TÜRKİYE'DE
İŞÇİ SINIFININ YAPISI, BİLEŞİMİ VE KAPSAMI
Bu
yazı, Marksist Teori'nin 6.
(Mayıs-Haziran 2012) ve 7. (Temmuz-Ağustos 2012) sayılarında
kısaltılarak yayımlanan yazının orijinalıdır.
Yazının konusunu yaklaşık tam
belirleyebilmek için önce bazı kavramlara açıklık getirmek
gerekiyor. Ücretliler, genellikle hizmet sektöründe çalışıyorlar.
Hizmet sektörü ise genellikle maddi değerlerin üretilmediği
sektördür. Çok sayıda değişik alt sektörlerden oluşan ve
toplumsal ilerlemenin sonucu olarak kendini sürekli alt sektörlerle
üretebilen bu sektörde çalışanların sınıfsal konumu devamlı
tartışma konusu olmuştur. Sağlık, eğitim; sosyal hizmetler
alanında, bankalarda, sigorta şirketlerinde, toplu taşımacılıkta,
iletişimde, bir bütün olarak devlet bürokrasisinde vs.
çalışanların ezici çoğunluğu, toplumsal iş bölümündeki
konumlarından ve ücretlendirilme biçiminden dolayı işçi
sınıfına göre birtakım farklı özelliklere sahiptir. Bu
sektörde çalışanlar, başlı başına bir sınıfsal konuma sahip
değiller. Yani ayrı bir sınıfı oluşturmazlar. Bu sektörde
çalışanların bir kısmı, kimi özelliklerinden dolayı işçi
sınıfının bir parçasıdır. Bir kısmı, kimi özelliklerinden
dolayı işçi sınıfına yakınken, bir kısmı da kimi
özelliklerinden dolayı küçük ve büyük burjuvazinin bir
bileşenidir.
Hizmet
sektöründe çalışanların sınıfsal konumunun tespiti, sınıf
mücadelesi ve parti açısından oldukça önemlidir. Parti, bu
sektörde çalışanların hangi kesimlerinin işçi sınıfının
bir bileşeni olduğunu, hangi kesimlerinin müttefik olarak
görülebileceğini, hangi kesimlerinin tarafsızlaştırılması
gerektiğini ve hangi kesimlerinin de burjuvazinin bir bileşeni
olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmek zorundadır.
Kapitalist
üretim biçiminin gelişmesiyle işçi sınıfının yapısı,
bileşimi ve kapsamı arasında diyalektik bir bağ vardır; gelişen
kapitalizm işçi sınıfının sosyal yapısını, bileşimini ve
kapsamını doğrudan etkiler. Günümüzde bu Marksist anlayışı
veya Marksizmin genişletilmiş yeniden üretim üzerine görüşünü
yanlış ve eskimiş bulanlar da var. Niye böyle düşünürler
orası ayrı bir tartışma konusu, ama en beylik savlarına göre
günümüzde genişletilmiş yeniden üretimin olanakları artık
kalmadığı için kapitalist üretim biçimi de kendiliğinden
çökmektedir. Bu durumda çöken bir sistem içinde işçi sınıfının
da bir anlamı olmayacaktır. Yaşamın bu türden düşünceleri
ıskartaya çıkartması onları pek ilgilendirmez.
Kapitalist
üretim biçiminin gelişmesinden anlaşılması gereken çok şey
vardır. Bizi burada ilgilendiren genişletilmiş yeniden üretim
sürecinin teknolojik gelişmeyle; en modern teknolojinin üretim
sürecinde kullanılmasıyla; sermayenin merkezileşmesi ve
yoğunlaşmasıyla ve bunun da işçi sınıfının yapısındaki ve
bileşimindeki değişimle doğrudan ilgisinin olduğudur. Sabit
sermayenin bu “hal ve gidişi”yle işçi sınıfının sosyal
yapısı ve bileşimi arasındaki diyalektik bağı ancak ve ancak
kapitalizmim kendiliğinden çökeceğinin veya çöküyor olduğunun
propagandasını yapanlar göremezler. Bu diyalektik bağ, işçi
sınıfının teknik bileşimini, sınıfın iç yapılanmasını,
yeni üretim sektörlerinin oluşmasını ve böylece sınıfın bu
sektörlere dağılımını, sınıfın kalifiye durumunu ve
nihayetinde sayısal gelişmesini doğrudan ele verir. Bunu anlamak
için Marksist olmaya, defalarca “Kapital” okumaya da gerek yok.
Sınıf bilincinden yoksun bir proleter de bu değişimi bir biçimde
anlatır.
Demek
ki, gelişen kapitalist üretim biçimi işçi sınıfında değişime
de neden olmaktadır. Ama bu sistemde işçi sınıfı açısından
değişmeyen, onun tarihsel misyonudur; kapitalist üretim biçimi
içinde sahip olduğu konumdur veya kapitalist üretim ilişkileri
içinde tuttuğu yerdir. Onun bu misyonunu, devrimci potansiyelini
yok saymak için yanıp tutuşanların, teoriler üretenlerin
aymazlıklarını da göz önünde tutarak bu yazıda Türkiye'de
işçi sınıfının sosyal yapısını, bileşimini ve kapsamını
(toplumdaki sayısal ağırlığını) ele alacağız.
İşçi
sınıfının yapısı üzerine Marks, Engels ve Lenin'in bir dizi
tanımlaması vardır; birçok incelemelerinde bu konuyu ele
almışlar, ama konunun kendisi üzerine başlı başına bir
araştırma yapmamışlar. Çeşitli incelemelerinde konuyu ele
alışları, Marksizm-Leninizmin işçi sınıfı olgusuna
yaklaşımının en sorunsuz bir alan olduğunu göstermesine rağmen,
her bakımdan tasfiyecilerden (ideolojik, örgütsel, teorik)
post-marksistlere, her türden revizyonistlere varana kadar geniş
bir yelpazede yer alan anti-marksistler bu konu üzerinden
Marksizm-Leninizme saldırmaktan geri kalmıyorlar. Bu yazıyı
hazırlarken bu gerçeği de göz önünde tutuyoruz.
Kapitalizmi
kendiliğinden çökertmek, işçi sınıfını yok etmek ve böylece
sınıf mücadelesi sorununu ortadan kaldırmak için olsa Marksizme
gözü dönmüşcesine saldıranlar, kapitalist üretim biçiminin
teknik temelinin sürekli devrimci olduğunu inkar ederler. Öyle ki
bu unsurlar Marks ve Engels'in Komünist Manifesto'da ifade ettikleri
“üretim araçlarında dolayısıyla
üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde
sürekli devrim yapmaksızın
burjuvazi var olamaz”
anlayışını algılayacak yetenekten yoksun duruma gelmişler,
kapitalist üretim biçiminin teknik temelindeki sürekli devrimler
toplumsal yapısındaki tutuculuğu ve burada ifade edilen sürekli
devrimle tutuculuk arasındaki çelişkiyi anlayamaz olmuşlardır.
Bu konuda Marks şöyle der:
“Modern
sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir
biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin
teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde
tutucuydu... Bu nedenle, büyük sanayi, niteliği gereği, bir
yandan, çalışmada değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide
genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski iş
bölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden
canlandır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile bu
kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki
mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık
ve güvenliği nasıl yok ettiğini; iş araçlarını elinden
alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve
parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini
görmüş bulunuyoruz” (1).
Ama kapitalist üretim biçimi iç
çelişkilerinden dolayı kendi sonunu hazırlamaya da yatkındır;
en azından kafa ve kol “emeği” (iş gücü) arasındaki farkın,
ayrılığın ortadan kaldırılmasını topluma dayatması açısından
yatkındır (2).
Tarihsel
misyonu ve toplumsal gücü soru götürür hale getirilen işçi
sınıfının tanımını yaparak devam edelim.
Engels,
“Komünist Manifesto”nun İngilizce baskısında (1888)
proletaryayı şöyle tanımlar: “Proletaryadan,
üretim araçlarına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgücünü
satmak zorunda olan modern ücretli işçilerin sınıfı anlaşılır”
(3).
Marks
da Kapital’in birinci cildinde proleteri, “...
ekonomik olarak ‘sermaye’ üreten ve değerlendiren ve ‘bay
sermaye’nin ihtiyaç duyduğu durumda sokağa atılan ücretli
işçiden başka bir şey anlaşılmaz”
diye tanımlar (4).
Bu
iki tanımlamadan çıkan sonuç:
1-Proleter,
üretim aracına sahip değildir.
2-Yaşamak
için işgücünü kapitaliste satmak zorundadır.
3-Proleter,
işgücünü satarak kapitalist için artı değer üretir.
Bu
üç nokta, bu özellikte olan insan yığınına sınıf olma
özelliği veriyor; sömürülen, artı değer üreten, sermayenin
çoğalmasına katkıda bulunan,
üretim
sürecinde aynı konumda
olan ve bütün bunların doğal
sonucu olarak da yaşam
ve düşünce tarzı aynı
olan insanların oluşturduğu sınıf; işçi sınıfı.
Şimdi
işçi sınıfını farklı açıdan ele alalım.
İşçi
Sınıfının İç Sosyal Yapısı - Üretimdeki Yerine Göre İşçi
Sınıfı
Önce
üretken iş (emek*) ve üretken olmayan iş kavramları üzerinde
biraz duralım:
Kapitalist
üretim biçiminde üretken iş kavramından anlaşılması gereken,
genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği çalışma
süreci değildir. Kapitalist üretimde üretken iş, doğrudan
sermayeye dönüştürülebilen iştir. Üretimde sermayenin amacı
kullanım değeri üretmek değildir; onun esas amacı çoğalmaktır.
Bu da ancak ve ancak işçinin karşılığı ödenmemiş iş gücüne
sahiplenilerek gerçekleştirilebilir. Burada önemli olan, işgücünün
sadece kendi değerini değil, kendini aynı zamanda sermaye (artı
değer) olarak üretmesidir.
Kapitalizmde
üretken işi Marks şöyle tanımlar:
”Bizim üretken iş
kavramımızda bir daralma oluyor. Kapitalist üretim, yalnızca meta
üretimi değil, esas olarak artı değer üretimidir. İşçi,
kendisi için değil, sermaye için üretir, Bu nedenle, artık
yalnızca üretmesi yetmez. Artı değer üretmek de zorundadır.
Sadece, kapitalist için artı değer üreten veya sermayenin
kendisini değerlendirmesi (çoğaltması,
çn) için çalışan işçi
üretkendir” (5).
Marks'ın
bu tanımlaması çoğu kez, tek yanlı veya kısmi olarak ele
alınır: Kapitalist için artı değer üretenin ötesine geçilmez;
yani sermayenin kendisini değerlendirmesine katkıda bulunan
işçilerin (bankalarda, sigorta şirketlerinde, ticarette; bir bütün
olarak hizmet sektöründe çalışan işçiler) üretken olduğu
görülmez veya da önemsenmez. Demek ki, üretken işçi, kapitalist
için art değer üreten ve artı değer üretmemesine rağmen
yaptığı işlerden dolayı kapitalistin sermayesini çoğaltan
işçidir.
Tabii
bu tanımlama burjuvaziye göre yanlıştır. Burjuva dar görüşülü
anlayışa göre herhangi bir şey üreten, bir biçimde ortaya bir
sonuç çıkartan her iş üretkendir. Bu anlayışın kaçınılmaz
sonucu da bu işlerde çalışan her işçi de üretken işçidir
(6).
Açık
ki, kapitalist üretimde üretken iş kavramı daralmaktadır. Çünkü
kapitalist üretimde amaç, sadece meta üretmek, bir şeyler üretmek
olmadığı için; tam tersine amaç, artı değer üretmek,
sermayenin çoğaltılması olduğu için işçi, kendisi için
üretmez veya üretiyor olmak için üretmesi yetmez; kapitalizmde
işçi artı değer üretmek veya sermayeyi çoğaltan iş yapmak
zorundadır.
“Demek
oluyor ki, üretken işçi kavramı, yalnızca iş ile yararlı etki
arasındaki işçi ile iş ürünü arasındaki bir ilişkiyi
anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve
işçiye, doğrudan doğruya artı değer yaratma aracı damgası
vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor. Bu
nedenle, üretken işçi olmak talih değil talihsizlik eseridir”
(7).
Kapitalist üretim biçiminde
üretken iş:
Bu
anlayıştan şu sonuç da çıkartılır: Kapitalist üretimin
mantığı, kendine ait olan üretim araçlarıyla üretim yapanları
-yani kendi ihtiyaçlarını karşılamak için tüketim araçları
üretenleri ve dönem dönem de üretim fazlalığını
pazarlayanları- üretken işçi dışında bırakmaktadır.
Kapitalizm geliştikçe bu unsurlar; kendi ihtiyacı için üreten
emekçiler -örneğin zanaatçılar ve küçük köylüler- üretim
araçlarından kopacaklar ve proleterleşeceklerdir.
Gelişen
kapitalizm, küçük köylülüğün ve zanaatçıların bir uzantısı
olan ev içi üretimi de sermaye için üretimin bir parçası haline
getirir ve böylece bu alanda çalışanları da işçi sınıfının
bileşenlerine dahil eder. Bunlar, oldukça düşük ücret
karşılığında çalışan ve ezici çoğunluğu kadınların ve
çocukların oluşturduğu sermayenin hizmetinde bir ordu
oluştururlar. Bunların bir kısmı üretken işçi konumundadır;
doğrudan veya dolayılı olarak artı değer üretimine katılırlar
veya sermayenin çoğalmasına hizmet ederler (8).
Kapitalist
üretim biçimi kafa işinin rolü bakımından da değişimlere yol
açar. Kapitalizm öncesi toplum formasyonlarında -kölecilik ve
feodalizm- kafa işi üretim dışında kalıyordu, sanat, bilim
(felsefe), devlet yönetimi alanlarında anlam kazanıyordu. Gelişen
kapitalizm bu durumu tamamen değiştirmiş ve işçi sadece kol
gücüyle değil, kafa gücüyle de üretime katılmaya başlamıştır.
Böylesi üretken işçiyi yaratan da kapitalizmdir.
Kapitalizm,
bilimi kendi hizmetine sokarak bilimi işçi sınıfının karşısında
duran sermayenin üretici gücüne dönüştürmüştür. Teknoloji,
yeni buluşlar, yeni makineler, esas itibariyle toplumsal emeğin
birer ürünüdür. Ama kapitalizm bunları sermayeye dönüştürmüştür.
Böylece kafa işi, kol işi karşısına konur ve her ikisi arasında
yapay bir çelişki geliştirilir; kafa işi, işçi sınıfının
bir bileşeni olmaktan çıkartılır. Buradan hareketle kol işi
üretkendir, kafa işi üretken değildir sonucuna kolaylıkla
varılır. Tabii bu da bir yanılsamadır. İşçi sınıfını
bölmek, onu kafa işi bileşeninden ayrı tutmak için yapay olarak
beslenen bir “çelişki”dir. Kapitalizmde üretkenlik artı değer
üretmek ve sermayenin çoğalmasına katkıda bulunmak bazında ele
alındığında üretken olmayan kol işi, üretken olan kafa işi
veya üretken kol işi, üretken olmayan kafa işi de görülür.
Unutmamak gerekir ki, kapitalizm geliştikçe bireysel üretkenliği
ortadan kaldırır, onun yerini kolektif üretkenlik alır ve bu
kolektif üretkenlik içinde kol işi olduğu gibi kafa işi de
vardır. Ama Marks'ın dediği gibi bunları “birbirinden
ayırmak ve farklı insanlar arsında dağıtmak kapitalist üretim
biçiminin gerçekten ayırt edici özelliğidir”
(9).
Gelişen
kapitalizm üretken işin kolektif niteliğini ön plana çıkartır;
bu bir kaçınılmazlıktır. Bu nedenle gelişen kapitalizm aynı
zamanda üretken çalışmanın kapsamının da genişlemesidir;
üretken çalışmanın kapsamının genişlemesi dolaylı veya
dolaysız işçi sınıfının kapsamının da genişlemesi demektir.
Nihayetinde gelişen kapitalizm bireysel işçinin üretimi yerine
kolektif işçinin üretimini koymak zorundadır; böylece gelişen
kapitalizmde ürün, kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir
karakter kazanır.
Gelişen
kapitalizmin, ürünleri, her bir işçinin bireysel ürünü
olmaktan çıkartarak kolektif işçinin ürünü yapması
koşullarında işçinin üretken olması için söz konusu ürünün
üretimine bir biçimde katılması yeterlidir (10).
Son
kertede işçi sınıfının bileşim ve kapsamını doğrudan
ilgilendiren başka bir yanılgı da ürünün maddesel olup
olmamasıyla ilgilidir. Meta üretimi dendiğinde akla hep maddesel
olan, “elle tutulan, özle görülen” ürün gelir. Oysa bunun
böyle olmadığını Marks'ın Kapital'inden, “Artı Değer
Üzerine Teoriler”inden bu yana bilmekteyiz. Kapitalizmde maddi
olan ürün ve maddi olmayan ürün ayrımı kaçınılmaz olarak
beyaz yakalı-mavi yakalı ayrımını da beraberinde getirmektedir.
Böylece kapitalizmde maddi değerlerin üretimi sektörleri ile
hizmet sektörü ve dolayısıyla buralarda çalışan işçiler
karşı karşıya konmaktadır. Doğru olan, hangi alanda çalışıyorsa
çalışsın, ister maddi olan meta üretsin, isterse de maddi
olmayan meta üretsin, artı değer üreten ve kapitalistin
sermayesini çoğaltmak için çalışan her işçi üretken işçidir.
Bu konuda Marks:
”Maddi
nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak,
bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde iş harcamasının
yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi
çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin,
sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış
olması hiç bir şeyi değiştirmez”(11).
Buradan
hareketle, bir bütün olarak hizmet sektörü üretken sektördür
sonucu çıkartılamaz. Hizmet sektörü ayrıntılı olarak,
bileşenlerine bölünerek ele alınması gereken bir sektördür. Bu
sektörde yapılan işin karakterine göre bu sektörde meta üreten
alt sektörler olduğu gibi meta üretmeyen alt sektörler de vardır.
Bu nedenle bu sektör üretken işçi ve üretken olmayan işçi
kitlelerinin en yoğun ve en iç içe geçmiş olduğu sektördür.
Açık
ki gelişen kapitalizm daha önce meta üretimi kapsamı dışında
kalan alanları; kullanım değerlerini meta üretimine dahil
etmiştir; hizmet sektörü sermayenin kendini değerlendirmesinde
oldukça önemli bir alan olmuştur.
Belirttiğimiz
gibi bu sektörü bir bütün olarak ele alamayız. Örneğin bu
alanda üretilen ürünün sermaye veya gelirle değişilmesi bu
alanda çalışanların farklı değerlendirilmesini beraberinde
getirir. Bu nedenle hizmet sektörünü başlı başına bir bölümde
ele alacağız.
Kol
işçisi, kafa işçisi yanılsamasını hizmet sektörü bağlamında
da görmekteyiz. Kafa işçisine beyaz yakalı, kol işçisine de
mavi yakalı deniyor. Kimin ne ile çalıştığını anımsatması
bakımında bu ayrımın yapılması pek sorunlu değil. Ama bu
ayrımdan hareketle kol işçisi maddi değerlerin üretiminde
(sanayide) çalışan işçidir, kafa işçisi de hizmet sektöründe
çalışan işçidir sonucuna varmak tamamen yanlıştır. Maddi
değerlerin üretiminde kafa işi söz konusuyken, hizmet
sektörünün birçok alanında da (temizlik, posta, belediye,
sağlık, ulaşım-posta) kol işine söz konusudur.
