Son aylarda, daha doğrusu uluslararası borsa-banka krizinin patlak vermesinden bu yana Türkiye'de yabancı sermaye hareketi, Türk ekonomisinin bu krizden şimdiye kadar ne derece etkilenmiş olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili birkaç veriyi ele alarak bu etkilenmeyi göstermeye çalışalım:
Gayrimenkul alımları da dâhil fiili doğrudan yabancı sermaye girişi bakımından:
2008'in Ocak-Nisan arasında doğrudan yabancı sermaye girişi:
Ocak: 1 milyar 238 milyon dolar.
Şubat: 709 milyon dolar.
Mart: 2 milyar 590 milyon dolar.
Nisan: 799 milyon dolar.
Toplam: 5 milyar 336 milyon dolar.
Ocak-Nisan dönemindeki doğrudan yabancı sermaye girişini daha önceki aynı dönemdeki girişle karşılaştırırsak:
Ocak-Nisan 2007'deki fiili giriş miktarı: 10 milyar 158 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008'deki fiili giriş miktarı: 5 milyar 336 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2007'den Ocak-Nisan 2008'e sermaye hareketi:10.158-5.3360=4 milyar 822 dolar azalma. Verilen dönemde doğrudan yabancı sermaye girişinde yüzde 47,47 oranında bir azalma olmuştur.
Ocak-Nisan 2007'de yabancıların aldıkları gayrimenkul miktarı: 1 milyar 094 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008'de yabancıların aldıkları gayrimenkul miktarı: 916 milyon dolar.
Verilen dönemde yabancıların aldıkları gayrimenkul miktarı yüzde 16,3 oranında azalmıştır.
Uluslararası sermayeli firmaların yabancı ortaklarından kullandıkları krediler 208 milyon dolardan 51 milyon dolara düşerek yüzde 75,5 oranında azalmıştır.
Yurt içinde yerleşik kişilerin yurt dışında yaptıkları net yatırımlar 2007'nin ilk dört ayında net 1 milyar 335 milyon dolardan 2008 yılının aynı döneminde 684 milyon dolara düşerek yüzde 48,7 oranında azalmıştır.
Ocak-Nisan döneminde doğrudan yatırım olarak gelen 4 milyar 377 milyon dolarlık yabancı sermayenin 2 milyar 585 milyon doları mali sektörden ve 789 milyon dolarlık kısmı da imalat sanayinden kaynaklanıyordu. Demek ki gelen sermayenin yüzde 59'u mali sektöre akarken yüzde 18’i de sanayi sektörüne akmıştır.
Portföy yatırımlarında durum:
Ocak-Nisan 2007'deki fiili portföy giriş miktarı: 7 milyar 6 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008'deki net portföy çıkış miktarı: 3 milyar 451 milyon dolar.
Dış ticaret açığında (cari açık) gelişme:
2002 yılında 600 milyon dolar olan cari açık, 2007 yılında 37 milyar dolara çıktı. 2008'in ilk dört ayında da 16,9 milyar dolar olarak gerçekleşti. Cari açık, 2007'nin Ocak-Nisan döneminde 2008'in aynı dönemine göre12 milyar 488 milyon dolardan 16 milyar 885 milyon dolara çıkarak yüzde 35,2 oranında arttı.
2007 yılı itibariyle 47 milyar dolar olan dış ticaret açığının, 2008’de 65 milyar dolara ulaşacağı tahmin edilmektedir.
Cari açıkta hızlı bir büyüme söz konusudur.
Yabancı sermaye karını götürüyor:
Doğrudan yatırımlardan kar transferi:
2003: 643 milyon dolar.
2004:1 milyar 43 milyon dolar.
2005:1 milyar 51 milyon dolar.
2006:1 milyar 168 milyon dolar.
2007:1 milyar 905 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008: 910 milyon dolar.
2003'ten bu yana toplam transfer: 6 milyar 805 milyon dolar.
Portföy yatırımlarından kar transferi:
2003:3 milyar 259 milyon dolar.
