Günümüzün en sıkı, en coşkulu devlet savunucuları neoliberallerdir. Mali krizin patlak vermesinden bu yana sıkı bir devlet yanlısı oldular ve böylece neoliberalizmin en kutsal ilkesini ayaklar altına aldılar. Serbest pazara, pazarın her şeye muktedir oluşu anlayışına güveni kaybettiler. Neoliberalizm savunucuları, aslında günümüzün en tutarlı Keynescileri oldular.
Tabii neoliberalizmin ideologlarının piyasaya sürdüğü teorilere inanarak bir anda devletin önemini yitirmeye başladığından, ulus-devlete ihtiyaç kalmadığından, uluslararası tekellerin ve emperyalist burjuvazinin birtakım kurumlarının etkilerinin arttığından bahsetmeye ve bunun teorisini yapmaya çalışan güya “sol”lar, daha mali krizin patlak vermesinden bu yana perişan haldeler. Anlayışlarının ve neoliberal destekli teorilerinin ömrünün bir konjonktür dönüşümü kadar -bir ekonomik krizden bir sonraki ekonomik krize kadar- olmadığını yaşam bizzat gösterdi. Neoliberal ideologların piyasaya sürdükleri teorilere dayanarak devleti mezara gömen avanak küçük burjuva kalemşorlar şimdi ne yapacak, orası pek bilinmez.
Emperyalist küreselleşme ve ulus-devlet
Devlet, toplumun sınıflara bölünmesinin bir ifadesidir. Devlet, hâkim sınıfın vazgeçilmez sınıf hâkimiyetinin belirleyici organıdır. Bu anlamda devlet, hâkim sınıfın, diğer sınıf ve toplumsal tabakaları baskı altında tutan aracıdır.
Toplumun ekonomik alt yapısıyla siyasi üst yapısı diyalektik bir birliği oluşturur. Burjuva devlet, ancak ve ancak kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükselebilir. Sömürüye dayanmayan, sömürüyü, baskıyı örgütlemeyen ve ifade etmeyen bir burjuva devlet düşünülemez. Devlet, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin yoğunlaşmış ifadesidir. Devlet, sınıflar üstü olamaz ve ancak, sınıflar ortadan kalktığında, insanlık, komünist toplum düzenini kurduğunda yok olacaktır.
Genel anlamda devletin, özelde de burjuva devletin bu özelliği, burjuvazi tarafından sürekli reddedilir ve onun sınıflar üstü olduğu, bütün toplumun devleti olduğu, ısrarla vurgulanır. Burjuvazinin ötesinde, uluslararası protesto hareketinin (Dünya Sosyal Forumu, Avrupa Sosyal Forumu) bileşenleri de buna inanırlar. Bunlar, devleti düzeltilmesi, hatalarından arındırılması gereken bir kurum olarak görürler ve bu anlayışları, onların mücadelelerinin esasını oluşturur.
Marks, devlet üzerine başlı başına bir çalışma yapmamıştır. Ama birçok çalışmasında bu konuya değinmiş ve bugün de Marksistlere yol gösteren anlayışları formüle etmiştir. Burjuvazi, Marks’ın tanımlamalarını çürütmek için sayısız kitap yazmış, ama her seferinde kendisi çürütülmüştür.
Devlet üzerine tartışmalar dönem dönem alevlenmiştir. Ekim Devrimi, proletarya diktatörlüğü sorunu, nihayetinde devlet sorunuydu. O dönem oportünizme karşı mücadelede Lenin, devlet üzerine “Devlet ve Devrim” yapıtında söyle diyordu:
“Emekçi yığınları, genelde burjuvazinin, özelde de emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtarma mücadelesi, ‘devlet’ ile ilgili oportünist ön yargılara karşı mücadele olmadan olanaksızdır...
Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve görüngüsüdür. Devlet, sınıf çelişkilerinin nesnel olarak uzlaşmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıkar..” (s. 395/396, 398-400).
Demek ki devleti yok eden, önemsizleştiren anlayış, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığı gerçeğini de yok ediyor veya önemsizleştiriyor.
Ulus-devlet, kapitalizme özgüdür: “Bütün dünyada, kapitalizmin feodalizm üzerinde kesin zaferi çağı, ulusal hareketlerle bağıntılıydı. Bu hareketlerin ekonomik nedeni, meta üretiminin tam zaferi için, iç pazarın burjuvazi tarafından ele geçirilmesinin ve ülke sınırlarının aynı dili konuşan nüfusla, aynı zamanda bu dilin gelişimi ve edebiyatta güçlenmesi için tüm engellerin ortadan kaldırılmasıyla, devlet olarak bir araya toplanmasının zorunlu olmasında yatar...
Modern kapitalizmin bu gereklerine en iyi uyan ulusal devletlerin kurulması, her ulusal hareketin eğilimi olarak görülür. Temel ekonomik faktörler buna zorlar. Batı Avrupa’da –dahası, tüm uygar dünyada- kapitalist dönem için ulusal devlet, tipik olarak normal olarak görülür” (“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine”).
Demek ki kapitalizmin, feodalizm üzerine zaferi, ulusun oluşması, ulus-devleti kaçınılmaz kılıyor ve kapitalizmde de normal olan, tipik olan, ulus-devlettir.
Üretimin uluslararasılaşması ile ulus-devlet örgütlenmesi; kapitalizm için “tipik, normal” görülen ulus-devlet örgütlenmesiyle sermayenin uluslararasılaşması arasında nasıl bir bağ vardır, karşılıklı etkilenme nasıldır?
Bu soruya cevap verebilmek için önce konuya ilişkin bir anlayış aktaralım: “Kapitalizm, gelişmesi seyrinde, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, ...İkincisi, uluslararasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.
Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir. İkinci eğilim, olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir”(“Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar”).
Burada birbiriyle çelişkili olan iki eğilim söz konusudur. İlki, kapitalizmin gelişme aşamasına tekabül ediyor ve ulusal birliğin, bütünleşmenin sağlanmasını içeriyor. İkincisi, kapitalizmin gelişmiş aşamasında gündeme geliyor ve ulusların birleşmesini içeriyor. Her iki eğilimi Lenin, “kapitalizmin evrensel yasası” olarak tanımlıyor.