Yeri
gelmişken gelişen kapitalizm koşullarında işçi sınıfının
bileşimindeki değişme; kol işçisinin giderek azalması ve kafa
işçisinin giderek çoğalması, sınıfın bileşimindeki bu
ağırlık merkezi değişimi, işçi sınıfının giderek yok
olmaya yüz tuttuğu, tarihsel misyonunu yerine getiremeyeceği ve
nihayetinde de elveda işçi sınıfı anlayışına yol açmıştır.
Burjuva ideologlarının körüklediği bu anlayışa kendi kendine
Marksistler de eşlik etmişlerdir. Öyle ki bunlar arasında hızını
alamayanlar kapitalizmi kendiliğinden çökerterek işçi sınıfını
dolayı olarak saf dışı bırakmaya çalışmaktalar. Neye hizmet
ediyor olurlarsa olsunlar, bu unsurlar da pekala bilmekteler ki,
gelişen kapitalizmde kol işinin yerini giderek kafa işinin alması
kaçınılmadır. Dolayısıyla bugünkü gelişmenin analizini
Marksizm-Leninizm çok önceleri yapmıştır. Önemli olan bu
değişimlerden; gelişen kapitalizmin toplumsal sınıfların
yapısında ortaya çıkardığı değişimlerden sınıf mücadelesi
açısından çıkartılması gereken sonuçlardır.
Hizmet
sektörü veya kol işi-kafa işi bağlamında işçi sınıfının
bileşenleri üzerinde oynayarak sınıfın kapsamını tamamen
daraltan anlayışlar olduğu gibi sermaye karşısında herkesi işçi
gören anlayışlar da var. Yazının kapsamını genişleteceği
için bu konuya burada girmeyeceğiz. Yalnız şu kadarını
belirtmekle yetinelim: İşçi sınıfını salt sanayi işçisiyle
sınırlandırmak ne kadar yanlışsa hizmet sektörünün tamamını
da işçi sınıfından saymak o kadar yanlıştır. İlki işçi
sınıfının kapsamını daraltıyor; hizmet sektöründeki işçileri
küçük burjuva yapıyor, ikincisi de sınıfın kapsamını sermaye
karşısında herkese açıyor, neredeyse çalışan herkesi işçi
yapıyor.
İşçi
sınıfını, iç sosyal yapısı bakımından da tasnif ederek
hizmet sektörü çalışanlarından farklı yanlarını
gösterebiliriz. Engels, “İngiltere’de
Çalışan Sınıfın Durumu”
yapıtında şöyle der:
“Proletaryanın
çeşitli seksiyonlarının incelenmesine (yarayan) sıralama, onun
doğuşundan önceki tarihinden çıkmaktadır. İlk proleterler
endüstriye aittiler ve doğrudan onun tarafından üretiliyorlardı:
Sanayi işçileri...
sanayi maddelerinin üretimi, ham maddeler ve yardımcı maddeler
sanayin gelişmesiyle önem kazandılar ve yeni bir proletaryanın
doğmasına neden oldular: Kömür
ocaklarındaki ve madencilikteki işçiler.
Sanayi, üçüncü derecede tarımı
etkilemektedir. ...Çeşitli işçilerin yetişmişlik derecesinin
sanayi ile olan bağlamıyla tam bir ilişki içinde olduğunu ve
çıkarları hakkında sanayi işçilerinin en çok, maden
işçilerinin daha az ve tarım işçilerinin en az
aydınlatıldıklarını ... göreceğiz. Bu sıralamayı sanayi
işçilerinde de bulacağız ve fabrika işçilerinin, sanayi
devriminin bu en yaşlı çocuklarının, başından bugüne kadar
işçi hareketinin çekirdeği olduklarını göreceğiz” (12).
Burada işçi sınıfının sosyal
yapısının, farklı sosyal katmanlarından oluştuğunu ve bu
oluşumun nedenlerini görüyoruz. Bu sınıfı, sınıf yapan ortak
özelliler, yukarıda bahsettiğimiz üç özelliktir: a) üretim
araçlarına sahip olmamak, b) işgücünü satmak zorunda
olmak ve c) artı değer üretmek, artı değer üretimine
katkıda bulunmak (kapitalistin sermayesini çoğaltmak).
Bu temel özellikleri taşıyan
işçi sınıfı, maddi değerlerin üretimi sektöründe üretim
alanına göre de farklılaşıyor:
1-Sanayi
proletaryası.
2-Maden
proletaryası ve
3-Tarım proletaryası.
İşçi
sınıfının sanayi, maden ve tarım sektörlerine göre
ayrılmasının nedenini, kapitalizmin gelişmişlik derecesinde
aramak gerekir. Gelişen kapitalizm, yeni sektörler ve alanlarda
çalışan yeni işçi sınıfı bölüklerinin oluşmasına neden
olmaktadır.
Lenin’in
dediği gibi, “safi proletaryanın
yanı sıra proleterlerden yarı proletaryaya... doğru oldukça
çeşitli geçiş tipleri kütlesiyle çevrili olmasaydı,...
proletarya içinde de alt tabakalar az veya çok gelişmiş
tabakalar... olmasaydı, kapitalizm, kapitalizm olmazdı” (13).
Bunun
anlamı şudur: İşçi sınıfının belirtilen bu üç ana katmanı
dışında başka katmanları da vardır; ulaştırma, nakliyat,
hizmet, inşaat vs. sektörlerde çalışan işçiler.
Bu
sektörlerin hepsinde artı değer üretilmiyor. Ama bu, buralarda
çalışanların ezici çoğunluğunun işçi olmadıkları anlamına
gelmez.
Bir bütün olarak işçi
sınıfını derinlemesine tasnif ettiğimizde şu alt grupları
görürüz:
1-Sanayi proletaryası
(fabrika işçisi).
2-Maden proletaryası.
3-Tarım proletaryası.
4-İnşaat proletaryası.
5-Nakliyat, posta
işlerinde çalışan işçiler.
6-Ticaret (dolaşım)
alanında çalışan işçiler
7-Sosyal hizmetlerde
çalışan işçiler.
8-Yozlaşmış
proletarya(14).
9-İşçi aristokrasisi.
10-İşsizler.
İşçi
sınıfının belirttiğimiz bu derinlemesine tasnifini burada
üretken olan-olmayan işçiler olarak ayırırsak şu sonuca
varırız:
Sanayi,
enerji, maden, tarım, inşaat, ulaştırma-komünikasyon
sektörlerinde, ticaretin (dolaşımın) ve sosyal hizmetlerin bir
kısmında, eğitim, sanat, eğlence sektörlerinde çalışan
işçiler, üretken işçilerdir; ya doğrudan artı değer
üretiyorlardır ya da kapitalistin sermayesini çoğaltıyorlardır.
Şimdi
bu sektörlerin tartışmalı olan bazılarını biraz açalım.
Ulaştırma
ve komünikasyon işlerinde çalışan işçiler:
Maddi
ve maddi olmayan ürünlerin taşınmasından; bir yerden başka bir
yere nakledilmesinden dolayı ürün miktarında bir değişme
olmaz, ama bu taşıma işi de gerçekleşmezse, o metanın üretimi
de tamamlanmış olmaz. Bu nedenle burada söz konusu olan, meta
üretiminin tamamlanması için kaçınılmaz olan nakliyattır.
Böylece nakliyat meta üretim sürecinin zorunlu bir parçası olur
ve bu alandaki harcama, metanın fiyatını doğrudan etkiler.
Belirttiğimiz
bu özelliğinden dolayı ulaştırma-komünikasyon sektörü (veya
sanayi) maddi üretimin, sanayi, maden ve tarım dışında yeni bir
alanını oluşturur.
Aynen
maddi değerlerin üretimi alanlarında olduğu gibi
ulaştırma-komünikasyon sektöründe de değişmeyen sermayenin
yıpranma payı meta maliyetine yansır (nakliyat araçları,
komünikasyon araçları vb.). Bunun ötesinde bu sektörde
kullanılan değişken sermaye (işgücü) ve yaratılan artı değer
de üretim maliyetinin ögelerini oluştururlar. Nihayetinde bütün
bunlar bir metanın A noktasından B noktasına taşındığında
onun üretiminin, B noktasında A noktasına nazaran daha yüksek bir
maliyet ve fiyatla tamamlanmış olduğunu gösterir.
Marks,
Artı Değer Üzerine Teoriler'de “Gerçi
bu durumda gerçek emek, gerisinde, kullanım değerinde herhangi bir
iz bırakmamıştır ama, gene de bu maddi ürünün değişim
değerinde somutlaşır ve maddi üretimin öteki alanları gibi bu
sanayi dalında da emek,
kullanım değerinde görülebilir bir iz bırakmamakla birlikte,
metanın içinde yerini alır” der
(15).
Bu
alanla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir nokta da şudur:
Ulaştırma sektörü sadece meta taşımıyor, insanları da
taşıyor. İnsanlar ise meta değil. Dolayısıyla ulaştırma
sektörünün bu özelliği göz önünde tutulmalıdır. Metaların
taşınması, üretimin devamı iken, insanların taşınması
kapitalistin, sermayesini çoğaltmak için sunduğu bir hizmettir.
Burada taşınan konumunda olan insan, kapitalistin sunduğu taşıma
hizmetini satın alan konumundadır. Bu hizmeti satın almakla da
kapitalistin sermayesini çoğaltmış olur. Bu konuda Marks şöyle
der:
“İnsan
ya da eşya taşınmış olsun, sonuç bunların bulundukları
yerdeki değişimdir. Söz gelişi iplik, şimdi, üretildiği
İngiltere yerine Hindistan'da olabilir.
Bununla
birlikte, ulaştırma sanayinin sattığı şey, yer değiştirmedir.
Yararlı etki, ulaştırma süreci ile, yani ulaştırma sanayinin
üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır. İnsan ve eşya,
ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk,
bu hareket, bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini
oluşturur. Bu yararlı etki, ancak bu üretim süreci sırasında
tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir şey gibi bir
varlığa sahip değildir. Bu süreçten farklı bir yararlılık,
bir ticaret malı gibi işlev yapmayan bir kullanım şeyi olarak var
olmaz ve üretilene kadar bir meta olarak dolaşmaz.
Ama
bu yararlı etkinin değişim değeri, herhangi bir meta gibi,
kendisinde tüketilen üretim ögelerinin (emek gücü ile üretim
aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan emekçilerin
artı emeğinin yarattığı artı değerin toplamı ile belirlenir.
Bu yararlı etki de, diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine
tabidir. Eğer bireysel olarak tüketilirse, değeri, tüketimi
sırasında ortadan kaybolur; yok eğer, taşınan metaların
üretiminde kendisi de bir aşama oluşturacak bir biçimde, üretken
biçimde tüketilirse, onun değeri de, ek bir değer gibi metaya
geçmiş olur” (16).
Demek
oluyor ki, bir yolcunun A noktasından B noktasına taşınmasında
ortaya çıkan tüketim değeri, o yolcu tarafından bireysel olarak
tüketilirse, bu bir hizmet tüketimidir ve B noktasına varıldığında
bu tüketim kaybolur. Ama A noktasından B noktasına taşımadan
kaynaklanan “yararlı
etki”,
taşınan metaların üretiminin devamı için -meta üretiminin
tamamlanması için- kaçınılmaz bir aşamaysa bu durumda söz
konusu “yararlı
etki”
üretken olarak tüketiliyor demektir. Bu da metanın değerine
eklenen bir ek değişim değerdir.
Ticaret
(dolaşım) alanında çalışan işçiler:
Önce
artı değer üretiminin sınıfsal tasnifteki rolü üzerine:
“Aynen
sanayi sermayesinin, karı, metalarda somutlaşan ve gerçekleşen,
karşılığında bir eşdeğer ödenmeyen emeğin (işgücünün,
çn) satışıyla
sağlanması gibi, tüccar sermayesi de, karı, metaların içerdiği
(üretimleri için yatırılmış sermaye, toplam sanayi sermayesinin
bir kısmı olarak işlev yaptığı ölçüde metaların içerdiği)
karşılığı ödenmeyen emeğin tamamı için üretken sermayeye
tam bir ödemede bulunmayarak ve metaların hala içermekte olduğu
bu karşılığı ödenmemiş kısım için, satış yapılırken bir
karşılık isteyerek sağlar. Tüccar sermayesi ile artı değer
arasındaki bağıntı, sanayi sermayesi ile artı değer arasındaki
bağıntıdan farklıdır. Sanayi sermayesi, başkalarının
karşılığı ödenmeyen emeğine (işgücüne,
çn)
doğrudan doğruya el koyarak artı değer üretir. Tüccar
sermayesi, artı değerin bir kısmına, bu kısmı, sanayi
sermayesinden kendisine aktararak sahip çıkar.
Ticaret
sermayesi, yeniden üretim sürecinde, ancak değerleri
gerçekleştirme işlevi aracılığıyla sermaye olarak iş görür
ve böylece toplam sermaye tarafından üretilen artı değerden pay
alır. Bireysel tüccarın elde edeceği kar kitlesi, bu süreçte
kullanabileceği sermayenin kitlesine bağlı olup, çalıştırdığı
kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği (işgücü,
çn) ne
kadar fazla olursa o kadar fazla sermayeyi satın alma ve satma
işinde kullanabilir. Tüccarın parasını sermaye haline getiren
işlev, büyük ölçüde bu işte çalıştırılanlar tarafından
yerine getirilir. Çalıştırdığı kimselerin karşılığı
ödenmeyen emeği (işgücü,
çn) artı
değer yaratmamakla birlikte, onun bu artı değere el koymasını
sağlar ve bu da, sonuçta, sermayesi bakımından aynı şey
demektir. Bu nedenle de o, tüccar için bir kar kaynağıdır. Aksi
halde ticaret, hiçbir zaman büyük ölçekte ya da kapitalist
biçimde yürütülemezdi.
Aynen
işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin (işgücünün,
çn) üretken
sermaye için doğrudan doğruya artı değer yaratması gibi, ticari
ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de (işgücü
de, çn),
tüccar sermayesi için bu artı değerden bir pay sağlar”
(17).
Aynen
sanayi kapitalisti gibi ticaret kapitalisti de yapılan iş sürecinde
doğrudan yer almaz. Nasıl ki sanayi kapitalisti, bir işçi gibi
makinenin başında değilse, ticaret kapitalisti de metanın
satışıyla ilgili işleri doğrudan yapmaz. Ama her ikisi de
çalıştırmak için ücretli işçi tutar.
Nasıl
ki sanayi proletaryası sanayi kapitalistleri tarafından
sömürülüyorlarsa, hizmet (ticaret) sektöründe çalışan
ticaret işçi de ticaret kapitalistleri tarafından sömürülür.
“Ticaret
işçisi doğrudan doğruya artı değer üretmez. Ama işinin fiyatı
işgücünün değeriyle, yani üretiminin (işgücü
üretiminin, çn.)
giderleriyle belirlenirken, bu işgücünün uygulanması,
kullanılması, enerji harcaması, aşınıp yıpranması, diğer
bütün ücretli işçilerde olduğu gibi, hiçbir şekilde değeriyle
sınırlı değildir. Bu nedenle de ücreti, gerçekleşmesinde
kapitaliste yardım ettiği kar kitlesi ile zorunlu bir orantı
içinde değildir. Kapitaliste neye mal olduğu ile onun için neler
sağladığı farklı şeylerdir. Doğrudan doğruya artı değer
yaratmaz, ama karşılığı ödenmeyen iş harcaması ölçüsünde,
artı değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım
ederek, kapitalistin gelirini arttırır. Sözcüğün gerçek
anlamında ticaret işçi, vasıflı olarak sınıflandırılan ve
ortalama işin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli
işçiler sınıfına girer” (18).
Demek
oluyor ki, ticaret (hizmet) sektöründe çalışanlar da işçidir.
Marks’ın deyimiyle, “daha
yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına dahildirler”.
“Ticaret
kapitalisti tarafından ... çalıştırılan ticari ücretli
işçilerin durumu nedir?
Birincisi,
bu gibi ticaret işlerinde çalışanlar, diğerleri gibi ücretli
işçilerdir. Her şeyden önce bunların işgücü, gelir olarak
harcanan parayla değil, tüccarın değişken sermayesi ile satın
alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler için değil
kendisine
yatırılan sermayenin
değerinin genişletilmesi amacıyla satın alınmıştır. İkincisi,
onun da işgücünün değeri ve dolayısıyla ücreti, diğer
işçilerinki gibi belirlenmiştir. Yani işinin ürünü değil,
onun özgül işgücünün üretim ve yeniden üretiminin maliyeti
ile belirlenmiştir.
Bununla
birlikte, sanayi sermayesi ile ticaret sermayesi, dolayısıyla
sanayi kapitalisti ile tüccar arasında bulunan ayrımı, onunla
doğrudan doğruya sanayi kapitalisti tarafından çalıştırılan
ücretli işçi arasında da yapmak zorundayız. Tüccar, sırf bir
dolaşım aracı olarak ne değer, ne de artı değer üretmediğine
göre (giderler aracılığıyla tüccarın metalarına kattığı ek
değer, burada kendi değişmeyen sermayesinin değerini nasıl
koruduğu sorusu ortaya çıkmakla birlikte, daha önce mevcut
değerlere bir ilave niteliğinde olduğu için) tüccar tarafından
bu aynı işlevlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun
için doğrudan doğruya artı değer üretmeyecekleri sonucu çıkar”
(19).
Demek
oluyor ki, ticaret sektöründe çalışan işçinin işlevi üretken
değil, yani değer yaratmıyor. Ama bu işçinin çalışması
“zorunlu
bir işlev. Çünkü yeniden üretim süreci üretken olmayan
işlevleri içerir... yararlılığı, üretken olmayan bir işlevi
üretken bir işleve ya da üretken olmayan işi üretken işe
dönüştürmekten ileri gelmemektedir... Onun yararlılığı, daha
çok, toplumun işgücünün ve çalışma zamanının daha küçük
bir kısmının bu üretken olmayan işleve bağlanmasından ileri
gelmektedir. Dahası da var. Daha iyi ücret alsa bile, bu durumun
yarattığı farklılığa karşın, onun yalnızca bir ücretli işçi
olduğunu var sayacağız”
(20).
Marks,
aynı yerde devamla şöyle der:
“Aldığı
ücret ne olursa olsun, ücretli işçi olarak zamanının bir
kısmında karşılıksız çalışır. Günde sekiz iş saatlik
ürünün değerini alabilir, ama gene de on saat iş yapar. Ne var
ki, gerekli işin aracılığı ile toplumsal ürünün bir kısmı
kendisine aktarılmasına karşın, ancak sekiz saatlik gerekli işi
nasıl bir değer yaratmıyorsa, bu iki saatlik artı iş de değer
yaratmaz. Her şeyden önce, toplum açısından bakıldığında
işgücü, şimdi de eskiden olduğu gibi, salt dolaşım işlevinde
on saat tüketilmiştir. Bu işgücü, herhangi bir başka şey için,
üretken işi için kullanılmaz. İkincisi, bu iki saatlik artı iş,
bu işi yapan birey tarafından harcandığı halde toplum bunun
karşılığını ödemez. Toplum bundan, herhangi bir ek ürün ya
da değer elde etmemektedir. Ama onun temsil ettiği dolaşım
maliyetleri, on saatten sekiz saate beşte bir oranında azalmıştır.