2004: 3 milyar 974 milyon dolar.
2005:4 milyar 379 milyon dolar.
2006:4 milyar 650 milyon dolar.
2007:5 milyar 740 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008: 1 milyar 732 milyon dolar.
Bu dönemdeki toplam transfer: 17 milyar 777 milyon dolar.
Doğrudan yatırımlarla birlikte toplam transfer: 24 milyar 582 milyon dolar.
Transfer edilen karın yüzde 72’si portföy yatırımlarından (Borsa, devlet iç borçlanma senetleri gibi finansal araçlara yapılan ve her an kaçma olanağı olan “sıcak para”) kaynaklanırken, bu transferde doğrudan yatırımların payı ancak yüzde 18 idi.
Kar transferi olarak “sıcak para” çıkışı 2003'de 3 milyar 259 milyon dolardan 2007'de 5 milyar 740 milyon dolara çıkmıştır. Yani bu transferler yıldan yıla giderek büyümüştür.
Yabancı sermaye kaçmıyor, ama çıkıyor:
Dünya çapında spekülasyon-banka krizine rağmen, uluslararası alanda karlı yatırım arayan sermayenin varlığı bilinmektedir. Bu sermayenin bir kısmı Amerikan konut sektöründe köpüğün patlamasından sonra hammadde ve gıda alanına kaydı. Bir kısmı ise kredi sektöründe hâkim olan güvensizliğe rağmen Türkiye gibi ülkelere gelmektedir. Bunun iki nedeni var: Birinci neden Türkiye'nin verdiği faiz ve ikinci neden de Türk ekonomisinde taşların gerçek anlamda yerinden henüz oynamamış olması, oranı küçülse de büyümenin devam etmesidir. Bu nedenden dolayı karlı yatırım alanı arayan sermaye, miktarı giderek azalsa da hala giriş yapmaktadır.
Türkiye, yabancı sermaye çekmek, bu sermaye girişini devamlı kılarak ekonomi çarkını çevirebilmek için faizde dünya şampiyonluğunu elden bırakmıyor. Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, Haziran ayı toplantısında gecelik faiz oranlarını yüzde 15,75’ten yüzde 16,25’e, borç verme faiz oranını yüzde 19,75’ten 20,25’e yükseltti. Yüksek faiz sıralamasında İzlanda ikinci, Brezilya üçüncü sırada.
Bu faiz, yabancı sermayeyi yumuşatıyor ve gelmesini kolaylaştırıyor. Borçlanma (kamu ve özel) yabancı para üzerinden yapılıyor. Bu oranlarda faiz ödendiği müddetçe de Türkiye, yabancı sermaye için çekici olmaya devam eder. Yukarıdaki verilerde gördüğümüz gibi gelen yabancı paranın önemli bir kısmı mali sektörde kalıyor, yani “paradan para kazanmak” için; hazine bonosu, tahvili, hisse senedi ve bankalardan faiz almak için geliyor.
Gelen sermaye çıkış riskini de mutlaka hesaba katmaktadır. Mevduat hesabını kapatıp çıkmak kolaydır, başka araçlara; hisse senedine, bonoya, tahvile yatırılmış sermayenin bunları kısa sürede elinden çıkartması her zaman kolay değildir. Hele fabrikaya, gayrimenkule yatırılmış sermayenin çıkması oldukça zordur. Demek ki gelen yabancı sermaye, belli bir riski göze almaktadır.
Veriler yabancı sermayenin kaçmadığını, ama çıktığını göstermektedir. Borsada yabancıların elinde bulunan toplam hisse senedi değeri 50,5 milyar dolar. Bu miktarla borsadaki hisse senedi değerinin yüzde 70'ini ellerinde tutuyorlar. Anlaşılan o ki, bu miktarı alelacele elden çıkartıp kaçmak için bir neden görmüyorlar. Yabancıların bono ve tahvile yatırdıkları miktar 27,5 milyar dolar. Şu anda dünyada verilen en yüksek faizi alıyorlar. Borcun ödenmeme riski de yok. O halde kaçmak için bir neden de yok.(Yabancıların mevduat miktarı da 5,5 milyar dolardır).Toplam: 50,5+275+5,50=83,3.
