deneme

10 Ocak 2013 Perşembe

TÜRKİYE'DE İŞÇİ SINIFININ YAPISI, BİLEŞİMİ VE KAPSAMI




TÜRKİYE'DE İŞÇİ SINIFININ YAPISI, BİLEŞİMİ VE KAPSAMI

Bu yazı, Marksist Teori'nin 6. (Mayıs-Haziran 2012) ve 7. (Temmuz-Ağustos 2012) sayılarında kısaltılarak yayımlanan yazının orijinalıdır.

Yazının konusunu yaklaşık tam belirleyebilmek için önce bazı kavramlara açıklık getirmek gerekiyor. Ücretliler, genellikle hizmet sektöründe çalışıyorlar. Hizmet sektörü ise genellikle maddi değerlerin üretilmediği sektördür. Çok sayıda değişik alt sektörlerden oluşan ve toplumsal ilerlemenin sonucu olarak kendini sürekli alt sektörlerle üretebilen bu sektörde çalışanların sınıfsal konumu devamlı tartışma konusu olmuştur. Sağlık, eğitim; sosyal hizmetler alanında, bankalarda, sigorta şirketlerinde, toplu taşımacılıkta, iletişimde, bir bütün olarak devlet bürokrasisinde vs. çalışanların ezici çoğunluğu, toplumsal iş bölümündeki konumlarından ve ücretlendirilme biçiminden dolayı işçi sınıfına göre birtakım farklı özelliklere sahiptir. Bu sektörde çalışanlar, başlı başına bir sınıfsal konuma sahip değiller. Yani ayrı bir sınıfı oluşturmazlar. Bu sektörde çalışanların bir kısmı, kimi özelliklerinden dolayı işçi sınıfının bir parçasıdır. Bir kısmı, kimi özelliklerinden dolayı işçi sınıfına yakınken, bir kısmı da kimi özelliklerinden dolayı küçük ve büyük burjuvazinin bir bileşenidir.


Hizmet sektöründe çalışanların sınıfsal konumunun tespiti, sınıf mücadelesi ve parti açısından oldukça önemlidir. Parti, bu sektörde çalışanların hangi kesimlerinin işçi sınıfının bir bileşeni olduğunu, hangi kesimlerinin müttefik olarak görülebileceğini, hangi kesimlerinin tarafsızlaştırılması gerektiğini ve hangi kesimlerinin de burjuvazinin bir bileşeni olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmek zorundadır.

Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle işçi sınıfının yapısı, bileşimi ve kapsamı arasında diyalektik bir bağ vardır; gelişen kapitalizm işçi sınıfının sosyal yapısını, bileşimini ve kapsamını doğrudan etkiler. Günümüzde bu Marksist anlayışı veya Marksizmin genişletilmiş yeniden üretim üzerine görüşünü yanlış ve eskimiş bulanlar da var. Niye böyle düşünürler orası ayrı bir tartışma konusu, ama en beylik savlarına göre günümüzde genişletilmiş yeniden üretimin olanakları artık kalmadığı için kapitalist üretim biçimi de kendiliğinden çökmektedir. Bu durumda çöken bir sistem içinde işçi sınıfının da bir anlamı olmayacaktır. Yaşamın bu türden düşünceleri ıskartaya çıkartması onları pek ilgilendirmez.

Kapitalist üretim biçiminin gelişmesinden anlaşılması gereken çok şey vardır. Bizi burada ilgilendiren genişletilmiş yeniden üretim sürecinin teknolojik gelişmeyle; en modern teknolojinin üretim sürecinde kullanılmasıyla; sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla ve bunun da işçi sınıfının yapısındaki ve bileşimindeki değişimle doğrudan ilgisinin olduğudur. Sabit sermayenin bu “hal ve gidişi”yle işçi sınıfının sosyal yapısı ve bileşimi arasındaki diyalektik bağı ancak ve ancak kapitalizmim kendiliğinden çökeceğinin veya çöküyor olduğunun propagandasını yapanlar göremezler. Bu diyalektik bağ, işçi sınıfının teknik bileşimini, sınıfın iç yapılanmasını, yeni üretim sektörlerinin oluşmasını ve böylece sınıfın bu sektörlere dağılımını, sınıfın kalifiye durumunu ve nihayetinde sayısal gelişmesini doğrudan ele verir. Bunu anlamak için Marksist olmaya, defalarca “Kapital” okumaya da gerek yok. Sınıf bilincinden yoksun bir proleter de bu değişimi bir biçimde anlatır.
Demek ki, gelişen kapitalist üretim biçimi işçi sınıfında değişime de neden olmaktadır. Ama bu sistemde işçi sınıfı açısından değişmeyen, onun tarihsel misyonudur; kapitalist üretim biçimi içinde sahip olduğu konumdur veya kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yerdir. Onun bu misyonunu, devrimci potansiyelini yok saymak için yanıp tutuşanların, teoriler üretenlerin aymazlıklarını da göz önünde tutarak bu yazıda Türkiye'de işçi sınıfının sosyal yapısını, bileşimini ve kapsamını (toplumdaki sayısal ağırlığını) ele alacağız.