Toplum, onun aracılığı ile gerçekleşen bu faal dolaşım
zamanının beşte biri için herhangi bir eşdeğer ödememektedir.
Ama bu adamı bir kapitalist çalıştırırsa, bu iki saatin
karşılığının ödenmemesi onun
sermayesinin
dolaşım maliyetini azaltır ve bu da gelirinden bir indirim
oluşturur. Bu, kapitalist için olumlu bir kazançtır. Çünkü
sermayesinin değerinin kendini genişletmesinin olumsuz sınırı
böyle daralır” (21).
Ticaret
sektöründe çalışan işçinin ücreti, aynen, sanayi
proletaryasının ücreti gibi, işgücünün değeriyle
belirleniyor. Bu sektörde çalışanların bir kısmının ücretli,
maaşlı olması bu gerçeği değiştirmiyor. Sanayi proletaryası
gibi ticaret sektöründe çalışan işçi de kapitaliste işgücünü
satıyor.
Engels,
Kapital’in 3. cildindeki bir dipnotunda ticari proletaryadan
bahsederek şöyle der:
“Ticaret
proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan
tahminin zaman içinde nasıl doğrulandığını bütün ticari
işlemlerde eğitim görmüş, üç-dört dil bilen yüzlerce Alman
büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi
bir tornacının ücretinin çok altındadır- Londra’nın
merkezinde boşu boşuna iş aramalarında görülmektedir”
(22).
Kapitalizmin
gelişmesi, sermayenin konsantrasyonu ve merkezileşmesi anlamına
gelir. Kapitalizmin gelişmesi, aynı zamanda üretimin
toplumsallaşması ve toplumsal iş bölümünün de derinleşmesi ve
kapsamlaşması anlamına gelir. Yeni üretim dalları, üretim
sürecinin çeşitlenmesi, nihayetinde bir ürünün bir işçinin
üretimi olmaktan çıkması söz konusu olur. Bunun ötesinde
toplumsal yeniden üretim sürecinin bileşenleri; farklı sanayi
dalları birbirine bağımlı hale gelirler. Bilimsel-teknik devrimin
kazanımlarının; teknolojinin üretimde kullanılması,
sektörlerin; üretim dallarının birbirlerine bağımlılığını
daha da derinleştirir. Kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde
herhangi bir ürün bir işçinin, bir fabrikanın değil, birçok
işçinin, birçok iş kolunun ürünü olmuştur. Bu anlamda ürün,
üretimin toplumsallaşmasına paralel olarak kolektif olmuştur.
Bunun ötesinde kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması,
ulusal kolektif ürünü uluslararası kolektif ürüne
dönüştürmüştür. Bu gelişmeyi otomobil üretiminden tekstil
üretimine, depolamadan, paketlemeye ve pazarlamaya kadar sayısız
meta üretiminde, nakliyatında ve pazarlanmasında görmekteyiz.
Böyle bir süreçte metayı kimin ürettiği sorusu saçma oluyor.
Bu soru yerine, esas alınması gereken, bir metanın, örneğin bir
pantolonun tüketici tarafından satın alınana kadarki oluşumunda
–hammaddenin pantolon haline getirilişi- işgücü katkısıyla
yer alanların konumudur. Bu konuda Marks şöyle der:
“Çalışma
süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi,
sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir.
Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişi
yalnız kendisini denetliyor demektir. Sonra denetlerin. Tek bir
insan, kendi beyninin denetimi altında yine kendi kaslarını
harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal
bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, çalışma
süreci de el işini kafa işiyle birleştirir. Sonraları bunlar
birbirlerinden ayrılırlar. Öyle ki düşman karşıt olurlar.
Ürün, bireysel üreticinin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve
umumi işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri iş
(çalışma,
çn.)
konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan
bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Çalışma
sürecinin bu ortaklaşa niteliği gitgide daha belirli hale
geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak bizdeki üretken iş ve bunu
sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken
biçimde çalışmak için artık bizzat işe el atmak da gerekmez
Umumi işçinin bir organı olmanız, onun yerine getireceği alt
işlevlerden birini yapmanız yeterlidir. Üretken çalışmanın
yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin
asıl niteliğinden çıkartılan tanımı, bütünüyle alındığında,
umumi işçi için de hala geçerlidir. Ama onu oluşturan üyeler
teker teker alındığında artık geçerli değildir”
(23).
Aynı
yerde Marks, devamla, bir örnek vererek şöyle diyor:
“Diğer
taraftan, üretken iş kavramı daralır. Kapitalist üretim sadece
meta üretimi değil, esas itibariyle artı değer üretimidir. İşçi,
kendisi işin değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, sadece
üretmesi yetmez. O, artı değer üretmek zorundadır. Sadece,
kapitalist için artı değer üreten veya sermayenin kendini
değerlendirmesine hizmet eden işçi, üretkendir. Maddi nesneler
üretiminin dışında kalan bir alanda örnek alırsak, bir
öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde çalışmasının yanı
sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi
çalışıyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin
sermayesini sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış
olması hiçbir şey değiştirmez”
(24).
Demek
oluyor ki ücretlinin üretken olup olmadığının kıstası, sadece
maddi bir değer üretip üretmesine veya fiziki (kolla, elle)
çalışıp çalışmamasına bağlı değildir. Çünkü meta
üretimi bir işçi topluluğunun ortak, koordineli çalışmasının
ürünüdür veya kapitalist yeniden üretim süreci, her birinin
işlevi farklı olan işçi topluluğu – buna, Engels’in
ifadesiyle ticaret
proletarya
da dahildir- tarafından harekete geçirilir. Bu süreçte umumi
işçinin her bir üyesinin işlevi farklıdır. Günümüz
kapitalist yeniden üretim sürecinde bu farklılık daha da çoğalmış
ve ayrıntılaşmıştır. Örneğin 100-150 sene önce bir işçinin
tek başına ürettiği bir meta, bugün çok işlem sürecinden, çok
sayıda “alt
işlev”i
olanların elinden geçmektedir. Böyle bir süreçte sınıfsal
tasnifi kafa ve kol işine (“emeği”ne) göre ayırmak “alt
işlev”
görenler açısından imkansızdır.
Kapitalizmde
doğrudan doğruya veya artı değer üretmeyen “alt
işlev”liler
olmaksızın üretim yapmak imkansızdır. Yapılsa da bu, bireysel
üretimdir, kapitalist üretim biçimini ifade etmez.
Gelişen
kapitalizm, yeni mesleklerin doğmasına da neden olur:
“Aynen
başlangıçta sermayesinin gerçek anlamda kapitalist üretime
başlayabileceği asgari miktara ulaştığı anda kapitalistin elini
fiilen işten çekmesi gibi, şimdi de, işçilerin ve işçi
gruplarının doğrudan doğruya ve devamlı denetimini özel bir
ücretli işçiler türüne bırakır. Bir kapitalistin komutası
altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi,
subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı)
gereksimin duyar. Ve bunlar, çalışma sürecinde kapitalist adına
(bu orduya) komuta ederler. Denetim (gözetim,
çn.)
işi, bunların yegane işlevi olarak yerleşir”
(25).
Buradaki
subaylar, yani müdürler, yöneticiler, ücretlilerdir. Ücretlilerin
bir kesimini oluşturmalarına rağmen, işçi sınıfına yakın
olan veya işçi sınıfının bileşenlerinden olan ücretliler
değildirler. Buna karşın astsubay kategorisinde olanlar, her ne
kadar, bir işçiye nazaran daha fazla ücret alsalar da, doğrudan
üretim sürecinde yer almasalar da, sınıfsal konumları
bakımından, ya işçi sınıfının bir bileşenidirler ya da ona
sınıfsal olarak en yakın olanlardır.
Kapitalizmin,
doğrudan reel üretim dışında ortaya çıkardığı meslek
grupları, genel anlamda hizmet sektörü olarak tanımlanıyor. Bu
sektör, kapitalizmin gelişmesine, bilimsel-teknik devrimin
kazanımlarının üretim sürecinde kullanılmasına, yani
teknolojinin üretimde kullanılmasına paralel olarak giderek
kapsamlaşmıştır.
İşçilerin
ve ücretlilerin sosyal durumları giderek birbirine yakınlaşıyor.
Teknoloji, kapitalist yeniden üretim sürecinin koşullarına uygun
örgütlenmesinin ekonominin ve burjuva devletin yapısında meydana
getirdiği değişimler, ücretlilerin çalışma ve yaşam
koşullarında kapsamlı ve derinlemesine değişimlere neden
olmuştur. Bu değişimlerden en çok ücretlilerin alt kesimleri;
işçi sınıfının bileşeni olanları ve ona en yakın olanları
etkilenmişlerdir. Bu değişimler, ücretlilerin, özellikle alt
kesimlerinin proletaryaya yakınlaşmasında; kendi sınıfsal
konumları üzerine bilinçlenmesinde; en azından sermaye-sömürü,
sermaye-çalışma ilişkileri konusunda bilinçlenmelerinde
belirleyici olmuşlardır. Çıplak yaşam, ekonomik durum, memur
olmanın, ücretli olmanın, bir zamanlar geçerli olan imtiyazlı
olma durumuna son veriyor. Bir zamanlar memur olmakla, ücretli
olmakla elde edilen, görece de olsa iş garantisi bugün geçerli
değil. Bunun en güncel örneğini devletin küçültülmesi adı
altında IMF’nin dayatmasıyla binlerce ücretlinin sokağa
atılması oluşturmaktadır. Devletin küçültülmesi bahanesi
olmasa dahi, teknoloji kullanımıyla rasyonelleşmeye gidiliyor ve
binlerce ücretli, memur sokağa atılıyor. Böylece sosyal
güvensizlik, işsizlik gibi kavramlar, memurlar arasında da anlam
kazanıyor.
Hizmet
sektöründe çalışan
işçiler:
Aslında
sorun çok basit. Buraya kadar ki açıklamalardan şu sonucu
çıkartabiliriz: Sermaye karşılığında değiştirilen işgücü
(yanlış tanımlamayla ifade edersek emek) üretken olandır, ama
gelir karşılığında harcanan işgücü ise üretken değildir.
Marks, bu konudaki görüşünü A. Smith'in aynı konuya ilişkin
açıklamaları vesilesiyle formüle etmiştir. Marks, onun sermaye
karşılığı harcanan işgücünün üretken, gelir karşılığı
harcanan işgücünün üretken olmayan ayrımını doğru bulur ve
şöyle der:“Burada
üretken emek, kapitalist üretim açısından tanımlanıyor ve A.
Smith bu konuda işin tam özüne dokunuyor, tam onikiden vuruyor.
Üretken emeği, sermayeyle
doğrudan değişilen
emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en büyük bilimsel
başarılarından biridir” (26).
Marks,
Smith'in kendini maddi bir metada somutlaştıran “emek” ve maddi
olmayan metada somutlaştıran “emek” olarak ayrımla üretken ve
üretken olmayan “emek” tanımlamasını yanlış bulur ve şöyle
der: “Esas
itibariyle hizmet, emeğin özel kullanım değerinin kendisini bir
nesnede değil, yararlı bir etkinlik biçiminde ifade etmesidir”
(27).
Marks'ın
bu değerlendirmesinden çıkartılması gereken sonuç şudur:
Hizmet sektöründe işgücü harcaması, toptancı bir
değerlendirmeyle üretkendir denemez. Hiçbir ayırım yapmaksızın
hizmet sektörünün tamamını artı değer üreten sektör olarak
gören “Marksist” iktisatçıların olduğunu biliyoruz. Marks
ise böyle bir değerlendirmenin yanlış olduğunu söylüyor. Esas
olan şudur: Hizmet sektöründe sermaye karşılığında çalışan;
artı değer üreten veya sermayenin çoğalmasına hizmet eden bütün
işçiler üretkendir. Buna karşın gelir karşılığında çalışan
(ister kapitalistin gelirinden, devletin bütçesinden veya işçinin
gelirinden ödensin); art değer üretmeyen, sermayenin çoğalmasına
hizmet etmeyen, ama bir biçimde bir hizmet karşılığı değişilen
işgücü, dolayısıyla bu işgücü harcaması yapan işçi,
üretken işçi değildir.
Şöyle
düşünelim: İster kapitalist olsun, isterse de işçi olsun, satın
alınan hizmet bireysel tüketime hizmet ediyorsa, orada kapitalist
bir ilişki yoktur. Burada satın alınan hizmet, artı değer
üretmediği için üretken değildir. Ama satın alınan hizmet,
başkalarına satılıyorsa orada durum değişir. Bu durumda
kapitalist, örneğin müzisyenin müzik hizmetini kişisel olarak
tüketmiyor, başkalarına satıyor (konser vs.) ve böylece
sermayesini çoğaltıyor.
Üretken-üretken
olmayan işgücü konusunda Marks'tan bazı anlayışları aktaralım:
“Her
üretken işçi bir ücretli işçidir, ama bu nedenle her ücretli
işçi üretken bir işçi değildir. Eğer emek (işgücü,
çn),
kapitalist üretim sürecine katılıp, değişen sermayenin değerini
kendi canlı etkinliğiyle yenilemek için değil de, bir kullanım
değeri, bir hizmet olarak tüketilmek için ne kadar (sık)
satılırsa satılsın, bu durumda emek (işgücü.
çn)
üretken değildir ve ücretli işçi de üretken işçi değildir.
Onun emeği (işgücü,
çn),
değişim değeri yaratmak için değil, kullanım değerinden
dolayı tüketilmiştir; dolayısıyla üretken biçimde değil,
üretken olmayan biçimde tüketilmiştir. Bundan dolayı kapitalist,
bu işçinin karşısına kapitalist olarak, sermayenin bir
temsilcisi olarak çıkmaz. Bu emeğin (işgücünün,
çn) karşılığında
ödediği para, sermaye değil, gelirdir”
(28).
“Emeğin
(örneğin serflerin tarımsal emeği gibi) kendini kısmen ödediği
ve kısmen (Asya kentlerindeki zanaatçı emek gibi) doğrudan gelir
karşılığı değişildiği durumlarda burjuva ekonomi politiğin
kastettiği anlamda sermaye ve ücretli iş yoktur. Bu çerçevede,
bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek ürününün
maddi doğasından ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden)
değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde
gerçekleştirildiği toplumsal üretim ilişkilerinden çıkmaktadır.
Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret olarak aldığından
daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin
(girişimcinin) hizmetinde çalışıyorsa, bu tanıma göre, üretken
bir emekçidir; ama buna karşılık kapitalistin evine giden ve
pantolonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için yalnızca
basit bir kullanım değeri ürettiği için üretken olmayan bir
emektir. Birincinin emeği sermayeyle değişilmiştir, ikincininki
gelirle. Birincinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde
gelir harcanır” (29).
Burada
ayırt edici nokta, işgücü ve bu işgücünden kaynaklı ürünün
değişim biçiminin nasıl olduğu sorusuna verilecek cevaptır;
sermaye karşılığı mı yoksa gelir karşılığı mı ödeme
yapılıyor olduğudur. Burada kayıtsız kalmak, ayrım yapmamak,
üretim biçimleri arasında ayrım yapmamak anlamına gelir. Bu
ayrımın ne denli önemli olduğunu Marks'ın şu sözlerinden
anlıyoruz: “Palto paltodur. Ama
onu birinci değişim biçiminde yaptırtırsanız, kapitalist üretim
ve modern burjuva toplum vardır; ikincisinde ise, asyatik ilişkilere
ya da ortaçağ ilişkilerine vb. ile uygun düşen bir zanaatçı
biçimi vardır. Ve bu biçimler, maddi zenginliğin kendisi için de
belirleyicidir” (30).
Marks'ın
palto üretiminden çıkartılması gereken sonucu somutlaştıralım:
Palto iki üretim ilişkisi içinde üretilebilir. Palto,
kapitalistin fabrikasında üretilebileceği gibi, eve çağrılan
bir terzi tarafından da üretilebilir. Her iki durumda da palto
üretiliyor, ama farklı üretim ilişkileri içinde üretiliyor.
Birinci durumda terzi, kapitalist karşısında işgücünü belli
bir miktar üzerinden, diyelim ki günde 10 saatliğine satan
işçidir. Doğrudan artı değer üretmektedir, üretken bir
işçidir. Kapitalist, işçi-terzinin 10 saat içinde ürettiği
palto-metayı pazarda satarak, meta sermayesini çoğalmış olarak
para sermayeye dönüştürür.
İkinci
durumda ise terzi-işçi üretken değildir. Diyelim ki aynı
kapitalistin evine giderek ona bir palto dikmesi, aralarında
sermaye-”emek” ilişkisi olduğunu göstermez. Tam tersine
aralarında kapitalistin bireysel tüketimini ifade eden ve
karşılığının sermaye ile değil de, gelir ile ödenen bir
ilişki vardır; yani burada sermayeye dönüşmeyen bir işgücü
harcaması söz konusudur. Bu durumda kapitalistin terziye yaptığı
ödeme, kapitaliste sermaye olarak geri dönmemekte ve kullanım
değeri olarak tüketilmiş olmaktadır.
“Hizmetkarlar
sınıfı”nın, ev hizmetçilerinin durumu:
Ev
hizmetçilerinin durumu da genel anlamda hizmet sektörünün bazı
alanlarında olduğu gibi, kapitalizmin tarihsel gelişme süreci
içinde ele alınması gerekir. Marks'ın ev hizmetçileri için
“küçük burjuva” değerlendirme yapması nasıl bir
gerçeklikse, bu kesimin giderek işçi sınıfının bir parçası
olması da bir gerçekliktir. Burada söz konusu olan, hizmeti
satanla satın alan arasındaki ilişkide hizmetin gelir karşılığı
satın alınmasıydı. Bu kısmen hala böyledir. Ama gelişen
kapitalizm sürecinde bu alanda çalışanlar -hizmet satanlar-
kapitalizmin ücretli çalışma örgütlenmesinin dışında
kalamamışlar ve üretken işçi konumunda olmasalar da işçi
sınıfının bir parçasını oluşturmuşlardır.
Bu
tarihsel gelişmeyle bu alanda hizmet satanlarının durumundaki
değişimi Marks şöyle anlatır:
“Nihayet,
büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim
alanlarında işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde
sömürülmesiyle elele vererek, işçi sınıfının büyük bir
kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasını ve
böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve
kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkârlar
sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur”
(31).
Kapitalizmin
ilk aşamalarındaki hizmet işleriyle bugünkü aşamasındaki
hizmet işleri arasında bunların nasıl örgütlendiği bakımından
devasa farklar vardır. Eski dönemde bu işlerin kapitalist
ilişkiler içinde örgütlenmemiş olması genel geçerli bir durumu
ifade ediyordu. Marks'ın bu konudaki değerlendirmesi de bu
tarihsel gerçekliği yansıtıyor. Şimdi ise bu hizmet işleri
(eğitim, ev temizliği, çocuk bakımı, eğlence, sportif
faaliyetler, sağlık, turizm vb.) bu hizmetleri sermayeye çeviren
şirketler; kapitalist kuruluşlar tarafından örgütlenmektedir.
Bütün bu alanlar pazarda alınıp satılır olmuştur. Bu nedenle
bu alanda çalışanların giderek önemli bir kısmı doğrudan
sermaye ile karşı karşıya olduğu için üretken işçi
konumundalar. Ama buna rağmen hala doğrudan sermaye ile değil de
gelir ile ödenen kısmı da önemli bir ağırlığa sahiptir.
Bunlar da işçi sınıfının üretken olmayan kesimini oluşturur.