Birinci eğilim, ulusal devleti sorgulamıyor, tersine kaçınılmazlığını ifade ediyor. Ama ikinci eğilim, ulusal devleti sorguluyor veya sermayenin uluslararasılaşması, ikinci eğilimin sorgulanmasını kaçınılmaz kılıyor.
“Emperyalizm, kapitalizmin gelişmesinin en yüksek aşamasıdır. Sermaye, ileri ülkelerde ulusal devletin sınırlarından taşmıştır,...sosyalizmin gerçekleşmesi için bütün nesnel koşulları yaratmıştır”(“Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”).
Lenin’in “kapitalizmin evrensel yasası” diye tanımladığı eğilimlerden ilki, “üretici güçlerin gelişmesini” teşvik ediyor, ama ikincisi “üretici güçlerin gelişmesini” engelliyor.
Demek oluyor ki, kapitalizmin gelişme aşamasında üretici güçlerin gelişmesini teşvik eden, ilerici olan ulus-devlet, kapitalizmin nihai aşamasında, emperyalizm aşamasında üretici güçlerin gelişmesi önünde engel teşkil ediyor ve engel teşkil ettiği için de gerici oluyor ve sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması ilerledikçe; bu süreç derinleştikçe ve kapsamlaştıkça ulus-devlet ile sermaye hareketi arasındaki çelişki de derinleşiyor. Uluslararasılaşan sermaye ve üretim, uluslararası tekeller, ulus-devlet yapısının engel olmaktan çıkarılmasını daha çok dile getiriyorlar. Peki bu anlamda ne istiyorlar veya engel olma olgusu kendini nasıl gösteriyor? Örneğin gümrükler, yasalar, vergiler, normların çeşitliliği, ulus-devlet yapısının sermayenin uluslararası hareketi önündeki engelleri olarak ortaya çıkıyorlar.
Emperyalist burjuvazi, çoktandır, bu çelişkinin farkında ve sürekli çözüm yolları aramaktadır. Emperyalist burjuvazi, bir taraftan ulus-devleti, varlığı elzem olan bir olgu olarak görüyor, ama diğer taraftan da onun varlığından kaynaklanan engellerden kurtulmak istiyor. Nasıl kurtulunması konusunda öneriler yapıyor. Önerilerden birisi de dünya toplumudur.
Küreselleşme savunucuları da bu çelişkiden yanlış sonuçlar çıkartıyorlar ve devletin tarihi misyonunu tamamladığını ve insanlığın, tarihsel gelişmenin “küreselleşme” denen bu yeni aşamasında uluslararası bir yönetime ihtiyacı olduğu anlayışını savunuyorlar.
Temel anlayış şu; sermaye, ulus-devlet sınırlarını aşmıştır, sermayenin devlete artık ihtiyacı kalmamıştır ve devlet, hükümranlık haklarını uluslararası tekellere devretmek zorundadır. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi, ulus-devlet sınırlarının aşılması anlamına gelir. Bu doğrudur. Ama bu, küreselleşme savunucularının düşüncelerinin nesnel olduğunu kanıtlamaz. Çünkü;
-Uluslararası tekellerin, en emin liman olarak gördükleri ulus-devletten tamamen vazgeçtikleri, üretimi, yatırımları, araştırmayı vb. ulus-devleti göz önüne almadan örgütledikleri görülmemiştir. Ama sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, uluslararası tekellerin üretim, yatırım ve araştırmayı, çıkarlarına uygun düştüğü, rekabette avantaj sağladığı için ulusal sınırların ötesine taşıdıkları tartışma götürmez bir gerçektir. (“Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanılabildiği içindir”. Kapital, C. 3, s. 266, .
-Ulus-devletler, ekonomik gelişmeler ve uluslararası tekellerin faaliyetleri karşısında pasif kalmıyorlar. Tam tersine, adeta tekellerin hizmetinde olduklarını gösterircesine aktif davranıyorlar, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının önünü açıyorlar. Bunun örnekleri çoktur: '70’li yıllarda mali ve sanayi sektörünün önde gelenleriyle bir araya gelen Amerikan ve İngiliz devletleri, diğer devletlerin, mali pazarlarını sermaye hareketine açmaları için karar almışlardı. Amerikan ve İngiliz sermayesi, bu alanda güçlü olduğundan, başka pazarların, rakiplerinin pazarlarının da açılmasıyla, rekabette belli bir avantajı yakalayacaklarının hesabını yapmışlardı. Yanılmadılar da. Nitekim sermayenin uluslararasılaşmasının önündeki engeller; mali pazarların açılması özellikle ’80’li yıllarda başlayan bir süreç oldu: Bu gelişmenin ne anlama geldiğini biliyoruz: Bugün çokça sözü edilen düzensizleştirme, kuralsızlaştırma. Pazarlarını yabancı sermayeye açmakta diğer emperyalist ülkeler pek rahatsız olmadılar. Çünkü uluslararası planda rekabet edebilmek için mali pazarların düzensizleştirilmesi gerektiğini o ülke tekelleri de biliyorlardı. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin ise, bu konuda söyleyecekleri bir şey yoktu. Onlar ancak IMF’nin dayatmalarını yerine getirebilirlerdi ve öyle de oldu. Neoliberalizmin İngiltere ve ABD’den başlayarak bütün dünyada geçerli olmasını bu gelişmeden, Amerikan ve İngiliz sermayesinin bu çabasından ayrı göremeyiz. Bu ülke sermayeleri, uluslararası tekelleri, sermayenin uluslararasılaşması önündeki engellerin kaldırılması gerektiği düşüncesinden hareket ederek neoliberalizmi savundular.
-Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası tekeller vasıtasıyla uluslararası örgütlenmesi, dünya pazarlarında, özellikle mali pazarlarda yaşanan düzensizleştirme, bir bütün olarak neoliberal dayatma ve düzenlemeler, bütün dünya ekonomisini olduğundan daha fazla istikrarsızlaştırmıştır. Dünya ekonomisinin istikrarsızlaşmasında uluslararası tekellerin faaliyetleri çok önemli bir rol oynamaktadır. Ama sonra, herhangi bir ülkede değil, başka ekonomileri de etkileme potansiyeline sahip veya stratejik önemi olan, kaybedilmemesi gereken ülkelerde kriz baş gösterdiğinde o krizi bastırmak için ilk harekete geçenler uluslararası tekeller değil, devletler, somutta da o ülke ve bölgede hâkim konumda olan emperyalist devlet olmuştur. Emperyalist devletler, önemli tekellerinin ayakta kalması için onlara her türlü kolaylığı sağlıyorlar. Kriz dönemlerinde veya işlerin iyi gitmediği dönemlerde devletin, tekelleri koruması istisnai değildir. Böylece devlet, kimin hizmetinde olduğunu da göstermiş oluyor. Örnek vermek gerekirse: Amerikan devletinin bankaları devletleştirmesi herhalde en çarpıcı örnektir. Geçmişte, 1987’de Daewoo tekelinin iflasını Güney Kore devleti önlemiştir. İsveç devleti, iki büyük bankanın (Skandinaviska Enskilda bankası ve Ticaret Bankası) batışını engellemiştir. Bu iki banka Volvo, Electrolux, Ericsson, Asea, Stora ve SKF’nin hisse senetlerinin büyük bir kısmını kontrol ediyorlardı. Bunun ötesinde, dünyanın her yerinde Telecom tekelleri, devletle yaptıkları anlaşmalarla ayakta kalabilmekteler. Aynı şekilde tarım ve gıda sektörü tekelleri de devletin sunduğu sübvansiyonlardan pek bağımsız hareket edecek durumda değiller. Modern teknoloji, bilgisayar, enformasyon teknolojisi sektörleri, araştırma konusunda devletin sunduğu olanaklardan yararlanıyorlar. Devletin siparişleri olmasa, silah tekellerinin de sonu gelir. Uluslararası tekellerin lobi faaliyeti için küçümsenemeyecek miktarlar ayırması tesadüfî değildir. Bakanlar, milletvekilleri, önde gelen bürokratlar bu miktarlarla satın alınmaktalar ve böylece devlet olanaklarının kendilerine akması, şu veya bu alanda, şu veya bu ülkede korunmalarının sağlanması amaçlanmaktadır.
-Yaşanan mali ve ekonomik kriz, önde gelen bütün dünya devletlerinin, başta da emperyalist ülkelerin kriz karşısındaki tavırları; ulusal sermayeyi, tekelleri kurtarmak için hazırladıkları “kurtarma paketleri” devlet ile “ulusal” sermaye arasındaki bağı gösterir.
-Küreselleşme savunucularına göre ulusal sınırlar, ulusal kültürler, ulusal ekonomiler giderek küreselleşmenin bileşenlerine dönüşerek yok oluyorlar ve çok hızlı gelişen bir küreselleşme süreci içindeniz! Bu anlayışa göre kapitalizmde niteliksel bir değişim söz konusudur! Bu, konjonktürel değil, yapısal bir gelişmedir! Ticarette, yatırımlarda, üretimde ulus-devlet çerçevesi yıkılmaktadır ve onun yerini uluslararası çerçeve almaktadır. Bu gelişmenin itici gücü de uluslararası tekellerdir. Bu gelişmeden çıkartılan sonuç da şöyle: uluslararası tekellerde ulusal kimlik yoktur ve bu tekellerde uluslararası yönetim hâkimdir. Bu anlayıştan hareketle varılmak istenen sonuç, devlete ihtiyacın kalmadığıdır. Artık ipler tamamen uluslararası tekellerin elindedir ve dünyanın gidişatına da bu tekellerin yönetiminde olan uluslararası, ulusal kimliği olmayan yöneticiler karar vermektedir.
-Şüphesiz, devlet, bir taraftan iktisadi alandan çekiliyor; daha doğrusu karın yüksek olduğu ve kar beklentisinin yüksek olduğu alanları özel sektöre bırakmak için bu alanlardan çekiliyor. Diğer taraftan da tekellerin kar etmelerini, onları destekleyerek garanti altına almaya çalışıyor. Bütün bu gelişmeler; devlet-tekel arasındaki bu ilişkiler, uluslararası tekellerin artık devlete ihtiyacı kalmadığı, bundan dolayı da devletin gereksizleştiği, onun yerini bir, “Global Governance”ın alması gerektiği anlayışını doğrulamamaktadır.
“Zevahiri kurtarmak” için üretilen teoriler ve zavallılar!
Öyle ki, borsa kumarbazları ve savunucuları bugünlerde psikolog oldular ve yatırımcıların “hayvani dürtülür”le hareket ettiklerini, işlerinin iyi ve kötü gittiği bütün dönemlerde korku içinde olduklarını ve çıkış yolu bulamadıklarını dile getirerek böylesi durumlarda, ekonomi kendi kendini kurtaramayacağı için devletin gelişmelere müdahale etmesi gerektiğini savunuyorlar. Dün devleti yok sayanlar, şimdi devlete sarılıyorlar.
Daha düne kadar devlet ekonomiye karışmasın, taleplerimizin gerçekleştirilmesi için tedbirler alsın yeter diyen mali sermayenin önde gelenleri, şimdi başka telden çalıyorlar: Bu baylar, devlete çağrı yaparak neoliberalizmin en temel ilkesini çöpe atıyorlar ve artık devletin yardımı olmaksızın işlerin yürüyemeyeceğini söylüyorlar.
Dün söyledikleri:
Dünyanın en büyük borsa kumarbazı G. Soros da –devleti sorgulamadan-, “Küresel Kapitalizmin Krizi” kitabında küresel ekonomiyi istikrarlaştırmak ve düzenlemek için siyasal karar verme yeteneğine sahip bir küresel sistem talep ediyor. Evet, bir dünya toplumundan bahsediyor. Devletlerden oluşan bir dünya toplumu kast etmiyor. Bu kumarbaz, devletlerin ortadan kalkmasına karşıdır. Ama bir dünya toplumu istiyor.
Bu kumarbaza göre “uluslararası hukuk” olacak, “uluslararası kurumlar” olacak ve her bir ulus-devlet, kendisini bu hukuk ve kurumlara göre örgütleyecek, bu hukuka ve kurumlara bağlı olacak.
Soros, “dünya devleti” değil, bir “dünya toplumu” talep ediyor. Bu “dünya toplumu”na ABD ve müttefiklerinin önderlik etmesini doğru buluyor. Soros, Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin dünya ekonomisini istikrarlaştıracaklarına, evrensel insan haklarını koruyacaklarına inanıyor.