İşçi sınıfının yapısı üzerine Marks, Engels ve Lenin'in bir dizi tanımlaması vardır; birçok incelemelerinde bu konuyu ele almışlar, ama konunun kendisi üzerine başlı başına bir araştırma yapmamışlar. Çeşitli incelemelerinde konuyu ele alışları, Marksizm-Leninizmin işçi sınıfı olgusuna yaklaşımının en sorunsuz bir alan olduğunu göstermesine rağmen, her bakımdan tasfiyecilerden (ideolojik, örgütsel, teorik) post-marksistlere, her türden revizyonistlere varana kadar geniş bir yelpazede yer alan anti-marksistler bu konu üzerinden Marksizm-Leninizme saldırmaktan geri kalmıyorlar. Bu yazıyı hazırlarken bu gerçeği de göz önünde tutuyoruz.

Kapitalizmi kendiliğinden çökertmek, işçi sınıfını yok etmek ve böylece sınıf mücadelesi sorununu ortadan kaldırmak için olsa Marksizme gözü dönmüşcesine saldıranlar, kapitalist üretim biçiminin teknik temelinin sürekli devrimci olduğunu inkar ederler. Öyle ki bu unsurlar Marks ve Engels'in Komünist Manifesto'da ifade ettikleri “üretim araçlarında dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz” anlayışını algılayacak yetenekten yoksun duruma gelmişler, kapitalist üretim biçiminin teknik temelindeki sürekli devrimler toplumsal yapısındaki tutuculuğu ve burada ifade edilen sürekli devrimle tutuculuk arasındaki çelişkiyi anlayamaz olmuşlardır. Bu konuda Marks şöyle der:

Modern sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde tutucuydu... Bu nedenle, büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan, çalışmada değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski iş bölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile bu kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; iş araçlarını elinden alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş bulunuyoruz” (1).

Ama kapitalist üretim biçimi iç çelişkilerinden dolayı kendi sonunu hazırlamaya da yatkındır; en azından kafa ve kol “emeği” (iş gücü) arasındaki farkın, ayrılığın ortadan kaldırılmasını topluma dayatması açısından yatkındır (2).

Tarihsel misyonu ve toplumsal gücü soru götürür hale getirilen işçi sınıfının tanımını yaparak devam edelim.

Engels, “Komünist Manifesto”nun İngilizce baskısında (1888) proletaryayı şöyle tanımlar: “Proletaryadan, üretim araçlarına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçilerin sınıfı anlaşılır” (3). 

Marks da Kapital’in birinci cildinde proleteri, “... ekonomik olarak ‘sermaye’ üreten ve değerlendiren ve ‘bay sermaye’nin ihtiyaç duyduğu durumda sokağa atılan ücretli işçiden başka bir şey anlaşılmaz” diye tanımlar (4).

Bu iki tanımlamadan çıkan sonuç:
1-Proleter, üretim aracına sahip değildir.
2-Yaşamak için işgücünü kapitaliste satmak zorundadır.
3-Proleter, işgücünü satarak kapitalist için artı değer üretir.

Bu üç nokta, bu özellikte olan insan yığınına sınıf olma özelliği veriyor; sömürülen, artı değer üreten, sermayenin çoğalmasına katkıda bulunan, üretim sürecinde aynı konumda olan ve bütün bunların doğal sonucu olarak da yaşam ve düşünce tarzı aynı olan insanların oluşturduğu sınıf; işçi sınıfı.