“Ayrıca,
hizmetkarlar sınıfı, atıl kapitalistlerin doğrudan ücretli
işçileri efendilerinden...” (32).
"Sermayeden değil de
gelirden yaşayan hizmetkar
sınıfının (bu) kısmı. Bu hizmetkar sınıfı ile çalışan
sınıf arasında önemli bir fark vardır”
(33).
Artık
bu ayrımın günümüzde pek anlamı kalmamıştır, en fazlasıyla
üretken işçi-üretken olmayan işçi ayrımı bakımından bir
anlamı vardır. Hizmet sektörünün bu alanında çalışanlar eski
dönemde sahip oldukları görece bağımsızlık koşullarına artık
sahip değiller. Aldıkları ücret -hizmeti satın alanın
gelirinden verdiği ücret- kapitalist tarzda örgütlenmektedir;
piyasa tarafından belirlenmektedir. Piyasa da ise örneğin
yüzlerce, binlerce temizlik işçisini çalıştıran şirketler bu
alandaki ücreti belirlemektedirler. Açık ki burada doğrudan bir
sömürü ilişkisi olmasa da kapitalist sistemin sömürü ağı bu
alanda çalışanları da kendi girdabına çekmektedir.
Bu
konuda Marks şu örneği vermektedir: “Gündelikçi
terzinin harcadığı iş (gücü) miktarı, benden aldığı fiyatın
içerdiğinden daha büyük olabilir. Ve hatta bu büyük
olasılıktır, çünkü onun işgücünün fiyatı, üretken
terzinin elde ettiği fiyatla belirlenir”
(34).
Açık
ki, “bağımsız” hizmet satanların bu hizmetleri karşılığında
aldıkları miktar, piyasa koşulları; kapitalist ilişkiler
tarafından belirlenmektedir. Burada bireysel çalışan terzinin bu
hizmetini sattığı kişiyle artı değer üretimi temelinde bir
çelişkisi yok, ama aldıkları miktarı belirlediği için sistemin
kendisiyle; bir bütün olarak kapitalist sistemle, bu sömürü
düzeniyle çelişkileri var.
Sonuç
itibariyle bunlar, ücrete bağımlı hizmetçi sınıfıdır ve
işçi sınıfının bir parçasını oluştururlar.
Burada üretken olmayanlara
zenginlerin ev işlerini yapanlar, yavukluları vb. dahildir. Bunlar
kapitalistlerin gelirlerinden ücretlendirilirler ve bütün işleri,
kapitalistlere yaşamlarını kolaylaştırmaktan ve
“tatlandırmak”tan ibarettir. Bu kategoriye dahil olanların
bütün ücretli işçilerle ortak noktaları, hepsinin kendi
çalışmalarıyla yaşam sürdürüyor olmalarıdır. Ama bunların
aldıkları ücret, sermayenin bir kısmı değildir ve bu anlamda da
kapitalistin sermayesini çoğaltmak için yapılan bir harcama
(yatırım) değildir. Ücretler, kapitalistlerin tüketim fonunun
bir kalemini oluşturur.
Hizmet
sektöründe durumun ne denli karmaşık olduğunu göstermek için
Marks'tan birkaç örnek daha verelim:
Müzisyen
örneği:
“Örneğin,
bir şarkıcının hizmeti, benim estetik gereksinimimi giderir; ama
hazzını tattığım şey, şarkıcıdan ayrılmayan bir etkinlik
içinde var olur ve emeği (iş
gücü harcaması, çn), şarkı
söylemesi sona erdiği anda benim haz almam da sona erer” (35).
Farklı
hizmetler ve kapitalizm:
“Maddi
olmayan üretim, salt değişim için gerçekleştirildiği, yani
meta ürettiği
zaman bile iki türlü olabilir:
1.
Üreticilerden ve tüketicilerden bağımsız ve ayrı bir biçime
sahip olabilen metalarda,
kullanım değerlerinde ortaya çıkabilir; bu metalar, üretim ile
tüketim arasındaki süre boyunca var olur ve bu süre içinde,
kitaplar, resimler gibi satımlık
metalar olarak,
tek sözcükle, sanatçının sanatsal performansından ayrılabilen
tüm sanat ürünleri olarak dolaşımda kalabilir. Burada kapitalist
üretim çok sınırlı bir çerçevede söz konusudur: Örneğin
ortak bir yapıtın -diyelim ki bir ansiklopedinin- yazarı, başka
kişileri kiralık yazarlar olarak kullandığı zaman. Bu alanda,
çoğu kez, kapitalist
üretime bir geçiş biçimi
geçerli olur; o biçim çerçevesinde çeşitli biçimsel ya da
sanatsal üreticiler, zanaatçılar ya da uzmanlar, kitap ticaretinin
ortak ticari sermayesi için çalışırlar- bu ilişkinin asıl
kapitalist üretim tarzı ile bir ilişkisi yoktur ve hatta biçimsel
olarak bile henüz kapitalist üretimin egemenliği altına alınmış
değildir. Bu ara geçiş biçimlerinde emek (işgücü,
çn) sömürüsünün
en üst noktasında oluşu gerçeği bu durumu hiçbir biçimde
değiştirmez.
2.
Ürün, üretim eyleminden ayrılmaz -tüm gösteri sanatçıları,
konferansçılar, aktörler, öğretmenler, doktorlar, rahipler vb.
için durum budur. Burada da kapitalist üretim tarzıyla ancak
sınırlı bir dereceye kadar karşılaşılır ve bu etkinliğin
doğası gereği, pek az alanda uygulanabilir”(36).
Yazarın
üretken işçi olması:
“Bir
yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını
yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir
kapitalistin ücretli işçisiyse üretken işçidir”
(37).
Eğitim
kurumlarında üretkenlik durumu:
Örneğin
eğitim kurumlarındaki öğretmenler, kurum girişimcisi için
yalnızca birer ücretli işçi olabilirler...Gerçi öğrenciler söz
konusu olunca, bu öğretmenler üretken
işçi
değildirler; ancak kendi işverenleri söz konusu olduğunda
üretken işçidirler. O, kendi sermayesini onların işgücüyle
değişir ve bu süreç aracılığıyla kendisini zenginleştirir.
Tiyatrolar, eğlence yerleri vb. için de durum aynıdır. Bu
durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır,
ama kendi işvereni karşısında o bir üretken
işçidir.
Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin
tümü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı
tutulabilir” (38).
Marks
döneminde toplumsal önemi olmayan bu alanların günümüzde ne
denli geliştiği, tamamen sermayeye açılmış olduğu herhalde
tartışma gerektirmeyen bir gerçekliktir.
İşçi
sınıfı ve devlet sektöründe çalışanlar
Kapitalizmin
gelişmesine, daha doğrusu makineli üretimin gelişmesine paralel
olarak doğan bu kavram, doğrudan üretim dışında kalan
emekçileri; yönetme, hesaplama, örgütleme, üretimin
gerçekleşmesi işlevlerini üstlenmiş olanları kapsamına alır.
Bu kavram, aynı zamanda mevcut rejimin üst yapı kurumlarında
çalışanları da kapsamına alır.
Doğuş
koşullarıyla karşılaştırdığımızda bu kavramın bugün
açısından içeriklendirilmesi zorlaşmıştır. Bu kavram, artık
belli bir olguyu gerçek anlamıyla tanımlayacak özellikte
değildir. Bugün açısından bu kavramın belirleyici ölçeği,
gelirin, iş ücreti biçiminde değil, maaş biçiminde olmasıdır.
Kavramın
içeriğinin genişliği, bu kavramı bugün açısından
kullanılabilir olmaktan çıkartmaktadır. Ücretli memur veya memur
veya genel anlamda hizmet sektörü dendiğinde çalışanların çok
farklı sınıfsal ve sosyal kategorileri bir potada toplanmış
oluyor. Örnek: Burjuva düzende; kapitalist ekonomide en tepedeki
yönetici olan da, en altta büro işlerinde çalışan da aynı
kategoride ele alınıyor. Bunların hepsine ücretli, memur, hizmet
sektöründe çalışanlar vs. deniyor.
Gelişen;
derinleşen ve kapsamlaşan, toplumsal yaşam ve üretimin seyrini
belirleyen kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ile orta ve üst
tabakaları hariç ücretli memurlar arasındaki farklar giderek yok
olmaktadır. Ücretliler yığını, aynen işçi sınıfı gibi,
aynı
sosyal ve ekonomik koşullar içindeler. Ücretliler yığını,
aynen
proletarya gibi, sömürü koşullarında çalışıyorlar. Bu
kesimin proletaryadan farklılığı, genel olarak, doğrudan maddi
değerlerin üretim sürecinde faal olmamasıdır.
Aşağıda
ele alacağımız gibi, ücretli memurların önemli bir kesimi;
alt-orta tabakaları arasında kalan kesimi, proletaryanın bir
bileşeni olarak görülmelidir.
Hizmet
sektörü çalışanları, daha dar anlamda da olsa ücretli
memurlar, farklı gruplardan oluşan emekçi yığınların bir
kavram altında tanımlanması anlamına gelir. Bundan dolayı bu
emekçi yığınların toplumdaki sosyal konumunu götürü
karakterize etmek ilkesel olarak mümkün değildir. Bu kesimi somut
ve ayrıntılı ele almak gerekir. Bunu yapabilmek için bazı temel
ölçekler esas alınmalıdır.
-Yeniden
üretimdeki konumuna göre (idari alanda, teknik alanda, ticaret,
nakliyat, ulaşım, komünikasyon, sağlık, eğitim vb. alanlarda).
-Yönlendirme
ve planlama sistemindeki konumuna göre (yönetici konumda
olmayanlar, yönetici konumunda olanlar).
-Vasıflılık
durumuna göre (eğitim durumu).
Öyleyse,
işçi sınıfının bileşenlerinin tasnifinde veya ücretli
memurların sınıfsal tasnifinde esas olan, ücretli memurların,
değer veya artı değer yaratıp yaratmadıkları değildir. Veya
soru, proletarya ile ücretli memur arasında farklılıkların olup
olmadığı da değildir. Marks, farklılığın olduğunu söylüyor,
ama bundan dolayı da ücretli memurları, ticaret sektörü
örneğinde olduğu gibi, işçi sınıfının bir bileşeni olmaktan
çıkartmıyor. Marks, değer veya artı değer yaratmadıkları için
ücretlileri, işçi sınıfının dışında görmeye hakkımız yok
diyor.
Soruna,
değer veya artı değer yaratılıp yaratılmadığı açısından
ve proletarya ile ücretli memur arasındaki fark ön plana
çıkartılarak yaklaşıldığında saçma sonuçlarla karşı
karşıya kalırız. Birkaç örnek:
Bir
kadın işçiyi göz önüne getirelim. Fabrikada çalışan bu
kadının işsiz kaldığını ve belli bir zaman sonra bir markette
tezgahtar, satıcı veya kasiyer olarak iş bulduğunu, bu arada
hamile kaldığını, çocuk sorunu nedeniyle işten ayrıldığını,
doğumdan sonra da yeniden iş aradığını ve bir sinema veya
tiyatro gişesinde bilet satıcısı olarak iş bulduğunu, belli bir
zaman sonra belli bir zaman için bir temizlik firmasında
çalıştığını ve daha sonra da yeniden bir fabrikada iş
bulduğunu düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi
açısından baktığımızda bu kadının fabrikada çalışırken
işçi olduğunu, sonra markette, sinema gişesinde ve temizlik
firmasında çalışınken işçi olmadığını, çocuk nedeniyle
evde kaldığı için ev kadını olduğunu ve yeniden fabrikaya
girdiğinde de yeniden işçi olduğunu söylememiz gerekir. Veya
bir gün yolcu treni ikinci gün yük katarı kullanan bir makinisti
düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi açısından
bakıldığında bu makinist, yolcu taşıyan trende makinistlik
yaptığı gün, değer veya artı değer üretmediği için proleter
sayılmaz, ama yük treninde makinistlik yaptığı gün –nakliyat
faaliyeti nedeniyle metanın değerine değer kattığı için-
proleter olur. Bu durumda bizim makinist bir gün proleter, ertesi
gün küçük burjuva, ertesi gün yeniden proleter ve daha ertesi
gün de yeniden küçük burjuva mı olacak?
Demek
oluyor ki, ücretlilerin sınıfsal tasnifini yaparken çıkış
noktamız, değer veya artı değer üretilip üretilmediği
olmamalıdır. Çıkış noktası, ücretlilerin çalışma ve yaşam
koşullarının hangi ölçüde sanayi proletaryasınınkine
yakınlaştığı olmalıdır.
Öncelikle
sendikalaşmanın engellenmesi için devlet sektörü işletmelerinde,
fabrikalarında çalışan işçilerin memur statüsüne alındıkları
bilinmektedir. Ama bu, bu işletmelerde çalışan işçilerin
sınıfsal karakterinde bir şey değiştirmez. Devlet, kolektif
kapitalist olarak burada çalışan işçileri sömürür; aralarında
sermaye-”emek” ilişkisi vardır Bunların özel sektörde
çalışan işçilerden hiçbir farkı yoktur. Bu nedenle devlet
işletmelerinde çalışan işçilerin işçi konumu üzerinde
durmanın gereği yoktur. Aynı durum devletin ticari işletmelerinde,
bankalarında, posta, ulaştırma işlerinde, tarım çiftliklerinde
vb. çalışan işçiler için de geçerlidir.
En
fazlasıyla, tartışmalı olabilecek kesimi devlet bürokrasisi
oluşturmaktadır. Merkezi ve yerel bürokrasi içinde yer alan
memurlar, vatandaşa devlet adına mali, adli, idari, belediye,
sağlık, eğitim vb. hizmet sunarlar. Bunlar resmi hizmetlerdir ve
bu hizmetlerin bir kısmını vatandaş gönüllü olarak satın
almaz; vatandaşa dayatılmış olan, zorla satılan hizmetlerdir.
Memurlar
devlet adına sundukları hizmet için devletten belli bir ücret
alırlar. Maaş denen bu ücret, devlet geliriyle ödenir.
Hizmet
sektöründe olduğu gibi devlet memuru da toptancı bir anlayışla
-memur memurdur diye- değerlendirilemez. Burada devlet yönetiminin
her bir kurumunun yöneticisi konumunda olan, stratejik işleri
örgütleyen bürokratlarla, devlet işlerinin (genel eğitim, adliye
işleri, hesap işleri, kamu sağlık işleri, ulaştırma, posta
işleri, telekomünikasyon işleri vb.) doğrudan icracısı olan
memurlar arasında fark vardır.
Bu
hizmetlerinden dolayı devletin gelirleri artmaz. Tam tersine, bu
hizmetler kar amaçlı olmadığı için, oralarda çalışanlara
yapılan ödeme ile devlet, gelirini harcar. Ama bu “memurlar”a
maaş adı altında yapılan ödeme, piyasada geçerli olan ortalama
işçi ücretlerinden pek farklı değildir. Bu durum, yaşam
düzeylerinin işçi yaşam düzeyinden pek farklı olmaması onların
da sömüren, baskı altında tutan kapitalist sistemle karşı
karşıya olduğunu gösterir.
Devlet
bürokrasisinde yer alanların ezici çoğunluğu maaşlı işçi
konumundadır. Marks, devlet hizmetlilerini de üretken olmayanlar
kategorisinden sayar. İstisna olan, demiryollarında,
telekomünikasyonda çalışanlardır.
Sanayide üretkenliğin artmasıyla
doğrudan maddi değerlerin üretiminde çalışan işçilerin
sayısı çalışabilir nüfusa oranla azalır ve çalışabilir
nüfusun giderek daha büyük kısmı devlet de dahil hizmet
sektöründe çalışır (39).
Marks'ın
üretken olmayan alanlarda çalışanların sayısı giderek
artmaktadır tespiti bugün hemen bütün ülkelerde bir
gerçekliktir. Buradan hareketle üretken olan; sadece artı değer
üreten ve sermayenin çoğalmasına katkıda bulunan işçidir
anlayışında olursak, o zaman toplumun çalışabilen nüfusunun
büyük bir kısmının işçi olmadığı sonucuna varırız. Dar
anlamda işçi sınıfı tanımıyla geniş anlamda işçi sınıfı
tanımını dışlamış oluruz. Oysa devlet hizmetinde çalışanların
ezici çoğunluğu aldığı ücret bakımından ve bu ücretin
dayattığı yaşam koşulları bakımından işçi konumunda olan
çalışanlardır.
Üretken
olmayı veya olmamayı işçi sınıfı tanımlamasında tek kıstas
olarak alırsak örneğin bir öğretmeni, hemşireyi, bir gün yolcu
taşıyan tren makinistini, ertesi gün yük taşıyan tren
makinistini sınıfsal bakımdan değerlendiremeyiz, bir yerlere
koyamayız.
Bir
örnek: Devletin eğitim, sağlık vb. bazı hizmetleri artı değer
amaçlı değildir. Bu alanlarda çalışan örneğin bir öğretmen
veya hemşire üretken olmayan işçi konumundadırlar. Ama bu
alanların özelleştirildiğini düşünelim. Bu sefer söz konusu
öğretmen veya hemşire kapitalistin sermayesini çoğaltma
koşullarında çalışan üretken işçi konumunda olur (40).
Devlete
ideolojik ve yönetsel hizmet sunan bürokrasi tabii ki burjuva
sınıfın bir parçasını oluştururlar (41).
Marks,
hükümet unsurlarını, parlamenterleri, subayları, özellikle üst
düzeyde bürokrasiyi (üst seviye idarecileri, müsteşarları,
müdürler vs.) rahipleri kesinkes işçi sınıfı dışında tutar:
“Çalışmak
için yaşları çok küçük olanlarla ihtiyarları; üretken
olmayan bütün kadınları, gençleri ve çocukları; devlet
memurları ile rahipleri, hukukçuları, askerleri vb. gibi,
“ideolojik” sınıfları; daha sonra başkalarının emeğini
rant, faiz vb. şekillerinde sömürerek çalışmadan geçinenler...
çıkartıldığında geriye...Bu sayıya, herhangi bir şekilde,
sanayi, ticaret ve mali işlerle uğraşan kapitalistler de dahildir”
(42).
İşçi
Sınıfı Seksiyonlarının Gelişme Eğilimi
Yukarıda
anlattıklarımızdan çıkartılması gereken sonuç şudur: İşçi
sınıfı, dar anlamda işçi sınıfı ve geniş anlamda işçi
sınıfı olarak tanımlanmalıdır. Dar anlamda işçi sınıfı,
doğrudan değer ve maddi değer üreten bileşenlerinden oluşurken
(üretken işçi), geniş anlamda işçi sınıfına değer ve artı
değer üretmeyen (üretken olmayan işçi) bileşenleri de eklenmek
gerekir.
Dar
anlamda işçi sınıfı, sanayi, enerji, maden, tarım, inşaat,
ulaştırma-komünikasyon sektörlerinde, ticaretin (dolaşımın)
bir kısmında çalışan işçilerden oluşur. Değer ve artı
değerin üretilmediği diğer bütün sektörlerde ve çalışma
alanlarındaki işçiler de geniş anlamda işçi sınıfının
bileşenlerini oluştururlar.