Amerika’dan böylesi sesler yükselince Avrupa’nın sessiz kalması olmazdı. Avrupa, “dünya toplumu”na “Global Governance” anlayışıyla cevap verdi.
“Ulusal devletlerin çağı ve uyumluluk içinde olan uluslararası sistem, giderek yerini, içinde dünya toplumunun oluştuğu ‘globalizm çağına bırakıyor... küreselleşmenin şekillenme süreci henüz başlangıç aşamasında, ama Global-Governance mimarisinin unsurları gelişiyor. Bu, politikanın, ulusal devletlerin... örgütlerin, rejimlerin ve demokrasi biçimlerinin rolünün derin bir transformasyonuna neden olacaktır...
Mevcut evrensel iktisadi kurumlar da, iktisadi gelişmeyi sadece sınırlı olarak, yönlendirebiliyorlar veya dünyanın refahı anlamında aktif şekillendiriyorlar (IMF, DB, BM, DTÖ kast ediliyor, çn)...
Çalışabilme yeteneğine sahip bir Global-Governance mimarisi, uluslararası işbirliğinin ve koordinasyonun derinleştirilmesinin ötesinde küresel devlet olmanın unsurlarına da ihtiyaç duymaktadır. Bunun, Dünya Güvenlik Konseyi biçiminde veya da Uluslararası Ceza Mahkemesi biçiminde emareleri var....
Dünya sorunlarını çözmek yeteneğine sahip olmak istiyorsa dünya cumhuriyeti, küresel devlet olmanın unsurlarını oluşturmalıdır...
Bir dünya cumhuriyeti, aynı zamanda icracı kurumlara da sahip olmalıdır” (Bkz: “Globale Trends 2002, s. 12, 13, 17, 19, 20, Internet).
Ya Negri'ye, yani şu “bizim” Negri'ye; İmparator'un kurucusu “İmparator”a ne diyelim? Amerikan emperyalizmini imparatorlaştırarak -devlet olarak- ebedileştiren ama genel anlamda da ulus-devletin rolünü inkâra kalkışan bu anarşist efendi, uluslararası alanda az kafa bulandırmadı. Onun İmparatorluğunun etkisinde kalınarak neler yazılıp-çizilmedi ki? Ulus-devlet önemsizleşmiştir, uluslararası kurumlar -IMF, DB, BM vs.- artık ulus-devletin görevlerini üstleniyorlardı vs. vs. “İyi ki şu ekonomik kriz patlak verdi de bu türden teorilerin bir safsata olduğu açığa çıktı” diyesi geliyor insanın!
“Demokratik bir dünya cumhuriyeti vizyonu”ndan,“Dünya Cumhuriyeti”inden, İmparatorluktan bahsediyorlar, ama ulus-devletten de bir türlü vazgeçemiyorlar. Yani son kertede, önde gelen güçlü emperyalist devletlerin, “demokratik cumhuriyet”lerini yöneteceklerini kabulleniyorlar.
Bu baylar, “dünya cumhuriyeti”, “dünya toplumu” demagojisiyle devlet ile tekeller arasındaki kopmaz bağı göz ardı etmeye çalışıyorlar. Bunlara göre, mevcut düzen; mevcut emperyalist dünya düzeni yıkılmadan da -belki emperyalist sistemin yanı sıra!- başka bir düzenin kurulabileceği hayalini yayıyorlar. Bu baylar, ulus-devletin, sömürünün, baskının, rekabetin, bir bütün olarak kapitalist dünya sisteminin devamı için belirleyici iktidar aracı ve onun örgütsel yapısı olduğunu göz ardı etmeye çalışıyorlar. Bu baylar, ulus-devletsiz sermaye ve tekel olabileceği anlayışını yayıyorlar. Hal böyle olunca sormak gerekiyor; yaşanan bu emperyalist saldırganlıkları, savaşları, dünyanın yeniden paylaşılması için sürdürülen mücadeleyi uluslararası tekeller mi gerçekleştiriyor? Yoksa onların siyasi iktidar/güç üssü olan ulus/emperyalist devletler mi?
Şüphesiz ki sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması, bir çok ulusal düzenlemeleri yıkmış, ulus- devletin rolünü, şu veya bu alanda geriletmiştir. Aynı şekilde, sermayenin uluslararası yoğunlaşması ve merkezileşmesi; o dev sermaye birleşmeleri, uluslararası tekeller ile ulus-devlet arasındaki ilişkileri modifize etmiştir, hatta görece gevşetmiştir. Ama bu, ulus-devletsiz, uluslararası tekelin olabileceği anlamına asla gelmez. Ulus-devlet, uluslararası tekellerin çıkarlarını siyasi, askeri ve iktisadi olarak koruyan kurumdur.
Ulus-devlet, uluslararası tekellerin, her zaman sığınacakları en güvenilir limandır:
Uluslararası tekeller, ne denli uluslararası olurlarsa olsunlar, yönetimleri ulusaldır. Önde gelen bütün uluslararası tekeller “ulusal” kimlik taşıyan bir avuç kapitalist veya yönetici tarafından yönetilmektedir. Örneğin önde gelen 30 Amerikan tekelinden sadece 5’inin yönetiminde birer yabancı var. Japonya’nın en büyük 20 tekelinden sadece ikisinde birer yabancı yönetici var. Almanya’nın en büyük 15 tekelinin yönetim kurullarında ise 4 yabancı yer alıyor. Anonim şirketlerinde de durum pek değişik değil. Bu şirketlerin yönetimindeki yabancı oranı yüzde 10’u geçmiyor. Demek oluyor ki, sermaye ve üretim, ne denli uluslararasılaşırsa uluslararasılaşsın, bu sürecin motoru olan uluslararası tekeller, belli bir sahayı karargâh olarak kullanıyorlar. Bu sahanın adı da ulus-devlettir.
Sonuç itibariyle:
-Emperyalist çağda, özellikle tekelci devlet kapitalizminde devletin, tekellerin hizmetinde bir kurum olması gerçeğinde herhangi niteliksel bir değişme olmamıştır.
-Uluslararasılaşan sermaye ve üretim; bu sürecin yürütücüsü olarak uluslararası tekeller, ulus- devletin rolünü, kendi çıkarlarına daha iyi hizmet edecek şekilde değiştirmeye yönelmişlerdir. Örneğin iç ve dış politikada devletin rolü, tekellerin çıkarına daha iyi hizmet etmek için güçlendirilmektedir.