Şimdi işçi sınıfını farklı açıdan ele alalım.

İşçi Sınıfının İç Sosyal Yapısı - Üretimdeki Yerine Göre İşçi Sınıfı

Önce üretken iş (emek*) ve üretken olmayan iş kavramları üzerinde biraz duralım:
Kapitalist üretim biçiminde üretken iş kavramından anlaşılması gereken, genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği çalışma süreci değildir. Kapitalist üretimde üretken iş, doğrudan sermayeye dönüştürülebilen iştir. Üretimde sermayenin amacı kullanım değeri üretmek değildir; onun esas amacı çoğalmaktır. Bu da ancak ve ancak işçinin karşılığı ödenmemiş iş gücüne sahiplenilerek gerçekleştirilebilir. Burada önemli olan, işgücünün sadece kendi değerini değil, kendini aynı zamanda sermaye (artı değer) olarak üretmesidir.
Kapitalizmde üretken işi Marks şöyle tanımlar: 
 
Bizim üretken iş kavramımızda bir daralma oluyor. Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı değer üretimidir. İşçi, kendisi için değil, sermaye için üretir, Bu nedenle, artık yalnızca üretmesi yetmez. Artı değer üretmek de zorundadır. Sadece, kapitalist için artı değer üreten veya sermayenin kendisini değerlendirmesi (çoğaltması, çn) için çalışan işçi üretkendir” (5). 
 
Marks'ın bu tanımlaması çoğu kez, tek yanlı veya kısmi olarak ele alınır: Kapitalist için artı değer üretenin ötesine geçilmez; yani sermayenin kendisini değerlendirmesine katkıda bulunan işçilerin (bankalarda, sigorta şirketlerinde, ticarette; bir bütün olarak hizmet sektöründe çalışan işçiler) üretken olduğu görülmez veya da önemsenmez. Demek ki, üretken işçi, kapitalist için art değer üreten ve artı değer üretmemesine rağmen yaptığı işlerden dolayı kapitalistin sermayesini çoğaltan işçidir.

Tabii bu tanımlama burjuvaziye göre yanlıştır. Burjuva dar görüşülü anlayışa göre herhangi bir şey üreten, bir biçimde ortaya bir sonuç çıkartan her iş üretkendir. Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu da bu işlerde çalışan her işçi de üretken işçidir (6).

Açık ki, kapitalist üretimde üretken iş kavramı daralmaktadır. Çünkü kapitalist üretimde amaç, sadece meta üretmek, bir şeyler üretmek olmadığı için; tam tersine amaç, artı değer üretmek, sermayenin çoğaltılması olduğu için işçi, kendisi için üretmez veya üretiyor olmak için üretmesi yetmez; kapitalizmde işçi artı değer üretmek veya sermayeyi çoğaltan iş yapmak zorundadır.

Demek oluyor ki, üretken işçi kavramı, yalnızca iş ile yararlı etki arasındaki işçi ile iş ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artı değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor. Bu nedenle, üretken işçi olmak talih değil talihsizlik eseridir” (7). 
 
Kapitalist üretim biçiminde üretken iş:
Bu anlayıştan şu sonuç da çıkartılır: Kapitalist üretimin mantığı, kendine ait olan üretim araçlarıyla üretim yapanları -yani kendi ihtiyaçlarını karşılamak için tüketim araçları üretenleri ve dönem dönem de üretim fazlalığını pazarlayanları- üretken işçi dışında bırakmaktadır. Kapitalizm geliştikçe bu unsurlar; kendi ihtiyacı için üreten emekçiler -örneğin zanaatçılar ve küçük köylüler- üretim araçlarından kopacaklar ve proleterleşeceklerdir.

Gelişen kapitalizm, küçük köylülüğün ve zanaatçıların bir uzantısı olan ev içi üretimi de sermaye için üretimin bir parçası haline getirir ve böylece bu alanda çalışanları da işçi sınıfının bileşenlerine dahil eder. Bunlar, oldukça düşük ücret karşılığında çalışan ve ezici çoğunluğu kadınların ve çocukların oluşturduğu sermayenin hizmetinde bir ordu oluştururlar. Bunların bir kısmı üretken işçi konumundadır; doğrudan veya dolayılı olarak artı değer üretimine katılırlar veya sermayenin çoğalmasına hizmet ederler (8).