Dar
ve geniş anlamda işçi sınıfı ayrımını yapmadan, işçi
sınıfını sadece ve sadece artı değer üretme ve sermayeyi
çoğaltma kıstasıyla ele aldığımız durumda, artı değer
üretmeyen ve sermayeyi çoğaltan iş yapmayan işçi sınıfı
bileşenleri, kaçınılmaz olarak, küçük burjuva unsurlar olarak,
küçük burjuva “emekçi”ler olarak veya ücretliler, memurlar
olarak görülecektir. Böyle görüldüğü için de, bu kesimlerin
giderek işçi sınıfına yakınlaştıkları veya onun bir parçası
oldukları anlayışı ortaya çıkmaktadır. Oysa işçi sınıfına
yakınlaşan veya artık onun bir parçası olarak görülen
kesimler, zaten işçi sınıfının birer bileşenidirler. Engels’in
“ticaret proletaryası”
tanımlaması, Marks’tan aktardığımız ve işçi sınıfını
tanımlamada dikkat edilmesi gereken noktalar üzerine anlayışlar
bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Engels’in
tanımlamasından hareketle, işçi sınıfına dahil ettiklerimizi;
geniş anlamda işçi sınıfının unsurlarını, ücretli memur
olarak değil de, ücretli
proleter veya maaşlı işçi, maaşlı proleter olarak
tanımlamamız daha doğru olur.
Türkiye’de
dar anlamda işçi sınıfının sayısal gelişme eğilimi:
Gönül
isterdi ki Türkiye’de proletarya, küçük üreticiler, emekçiler
ve burjuvazi hakkında kapsamlı bir sosyolojik araştırmayı özet
olarak da olsa verelim. Kapsamlı bir araştırma bu yazının
boyutlarını aşar. Burada yaptığımız da konuyu genel hatlarıyla
belirlemekten başka bir şey değildir. Bunun için burada genel
eğilimleri, genel tanımlamaları içeren bazı verileri ele almakla
yetineceğiz.
Konuyu
ele alışımıza göre hareket edersek, yıllara göre sanayi, maden
ve tarım proletaryasının sayısal gelişimi şöyledir:
Yıllar
|
Sanayi
Proletaryası (1000)
|
Maden
Proletaryası(1000)
|
Tarım
proletaryası(1000)
|
Toplam
|
100
|
|||
1955
|
667
|
100
|
79
|
100
|
244
|
100
|
990
|
100
|
1960
|
791
|
119
|
110
|
139
|
677
|
277
|
1
578
|
159
|
1970
|
1
338
|
201
|
155
|
196
|
602
|
247
|
2
095
|
212
|
1980
|
2
060
|
309
|
196
|
248
|
614
|
252
|
2
870
|
290
|
1990
|
2
625
|
394
|
194
|
246
|
*
561
|
230
|
3
380
|
341
|
2000
|
3
638
|
545
|
81
|
103
|
*
425
|
174
|
4
144
|
419
|
2005
|
3
994
|
599
|
110
|
139
|
**
530
|
217
|
4
634
|
468
|
2009
|
3
949
|
592
|
103
|
130
|
***
527
|
216
|
4
579
|
462
|
İstatistik
Göstergeler , 1923-2009; 12 yaş ve daha yukarı. *)İstatistik
Göstergeler 1923-2004, 155; **)Hanehalkı İşgücü
İstatistikleri 2006, s. 81; ***) Hanehalkı İşgücü
İstatistikleri 2010, s. 61;
|
Burada,
Türkiye’de işçi sınıfının, Engels‘in yukarıya
aktardığımız anlayışına göre bir ayrımını -sınıfın
sosyal yapısında var olan ana sosyal tabakaları- yaptık. Tablonun
da gösterdiği gibi gelişmenin seyri şöyledir:
İmalat
sanayinde çalışan proleterlerin sayısı 54 sene içinde, yani
1955’ten 2009’a yaklaşık 6 misli, diğer bir deyişle 1955’e
göre 1990’da %592 oranında artarak sayısal anlamda 667 binden
386’dan 3 milyon 949 bine yükselmiştir.
Aynı
dönem içinde maden proletaryasının sayısı %30, tarım
proletaryasının sayısı da %116 oranında artmıştır.
Toplamda
ise verili dönemde büyüme 4,6 misli olmuştur.
İşçi
sınıfının bu ana bölümleri, doğrudan üretimde olan, artı
değer üreten proletaryayı kapsar.
Bir
de işçi sınıfının sadece bu ana bölümlerden oluşmadığını,
onun kısmen doğrudan artı değer üreten ama daha ziyade doğrudan
üretim dışında kalan, ister devlet sektöründe olsun isterse de
özel sektörde olsun sermayeyi çoğaltan işlerde çalışan veya
üretken işçi-üretken işçi olmayan kesimlerinin ayrımının
oldukça zor/karmaşık olduğu sosyal tabakalarının yıllara göre
sayısal gelişmesine bakalım.
Sanayi,
maden ve tarım dışında işçi sınıfı (1000
kişi)
|
||||||||
Sektörler
|
1955
|
1960
|
1970
|
1980
|
1990
|
2000
|
2005
|
2009
|
Elektrik,
su, gaz
|
8
|
13
|
22
|
44
|
26
|
91
|
74
|
78
|
İnşaat
|
407
|
390
|
662
|
897
|
893
|
1
364
|
1
107
|
1
249
|
Toptan
ve perakende ticaret, lokanta ve oteller
|
519
|
670
|
883
|
1
422
|
2
154
|
3
817
|
4
336
|
4
542
|
Ulaştırma,
haberleşme ve depolama- a
|
78
|
134
|
420
|
619
|
816
|
1
067
|
1
074
|
1
081
|
Mali kurumlar,
sigorta, taşınmaz mallara ait işler ve kurumları, yardımcı
iş hizmetleri-b
|
59
|
86
|
183
|
347
|
416
|
709
|
869
|
1
339
|
Toplum
hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler-c
|
541
|
699
|
1
127
|
1
755
|
2
726
|
3
044
|
3
349
|
3
682
|
Genel toplam
|
1612
|
1992
|
3297
|
5084
|
7031
|
10092
|
10809
|
11971
|
İstatistik
Göstergeler , 1923-2009, s. 137; 12 Yaş ve daha yukarı.
|
Tabloya
göre işçi sınıfının bu sosyal tabakalarındaki artış daha
hızlı olmuştur. Bu artış, 1955-2009 arasında inşatta yaklaşık
3,1; elektrik, su ve gazda 9,7; toptan ve perakende ticaret, lokanta
ve otellerde 8,7; ulaştırma, haberleşme ve depolamada 13,8; mali
kurumlar, sigorta, taşınmaz mallara ait işler ve kurumları ve
yardımcı iş hizmetlerinde 22,7 ve toplum hizmetleri, sosyal ve
kişisel hizmetler ise 6,8 misli olmuştur. Bu alandaki genel artış
da 7,4 mislidir.
Dar
ve geniş anlamda işçi sınıfının bileşenlerini araştırmak
için göz önünde tutulması gereken noktalar şunlardır:
1-
Sınıfın, yeniden üretim sürecideki konumu.
2- Sınıfın, kapitalist
çalışmanın örgütlenmesindeki konumu.
3- Sınıfın yaşam
koşullarındaki farklılaşma.
4- Sınıfın, somut sermaye
ilişkileri formundaki veya sermaye ilişkilerinin her bir gelişme
aşamasındaki konumu.
Bu
noktaları tek tek kısaca ele alalım.
1-
Sınıfın, yeniden üretim sürecindeki konumu
Burada
söz konusu olan, işçi sınıfının ekonomik sektörlere;
sanayi-tarım-ticaret ve sektörler içinde alt bölümlere -örneğin
sanayi içinde kağıt, makine yapımı vb.- ayrılmasıdır. Bu,
işçi sınıfının ekonomik yapılanmasıdır ve bu yapılanmayı
kaba hatlarıyla şöyle ayrıştırabiliriz:
-Doğrudan
ve dolaylı maddi üretimde olan işçiler:
Sanayi, maden, tarım, inşaat, nakliyat ve ticaretin bazı
bölümleri. Bu sektörlerde sınıfın sayısal gelişmesi yukarıda
verilmiştir.
-Ticaret
ve dolaşım sürecinde olan işçiler:
Dolaşım sürecini, diğerlerinden ayrıştırmak mümkün olmadığı
için dikkate almazsak, ticaret alanında çalışan işçilerin
sayısı da yukarıdaki tablolarda verilmiştir.
-Hizmet
sektörü (kamu+özel sektörde hizmetler, oteller, lokantalar vs.):
Bu alanda çalışan işçilerin sayısı da yukarıda verilmiştir.
2-
Sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumu
Burada
esas olan, her bir çalışma alanında sınıfın hiyerarşik
yapısıdır. Düz işçi, usta, ustabaşı, kontrolcü vs.. Tabii,
bütün bu ayrımlar, alınan ücrette de ifadesini bulmaktadır.
Böyle
bir ayrıştırma çok detaylı ampirik bir araştırmanın sonucu
olabilir ve yapılması da gerekir. Çünkü böylelikle işçi
sınıfı, bir taraftan diğer ücretlilerden ve diğer taraftan da
bürokratlaşmış, yozlaşmış kesimlerinden ayrıştırılmış
olur.
3-
Sınıfın yaşam koşullarındaki farklılaşma
Sınıfın
yaşam koşulları sadece ülkedeki genel ekonomik-politik durumla
açıklanamaz. Bu, genel olanı ele verir. Ama işçi sınıfı kendi
içinde de, yukarıda belirttiğim gibi, farklılıklar arz ediyor ve
bu farklılıklar, ister istemez onun yaşam koşullarını da
etkiliyor. Örneğin sınıfın, kapitalist çalışmanın
örgütlenmesindeki konumundan doğan farklılıklar, buna bağlı
olarak vasıflı ve vasıflı olmayan işçiler, kırsal alandan
gelerek sınıfa yeni katılan işçiler, henüz daha köylü olma
özelliğini kaybetmemiş olanlar vb. bütün bu farklılıklar, işçi
sınıfının mücadelesini etkiler.
4-Sınıfın,
somut sermaye ilişkileri biçiminki veya sermaye ilişkilerinin
her
bir gelişme aşamasındaki durumu
Burada
söz konusu olan, işçi sınıfının farklı sosyo-ekonomik
faaliyet sektörlerine göre ayrımının yapılmasıdır. Bu ayrım
şöyledir:
-Özel
hizmetler: Şoför, berber, temizlikçiler vs.
-Kapitalist olmayan işletmeler
(küçük üreticiler).
-Devlet
sektöründe çalışanlar.
Aslında
burada elde edilen sonuç çok önemlidir. Çünkü bu verilere
bakarak kapitalizmin doğrudan hakimiyet ve baskı sisteminin
çalışanlar üzerinde ne denli gelişip gelişmediğini
çıkartabiliriz. Yukarıdaki ayrıma göre, örneğin tarımsal
alanda, doğrudan kapitalist işveren baskı ve hakimiyeti hemen
hemen yok gibidir. Nihayetinde, tarlada tarım üreticisi kendi aile
işletmesinde çalışmaktadır. Tabii bu durumda olan bireyle, özel
sektörde çalışan birisi arasında kapitalist baskı ve hakimiyeti
yaşamak, açıktır ki, çok farklı olur. Bu anlamda Türkiye’de
kapitalizmin gelişmesini her alanda vartikal (derinlemesine) bir
gelişme olarak göremeyiz.
İşçi
sınıfının başka kriterlere göre tasnifi - İşçi sınıfının
içsel tabakalaşması:
Marks
şöyle diyor:
“Öyleyse
manifaktür, iş ücretinin basamaklarına tekabül eden işgücünün
bir hiyerarşisini geliştirmektedir... Bunun için manifaktür,
sızdığı her zanaatta... beceriksiz işçiler denen bir sınıfı
doğurur... Hiyerarşik tabakalaşmanın yanı sıra işçilerin
becerikli ve beceriksiz diye ayrışması gündeme gelir” .
“Gerçek
manifaktür sadece, önceleri bağımsız olan işçileri sermayenin
kumandasına ve disiplinine tabi kılmaz, bilakis
ayrıca işçiler arasında da
hiyerarşik bir tasnifleşme yaratır” (43).
Kapitalizmde
tarımın sanayiye nazaran daha geri seviyede geliştiği ve buna
bağlı olarak kır proletaryasının da sanayi proletaryasına göre
daha geri olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak, işçi
sınıfının içsel tabakalaşması aşağıdaki şekilde olur:
1- Vasıflık durumu.
2- Eğitim durumu (Üretimdeki
teknik eğitim).
3- Genel eğitim durumu.
4- Beceriklilik durumu.
5- Ücret farklılığından doğan
durum vs.
Bu
noktalara göre işçi sınıfının içsel tabakalaşması şöyle
olur:
En
üst tabaka: Burjuvalaşmış
işçiler.
Üst
tabaka: Eğitimli-kalifiye işçiler.
Orta
tabaka: Genel eğitimli, mesleki
eğitim görmüş işçiler.
Alt
tabaka: Genel eğitimli, teknik
eğitimi olmayan, çıraklıktan yetişme işçiler.
En
alt tabaka: Genel eğitimi olmayan
(okuma yazma bilmeyen), mesleki eğitimi, becerisi olmayan işçiler.
Yeri
gelmişken şunu da belirtelim: Lenin, Rusya’da kapitalizmin
gelişmesini incelerken köylülüğün sosyal çözülüşünü
detaylı bir şekilde anlatır ve bu sınıfın en üst, orta ve en
alt tabakalarından bahseder. Lenin’in bu tasnifleştirmesiyle
tarafımızdan yapılan tasnifleştirme aynı değildir. Lenin,
“sınıf”
olarak köylülüğün çözülmesiyle, bu sınıfın farklı
sınıflara ayrıştığını (burjuvazi-proletarya-küçük
burjuvazi) gösterirken, biz, bir sınıf içindeki katmanları
belirtiyoruz.
İşçi
sınıfını, yaş ortalamasına, cinsiyete (erkek-kadın),
ulusal-geleneksel kökene göre de tasnif edebiliriz. Ama bu da ayrı
bir ampirik, ayrıntılı araştırmaları ön koşul yapıyor.
İşletme
büyüklüğüne göre işçi sınıfının tasnifiyle sınıfın
çekirdek kısmını, merkezileşme derecesini; daha çok hangi
büyüklükteki işletmelerde toplanmış olduklarını açışa
çıkartırız.
İşçi sınıfını işyeri
büyüklüğü bazında işyeri sayısına, ücretle çalışanların
toplamına ve üretim değerine göre de tasnif edebiliriz. Sanayide
çalışan işçiler açısından yapılan bu tespiti genel anlamda
işçi sınıfı açısından da yapabiliriz. Böylelikle toplam işçi
sınıfı içinde sanayide çalışan işçilerin; sanayi işçilerinin
payını tespit etmiş oluruz. Bu türden bir ayrıştırma
yukarıda kısmen yapılmıştır.
İşçi
sınıfını, doğrudan maddi üretimde olan ve olmayan diye de
ayrıştırdığımızda, Marks'ın deyimiyle memleketin ne kadar
zenginleşmiş olduğunu ta tespit etmiş oluruz (43a).
Yukarıdaki
veriler, Türkiye işçi sınıfının yarısından azının maddi
değerlerin üretildiği sektörlerde çalıştığını gösterdiğine
göre memleket bayağı zenginleşmiş demektir.
Türkiye'de
toplam istihdam içinde işçi sınıfının payını önemli
boyutlarda artmıştır.
Ekonomik
faaliyet koluna göre istihdam edilenlerin toplamı içinde işçi
sınıfının payı
|
||||||||
Sektörler
|
1955
|
1960
|
1970
|
1980
|
1990
|
2000
|
2005
|
2009
|
Elektrik,
su,gaz
|
8
|
13
|
22
|
44
|
26
|
91
|
74
|
78
|
İnşaat
|
407
|
390
|
662
|
897
|
893
|
1
364
|
1
107
|
1
249
|
Toptan
ve perakende ticaret, lokanta ve oteller
|
519
|
670
|
883
|
1
422
|
2
154
|
3
817
|
4
336
|
4
542
|
Ulaştırma,
haberleşme ve depolama- a
|
78
|
134
|
420
|
619
|
816
|
1
067
|
1
074
|
1
081
|
Mali kurumlar,
sigorta, taşınmaz mallara ait işler ve kurumları, yardımcı
iş hizmetleri-b
|
59
|
86
|
183
|
347
|
416
|
709
|
869
|
1
339
|
Toplum
hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler-c
|
541
|
699
|
1
127
|
1
755
|
2
726
|
3
044
|
3
349
|
3
682
|
Toplam (a+b+c)
|
1
612
|
1
992
|
3
297
|
5
084
|
7
031
|
10
092
|
10
809
|
11
971
|
Sanayi,
maden ve tarım proletaryası toplamı
|
990
|
1
578
|
2
095
|
2
870
|
3
380
|
4
144
|
4
634
|
4
579
|
Genel toplam
|
2
602
|
3
570
|
5
392
|
7
954
|
10
411
|
14
236
|
15
443
|
16
550
|
Ekonomik
faaliyet koluna göre istihdam edilenlerin toplamı
|
10
482
|
11
945
|
13
768
|
16
523
|
18
539
|
21
580
|
20
067
|
21
277
|
İşçi
sınıfının istihdam edilenlerin toplama oranı
|
24,8
|
29,9
|
39,2
|
48,1
|
56,2
|
66
|
77
|
77,8
|
Toplam faal
nüfus
|
-
|
-
|
-
|
-
|
20
150
|
23
078
|
22
455
|
24
748
|
İşçi
sınıfının toplam işgücüne oranı
|
-
|
-
|
-
|
-
|
51,7
|
61,7
|
68,8
|
66,9
|
İstatistik
Göstergeler 1923-2009, s. 133, 136/137.
|
Bu
verilere göre toplam işçi sınıfının istihdam edilen nüfus
içindeki payı, 1955'te %24,8’den 1990’da %56,2’e ve 2009'da
da %77,8'e çıkıyor. Türkiye’de toplam işçi sınıfının
istihdam edilen nüfus içinde payının 50 senede 53 puan artması
veya 2 misli artması kapitalizmin gelişmişlik ve hızlı gelişme
durumunun açık ifadesidir. 1955'ten 2009'a istihdam edilen nüfus 2
misli artarken işçi sınıfı 6,4 misli artmıştır.
İşçi
sınıfının toplam işgücü içindeki payına bakalım. Bu durumda
işçi sınıfının toplam işgücü içindeki payı 1990'da yüzde
51,7, 2000'de yüzde 61,7; 2005'te yüzde 68,8 ve 2009'da da yüzde
66,9'a varıyordu.
DPT
ve şimdi de Tuik'in verilerine ne denli güvenilir sorusuna bir
cevap olsun diye resmi veri olarak açıklanan rakamların ne kadar
farklı olduğunu da gösterelim. “2000 Genel Nüfus Sayımı”nda
veriler şöyle: İşgücü: 1980=19 212 193; 1990=21 579 996 ;
2000=28 544 359.
İstihdam:
1980= 18 522 322; 1990=23 381 893; 2000= 25 997 141 (s. 54). Bu
verilere göre de hesaplansa, sonuç değişmiyor; oranlar farklı
oluyor, ama eğilim değişmiyor.
Şimdi
bir de toplumun burjuva yakasına bakalım
Kapitalist toplumda burjuvazi, her
ne kadar bütünsellik ifade etse de, işçi sınıfının yanı sıra
diğer ve hakim ana sınıfı oluştursa da mülkiyet karşısındaki
ve yönetimdeki konumundan dolayı (ideolojik olarak da) kendi
arsında bölüklere ayrılır. Bizi burada ilgilendiren -aynı
zamanda işçi sınıfının toplum içinde yaklaşık sayısal
ağırlığını tespit etmek için de- bu sınıfın bileşenlerinin
ayrıntılı ele alınması değildir. Burada burjuvaziyi işbirlikçi
büyük burjuvazi ve “orta sınıf” burjuvazi olarak ele
alacağız.