-Ulus-devlet, emperyalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde de azami karlı iktisadi alanlardan tekellerin lehine çekilmeye zorlanmaktadır: Devlet sektörünün özelleştirilmesi.
-Uluslararasılaşmış sermaye ve üretim; “küreselleşme” ve bölgeselleşme, emperyalist ülkelerde ulus-devletin uluslararasılaşması eğilimini şüphesiz ki güçlendirmektedir: AB, NAFTA, IMF, DB, DTO, bunun ötesinde tekellerin çıkarını korumak için devletler arasındaki bilateral ve multilateral (ikili ve çok taraflı) anlaşmalar, ulus-devletin uluslararasılaşması eğilimini gösteren kriterlerdir. Ama bütün bunlar ulus-devletin önemsizleştiği anlamına gelmez.
Uluslararası tekeller ve devlet:
Üretimin toplumsallaşması ve örgütlenmesi konusunda tedrici bir “devrim” ile, nicel birikim sonucu bir nitelik değişimiyle karşı karşıyayız. Bu anlamda 100 yıllık emperyalizm tarihi, iki süreçten oluşmaktadır:
İlki, kapitalist üretimin ve toplumsallaşmasının ulus-devlet çerçevesinde ve ikincisi de üretim ve toplumsallaşmasının ulusal-devlet çerçevesini aşarak uluslararası çapta gerçekleşmesidir.
Bu süreçlerin gelişmesinden çıkartılması gereken sonuç, kapitalist üretim biçimi, tekelci devlet kapitalizmi/emperyalizm olgusunun sınırlarını aşan, onun yadsınması üzerinde yükselen yeni bir üretim biçimiyle karşı karşıya olduğumuz değildir. Bu anlamda nitel bir değişme söz konusu değildir. Kapitalist üretim biçimi, emperyalist sistem değişmemiştir. Değişim, bu sistemin sınırları içindendir ve bu, bu sistemin sınırlarını zorlayan bir değişimdir.
Üretimin örgütlenmesi ve toplumsallaşması, önce ulus-devlet sınırları içinde gerçekleşti ve sonra devletin sınırlarını zorlamaya başladı. Çünkü ulus-devlet sınırları, sermayenin ve üretimin örgütlenmesi ve toplumsallaşması sürecinin ilerlemesi önünde engel olmaya başlamıştı. Sermaye hareketinin nesnel yasasını ihlal, onun gelişmesi önünde engel anlamına gelen ulus-devlet sınırlarının yıkılması gerekiyordu. Öyle de oldu. Bu sınırlar, emperyalist çağın başından bu yana tedricen, adım adım yıkıldı. Bu adımlar, son 20-30 seneden bu yana, mutlaka bir tarih vermek gerekirse, ‘70’li yıllardan bu yana, varlığı inkâr edilemez bir eğilim halini aldı. Bu eğilim, ‘90’lı yıllardan itibaren güçlendi. Burjuvazinin “küreselleşme” dediği, avanak küçük burjuvazinin anlamadığı, uluslararası protesto hareketinin aklı evvel önderliğinin yıkmak istediği, yani yeniden devlet sınırları içine çekmek istediği süreç, bu süreçtir.
Bahsettiğimiz bu gelişmenin baş aktörleri, uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş olan tekellerdir, süper tekellerdir. Başlangıçta üretimi örgütleme ufku ulus-devlet çerçevesiyle sınırlı olan tekeller, uluslararasılaştıkça ve uluslararası örgütlendikçe, diğer bir ifadeyle; sermaye ve kapitalist üretim uluslararasılaştıkça ve uluslararası örgütlendikçe, ulus-devlet sınırlarını aşmış oluyorlardı.
Bu gelişmeden çıkartılmaması gereken belirleyici önemi haiz bir sonuç da, devletin işlevsizleştiğidir. Devlet, somutta da emperyalist devlet, bu gelişmeden dolayı işlevsizleşmiyor; tekelci devlet kapitalizminin/emperyalizmin temel bir özelliği olarak devletin, tekellere tabi oluşunda değişen bir şey yok. Devlet, tekellere hizmet etmeye devam ediyor. Organlarıyla tekellerin organlarının kaynaşması olgusunda değişme yok. Doğrudan (üretim, dağıtım) ve bu sürecin örgütlenmesi üzerinden ve devlet üzerinden tekeller, bütün toplum üzerinde kurmuş oldukları diktatörlüklerini devam ettiriyorlar. Ne var ki bu özelliklere sahip olan tekel sayısında önemli değişmeler olmuştur: Giderek daha az sayıda tekel, hâkimiyeti ele alıyor.
Bu eğilimi geliştiren, süper tekeller ile devleti ortaklaşa düzenlemeler yapmaya zorlayan itici güç, hangi nedenden dolayı doğmuştur? Rekabetten dolayı. Rekabet, zorluyor. Bu zorlamanın sonucudur ki, emperyalist devlet ve süper tekeller, mümkün olduğunca kamuoyuna yansıtmadan bir araya geliyorlar ve azami karın yolunu açacağı umulan düzenlemeler üzerinde konuşuyorlar ve kararlar alıyorlar. Bir emperyalist ülke açısından “ulusal” olan bu toplantılar, uluslararası çapta, “ulusal” güçlerin bir araya gelmesiyle gerçekleştiriliyor. Bunun sonucu, azami karı gözeten, günümüzün koşullarını, güçler dengesini ifade eden uluslararası komisyonların, kurumların vb. oluşturulmasıdır. MAI girişimi, buna tipik bir örneği teşkil eder. Bilindiği gibi, uluslararası tekellerin, aslında süper tekellerin anayasası olarak bilinen MAI’ın oluşumu için OECD çerçevesinde devletler, dünya kamuoyundan gizlice bir araya gelmişler ve sermayenin uluslararası hareketi önündeki engellerin yıkılmasını karar altına almak için tartışmışlardı. (Kendi aralarında anlaşamamalarından ve dünya çapındaki yoğun protestodan dolayı bu girişim rafa kaldırıldı).