Kapitalist üretim biçimi kafa işinin rolü bakımından da değişimlere yol açar. Kapitalizm öncesi toplum formasyonlarında -kölecilik ve feodalizm- kafa işi üretim dışında kalıyordu, sanat, bilim (felsefe), devlet yönetimi alanlarında anlam kazanıyordu. Gelişen kapitalizm bu durumu tamamen değiştirmiş ve işçi sadece kol gücüyle değil, kafa gücüyle de üretime katılmaya başlamıştır. Böylesi üretken işçiyi yaratan da kapitalizmdir.

Kapitalizm, bilimi kendi hizmetine sokarak bilimi işçi sınıfının karşısında duran sermayenin üretici gücüne dönüştürmüştür. Teknoloji, yeni buluşlar, yeni makineler, esas itibariyle toplumsal emeğin birer ürünüdür. Ama kapitalizm bunları sermayeye dönüştürmüştür. Böylece kafa işi, kol işi karşısına konur ve her ikisi arasında yapay bir çelişki geliştirilir; kafa işi, işçi sınıfının bir bileşeni olmaktan çıkartılır. Buradan hareketle kol işi üretkendir, kafa işi üretken değildir sonucuna kolaylıkla varılır. Tabii bu da bir yanılsamadır. İşçi sınıfını bölmek, onu kafa işi bileşeninden ayrı tutmak için yapay olarak beslenen bir “çelişki”dir. Kapitalizmde üretkenlik artı değer üretmek ve sermayenin çoğalmasına katkıda bulunmak bazında ele alındığında üretken olmayan kol işi, üretken olan kafa işi veya üretken kol işi, üretken olmayan kafa işi de görülür. Unutmamak gerekir ki, kapitalizm geliştikçe bireysel üretkenliği ortadan kaldırır, onun yerini kolektif üretkenlik alır ve bu kolektif üretkenlik içinde kol işi olduğu gibi kafa işi de vardır. Ama Marks'ın dediği gibi bunları “birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arsında dağıtmak kapitalist üretim biçiminin gerçekten ayırt edici özelliğidir” (9).

Gelişen kapitalizm üretken işin kolektif niteliğini ön plana çıkartır; bu bir kaçınılmazlıktır. Bu nedenle gelişen kapitalizm aynı zamanda üretken çalışmanın kapsamının da genişlemesidir; üretken çalışmanın kapsamının genişlemesi dolaylı veya dolaysız işçi sınıfının kapsamının da genişlemesi demektir. Nihayetinde gelişen kapitalizm bireysel işçinin üretimi yerine kolektif işçinin üretimini koymak zorundadır; böylece gelişen kapitalizmde ürün, kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir karakter kazanır.
Gelişen kapitalizmin, ürünleri, her bir işçinin bireysel ürünü olmaktan çıkartarak kolektif işçinin ürünü yapması koşullarında işçinin üretken olması için söz konusu ürünün üretimine bir biçimde katılması yeterlidir (10).

Son kertede işçi sınıfının bileşim ve kapsamını doğrudan ilgilendiren başka bir yanılgı da ürünün maddesel olup olmamasıyla ilgilidir. Meta üretimi dendiğinde akla hep maddesel olan, “elle tutulan, özle görülen” ürün gelir. Oysa bunun böyle olmadığını Marks'ın Kapital'inden, “Artı Değer Üzerine Teoriler”inden bu yana bilmekteyiz. Kapitalizmde maddi olan ürün ve maddi olmayan ürün ayrımı kaçınılmaz olarak beyaz yakalı-mavi yakalı ayrımını da beraberinde getirmektedir. Böylece kapitalizmde maddi değerlerin üretimi sektörleri ile hizmet sektörü ve dolayısıyla buralarda çalışan işçiler karşı karşıya konmaktadır. Doğru olan, hangi alanda çalışıyorsa çalışsın, ister maddi olan meta üretsin, isterse de maddi olmayan meta üretsin, artı değer üreten ve kapitalistin sermayesini çoğaltmak için çalışan her işçi üretken işçidir. Bu konuda Marks:

Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde iş harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiç bir şeyi değiştirmez”(11).

