez. Ama bütün bunları Hoca yok sayıyor ve böylece kendini de yok saymış oluyor. Şerif Mardin, sanki bizzat bu toplumun çıkartması değilmiş gibi değerlendirme yapıyor.
Bu konuda Hoca'nın görüşlerine “Kendisine hak vermemeye imkân yok bence. Gerçekten de, bizim cumhuriyetimiz, seküler veya laik bir ahlak anlayışını topluma yerleştirmek için, bu anlamda mahalledeki imamla ve mahalledeki 'bakma' ile 'göz' ile rekabet için hiçbir şey geliştirmemiş” anlayışıyla katılan İsmet Berkan da bizzat bu toplumun çıkartması olduğunu unutuyor.
Hoca'nın felsefi anlayışına göre bilinç, toplumsal bilinç veya bütün bunların ifadesi olarak “iyi, doğru ve güzel” birincildir, her şeyi belirler; her şeyden önce gelir; bütün gelişmeler, toplumsal yaşam “iyi, doğru ve güzel”e göre belirlenir. Hoca'nın bu felsefi anlayışına göre insan, doğrudan, kendi bilincinin yansımalarıyla, duyumlarıyla, tasavvurlarıyla ilgilidir. Bunun ötesi, insan açısından yoktur. Yani Hoca'nın felsefi anlayışı; öznel idealizm, nesnel gerçekliğin varlığını reddeder. Şerif Mardin de bunda başka bir şey yapmıyor. Devleti mahalleden çıkartıyor, onun varlığını, mahallenin maddi varoluş koşullarını, bu anlamda nesnel gerçekliğin varlığını inkâr ediyor ve yerine “iyi, doğru ve güzel”i koyarak, bu ahlak anlayışı temelinde bir toplumu kafasında canlandırıyor.
“İyi, doğru ve güzel” veya “doğru-yanlış”, “iyi-kötü” veya “güzel-çirkin” türünden karşıtlıklar, ancak ahlak alanında; insanların tarihine ilişkin alanda söz konusu olabilir. Bu konuda Hoca tamamen haklıdır, yerden göğe haklıdır. Ama bu kavramlarla toplumsal ilerlemede ne kadar yol alınır veya şimdiye kadar ne kadar yol alınmış, bunu bilmiyoruz. Olsa olsa Hoca bilir!
“Halktan halka, dönemden döneme, iyi ve kötü fikirler öylesine değişir ki çoğu kez birbiriyle açıkça çelişirler. —Ama denecek, gene de iyi kötü, kötü de iyi değildir; eğer iyi ile kötü aynı çuvala konursa bu, her türlü ahlak düşüncesinin sonu demektir ve herkes canının istediği gibi davranır... Eğer sorun bu denli yalın olsaydı, iyi ve kötü üzerinde tartışılmazdı, iyi nedir, kötü nedir, herkes bilirdi. Ama şimdi böyle mi? Bugün bize hangi ahlak öğütleniyor? ... feodal ahlak. Bunun yanında modern burjuva ahlakı, sonra hemen bunun yanında da geleceğin, proletaryanın ahlakı bulunur; öyle ki yalnızca Avrupa'nın en ileri ülkelerinde geçmiş, bugün ve gelecek, birbiri yanında aynı zamanda geçerli üç büyük ahlak teorisi grubu sağlar. Öyleyse hangisi gerçek ahlaktır bunların? Kesin ve mutlak anlamda, hiçbiri; ama süre vaat eden öğelere en çok sahip bulunan ahlak; şu anda kuşkusuz bugünün altüst oluşunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak.
Modern toplumun feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendi öz ahlakına sahip bulunduğunu gördükten sonra, bundan ancak insanların, ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun, ahlak anlayışlarını, son çözümlemede sınıf durumlarının dayandığı pratik ilişkilerden —içinde üretim ve değişimde bulundukları ekonomik ilişkilerden— aldıkları sonucu çıkartabiliriz”. (Engels, Anti-Dühring, C. 20, s. 86/87)
“Bu konuda on binlerce sayfa yazı yazılmış Avrupa'da” durum böyleydi. Türkiye'de de farklı değildir.