Ulus-devleti aşarak, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesini, süper tekellerin azami kar beklentisini ifade eden uluslararası kurumların bütünü, Global Governance’cıların, dünya cumhuriyeti, dünya devleti, dünya hükümeti hayali kuranların görüşleri doğrultusunda bir gelişmedir. Ama olasılıkla gerçeklik bir ve aynı şey değildir. Dünya cumhuriyeti, dünya devleti veya uluslararası kurumlardan hareketle dünya cumhuriyetine, dünya devletine doğru gelişme, siyasal üst yapı olarak tek tek devletlerin ortadan kalkması veya ulus-devlet biçimindeki üst yapıların ortadan kalkmasına doğru bir gelişme demektir ki, burjuvazi, ne kadar “küreselleşmiş” olursa olsun, sermaye ve üretim ne derece uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş olursa olsun, bu, bir hayaldir. Çünkü emperyalizm koşullarında böyle bir olasılığın gerçekliğe dönüşmesi olası değildir. Emperyalizm koşullarında bir dünya devletinin, bütün devletlerin birleşmesiyle veya tek bir emperyalist devletin diğer devletleri yok ederek dünya hegemonyasını kurması biçiminde gerçekleştirilmesi bir hayaldir.
Üretimin ulusal örgütlenmesi, insanların, kendi iradelerinden bağımsız olarak, zorunlu olarak ulusal çerçevede belirli ilişkiler kurmaları, bu ilişkilere tekabül eden belirli ulusal hukuki ve siyasal üst yapının doğmasına neden olmuştur. Burjuva üst yapılar, ne kadar birbirlerine benzerlerse benzesinler, aynı değildir. Benzerlik, her bir ülkede farklılık olarak somutlaşıyor. Üretimin ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmesi, örneğin eğitimde, yasalarda, üretim normlarında, toplu iş sözleşmelerinde, yönetim/idare biçimlerinde vb. kaçınılmaz olarak ulusal standartların oluşmasına neden olmaktadır ve böylece sermayenin özgür hareketi, ulusal çerçevelerle sınırlandırılmaktadır. Bütün bu “ulusal”lıklar, “maddi üretici güçlerin belirli bir gelişme derecesine”; üretimin ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmişliğine tekabül eder. Bu tekabül etme durumu devam ettiği müddetçe, üretimin ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmesinin maddi koşulları da var demektir. Ama tekabül etme durumu ebedi olamaz. Çünkü sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması, kapitalist üretim biçiminin sermaye hareketi biçiminde nesnel bir yasası olarak, ulus-devlet sınırını tanımaz. Gelişmesinin belli bir aşamasında ulus-devlet çerçevesini/sınırlarını, standartlarını zorlamaya başlar. Bu olgu, avanak küçük burjuvazinin bir türlü anlamadığı, uluslararası sosyal hareketin kavramadığı, emperyalist burjuvazinin ‘90’lu yıllardan bu yana başlattığı “küreselleşme” olgusu, Marks ve Engels tarafından daha Komünist Manifesto’da açıklanır. Demek ki sermaye ve üretim daha 1850’lerden bu yana küreselleşiyor. Ancak, bu süreç gelişmesinin belli aşamasına vardığında ulus-devlet çerçevesiyle, ulusal standartlarla ve belirlemelerle çelişkiye düşüyor. Bugün olan da budur. 100 yıllık emperyalizm tarihi, aynı zamanda üretici güçlerin ulusal karakterli olmaktan çıkma ve uluslararası karakterli olma sürecidir/mücadelesidir. Bu gelişme, sermaye hareketinin nesnel yasasının kaçınılmaz sonucudur.
Kapitalizm koşullarında ancak devlet gücü, uluslararası tekellerin gelişmesinin, üretici güçlerin uluslararası karakterine tekabül eden uluslararası üretim ilişkilerinin oluşmasının ve gelişmesinin önünü açabilir. Uluslararası tekellerin gelişmesi; sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi, üretici güçlerin uluslararası karakterine tekabül eden üretim ilişkilerinin oluşturulmasının adımıdır. Ama tekeller, ne kadar güçlü ve uluslararası olurlarsa olsunlar, bu gelişmeyi daha da ileriye götüremezler, sermayenin ve üretimin uluslararası vartikal (derinliğine) örgütlenmesini sonlandıramazlar. Yani tek bir dünya tekelinde birleşemezler. Bunu değil tekeller, sistem olarak emperyalizm de sonuçlandıramaz. Ancak, emperyalizm veya onun ifadesi olarak uluslararası süper tekeller, üretici güçlerin uluslararası karakterine tekabül eden uluslararası üretim ilişkilerinin gelişmesi için yol açarlar, bu gelişmenin maddi koşullarını sağlarlar. Ama daha da öteye götüremezler. Veya soralım: Kapitalizmde bu mümkün müdür?
Lenin, mümkün değildir diyor:
“Emperyalizmden sonra kapitalizmin yeni bir aşaması, yeni bir ultra-emperyalizm (emperyalizm ötesi emperyalizm, çn.) soyut olarak ‘düşünülebilinse’, buna itiraz edilebilir mi? Hayır. Teorik olarak böyle bir aşama tasavvur edilebilir. Ama bu, pratikte, sadece, kendini geleceğin hayallerine, önemli olmayan sorunlara vermek için günün önemli görevlerini inkar eden bir oportünist durumuna düşme anlamına gelir. Teoride bu, gerçeklikteki gelişmelere dayanmak yerine, hayaller uğruna keyfiyete göre ondan (gelişme, çn.) yüz çevirmek anlamına gelir. Gelişmenin, istisnasız bütün işletmeleri ve devletleri içine alan dünya çapında tek bir dünya tröstünün kurulmasına doğru gittiği şüphe götürmez. Ama bu gelişme, o koşullarda öyle bir ritimde, öyle antagonizmalar, çatışmalar, altüst oluşlar içinde –ve sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal, ulusal vs.- ilerlemektedir ki, ulusal mali sermayelerin ‘ultra emperyalist’ bir dünya birliğinde birleşmeden ve yegâne bir dünya tröstünün kurulmasına vakit kalmadan önce emperyalizm, kaçınılmaz olarak yok olup gidecek ve kapitalizm, kendi karşıtına dönüşecektir”(“Buharin’in ‘Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm’ Broşürüne Önsöz”).