Buradan hareketle, bir bütün olarak hizmet sektörü üretken sektördür sonucu çıkartılamaz. Hizmet sektörü ayrıntılı olarak, bileşenlerine bölünerek ele alınması gereken bir sektördür. Bu sektörde yapılan işin karakterine göre bu sektörde meta üreten alt sektörler olduğu gibi meta üretmeyen alt sektörler de vardır. Bu nedenle bu sektör üretken işçi ve üretken olmayan işçi kitlelerinin en yoğun ve en iç içe geçmiş olduğu sektördür.
Açık ki gelişen kapitalizm daha önce meta üretimi kapsamı dışında kalan alanları; kullanım değerlerini meta üretimine dahil etmiştir; hizmet sektörü sermayenin kendini değerlendirmesinde oldukça önemli bir alan olmuştur.
Belirttiğimiz gibi bu sektörü bir bütün olarak ele alamayız. Örneğin bu alanda üretilen ürünün sermaye veya gelirle değişilmesi bu alanda çalışanların farklı değerlendirilmesini beraberinde getirir. Bu nedenle hizmet sektörünü başlı başına bir bölümde ele alacağız.

Kol işçisi, kafa işçisi yanılsamasını hizmet sektörü bağlamında da görmekteyiz. Kafa işçisine beyaz yakalı, kol işçisine de mavi yakalı deniyor. Kimin ne ile çalıştığını anımsatması bakımında bu ayrımın yapılması pek sorunlu değil. Ama bu ayrımdan hareketle kol işçisi maddi değerlerin üretiminde (sanayide) çalışan işçidir, kafa işçisi de hizmet sektöründe çalışan işçidir sonucuna varmak tamamen yanlıştır. Maddi değerlerin üretiminde kafa işi söz konusuyken, hizmet sektörünün birçok alanında da (temizlik, posta, belediye, sağlık, ulaşım-posta) kol işine söz konusudur.

Yeri gelmişken gelişen kapitalizm koşullarında işçi sınıfının bileşimindeki değişme; kol işçisinin giderek azalması ve kafa işçisinin giderek çoğalması, sınıfın bileşimindeki bu ağırlık merkezi değişimi, işçi sınıfının giderek yok olmaya yüz tuttuğu, tarihsel misyonunu yerine getiremeyeceği ve nihayetinde de elveda işçi sınıfı anlayışına yol açmıştır. Burjuva ideologlarının körüklediği bu anlayışa kendi kendine Marksistler de eşlik etmişlerdir. Öyle ki bunlar arasında hızını alamayanlar kapitalizmi kendiliğinden çökerterek işçi sınıfını dolayı olarak saf dışı bırakmaya çalışmaktalar. Neye hizmet ediyor olurlarsa olsunlar, bu unsurlar da pekala bilmekteler ki, gelişen kapitalizmde kol işinin yerini giderek kafa işinin alması kaçınılmadır. Dolayısıyla bugünkü gelişmenin analizini Marksizm-Leninizm çok önceleri yapmıştır. Önemli olan bu değişimlerden; gelişen kapitalizmin toplumsal sınıfların yapısında ortaya çıkardığı değişimlerden sınıf mücadelesi açısından çıkartılması gereken sonuçlardır.

Hizmet sektörü veya kol işi-kafa işi bağlamında işçi sınıfının bileşenleri üzerinde oynayarak sınıfın kapsamını tamamen daraltan anlayışlar olduğu gibi sermaye karşısında herkesi işçi gören anlayışlar da var. Yazının kapsamını genişleteceği için bu konuya burada girmeyeceğiz. Yalnız şu kadarını belirtmekle yetinelim: İşçi sınıfını salt sanayi işçisiyle sınırlandırmak ne kadar yanlışsa hizmet sektörünün tamamını da işçi sınıfından saymak o kadar yanlıştır. İlki işçi sınıfının kapsamını daraltıyor; hizmet sektöründeki işçileri küçük burjuva yapıyor, ikincisi de sınıfın kapsamını sermaye karşısında herkese açıyor, neredeyse çalışan herkesi işçi yapıyor.