Yabancı sermaye hareketi, Türk ekonomisinin dünya ekonomik konjonktüründen etkilendiğini, ama bu etkilenmenin ekonominin seyrini belirlemediğini, en azından henüz belirlemediğini göstermektedir. Ama bu durum değişecektir, değişmek zorundadır. Açık finansmanındaki farklılaşma değişimin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Dış açık hızlı artıyor ve bu açığın finansman kaynağı da değişiyor. Ekonomi, daha fazla borçlanarak çarkı çevirebiliyor. Çarkı çevirme dengesi borç bulma üzerine kurulmuş ve hükümet, dünya ekonomisindeki gelişmeler Türk ekonomisini etkilemeyecekmiş gibi hareket ediyor. Ama bu denge belli bir noktaya gelindiğinde kaçınılmaz olarak bozulacaktır.
Doğrudan yabancı yatırımlar biçiminde gelen sermayede bir gerileme var. Ocak-Nisan 2007'den Ocak-Nisan 2008’e doğrudan yabancı sermaye girişi yüzde 47,47 oranında azalmış.
Portföy biçiminde gelen sermaye, ekonomiye kaynak olmaktan çıkarak ülkeyi terk eden bu türden sermayenin finansmanında kullanılan kaynağa dönüşmektedir. Yani gelen “sıcak para” ile çıkan “sıcak para” finanse edilmektedir. Ocak-Nisan 2007'deki fiili portföy giriş miktarı 7 milyar 6 milyon dolar ve Ocak-Nisan 2008'de de net portföy çıkış miktarı 3 milyar 451 milyon dolar. Yani gelen bu “sıcak para”nın yarısı aynı “sıcak para”nın çıkışını finanse etmek için kullanılıyor.
Artan cari açığın finansman yükünün neredeyse tamamını bankacılık ve özel sektör yükleniyor. Örneğin bu kesimlerin geçen sene borçlanma miktarı sadece 4 milyar dolardı (9 aylık). Bu sene için ise yaklaşık 34 milyar dolardı (aynı dönem). Uzun vadeli borçlanmayla şimdilik çark dönüyor. Ama bunun böyle devam edeceğinin hiçbir garantisi yok. Yüksek faizin de borç para bulmada önemli bir faktör olmaktan çıması durumunda -yabancı sermaye için önemi olan bir siyasal kriz, dünya ekonomisinin bir fazla üretim krizine girmesi vb.- bu kaynak da kuruyabilir: Uluslararası mali ve ekonomik konjonktür ve iç siyasi-ekonomik istikrarsızlık, Türkiye'ye yabancı sermaye girişini daha da yavaşlatabilir, hatta tamamen çıkışını tetikleyen bir durumla da karşı karşıya kalabiliriz. İşte o zaman Türk ekonomisi bir borç kriziyle (açığı ödeyememe ve para bulamama) karşı karşıya kalabilir.
Burada üzerinde durulması gereken sorun, Türkiye'ye yabancı sermaye akışının durup durmayacağıdır.
Kapitalist dünya ekonomisinde önemli miktarda bir aşırı sermaye birikimi var. Bu sermaye azami kar beklentisinin olduğu her alana akmaktadır. Amerikan konut sektörü bu alanlardan biriydi. Bu sektörde balonun patlamasından sonra azami kar alanı arayan spekülatif sermayenin bir kısmı hammadde ve gıda sektörlerine kaydı. Ama hepsi değil. Hala önemli miktarda bir sermaye, azami karlı yatırım alanı aramaktadır. Yani uluslararası alanda bir sermaye bolluğu hala vardır.