Ve gelişme böyle olduğu müddetçe veya Lenin haklıysa, emperyalizm tarih sahnesinden silinene kadar ulus-devlet var olacak ve ulus-devlet var olduğu müddetçe de uluslararasılaşmış sermayenin emin limanı olacak ve bu sermaye nesnel koşullardan (ekonomik kriz, savaş vb.) dolayı kar oranı yasasının seyrine göre ulusal limanına dönecektir. Demek oluyor ki, kapitalizm koşullarında uluslararasılaşmanın bir sınırı vardır. Emperyalizm, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının en özgür, en geniş ortamını sağlıyor; bunun maddi koşullarını geliştiriyor. Yani üretimin ve sermayenin ulusal örgütlenmesinin çerçevesi uluslararası tekeller, süper tekeller tarafından yıkılıyor ve sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi gündeme geliyor ve örgütlenme, bir yere kadar derinleştiriliyor ve sınırına dayanıyor. Bu sınır, sermaye ve üretimin uluslararası vartikal örgütlenmesinden “ultra emperyalist’ bir dünya birliğinde birleşme(ye) ve yegâne bir dünya tröstünü kurma”(ya) geçiş sınırıdır. Lenin, bu sınır kapitalizm koşullarında aşılamaz; süper tekeller, emperyalizm, bir dünya birliğinde birleşmeden, yegâne bir dünya tröstü oluşmadan önce yok olur, kapitalizm karşıtına dönüşür diyor. Yani bu sınır, ancak, yok edilerek aşılabilir.
Uzatmayalım: Neoliberalizmin devleti ekonomiden dışlama anlayışı ile uluslararası arenada aklı evvel küçük burjuvazinin devleti önemsizleştirme anlayışı aynı düşünceden kaynaklanmamaktadır. Sonuçta neoliberalizm, devlet olmaksızın sermaye hareketinin de olmayacağı, devlet olmaksızın işlerin yürümeyeceği anlayışında olduğunu, bu anlayışının hiç değişmediğini, devleti krize müdahale çağrısıyla ortaya koydu. Neoliberal ideologların desteksiz atışlarını kendilerine destek alarak devletin önemsizleştiği teorisini geliştirenler ise bu teorileriyle baş başa kaldılar. Yaşam bu unsurların 'devlet önemsizleşiyor' teorisini geriye hiçbir şey kalmayacak derecede paramparça etti.
Sermayenin uluslararasılaştığı günümüz koşullarında devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin değişmiş olduğu söylenecektir. Gerçekten de değişmiştir. Kriz söz konusu olduğunda değişmenin nasıl bir değişme olduğu bütün çıplaklığıyla yaşanır, şimdi olduğu gibi. Dünya çapında ticaret ve üretim koşullarının kötüleştiği; genel konjonktürün gerilediği tartışma götürmez. Bu durumda ne oluyor? Bir avuç emperyalist devlet; yani “ulus-devlet”, dünya ekonomisini kendi stratejik hesapları doğrultusunda yönlendirmeye daha da ağırlık veriyor; emperyalist ülkeler arası çelişkiler keskinleşiyor. Bu ülkeler arasında bir ticaret savaşının başladığını söylemiyoruz, ama önde gelen emperyalist ülkeler arasında yaşanan krizle bağlam içinde alınan korumacı tedbirlerin aslında birbirlerine karşı tedbirler olduğu oldukça açıktır. Örneğin ABD ve AB, kendilerine göre bazı stratejik önemi olan sektörlere Rus ve Çin sermayesinin girmemesi için tedbirler alıyorlar.
ABD'de konut krizinin patlak vermesinden bu yana bu krize sermayesi bulaşmış ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede devlet, zor durumda kalan bankalarını ve başkaca mali, sanayi kuruluşlarını kurtarmak, olası iflası engellemek için bir dizi tedbir almıştır. ABD'de artık devlet bankacılığı hâkim olmuştur!
Neoliberalizm, kendi ilkesi doğrultusunda, devlet ekonomiden çekilmelidir balonunu patlattı, uluslararası arenada ise aklı evvel küçük burjuva takımı bundan devletin yok olduğu, önemsizleştiği sonucunu çıkardı. Oysa kapitalizmde devlet hiçbir dönem önemsizleşmemiştir. Sadece bazı görevleri dönem dönem yeniden belirlenmiştir. Bu nedenle ilginç olan, kriz döneminde veya genel olarak devletin ekonomiye müdahalesi ve zor durumda olan sermayeyi kurtarmaya çalışması değildir. Bunu her zaman yapar. Önemli olan, -politik açıdan sonuçlar çıkartmak istiyorsak- bu müdahale ve desteği nasıl yaptığıdır. Vurgu “nasıl”dadır.
Bay Devlet iş başında!
-Sarkozy, sanayi sektöründe devletleştirmeyi savunuyor ve böylece Fransa için önemli işletmeler kurtarılmış ve yabancı sermayenin eline geçmemiş olacak.
-Amerikan emperyalizmi 19 bankayı devletleştirerek iflastan kurtardı.
-Kurtarma operasyonları; devletleştirme için harcanan miktar yaklaşık 7,8 trilyon dolara vardı. Bu miktar dünya ekonominin yüzde 12’sine denk düşmektedir.
-Dünya çapında mali kuruluşların zararı 2.8 trilyon dolara ulaştı. Bunun 1'000'000'000'000 Avrosu, yani bir trilyon Avrosu banka zararlarıdır.
-Dünya ekonomisinde söz sahibi olan ülkeleri göz önünde tutarsak, Çin de dâhil ekonomik krize karşı tedbir almayan ülke kalmadı.
“Dün dündür, bugün bugündür”!
Kapitalist üretim biçiminin, diyelim ki her krizi olmasa da en azından büyük krizleri, geçmişin teorilerini ve teoremlerini tarihin denek taşına kor ve sorgular. Şimdiki kriz de bunu yapıyor. Kimseye de sormuyor! Sormadan sorguluyor. Bu sorgulama işi dar anlamda ekonomiyle ilgili olduğu gibi devletle de ilgilidir. Örneğin 1929-1932 ekonomik krizi ve bütün '30'lu yıllar boyu süren etkisi, “Manchester-Kapitalizmi“ni tarihin çöplüğüne attı ve yerini ekonomide devlet müdahaleciliği, “sosyal devlet” kapitalizmi aldı (Keynescilik). Geçen yüzyılın '70'li yıllarından itibaren de, ama yoğun olarak '80'li yıllarda Keynesciliğin ölüm çanları çalmaya başladı ve yerini neoliberalizm aldı. Neoliberalizm, Keynescilik üzerine tarihi bir zafer kazanmıştı. Neoliberalizmin zaferi, uluslararasılaşan mali sermayenin zaferiydi. Neoliberalizm “değer”den kopartılmış bir ekonomi yarattı.