Önce
“orta sınıf” burjuvaziyle başlayalım.
Türkiye
toplumunda “orta sınıf” burjuvazinin, nam-ı diğer küçük
burjuvazinin yeri
Tartışmasına girmeyeceğiz ama
şu kadarını da belirtmeden geçmeyeceğiz. Marksizmde “orta
sınıf” diye bir tanımlama yoktur, en fazlasıyla orta tabakalar
tanımlaması vardır. Ama Marksizmde yeri yoktur, tanımlaması
yapılmamıştır diye de var olan bir şeyi inkar etme durumumuz
olamaz. Şayet kapitalist toplumda “orta sınıf” diye bir sınıf
varsa, onun “hal ve gidişine” bakarak bir değerlendirmesini
yaparız. Ama aslında önemli olan bu da değil. Aslında önemli
olan, “orta sınıfı”, “güçlenen” orta tabakaları öne
sürerek işçi sınıfının -varlığını demeyelim de- tarihsel
misyonunu, gücünü yok saymaktır. Bunu yapanları; “Elveda
proletarya” diyenleri, “sanayi devrimi”yle kapitalizmi
bitirenleri -böylelikle işçi sınıfını da bitirenleri, işçi
sınıfının yaşam koşullarındaki değişime bakarak ve Marks
döneminden kalma proleter arayarak hani işçi sınıfı diyerek onu
yok sayanları; Gorz'ları, Negri'leri, yerli malı Belge'leri,
akıllara durgunluk verecek pişkinlikle önce işçi sınıfının
var oluş koşullarını ortadan kaldırıp sonra da sosyalizmden
bahsedenleri bu yazımızda bir kenara koyuyoruz.
Büyüyen
“orta sınıf” veya orta tabaka rezaleti ve gerçekler:
“Görmüş
olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve
gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak,
dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya
toplar ve böylece işi, ücretli işe, üretim araçlarını
sermayeye dönüştürür. Ve bu eğilime, öte yandan, toprak
mülkiyetinin sermaye ve emekten bağımsız hale gelerek ayrılması
ya da bütün toprak mülkiyetinin, kapitalist üretim tarzına uygun
düşen bir toprak mülkiyetine dönüşmesi tekabül eder”
(44).
Marks'ın
bu tespitleri günümüz kapitalist toplumunun yapısına ışık
tutmaktadır. Kapitalist toplum üretim araçları mülkiyeti
temelinde; üretim ilişkileri temelinde kesin hatlarla ikiye
ayrılmış durumdadır; bir taraftan üretim araçlarını elinde
tutan azınlık ve diğer taraftan da bu araçlardan mahrum olan ve
yaşamını sürdürebilmek için iş gücünden başka satacağı
bir şeyi olmayan ezici çoğunluk. Bu ezici çoğunluğun varlığı
toptancı bir tarzda reddedilmiyor, “kırk dereden su getirilerek”
reddediliyor. Her ret, orta tabakaların hanesine yazılan bir
çoğalma oluyor. Şimdi bunun nasıl yapıldığına bakalım.
Zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyi olmayan sınıf, kaybedeceği bir şerleri
olan sınıf konumuna getiriliyor: Yaşam
koşulları değişmiş, işçi sınıfı düne nazaran bugün daha
çok tüketim imkanına sahip; bir kısmının evi, otomobili var. Ev
eşyası olarak buzdolabı televizyon, çamaşır makinesi, bulaşık
makinesi artık gösterge olmaktan çıkmış. Şimdi dünyanın dört
bucağında kendi kendine Marksist olanlar, işçi sınıfının
kaybedecek bir şeyleri var. Bunları kaybetmek istemeyecek, artık
Marks'ın tanımladığı işçi yok. Ya ne var? Kaybedecek bir
şeyleri olanlar var; yani orta tabakalaşmış olanlar var.
Bu
kendi kendine Marksistler, genel anlamda mülkiyetle üretim
araçlarının özel mülkiyetini birbirine karıştırıyorlar.
Bu
konuda Marks ve Engels:
“Komünizmin
ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması
değil, burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır...
Peki
ücretli iş, proleterin işi ona bir mülkiyet yaratır mı? Asla.
Bu, sermaye, sadece, yani ücretli işi sömüren ve yeni sömürü
için yeni bir ücretli iş arzı doğuran koşullarda çoğalan
mülkiyeti yaratır. Mevcut biçimi içinde mülkiyet, sermaye ile
ücretli iş karşıtlığı içinde hareket eder...
Ücretli
işin ortalama fiyatı, asgari ücret, yani işçinin işçi olarak
hayatta kalması için zorunlu olan geçim araçlarının toplam
miktarıdır. Demek ki, ücretli işçinin faaliyetiyle sahip olduğu
şey sadece onun çıplak hayatını yeniden üretmesine yeter. İnsan
yaşamının devamı ve yeniden üretimi için yapılan ve geriye
başkalarının işine komuta edecek hiç bir fazlalık bırakmayan
iş ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, hiç bir biçimde
kaldırmak niyetinde değiliz. Ortadan kaldırmak istediğimiz tek
şey, sadece, işçinin sırf sermayeyi artırmak için yaşadığı,
egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği kadar yaşadığı
mülkiyetin bu rezil karakteridir”(45).
Burjuvazinin
ideologları, “sol” içindeki uzmanları, kapitalizmi
alternatifsiz kılmak için, onu yıkacak ve sosyalizmi kuracak
sınıfı yok saymanın ve orta tabakayı güçlendirmenin yolunu
işçinin kişisel kazançla edindiği otomobil ve evi, orta
tabakalaşan işçi sınıfı için gösterge olarak ele alacak
derecede düşkünleşmiştir.
Beyaz
yakalı-mavi yakalı esprisi:
Bu konuyu yukarıda ele aldık.
Beyaz yakalıları (memurlar, hizmet sektörü çalışanları, bir
bütün olarak aydınlar vs.) işçi sınıfı statüsünden
çıkartılarak orta tabaka statüsüne konuyor ve böylece işçi
sınıfı sayısal olarak azalırken ve toplumsal misyonu eritilirken
orta tabaka güçlendirilmiş oluyor.
Azalan
üretken iş-üretken olmayan iş esprisi:
Bu konuyu da yukarıda ele aldık.
Üretkenliği maddi değerlerin (çoğunlukla da sanayi) üretimiyle
sınırlandıran burjuva ideologlar ve onların izinde yürüyen
“sol”lar, sayısal olarak işçi sınıfının eridiği
görüşündedirler. Gerçekten de sanayide çalışan proletaryanın
sayısı giderek azalmaktadır. Ama bu, üretken işin, dolayısıyla
işçi sınıfının yok olduğu anlamına asla gelmez. Bu süreç
gelişen kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur ve gelişmenin
böyle olacağını Marks şu sözleriyle ifade ediyordu:
“Bir
ülke, üretken gücü, toplam ürüne göre
ne kadar küçük olursa o kadar daha zengindir, tıpkı kapitalist
birey için olduğu gibi: Aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha
az işçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün
miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan
nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha
zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı,
emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade
etmektedir” (46).
Burjuva
ideologların, toplum bilimcilerinin ve onların “sol”
uzantılarının bütün çabası, kapitalist sistemde yaşanmakta
olan hemen her değişimi, gelişmeyi işçi sınıfının yok oluşu
biçiminde yorumlamaktır. Güçlenen “orta sınıf” veya
zayıflayan “orta sınıf”, sosyal devletçilerden neoliberallere
varana kadar burjuva toplum bilimcileri tarafından sürekli
işlenmekte, sistemin bel kemiği olarak gösterilmektedir. Güçlü
bir “orta sınıf” kapitalizmin geleceğidir. Bütün espri bu.
Bu nedenle “alım gücü” biraz artan, birtakım tüketim maddesi
edinme olanağına sahip olan her işçi veya memur statüsündeki
işçi, mühendis, öğretmen vs. güçlenen orta sınıfın
bileşenlerinden sayılmaktadır. Hal böyle olunca ortaya gerçekten
de güçlü bir “orta sınıf” çıkmaktadır.
“Orta
sınıf” veya orta tabakalar, kapitalizmde sürekli ayrışmak
zorunda olan, giderek cılızlaşan, beslenme kaynakları sürekli
kuruyan, ama kapitalizmin nesnel gerçekliğinden dolayı da bitmeyen
bir ara tabakadır. Marks, “üretken
sınıfları oluşturanların eski parçaları giderek proletaryanın
saflarına katılır. Küçük bir kısmı da orta sınıfa yükselir”
derken bu ayrışmadan
bahsediyordu (47). Bu tabaka, Marksist literatürde küçük burjuva
diye tanımladığımız tabakadır.
Marks,
üretimle bağlamı içinde bu tabakanın zanaatçılar ve köylüler
kesimiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar:
“Kendi
üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, yalnızca kendi iş
güçlerini yeniden üretmekle kalmayıp bir artı değer yaratıyor
olmaları olasıdır; konumları, onların kendi artı değerlerini
ya da (bir bölümü, vergi vb. ile onlardan alındığı için) artı
değerlerinin bir bölümünü kendilerinin sahiplenmelerine olanak
verir. Ve burada, belirli bir üretim biçiminin başat üretim
biçimi olduğu, ancak üretim ilişkilerinin tümünün buna bağımlı
hale girmemiş olduğu topluma özgü bir durumla karşı karşıya
kalırız. Feodal toplumda, örneğin feodalizmin özünden çok
uzaklaşmış olan ilişkilere feodal bir biçim verilmişti; örneğin
lord ile vasal arasında karşılıklı kişisel hizmet ilişkisinin
izlerini taşımayan basit para ilişkilerine, feodal bir biçim
iliştirilmişti ... Kapitalist üretim biçiminde de durum tamamen
aynıdır... Bağımsız köylü ve zanaatçı iki kişiye
bölünmüştür. Üretim araçlarının sahibi olarak kapitalisttir;
işçi olarak ise kendisinin ücretli işçisidir. Bu nedenle,
kapitalist olarak kendisine ücret öder ve sermayesinden kâr elde
eder; yani ücretli işçi olarak kendini sömürür ve artı değeri,
işçinin sermayeye borçlu olduğu haracı, kendine öder” (48).
Buradan
hareketle kır proletaryası ve yoksul köylülük dışında bütün
köylü katmanlarını; küçük köylülükten büyük toprak
sahiplerine kadar bütün köylüleri küçük burjuva ve burjuva
olarak görmek gerekir. Bunların küçük köylülük, orta
köylülüğün alt kesimi küçük burjuva konumundayken, zengin
köylülüğün üst kesimi ve büyük toprak beyleri doğrudan hakim
burjuva konumundadır.
Bunun
ötesinde kendi üretim araçlarıyla üreten, kendi mülkiyetinde
olan araçlarla ticaret yapan zanaatkarlar ve ticaret erbabı da bu
kategoride ele alınmalıdır.
Kapitalizmde
orta tabaka olarak aydınlar, ücretli memurlar ve küçük memurlar
Burada
söz konusu olan, ücretlilerin işçi sınıfına yakın olan
kesimleri, tarafsızlaştırılması gerekenler ve burjuva sınıfın
bileşeni olanlardır. Yani, geniş anlamda işçi sınıfının bir
parçası olmasına rağmen, ücretli olduğu için, işçi sınıfının
değil de memurların, aydınların, bir bütün olarak küçük
burjuvazinin bir bileşeni olarak algılanan kesimleri dikkate
almıyoruz. Bunların neden işçi sınıfının bir bileşeni
olduklarını yukarıda gösterdik.
İlk
dönemlerinin aksine günümüzde kapitalizm, işçi sınıfı ile
ücretlilerin yaşam koşullarını aynılaştırıyor. İnsanları
ücretlendirmenin biçimine göre sınıfsal tasnif etmek, artık,
pek geçerli değil. Yaşam koşullarının giderek aynılaşması
veya belirleyici olmaktan çıkması, kaçınılmaz olarak düşünce
birliğine de yol açmaktadır. Bunun ötesinde aynılaşan yaşam
koşulları, aynı sorunlardan etkilenmeyi ve aynı amaç için
mücadeleyi de gündeme getiriyor.
Günümüzde
kapitalizm, ücretlilerin ayrışma sürecini hızlandırmıştır.
Günümüzde kapitalizm, işçi sınıfının seksiyonlarını
çoğaltıyor, sınıfı ayrıştırmıyor. Ama aynı koşullar,
ücretlilerin seksiyonlarını çoğaltsa da, öncelikle
ayrıştırıyor. Günümüzde kapitalizm, ücretlilerin ezici
çoğunluğunu işçileştirirken, ancak çok küçük bir azınlığını
burjuvalaştırıyor. Ortada kalan kesimin üst tabakaları burjuva
düzenden yana sınıfsal tavır alırken, orta ve özellikle alt
kesimleri, işçi sınıfına yakınlaşıyorlar. Bunlar emekçilerin
geniş ücretli kesimini oluşturuyorlar.
Aydınların
ve memurların; genel olarak ücretlilerin toplumsal konumlarının
saptanması ve tasnifi karmaşıktır. Her şeyden önce aydınlar
ve memurlar/ücretli memurlar, bazı istisnai durumlar hariç, ne
üretim araçlarına sahiptirler ne de normal/bilinen tipte
emekçilerdir. (Burada istisnai bir durumu, örneğin üretim
araçlarına sahip olan doktorlar oluştururlar) Aydınlar ve
memurlar, kapitalist toplumda kendilerine has özellikleri olan
ücretli emekçilerdir.
Orta
tabakanın bu kesiminin toplumdaki konumunun saptanmasına gelince:
Bu saptama için belli kıstaslardan hareket edilir. Bu kıstaslar,
her şeyden önce bu kesimin iş-mülkiyet ilişkisi ve emeğin
(işin) örgütlenmesindeki konumlarını açıklar. Bu nedenle
burada açıklamamız gereken, genel olarak işe-mülkiyete olan
tavır ve emeğin (işin) örgütlenmesindeki konum değildir. Tam
tersine, açıklanması gereken, spesifik (özgül) olgulardır.
İş
ve mülkiyet kavramlarını bazı yönlerde ele alarak bu spesifik
olgu sorununu açıklamaya çalışalım.
Ne
genel olarak iş, ne de genel olarak mülkiyet, belli bir toplum
kesiminin gerçek sınıfsal karakterini tam olarak tespite yeter.
Örneğin, genel olarak işten/emekten bahsetmek; genel olarak
iş/emek, belli bir insanın işçi sınıfından veya burjuva
sınıfından olup olmadığını saptamak için yeterli bir ölçü
değildir. Bu konuda Lenin “RKP(B)’nin
X. Kongresi”nde
şöyle diyor:
“Birincisi,
‘üretici’ kavramı, proleteri yarı proleter ve küçük meta
üreticisiyle birleştirir ve böylece sınıflar arasında tam bir
fark koymak için sınıf mücadelesinin temel kavramı ve temel
talebi radikal olarak terk edilir”.
“Marks
ve Engels, sınıf farklılıklarını unutanlara, genel olarak
üreticilerden, halktan ve emekçilerden bahsedenlere karşı
acımasız bir mücadele yürütmüşlerdir... Genel olarak emekçiler
veya çalışanlar yoktur...”
(49). Bu anlamda da günümüzde bolca kullanılan “çokluk”
kavramının sınıf mücadelesinde hiçbir anlamı yoktur.
Demek
ki genel olarak çalışıyor olmak, o insanın toplumda hangi
sınıfın unsuru olduğunu saptamaya yeterli bir ölçü değildir.
Diğer bir deyişle, sınıf farklılığının tespiti için genel
anlamda iş bölümü
belirleyici ölçü olamaz. Sınıf farklılığının tespiti için
temel ölçü, kişinin üretim
araçlarına olan ilişkisi ve mülkiyetin biçimidir.
Ne var ki, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisi, mülkiyetin
biçimi, bağımsız/başka faktör ve olgulardan dışlanmış
olarak, esasen de toplumsal
iş bölümünden bağımsız
olarak ele alınamaz. Bu nedenle yukarıda genel olarak ölçü
değil, temel ölçü ifadesini kullandık. Buna göre, kapitalist
toplumda sınıfların tasnif edilmesinde yöntemsel ilke, toplumsal
iş bölümü ile temel mülkiyet biçiminin/ilişkilerinin
birliğidir.
Belirttiğimiz
gibi, genel olarak iş, genel olarak mülkiyet, fazla bir şey ifade
etmez. Marksizmde genel olarak işin, genel olarak mülkiyetin yeri
yoktur. Marksizm, bu kavramları somutlaştırarak ele alır.
Örneğin, soyut işten değil, somut işten; fiziki işten, idari
işten, zihni işten vs. bahsedilir. Aynı durum mülkiyet kavramı
için de geçerlidir. Üretim araçlarına olan ilişkiyi saptamak
için genel olarak mülkten veya mülksüzlükten bahsetmek, böylesi
soyut tanımlamaları kullanmak yetersizdir. Esas olan, mülk ve
mülksüzlüğü somut olarak ele almaktır. Bunu göz önünde
tutmazsak çok farklı sonuçlara varabiliriz. Genel olarak mülkten
bahsederek, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisine
dayanarak, örneğin küçük burjuvazi/küçük meta üreticisi,
kendi çapında üretim araçlarına sahip olduğu için, pekala
kapitalist olarak değerlendirilebilir.
Marks,
Engels ve Lenin bu olguları, -somut mülkiyet, somut iş ve bunların
arasındaki ilişkinin karakteri- göz önünde tutarak
aydınların/memurların/ücretli memurların kapitalist toplumun
sosyal yapısındaki konumlarını/yerlerini saptamışlardır.
Aydınla
memurlar/ücretli memurlar arasındaki belli bir farkı belirtmeden
geçmeyelim. Aydın ve memur/ücretli memur kavramları tam sosyal
kategoriler değildir. Çünkü bu kavramlar, insanları toplumda tam
belirlenmiş sosyal konuma, yani esas itibariyle üretim araçlarına
olan ilişkilerine göre karakterize etmiyorlar. Bu kavramlar,
insanların toplumdaki sosyal konumlarını çeşitli açılardan
belirlemeye yararlar. Buna göre, aydın kavramıyla insanlar,
toplumda yaptıkları işin karakterine göre belirlenmişler
demektir. Yani zihni işe, kafa işine göre. Memur veya daha ziyade
ücretli memurlar, ücretin biçimine göre tanımlanıyorlar.
Örneğin işçiler, ücret alırlarken, bunlar maaş alırlar. Ne
var ki bu da çoğu durumda tam bir ayrımı ifade etmez. Örneğin,
devlet sektöründe bazı hizmetliler, doktorlar, öğretmenler vs.
aynı zamanda hem aydın hem de memur/ücretli memur konumundadırlar.
Aydınları
ve memurları/ücretli memurları burjuvazi ve proletaryadan ayıran,
onların kapitalist toplumda ara bir konum almalarını sağlayan
belli temel özellikler vardır. Marksizm bu konuda belli başlı üç
özelliği belirtir. Bir de bunların neler olduğuna bakalım.