2000-2001 arasında bağımlı, yeni sömürgelere akan net yabancı sermaye miktarı yıllık olarak 200 milyar dolardan biraz fazlaydı. Bu ülkelere yabancı sermaye akışı 2002'den sonra hızlandı ve 2005 yılında 520 milyar, 2006'da 570 milyar ve 2007 yılında da 780 milyar dolara ulaştı, bu ülkeler dövize/yabancı sermayeye boğuldular.
Ekonomik kriz döneminde bu sermaye akışı duracak ve akış, çıkışa, duruma göre de kaçışa dönüşecektir. Her ekonomik kriz döneminde sermaye böyle hareket eder. “Çalar-çırpar”; talan eder ve kaçar. Yabancı sermayenin ne kadarının kaçacağı, ekonomik krizin şiddetine ve kapsamına bağlıdır. 2000-2004 dünya ekonomik krizi döneminde bağımlı, yeni sömürge ülkelere akan doğrudan yabancı yatırımlar, ekonomik krizin başladığı 2000 yılında 253,2 milyar dolardan 2001 yılında 217,8, 2002 yılında 155,5, 2003 yılında 166,3 ve ekonomik krizin son yılı 2004'de de 233,2 milyar dolara düşmüştü. Yani 2000 yılı baz alınırsa bu türden sermayenin 2001'de yüzde 14'ü, 2002'de yüzde 38,5'i, 2003 yılında yüzde 34'ü bu ülkelerden kaçmıştı. Bağımlı, yeni sömürge ülkelere akan portföy yatırımlarının miktarı 2000 yılında 18 milyar dolardı. Bu ülkelerden çıkan veya kaçan bu türden sermaye (“sıcak para”) miktarı da 2001 yılında 71, 2002 yılında 79 ve 2003 yılında da 4 milyar dolardı. 2004 yılında ise bu türden giriş yapan sermaye miktarı 35 milyar dolardı. Demek ki, 2001, 2002 ve 2003 yıllarında sürekli çıkış olmuştur. Banka kredileri ve başka türden sermaye akışındaki duruma gelince: 1997-2001 arasında da bağımlı, yeni sömürge ülkelerden bu türden sermaye çıkışı söz konusu olmuştur. Bu türden kaçan sermaye miktarı 1997'de 60, 1998'de 136, 1999'da 170, 2000'de 111 ve 2001 yılında da 34 milyar dolardı. Giriş yapan bu türden sermaye miktarı 2002'de 27, 2003'de 7 ve 2004'de de 12 milyar dolarda kalmıştır. Uzatmaya gerek yok. Sermaye tehlikeyi sezerse kaçar, çünkü orada kar olanağı kalmamıştır. Gelen sermayeye geri çıkıyor veya kaçıyor demek için krizin ve sermaye açısından riskin derecesi ve kapsamı belirleyicidir.
Yabancı sermaye açısından Türkiye bir istisna değildir. Türk ekonomisini kendisi açısından çekici bulduğu, kendine göre kar elde ettiği müddetçe kalır. Bu ortam ortadan kalkınca da, nasıl kalktığına bağlı olarak ya kaçar ya da çıkar. Şimdilik giriyor, karını transfer ediyor, ama aynı zamanda da çıkıyor.
***
Radikal gazetesinin 22 Haziran tarihli sayısında Mustafa Sönmez'in kriz üzerine görüşlerini içeren bir yazıya yer verilmiş.
Şayet görüşleri yanlış aktarılmadıysa şunları söylüyor: “Psikiyatriden ödünç bir benzetme ile şöyle diyebiliriz: Krize giren toplumlar da tıpkı depresyona giren insanlar gibi, uzun süre krize girdiklerini fark etmezler, yaşadıkları anormalliğin farkındadırlar ama bunu adlandırmaya yanaşmaz, tedavi, yardım almaya direnirler. Bugün, Türkiye dâhil birçok ülke de aynı durumdadır. Aslında fiilen bir kriz durumu yaşanmaktadır ama ‘maskelenmiştir”, ...“yüksek faizle maskelenmiştir".