Zaferin ve “değer”den kopartılmış ekonominin ömrü uzun olmadı. Dünya mali krizi patlak verdiğinde mali kurumların yöneticileri başta olmak üzere devletten bahsetmeye başladılar. Sonra devlete çağrı yapanlar koro oluşturdular. Bildikleri tek şarkı şu: “Devlet baba bizi iflastan kurtar, bizi kucağına al (devletleştir), karlarımıza dokunma, ama zararlarımızı sosyalleştir, halkın sırtına yık”.
Ve ne gördük?
Kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar görülmemiş dizginsiz bir devlet müdahaleciliği başladı. Sosyal yardım fonları için para yok dendi. Ama aynı anda dünya çapında trilyonlarca dolar bulundu. Kapitalizmi ayakta tutmak; fonksiyonel olmasını sağlamak, krizden çıkışın yolu olarak görüldü. Bu politikanın mimarı, trilyonlarca doları harekete geçiren devletten başkası değildi.
Daha düne kadar pazarların kuralsızlaştırılmasını, sermaye hareketi önündeki bütün ulusal engellerin yıkılmasını savunanlar, başta da G-7 grubu ülkeleri, “birden bire” mali sermayenin devlet kontrolü altına alınmasını savunmaya başladılar. Kapitalist sistemin temel direkleri olan bankaların kurtarılması devlet politikası oldu. Hızını alamayan Fransa Devlet Başkanı da, anahtar sanayileri devletleştirerek Avrupa sermayesinin yabancı devletlerin eline geçmesini engellemek için politika geliştirmeye başladı.
Devlet, uluslararasılaşmış ulusal sermayenin ulusal limanı olarak elinden geleni yapıyor ve sermaye şu kriz dönemlerinde uluslararasılaşmıyor, tersine geri dönüyor veya başka ülkelerde daha yüksek kar beklentisi olmadığı için ulusal limanında bekliyor. Bunun böyle olmadığını, sermayenin uluslararasılaşma derecesinin gerilemediğini hangi perişan savunabilir? Bu konuda kumarbaz Soros doğru söylüyor: 29 Ekim 2008 tarihinde Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada, "Hedge fon endüstrisi bir krizden geçiyor. Tahminime göre, bu endüstrinin büyüklüğü üçte iki ya da yarısı arasında bir yere kadar küçülecek" tespitini yapıyordu. Unctad raporuna göre de 2008'in ilk yarısında uluslararası birleşmeler ve devralmalar geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 30 oranında gerilemiştir. Bu durumda Soros'a göre Hedge Fonlar bazında, Unctad'a göre de uluslararası birleşmeler ve devralmalar bazında sermayenin uluslararasılaşma derecesi birinci durumda en azından yüzde 50 ve ikinci durumda da yüzde 30 gerilemiştir. Yani mali ve ekonomik kriz, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını frenleyen, gerileten nesnel bir faktör olarak rolünü oynamaktadır.
Devlet kapitalizmi politikası, Keynescilik, neoliberal tartışmalarda neoliberal ideologlar tarafından, “küreselleşme” sarhoşu olmuş uluslararası avanak küçük burjuvazi tarafından özgürlüğün düşmanı ilan edildi. Şimdi işler tersine döndü. Çağ atlayan, teori dünyasında geriye dönüş olmasın diye “gemileri yakan” küçük burjuvazi şaşkın. Ama neoliberalizm, özgürlüğün düşmanı dediği devlete çoktan sarıldı bile. Dün devlete, özelleştir, kuralsızlaştır, önümüzdeki engelleri yık, ekonomiyi kontrol etme diyen neoliberalizm şimdi, devletleştir, mali pazarları kontrol etmek için kurallar koy diyor. Dün devletin ekonomiden çekilmesi bir zorunluluktu deniyordu, şimdi ise devletin ekonomiye müdahalesi bir zorunluluktur deniyor.
Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizinden bu yana en radikal devletçilerin veya devletleştirmecilerin en radikal “serbest piyasa” borazancılığı yapanlar olduğunu gördük. Bunlardan birisi yatırım bankası Goldman Sachs'ın (iflas etti) şefi, Bush'un maliye bakanı Henry Paulson'dan başkası değildir. Neoliberalizmin en yaman savunucularından ve uygulayıcılarından birisi olan Paulson, şimdi kapitalizmin -istiyorsanız biraz abartalım ve insanlık tarihinin diyelim- en kapsamlı devletleştirmesinde baş rolü oynuyor. Dün pazarda “anti-devletçilik”te ve bugün piyasada devletçilikte başrolde. Hedge Fonlara, Private Equity Fonlara; her türden spekülatif faaliyete bolca kredi verenlerin başında gelenlerden birisi de Deutsche Bank'ın şefi Josef Ackermann'dır. Bu Yusuf da günümüzün en hızlı devletçilerinden birisi oldu. Tekelci sermayenin veya uluslararasılaşmış sermayenin veya devlet adında bir ulusal limanı yoktur denen bu sermayenin Henry ve Yusuf gibi temsilcileri olduğu müddetçe -zaten bu türden temsilcisi olmayan uluslararasılaşmış sermaye de düşünülemez- dün savunulan bugün reddedilebilir ve bugün savunulan da yarın reddedilebilir. Önemli olan, sermayenin çıkarlarının her dönem nasıl savunulacağıdır. Bu, dün “anti-devletçi”likle savunuluyordu, bugün ise devletçilikle savunuluyor. İsterseniz buna, izleyiciyi aptal yerine koyarak, kapitalizmi “özü çürümemiş” bir sistem olarak göstermeye hizmet eden ideolojik bir gösteri de diyebilirsiniz. Ne denirse densin, ama bir şeyden emin olmak gerekir: O da Henry'ler ve Yusuf'lar olduğu müddetçe, emperyalizmin ideologlarından küçük burjuva zavallılara kadar uzanan bir zevat olacaktır ve yeni yeni “Potemkin Köyü” teorileri üretilecektir.