Birinci
özellik:
Yaptıkları
iş açısından aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar:
Bunlar
yaptıkları işin karakteri açısından işçi sınıfından
ayrılırlar. Onlar için fiziki olmayan iş, zihni iş esastır,
işçiler için ise fiziki iş tipiktir. Kapitalizmde zihni iş, işçi
sınıfından sosyal olarak kopartılır. Kapitalizmde zihni iş,
sermayenin elinde bir güce dönüştürülür ve bu güç, işçi
sınıfına yabancılaştırılır, onun üzerinde hakimiyet kurması
sağlanır. Bu süreç, kapitalist gelişmenin en son aşaması olan
büyük üretim/makineli üretim aşamasında daha ziyade gündeme
gelir. Bununla ilgili olarak Marks şöyle der:
“Üretim
sürecinin zihni güçlerinin el işinden ayrılması ve onların
(zihni güçlerin, çn) sermayenin,
emek üzerine sermayenin güçlerine dönüşmeleri... makineye
dayanan büyük sanayide tamamlanır”
(50).
Kapitalizmde
bu süreç; zihni işin kol işinden ayrılması, sosyal çelişki
olarak açığa çıkar. Yani hem işçi hem de kimi aydın ve
memur/ücretli memur, farklı biçimlerde de olsa ücretli işçi
olmalarına rağmen; sermaye karşısında ücretli işçi olmalarına
rağmen, yine, aynı sermaye tarafından sosyal olarak birbirinden
kopartılmışlar ve karşı karşıya getirilmişlerdir; kol işinin
karakterize ettiği işçi, kafa işinin karakterize ettiği de
aydın-memur-ücretli memurdur.
İkinci
özellik:
Mülkiyete
(özel mülkiyete) olan ilişkinin somut biçimi açısından:
Proletaryanın
özel mülkiyete olan ilişkisi açıktır. Onun, üretimde
mülkiyetle ilişkisi yoktur ve dolayısıyla bu temelde herhangi bir
imtiyaza da sahip değildir. Proletarya nezdinde emek ve sermaye
birbirini dışlar. Ne var ki aynı olguyu aydınlar ve
memurlar/ücretli memurlar için geçerli göremeyiz. Bunlarda emek
ve sermaye birbirini dışlamaz.
Proletarya,
doğrudan üreticidir ve dolayısıyla doğrudan üretici olarak,
üretken üretici olarak kendi iş gücü vasıtasıyla belli bir
değer üretir. O, emeğinin karşılığını değil de, iş gücünün
satış değerini, sermayenin değişken kısmında ücret olarak
alır. Kapitalist, geriye kalan artı değere el kor. Buradaki iki
ayrı bölüm; ücret (değişken sermaye) ve kar (artı değer)
üretken çalışma vasıtasıyla yaratılmıştır ve kapitalist
sistemde maddi yaşam, bu iki bölümden alınan payla sağlanır.
Yani ya proleter ya da kapitalist olarak. Belirtelim ki sorun,
göründüğü gibi basit değildir.
“Ama,
sadece iki çıkış noktası mevcuttur: Kapitalist ve işçi. Bütün
üçüncü şahıslar ya hizmetleri karşılığı bu iki sınıftan
para alacaklar ya da -parayı hizmet karşılığı almıyorsa- ona
artı değere faiz, rant vs. formunda ortaktırlar” (51).
Buna
göre; söz konusu aydın, memur/ücretli memur tabakasının, işçi
sınıfından hizmetleri karşılığı para/ücret almayacaklarına
göre, kapitalist sınıf tarafından ücretlendirildikleri açıktır.
Artı değir üretmeyen ve kapitalistler tarafından ücretlendirilen
bu tabaka, esas itibariyle üretken olmayan bir faaliyette
bulunurlar.
Marks’ın
“yüksek”
işçiler dediği bunlara, devlet memurları, avukatlar, subaylar,
din adamları, hakimler, doktorlar vs. birer örnektir (52). Bu
“yüksek”
ve üretken olmayan “işçiler”,
“ya üretken
işçilerin ücretleriyle ya da kullanıcılarının karlarıyla”
ücretlendirilirler (53).
Bu
nokta, söz konusu tabakanın, kapitalistler tarafından karın bir
kısmıyla ücretlendirilmeleri çok önemlidir. Böylelikle bu
tabaka, kapitalistler tarafından bir nevi ücretli işçiye
dönüştürülmektedir. Bir nevi ücretli işçiye diyoruz, çünkü
esas ücretli işçi olarak proleterler, aldıkları ücreti
kendileri üretmektedirler. Söz konusu tabakanın ise böyle bir
üretkenliği yoktur. Tam tersine onlar, kardan ücret/maaş olarak
aldıkları payı, hizmetleri karşılığı üretken işçilerden,
esas olarak da kapitalistlerden satın alırlar (54).
Bu
durum bu sosyal tabakayı, kapitalist sınıfa bağımlı kılar. Bu
bağımlılıktan dolayı aydınların, memurların/ücretli
memurların özel mülkiyetin çıkarlarına kayıtsız kalmaları
söz konusu olamaz. Bu noktada bu tabaka ile kapitalist sınıf
arasında özel mülkiyet temelinde belli bir çıkar ortaklığı
vardır.
Burada
kapitalist üretim biçimine özgü bir paradoks durum söz
konusudur: Üretken işçiler, üretken olmayan işçilerin var
oluşlarını sağlamalarına rağmen, üretken olmayan bu işçiler,
kendileri için üretim yapan üretken işçilere değil de, yani
işçi sınıfına değil de, kendilerini ücretlendiren kapitalist
sınıfa bağımlıdırlar (55).
Üçüncü
özellik:
Yöneticilik
açısından:
İşçiler,
üretim sürecinde doğrudan üretici konumunda olurlarken, bir kısım
aydın da üretimin örgütlenmesinde, yönetilmesinde görev
alırlar. Böylelikle doğrudan üretmekle yönetmek, işçi
sınıfıyla aydınlar arasında belli bir sosyal farklı durumun
doğmasına neden olur. Her ne kadar kapitalist gelişmenin ilk
evrelerinde zihni işin bir biçimi olarak yönetmek, imtiyazlı
olanların bir işiydi ise de, bugün bu görevler, artık,
ücretlendirilenler tarafından icra edilmektedir (Bu konuya yukarıda
değinmiştik).
Kapitalistin
adına icra edilen bu işten alınan ücret de kapitalist karının
bir kısmıdır.
Yukarıda
belirttiğimiz bu üç nokta/özellik, bu sosyal tabakanın
kapitalist sisteme, özel mülkiyete olan konumunu, onun kapitalist
toplumdaki sosyal yerini karakterize etmemizde temel ölçek ve çıkış
noktasıdır. Bu tabaka, belirttiğimiz özelliklerden dolayı her ne
kadar özel mülkiyete bağımlı durumdaysa da, üretim araçlarına
sahip değildir. Orta tabakanın bir bölümü olarak bu tabakanın
unsurları da proletarya ve burjuvazi arasında ara bir sosyal konuma
sahiptir.
Bu
sosyal tabakanın iç bileşimi oldukça karmaşıktır/çelişkilidir.
Çünkü bu tabakanın unsurları, farklı sınıflara yakın olan
unsurlardan, insan gruplarından oluşmaktadırlar. Bu karmaşık ve
çelişkili iç bileşime rağmen aydın, memur ve ücretli
memurların -bir bütün olarak küçük burjuvazinin, orta
tabakanın- kapitalist toplumun iki ana sınıfından hangisine
yakınlaştıklarını veya hangisinden uzaklaştıklarını yukarıda
anlattıklarımızdan çıkartabiliriz. Buna göre:
-
Maddi bağlar (ücretin boyutu),
-
Yaşam tarzı,
-
Faaliyetin (zihni) kapsamı,
-
Sosyal köken (sınıfsal köken),
-
İdeolojik-siyasi bağ.
Bu
noktalar, bu tabakanın ve bu tabaka içinde çeşitli grupların
daha ziyade hangi sınıfa; burjuvaziye mi, proletaryaya mı yakın
olduğunu gösterir.
Soruna,
salt aydın sorunu olarak baktığımızda kapitalist toplumda temel
her sınıfın belli bir aydın kesiminin olduğunu görmekteyiz:
Burjuva sınıfın burjuva aydını, proleter sınıfın proleter
aydını ve ara sınıf olarak da küçük burjuvazinin küçük
burjuva aydını vardır.
Bu
sosyal tabakanın sosyal yapısını aşağıdaki gibi tasnif
edebiliriz:
Vartikal
tasnif – toplumsal iş bölümü açısından tasnif:
Aydınlar/memurlar:
Teknik-ekonomik aydın grubu
(istatistikçiler, ekonomistler, menajerler, mühendisler, müdürler,
planlamacılar vs.).
Serbest
meslek sahipleri grubu: (Avukatlar,
sanatçılar, yazarlar, müzikçiler, doktorlar, bilim adamları vs.)
Devlet
mekanizmasının unsurları: (Devletin
politik, ekonomik, ideolojik, eğitim, hukuk vs. alanlarındaki
aydınlar, memurlar, politikacılar, ordu ve polis mensupları vs.).
Din
adamları
Ücretli
memurlar:
Ticaret
alanında: (Pazarlamacılar, ticari
büro işçileri vs.)
Ulaşım-haberleşme
alanında (Posta, telefon, telgraf,
televizyon, radyo, kara, hava, deniz yolu alanlarında hizmet
görenler vs.).
Tabi,
adyın-memur, ücretli memur adı altında saydıklarımızın
hepsini küçük burjuva, burjuva olarak göremeyiz. Bunları
ayrıştırmak gerekir. Yukarıda belirttiğimiz kıstaslar temelinde
genel bir ayrıştırma yaparsak:
Kendi
hesabına çalışan serbest meslek sahipleri (doktorlar, avukatlar,
mimarlar, mühendisler, muhasebeciler; kendi büroları olan ve çoğu
kez yabancı işgücü çalıştıran bu unsurlar orta tabaka
çerçevesinde ele alınmalıdır. Bunlar arasında devletle
ideolojik birliği olanlar ve aynı zamanda nispeten büyük bir
sermayeyi harekete geçirenler doğrudan burjuva unsurlar olarak
görülmelidir
Özel
sektörde profesyonel yönetici konumunda olan “ücretliler”,
kapitalistin sermayesini çoğaltmasında, daha fazla artı değer
elde etmesininde stratejik rol oynayan; bu iş planlayan, örgütleyen
ve denetleyen bu unsurlar da burjuvazinin bir parçasını
oluştururlar (56).
Orta
derecede müdürler, teknik alanda uzmanlar; yönetim ile üretim,
dolaşım arasında sermaye lehine çalışan, ama üst düzey
yöneticiler gibi stratejik bir rol oynamayan bu unsurlar da küçük
burjuvazinin bir parçasını oluştururlar.
Marks''ın
deyimiyle “Gerçekte, hiçbir
sınıf küçük burjuvaziye onlardan daha değersiz bir devşirmeler
kesimi sağlayamaz” (57)
durumda olan bir kısım ev hizmetçileri de küçük burjuvazinin
bir parçası olarak görülmelidir.
Üretken
olmayan bu unsurlar, zenginlerin, yavuklularının yaşamlarını
kolaylaştıran ev işleri yaparlar ve ücretleri gelirden ödenir.
Bunların ücretli işçilerle tek ortak yanları, bizzat çalışmak
zorunda olmalarıdır. Aldıkları ücret normal ücretin üstündedir;
bu anlamda bu türden ev işi yapanları, temizlik işlerinde çalışan
işçilerle birbirine karıştırmamak gerekir. Kapitalistlerin, özel
hizmet için tuttukları bu unsurların efendileriyle ortak çıkarı
vardır; kapitalist ne kadar zenginse ve hizmet ne kadar özelse,
aldıkları ücret de o kadar fazladır. Bu bakımdan bu ev
hizmetçileriyle efendileri arasında çıkar birliği vardır.
Hizmetleri karşılığında “kapitalistlerin
lüks harcamalarının bir kısmını” alırlar
ve yine Marks'ın deyimiyle bunlar bizzat “lüks ürün”dür
(58).
Ev
hizmetçilerinin bu kesimi de küçük burjuvazinin bir parçasını
oluşturur.
Gelişen
kapitalizm, üretim ve sermayenin örgütlenmesinde artı değer elde
edilmesinde işçileri kontrol eden yeni görevlileri gündeme
getirir. Bu görevler, “Bir
kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu,
gerçek bir ordu gibi, subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara
(ustabaşı, postabaşı) gereksimin duyar. Ve bunlar, çalışma
sürecinde kapitalist adına (bu orduya) komuta ederler. Denetim
(gözetim,
çn.)
işi, bunların yegane işlevi olarak yerleşir”
(59).
Bu ordu mensuplarının,
denetimcilerin ödemesi nasıl yapılır? Bu konuda Marks şöyle
der:
“Şimdi,
tıpkı köle gibi ücretli emekçinin de, kendisini işe koşacak ve
yönetecek bir efendiye sahip olması gerekiyor. Ve bu efendi-köle
ilişkisinin varlığı kabul edilince, ücretli emekçiyi, hem kendi
ücretini ve hem de kendisini yönetme ve denetleme işi için, ya da
'onu yönetmek, hem kendisi ve hem de toplum için yararlı hale
getirmek yolunda emek ve yeteneğini harcayan efendisine bir karşılık
olarak', denetim ücretlerini de üretmeye zorlamak çok yerinde bir
şey olur. Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki
zıtlıktan, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinden doğduğuna,
ve bu nedenle, kapitalist üretim tarzı gibi, sınıf çelişkilerine
dayanan bütün üretim tarzlarında ortak olduğuna göre,
kapitalist düzen altında da, bütün bileşik toplumsal emeğin
bireylere kendi özel görevleri olarak verdiği üretken işlevler
ile doğrudan doğruya ve ayrılmaz bir biçimde bağlı bulunur...
Bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kârdan
tamamen ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine
girer” (60).
Bunların doğrudan kapitalistin
yönetim işine koşulanları, kapitalist ile ideolojik
bütünleşenleri küçük burjuvadan sayılmalıdır.
Kapitalist
toplumda belirttiğimiz sınıflardan ve ara tabakalardan başka,
yine kapitalist toplumun temel sınıfları arasında yer alan, ama
orta tabakadan olmayan başka, sınıfsal kökenleri farklı gruplar
da vardır. Bunlar, lumpen proletaryadan, hırsızlardan,
soygunculardan, dilencilerden vs. oluşan gruplardır.
Orta
tabaka, gördüğümüz gibi, bir taraftan kapitalist üretim
biçiminin bir sonucuyken, aynı zamanda/diğer taraftan da ekonomik,
sosyal, politik vs. alanlarda ortak yönleri olmayan bir “sınıf”
gibi, bütünsellik arz etmeyen insan topluluklarını içerir.
Orta
tabakanın her bir grubu, kapitalist toplumun sosyal yapısında
kendilerine özgü bir yer alarak, sermayenin, burjuva düzenin
kendilerine yüklediği belli işlevleri yerine getirir.
Orta
tabaka, nam-ı diğer küçük burjuvazi değişkendir. Özellikle
ekonomik ve politik durumun sonucu olarak orta tabaka, bir taraftan
burjuvazi ve proletarya saflarından kopanlarla beslenirken, diğer
taraftan da burjuvazi ve proletaryaya insan unsuru da verir.
Sonuç
itibariyle:
Marks'ın
dediği gibi kapitalizm, “kaskatı
bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir
organizmadır”
(61). Bu değişim içinde
kapitalist
üretim biçimi, sadece meta ve artı değer üretmez, aynı
zamanda bir yanda kapitalist, diğer yandan da ücretli işçi olmak
üzere kapitalist ilişkiyi de üretir ve yeniden üretir
(Marks).
Bu
anlamda kapitalizm bu iki ana sınıf arasında kalan küçük
burjuvaziyi de üretir. Sayısal olarak ne kadar üretir sorusuna
yukarıda birtakım verilerle cevap vermeye çalıştık. Gerçek bir
sayı peşinde değiliz. Ama en azından gerçeğe yakın bir oransal
sonuç hiç de fena olmaz.
Diğer
taraftan unutmamak gerekir ki, “kaskatı
bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir
organizma” olan
kapitalizm, aynı zamanda gelişmesinin en yüksek olduğu ülkelerde
bile toplumu safi olarak iki ana sınıfa ayıramamıştır; onun
diyalektiği iki ana sınıfın yanı sıra ara tabakaları da
üretmeyi beraberinde getirir. Ama en önemlisi, gelişen
kapitalizmin kaçınılmaz olarak işçi sınıfının çoğalmasını,
büyümesini beraberinde getirmesidir (62). Aşağıdaki veriler bu
gelişmenin sayısal bir sonucu olarak görülmelidir.
Nüfusun,
üretimin toplumsal yapısındaki yerine göre dağılımı:
İşteki
duruma göre istihdam edilenler, 15+ yaş
|
|||||
Çalışan
nüfusun işteki durumuna göre sosyal bileşimi
|
1990
|
2000
|
2005
|
2009
|
|
İşçi
sınıfı
|
Ücretli
ve Yevmiyeli
|
7
223
|
10
488
|
11
436
|
12
770
|
Burjuvazi
|
İşveren
|
832
|
1
109
|
1
101
|
1
209
|
Küçük
burjuvazi
|
Kendi
Hesabına
|
4
901
|
5
325
|
4
689
|
4
429
|
Küçük
burjuvazi
|
Ücretsiz
Aile İşçisi
|
5
582
|
4
659
|
2
841
|
2
870
|
Kendi
Hesabına+Ücretsiz Aile İşçisi
|
-
|
10
483
|
9
984
|
7
530
|
7
299
|
Toplam
|
Toplam
|
18
538
|
21
581
|
20
067
|
21
277
|
İşçi
sınıfı
|
Ücretli
ve Yevmiyeli, %
|
39
|
48,6
|
57
|
60
|
Burjuvazi
|
İşveren
, %
|
4,5
|
5,1
|
5,5
|
5,7
|
Küçük
burjuvazi
|
Kendi
Hesabına, %
|
26,4
|
24,7
|
23,4
|
20,8
|
Küçük
burjuvazi
|
Ücretsiz
Aile İşçisi, %
|
30
|
21,6
|
14,2
|
13,5
|
Kendi
Hesabına+Ücretsiz Aile İşçisi
|
%
|
56,6
|
46,3
|
37,5
|
34,3
|
İstatistik
Göstergeler 1923-2009, s. 142.
|
Yukarıdaki
veriler de en fazlasıyla genel bir eğilimi göstermeye uygundur.
“Ücretli ve Yevmiyeli”leri bir bütün olarak işçi sınıfı
olarak aldık. “İşveren” kavramına dahil olanları burjuvazi
olarak kabul ettik. “Kendi Hesabına + Ücretsiz Aile İşçisi”
kavramı altında kastedilenleri küçük burjuvazi olarak
değerlendirdik. Bunların hepsi tartışmaya açık, birkaç örneği
daha verilmeden tek başına alındığında yanlış değerlendirmeye
yönlendirebilecek verilerdir. BU durumun bilincinde olarak
yukarıdaki verilerden hareket ederek Türkiye'de nüfusu işteki
durumuna göre sınıflara ayırdık. Bu durumda:
İşçi
sınıfının “İşteki durumuna
göre istihdam edilen” nüfus içindeki payı 1990'da yüzde 39;
2000'de yüzde 48,6; 2005'te yüzde 57 ve 2009'da da yüzde 60.
Burjuvazinin
“İşteki durumuna göre istihdam
edilen” nüfus içindeki payı 1990'da yüzde 4,5; 2000'de yüzde
5,1; 2005'te yüzde 5,5 ve 2009'da da yüzde 5,7.