Krize giren toplumlarda insanların psikolojik davranışlarıyla krizin maskelenmesi arasındaki bağı bir türlü kuramadık. Ama sorun bundan ziyade krizin maskelenmesi, “yüksek faizle maskelenmesi” anlayışındadır. Bu maskelenmeyi yazarın aşağıdaki anlayışıyla birleştirirsek ortaya garip bir durum çıkıyor:
Radikal'den: “İktisatçı Mustafa Sönmez,... “... Her ülke ABD kaynaklı krize kendi özgünlüğü içinde savunma mekanizmaları geliştirmeye çalışmaktadır. Bazılarının kırılganlığı yüksek, daha erken etkileniyor, bazıları yüksek direnç gücüyle etkilenmesini asgaride tutuyor ya da erteleme imkânları buluyor". “Normalde yüksek faizli ekonomi, iğneyle sahada kalabilen futbolculara benzemektedir. Bu uyuşturucu iğneyi ortadan kaldırırsanız, sahaya yığılıp kalacaktır".
Çok doğru. Her bir ülkenin, etkili veya etkisiz kendine özgü savunma mekanizmaları vardır. Gerekli gördüğünde bu mekanizmaları harekete geçirir. Bu mekanizmalar son kertede yeni bir krize de yol açabilir, ama o anda krize karşı kullanılan, geçerli olan bir mekanizma olabilir. Krizden etkilenme her bir ülke için değişik zamanda ve koşularda olur. Ne denli etkileneceği de yine ülkenin nesnel koşularından bağımsız olarak düşünülemez.
“Yüksek faiz” M. Sönmez'in de bahsettiği o “savunma mekanizmaları”ndan birisi değil mi?
Yüksek faizden dolayı yabancı sermaye geliyor ve geldiği müddetçe de bu ekonomi çarkı dönüyor ve bu çark döndüğü müddetçe de kriz patlak vermiyor. Yüksek faiz Türk ekonomisinde günün nesnel bir gerçekliğidir. Faizin kendisi değil, yüksek faiz karşısında yatırım alanı arayan sermayenin direnemeyeceği, “gelmiyorum”, “Türklerin faizini istemiyorum” diyemeyeceği bir gerçekliktir. Tamam ekonomi şimdilik “iğneyle sahada kalabilen futbolculara benzemektedir. Bu uyuşturucu iğneyi ortadan kaldırırsanız, sahaya yığılıp kalacaktır". Ama bu iğne henüz ortadan kalkmış durumda değil ve burjuvazinin de bunu ortadan kaldırmaya niyeti yok. “Sahada kalabilen bir futbolcu” ile “sahaya yığılıp kalacak” bir futbolcu arasında bir farkın olması gerekir. Ayakta kalmak ve yığılıp kalmak farklı içeriklidir. Ne yapalım bu durumda? M. Sönmez'in bu mantığına göre şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Aslında Amerikan ekonomisi çökmüştür, ama Amerikan burjuvazisi işin farkında değil. Bu çöküş Çin'in elindeki dolar rezervlerini, ABD'deki her türden yatırımlarını çekmemesiyle “maskelenmektedir”! Veya da şöyle bir anlayışı savunabiliriz: Aslında emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde ekonomiler iflas etmiştir, çökmüştür, sürekli kriz içindedir. Ama bunun böyle olduğu emperyalist ülkelerden kaynaklı yatırımlardan dolayı görülmüyor, bu yatırımlar çekilirse maskelenme sona erer ve gerçek durum açığa çıkar! Bağımlı, yeni sömürge ülkelerde ekonomiler “iğneyle sahada kalabilen futbolculara benzemektedir. Bu uyuşturucu iğneyi ortadan kaldırırsanız, sahaya yığılıp kalacaktır"!
Yeni sömürge ülkelerde sürekli kriz teorisini temellendirmek için enfes bir anlayış. Kriz olgusunu, emperyalizm ve bağımlılık ilişkilerini veya bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisini açıklamanın yeni bir yolu!
Veya: Böyle bir kriz değerlendirmesinin kapitalist ekonomi/sistem açısından kıymeti harbisi nedir? Sıfır.