Küçük
burjuvazinin/orta tabakaların “İşteki
durumuna göre istihdam edilen” nüfus içindeki payı 1990'da
yüzde 56,6; 2000'de yüzde 46,3; 2005'te yüzde 37,5 ve 2009'da da
yüzde 34,3.
Bu
verilerin grafiği de şöyle:
Veya
şöyle de hesap edebiliriz:
Bu
durumda yukarıdakinden farklı bir sonuca varıyoruz. İşçi
sınıfının toplam işgücüne ve istihdam edilen nüfusa oranı
sürekli artıyor; toplam işgücüne oranı 1980'de 32,1'den 2000'de
yüzde 39,6'ya ve toplam istihdamdaki payı da aynı yıllarda yüzde
33,3'ten yüzde 46,1'e çıkıyor.
İşteki
duruma göre işgücünün ve istihdam edilen nüfusun sınıfsal
bileşimi
|
|||
1000
kişi
|
1980
|
1990
|
2000
|
Toplam işgücü
(İstihdam+işsiz sayısı)
|
19
212
|
24
727
|
28
544
|
Toplam
istihdam(işgücü-işsiz sayısı)
|
18
522
|
23
382
|
25
997
|
İşçi
sınıfı (Ücretli,
maaşlı veya yevmiyeli)
|
6
162
|
8
991
|
11
314
|
Burjuvazi
(İşveren)
|
176
|
313
|
677
|
Küçük
burjuvazi-Orta “sınıf”
(Kendi hesabına)
|
4
277
|
5
204
|
5
228
|
Küçük
burjuvazi-Orta “sınıf”
(Ücretsiz aile işçisi)
|
7
860
|
8
871
|
8
775
|
Küçük
burjuvazi-Orta “sınıf”
toplamı
|
12
137
|
14
075
|
14
003
|
İşçi
sınıfının toplam işgücüne oranı
|
32,1
|
36,4
|
39,6
|
İşçi
sınıfının toplam istihdama oranı
|
33,3
|
38,4
|
46,1
|
Burjuvazinin
toplam işgücüne oranı
|
0,9
|
1,3
|
2,4
|
Burjuvazinin
toplam istihdama oranı
|
1
|
1,3
|
2,6
|
Küçük
burjuvazinin-orta “sınıf”ın toplam işgücüne oranı
|
22,3
|
21
|
18,3
|
Küçük
burjuvazi-orta “sınıf”ın toplam istihdama oranı
|
23,1
|
22,3
|
20,1
|
Küçük
burjuvazi-orta “sınıf” toplamının toplam işgücüne
oranı
|
63,2
|
56,9
|
49,1
|
Küçük
burjuvazi-orta “sınıf” toplamının toplam istihdama oranı
|
65,5
|
60,2
|
53,9
|
2000 Genel
Nüfus Sayımı, s. 54, 57.
|
Aynı
yıllarda küçük burjuvazinin (veya orta tabakanı-”orta”
sınıfın) toplamının işgücüne oranı yüzde 63,2'den yüzde
49,1 ve toplam istihdama oranı da yüzde 65,5'ten yüzde 53,9'a
düşüyor. Her halükarda bu hesaplamalardan çıkartılması
gereken sonuç, işçi sınıfının sayısal olarak çoğalmasıdır,
küçük burjuva tabakanın giderek önemini yitirmesidir. Türkiye
toplumunda işçi sınıfının çalışabilir nüfus içindeki
ağırlığının 1960'da yüzde 22'den 2000'de yüzde 46,1'e ve
şimdilerde de yüzde 60'a çıkması, orta tabakanın çalışabilir
nüfus içindeki ağırlığının 1960'da yüzde 76,2'den 2000'de
yüzde 53,9'a ve şimdilerde de yüzde 34,3'e
düşmesi
kapitalizmin gelişmişlik boyutlarını göstermesi bakımından
oldukça önemli bir göstergedir.
*
*) Neden emek değil de iş veya
çalışma kavramı kullanılmalıdır?
“İş
veya çalışma, insanın amaca uygun faaliyetidir. İnsan, bu
faaliyet süreci içinde doğa maddelerini kendi gereksinimlerini
gidermek amacıyla değiştirir. İnsanın
bu faaliyet süreci, iş/çalışma süreci sonucunda yarattığı
değerde ifadesini bulan, emektir. O halde emek, iş/çalışma
sürecinde harcanmış olan işgücünün metada cisimlenen yoğun
ifadesidir. Öyleyse emek, harcanmış işgücü demektir.
İş/çalışma,
işgücünün harcanma,
harcanıyor olduğu süreci
ifade ederken, emek, bu sürecin sonuçlanmışlığını; işgücünün
harcanmışlık
durumunu
ifade eder. Burada, Almanca’daki “Verausgabung
der Arbeitskraft”,
işgücünün, çalışma sürecinde harcanıyor oluşunu,
“verausgabte
Arbeitskraft”
veya “geleistete
Arbeit”
ise işgücünün harcanmışlık durumunu; emeği ifade eder” (İ.
Okçuoğlu, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, Kitap 3,
BÖLÜM X)
“Bu
yanlış düşünce, insanların rastlantısal bir yanılgısı
değildir. Bu, sömürünün gizli, maskeli olduğu ve işverenin
ücretli işçiyle ilişkisi sanki birbirine denk meta sahiplerinin
ilişkisiymiş gibi çarpıtılmış bir biçimde göründüğü
kapitalist üretimin özgül koşullarından doğar.
Gerçekte,
ücretli işçinin çalışma ücreti, emeğinin değerini ya da
fiyatını oluşturmaz. Eğer emek bir metaysa ve bir değere
sahipse, bu durumda bu. değerin büyüklüğü herhangi bir şeyle
ölçülmek zorundadır. Açıktır ki, “emeğin değerinin”
büyüklüğü diğer her meta gibi, içinde bulunan emeğin
miktarıyla ölçülmek zorundadır. Bu koşul altında şu fasit
daire ortaya çıkar: Emek, emekle ölçülür.
Ayrıca,
kapitalist, işçiye “emeğin değerini” ödeseydi, yani emeği
tümüyle ödeseydi, bu durumda kapitalistin zenginleşmesi için
hiçbir kaynağın olmaması gerekirdi, başka bir deyimle,
kapitalist üretim tarzı var olamazdı.
Emek, metaların değerini
yaratır, ama kendisi meta değildir ve kendisi bir değere sahip
değildir. Günlük hayatta “emeğin değeri” olarak adlandırılan
şey, gerçekte işgücünün değeridir” (SSCB Ekonomi Enstitüsü
Bilimler Akademisi, POLİTİK EKONOMİ, Ders Kitabı, Cilt I) .
Kaynaklar:
(Ayrıca
belirtilmediyse sayfa numaraları Almancasına göredir)
1)“Modern
sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir
biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin
teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde
tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler
yardımıyla, yalnız üretimin teknik temelinde sürekli
değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, iş
sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar.
Böylece aynı zamanda, toplumdaki iş bölümünde de köklü
değişiklikler yapar ve sermaye ile işçi kitlelerini durup
dinlenmeden bir üretim sürecinden diğerine atar. Bu nedenle, büyük
sanayi, niteliği gereği, bir yandan, çalışmada değişmeyi,
görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu
kılarken, öte yandan da eski iş bölümünü o katılaşmış
özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandır. Büyük sanayinin
teknik zorunlulukları ile bu kapitalist biçim içinde yatan
toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin
durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok
ettiğini; iş araçlarını elinden alarak, gerekli geçim
araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça-işlerine bile
elatıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş
bulunuyoruz. Bu uzlaşmaz karşıtlığı, daima sermayenin emrinde
olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir
canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup
dinlenmeden verilen kurbanlarda; işgücünü harvurup harman
savurmasında ve her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline
dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda
olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz
yandır”
(K. Marks, Kapital, C.1, METE; C. 23, s. 510-511).
2)
“Ama
bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir
yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüzyüze gelen doğal bir
yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken,
öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı
ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul
edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli
işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş
ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim
biçimini bu yasanının
normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm kalım
sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı
boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir
parça-birey haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini,
çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi
karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal
görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine
serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam
anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm kalım sorunu
halinde zorlamaktadır”
(K. Marks, Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 511-512).
3)METE;
C. 4, s. 462 (dipnot) (Marks-Engels; Komünist Manifesto).
4)
Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 642 (dipnot).
5)
K.
Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 532.
6)“Yalnız,
kapitalist üretim biçimini kesin biçim olarak -ve dolayısıyla,
sonsuza dek doğal üretim biçimi olarak- gören burjuva
darkafalılığı, sermaye açısından üretken
iş
nedir sorusunu, genelde hangi işin üretken olduğu ya da üretken
işin genel olarak ne olduğu sorusuyla karıştırır ve sonuçta,
herhangi bir şey üreten, herhangi bir sonuç yaratan işin bu
gerçek çerçevesinde üretken olduğu yanıtını vererek ne kadar
akıllı olduğunu düşünür.
Sadece,
doğrudan sermayeye dönüştürülebilen iş üretkendir... Yani
artı değer üreten ya da sermayeye artı değer üretimi için
etmen olarak hizmet eden ve böylece kendini sermaye olarak, kendini
genişleten değer olarak ortaya koyan iş”
(K. Marks; Art Değer Üzerine Teoriler , C. 1, METE; C. 26/1, s.
368/369).
7)
K.
Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 532.
8)Bunlar
hakkında Marks şöyle der:
“Manüfaktür
döneminin tersine, bundan böyle iş bölümü, mümkün olan her
yerde, kadınların, her yaştan çocukların, vasıfsız işçilerin
çalıştırılmalarına, yani İngiltere'de karakteristik bir
deyimle ifade edildiği gibi, tek sözcükle, ucuz emeğe (işgücüne,
çn) dayanır.
Bu,
yalnız, makine kullanılsın kullanılmasın geniş boyutlu üretim
kolları için değil, ister çalışan kimselerin evlerinde, ister
küçük iş yerlerinde yapılsın, ev sanayileri denilen üretim
biçimleri için de geçerliydi. Modern denilen bu ev sanayinin,
bağımsız kent elzanaatlarını, bağımsız köylü tarım
işletmelerini ve her şeyden önce de, işçi ile ailesinin içinde
yaşadığı bir evin varlığını ön koşul olarak gerektiren eski
tarz ev sanayi ile ad benzerliği dışında ortak bir yanı yoktur.
Bu eski tarz sanayi, şimdi, fabrikanın, manüfaktürün ya da eşya
deposunun, bir dış bölümü halini almıştır. Sermaye, tek bir
yerde de geniş kitleler halinde topladığı ve doğrudan doğruya
komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve
elzanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle,
diğer bir orduyu da harekete getirmiştir: bunlar, büyük kentlerde
oturanlarla birlikte bütün ülke yüzeyine yayılmış bulunan ev
sanayii işçileridir”
(K. Marks; Kapital I; METE; C. 23, s. 485/486).
9)
“Değişik
emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini -ya da
bunlardan birinin daha hakim
olduğu emek türlerini- birbirinden ayırmak ve farklı insanlar
arasında dağıtmak, kapitalist üretim biçiminin gerçekten ayırt
edici özelliğidir. Ancak bu maddi ürünün, bu insanların ortak
ürünü
olmasını ya da maddi zenginlik içinde yer alan ortak ürünleri
olmasını önlemez., o insanların, sermayenin ücretli işçisi
olma ilişkisini ve öncelikli anlamında, sermayenin üretken
işçisi
olma ilişkilerini ne ölçüde engeller ya da değiştirirse, ancak
o kadar. Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine
doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan,
sermaye olan parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek
olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden üretirler.
Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir”
(Marks, Artı-Değer Üzerine Teoriler, C.1,METE; C. 26/1, s. 387).
10)
”Çalışma
süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi,
sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir.
Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişiyi
yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonra başkalarının
denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi
altında gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa
üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine
bağlı olması gibi, çalışma süreci de el işini kafa işi ile
birleştirir. Sonraları bunlar birbirlerinden ayrılırlar, hatta
can düşmanı olurlar. Ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan
çıkar ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani
her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir
parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini
alır. Çalışma sürecinin bu ortaklaşa ... niteliği, gitgide
daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki,
üretken iş ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik
kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile
çalışmanız da gerekmez, kolektif işçinin bir parçası olmanız,
onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız
yeterlidir. Üretken işin yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi
nesnelerin üretiminin asıl niteliğinden çıkartılan tanımı,
bütünüyle alındığında, kolektif işçi için de hâlâ
doğrudur. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında
artık geçerliğini yitirir”(K.
Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 531/532).
11)
K. Marks, Kapital I, METE 23, s. 532.
12)
Engels;
İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu, METE; C. 2, s. 253.
13)
Lenin; ‘Sol’ Radikalizm, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, C.
31, s. 60.
14)
Bkz.: Lenin; Emperyalizm..., C. 22, s. 198.
15)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s. 388.
16)
K. Marks; Kapital, C II, METE; C. 24, s. 60.
17)Marks;
Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 304/305.
18)Agk.,
s. 311.
19)Agk.,
s. 303/304.
20)Marks;
Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 133/134.
21)Agk.,
s. 134.
22)Marks;
Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 312.
23)Marks;
Kapital, C. 1; METE; C. 23, s. 531/532.
24)Agk.,
s. 532.
25)Agk.,
s. 351.
26)
K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s.
127.
27)
K.
Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 72/73,
1069 Frankfurt
-Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları).
28)K.
Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 66/67,
1069 Frankfurt
-Dolaysız
Üretim Sürecinin Sonuçları).
29)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 127.
30)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 268.
31)
K. Marks; Kapital, C. I, METE; C. 23, s. 469.
32)K.
Marks; Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 481.
33)K.
Marks; Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, Berlin 1953,
s. 305.
34)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s.
377/378.
35)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 380.
36)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 385/386.
Türk. 383/384.
37)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 128.
38)K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 386.
39)”Nihayet,
büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim
alanlarında iş gücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde
sömürülmesiyle elele vererek, işçi sınıfının büyük bir
kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasını ve
böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve
kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkârlar
sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur” (
K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 469).
40)
”Maddi
nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak,
bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde iş harcamasının
yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi
çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin,
sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış
olması hiç bir şeyi değiştirmez. Demek, oluyor ki, üretken işçi
kavramı, yalnızca, iş ile yararlı etki arasındaki işçi ile iş
ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı
zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya
artı değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal
üretim ilişkisini de anlatıyor. Bu nedenle, üretken işçi olmak
talih değil talihsizlik eseridir”(K.
Marks, Kapital I, METE 23, s. 532).
41)“Sözüm
ona “daha üst derece” işçiler denen büyük kitle -devlet
görevlileri asker kişiler, sanatçılar, doktorlar, rahipler,
yargıçlar, avukatlar vb.- ki bunların bazıları üretken
olmamakla kalmaz hatta özünde yıkıcıdır. Ne var ki, bir yandan
“maddi olmayan” metalarını satarak bir yandan da halka zorla
kabul ettirerek “maddi” zenginliğin çok büyük bir kısmını
nasıl ele geçireceklerini çok iyi bilirler; işte bu kitle,
ekonomik
yönden
... (panayır cambazları) ve ... (hizmetçiler) ile aynı sınıfa
sürgün edilmeyi ve yalnızca tüketimden pay alan ve gerçek
üreticilerin (ya da üretim ögelerinin) sırtından geçinen
asalaklar olarak görünmeyi çok tatsız buldular. Bu, o zamana dek,
başında bir hale taşıyan ve hurafelere dayalı bir saygı gören
işlevlere küfür etmekle birdi. Burjuvazinin ... (sonradan görme)
döneminde olduğu gibi, politik ekonomi de kendi klasik döneminde
devlet mekanizmasına karşı, son derece haşin eleştirel bir tutum
benimsemişti. Daha sonraki aşamada -pratikte de görüldüğü
üzere- bir bölüğünü tümüyle üretken olmayan bu sınıfların
miras alınmış toplumsal kombinasyonunun, bizzat kendi
örgütlenişinin gereği olduğunu, ondan kaynaklandığını idrak
etti ve öğrendi”
(K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s.
145).
42)
K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 469/470.
43)K.
Marks; Kapital I, METE; C. 23, s. 370/371, 381.
43a)“Bir
ülke, üretken gücü, toplam ürüne göre
ne kadar küçük olursa o kadar daha zengindir, tıpkı kapitalist
birey için olduğu gibi: Aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha
az işçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün
miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan
nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha
zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı,
emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade
etmektedir” (K.
Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 199).
44)
K. Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 892.
45)
“Ama
modern burjuva özel mülkiyet, ürünlerin üretilmesinin ve mülk
edinilmesinin sınıf zıtlıklarına, birinin diğerini sömürmesine
dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.
Bu
anlamda, komünistler teorilerini tek bir tümcede -Özel mülkiyetin
kaldırılması- özetleyebilirler.
...
Çalışarak
elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet!
Burjuva mülkiyetten önce gelen küçük burjuva ve küçük
köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz? Bunu ortadan
kaldırmamıza gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçü
de ortadan kaldırmıştır ve hâlâ da gün be gün ortadan
kaldırıyor.
Yoksa
modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz?”
(Marks-Engels;
Komünist Manifesto, s. 51/52, Akademi Yayın, Çeviren: İbrahim
Okçuoğlu).
46)
K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 199.
47)K.
Marks, Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C: 26/1, s. 200.
48)
K. Marks, Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C: 26/1, s. 383.
49)
Lenin; RKP(B)- X. Parti Kongresi. C. 32, s. 250 ve 255.
50)
K. Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 446.
51)K.
Marks; Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 334/335.
52)Bkz.:
K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 1, METE; C. 26/1, s.
145. “Devlet
memurlarından, ordu mensuplarından, virtüozlardan, doktorlardan,
din adamlarından, hakimlerden, avukatlardan vs. oluşan ‘yüksek’
işçiler denilen büyük kitle...”
(s. 145).
53)Agk.,
s. 128.
54)Agy.
55)Bkz.:
Agk., s. 157.
56)“Kapitalist
üretim temeli üzerinde, hisse senetli girişimlerde, yönetim
ücretleri ile ilgili yeni bir üçkâğıtçılık yöntemi gelişti
ve fiilî yöneticinin üzerinde bir yığın yönetim ve denetim
kurulları peydahlandı: Bunlar için denetim ve yönetim yalnızca
ortakları soymanın ve keselerini doldurmanın bir bahanesi oldu”
(K.
Marks; Kapital III; METE; C. 25, s. 403; Bkz.: Agk., s. 401).
57)
K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 1, METE; C. 26/1, s.
190.
58)K.
Marks; Kapital II, METE; C: 24, s. 409.
59)K.
Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 351.
60)K.
Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 399/400.
61)
K. Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 16.
62)
“İngiltere'de
modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde
ye en klasik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile,
sınıflardaki tabakalaşma, en saf biçimi içerisinde görünmez.
Burada bile, orta ve ara tabakalar, (kentlerdekine göre kırsal
bölgelerde çok daha az olmakla birlikte) her yerde sınır
çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için
önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının
sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide
emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler
halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli işe üretim
araçlarını sermayeye dönüştürür. Ve bu eğilime, öte
yandan, toprak mülkiyetinin sermaye ve emekten bağımsız hale
gelerek ayrılması ya da bütün toprak mülkiyetinin, kapitalist
üretim tarzına uygun düşen bir toprak mülkiyetine dönüşmesi
tekabül eder”
(K. Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 892).