İşçi sınıfını, iç sosyal yapısı bakımından da tasnif ederek hizmet sektörü çalışanlarından farklı yanlarını gösterebiliriz. Engels, “İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu” yapıtında şöyle der:

Proletaryanın çeşitli seksiyonlarının incelenmesine (yarayan) sıralama, onun doğuşundan önceki tarihinden çıkmaktadır. İlk proleterler endüstriye aittiler ve doğrudan onun tarafından üretiliyorlardı: Sanayi işçileri... sanayi maddelerinin üretimi, ham maddeler ve yardımcı maddeler sanayin gelişmesiyle önem kazandılar ve yeni bir proletaryanın doğmasına neden oldular: Kömür ocaklarındaki ve madencilikteki işçiler. Sanayi, üçüncü derecede tarımı etkilemektedir. ...Çeşitli işçilerin yetişmişlik derecesinin sanayi ile olan bağlamıyla tam bir ilişki içinde olduğunu ve çıkarları hakkında sanayi işçilerinin en çok, maden işçilerinin daha az ve tarım işçilerinin en az aydınlatıldıklarını ... göreceğiz. Bu sıralamayı sanayi işçilerinde de bulacağız ve fabrika işçilerinin, sanayi devriminin bu en yaşlı çocuklarının, başından bugüne kadar işçi hareketinin çekirdeği olduklarını göreceğiz” (12).

Burada işçi sınıfının sosyal yapısının, farklı sosyal katmanlarından oluştuğunu ve bu oluşumun nedenlerini görüyoruz. Bu sınıfı, sınıf yapan ortak özelliler, yukarıda bahsettiğimiz üç özelliktir: a) üretim araçlarına sahip olmamak, b) işgücünü satmak zorunda olmak ve c) artı değer üretmek, artı değer üretimine katkıda bulunmak (kapitalistin sermayesini çoğaltmak).
Bu temel özellikleri taşıyan işçi sınıfı, maddi değerlerin üretimi sektöründe üretim alanına göre de farklılaşıyor:
1-Sanayi proletaryası.
2-Maden proletaryası ve
3-Tarım proletaryası.

İşçi sınıfının sanayi, maden ve tarım sektörlerine göre ayrılmasının nedenini, kapitalizmin gelişmişlik derecesinde aramak gerekir. Gelişen kapitalizm, yeni sektörler ve alanlarda çalışan yeni işçi sınıfı bölüklerinin oluşmasına neden olmaktadır.

Lenin’in dediği gibi, “safi proletaryanın yanı sıra proleterlerden yarı proletaryaya... doğru oldukça çeşitli geçiş tipleri kütlesiyle çevrili olmasaydı,... proletarya içinde de alt tabakalar az veya çok gelişmiş tabakalar... olmasaydı, kapitalizm, kapitalizm olmazdı” (13).
Bunun anlamı şudur: İşçi sınıfının belirtilen bu üç ana katmanı dışında başka katmanları da vardır; ulaştırma, nakliyat, hizmet, inşaat vs. sektörlerde çalışan işçiler.

Bu sektörlerin hepsinde artı değer üretilmiyor. Ama bu, buralarda çalışanların ezici çoğunluğunun işçi olmadıkları anlamına gelmez.

Bir bütün olarak işçi sınıfını derinlemesine tasnif ettiğimizde şu alt grupları görürüz:
1-Sanayi proletaryası (fabrika işçisi).
2-Maden proletaryası.
3-Tarım proletaryası.
4-İnşaat proletaryası.
5-Nakliyat, posta işlerinde çalışan işçiler.
6-Ticaret (dolaşım) alanında çalışan işçiler
7-Sosyal hizmetlerde çalışan işçiler.
8-Yozlaşmış proletarya(14).
9-İşçi aristokrasisi.
10-İşsizler.

İşçi sınıfının belirttiğimiz bu derinlemesine tasnifini burada üretken olan-olmayan işçiler olarak ayırırsak şu sonuca varırız:
Sanayi, enerji, maden, tarım, inşaat, ulaştırma-komünikasyon sektörlerinde, ticaretin (dolaşımın) ve sosyal hizmetlerin bir kısmında, eğitim, sanat, eğlence sektörlerinde çalışan işçiler, üretken işçilerdir; ya doğrudan artı değer üretiyorlardır ya da kapitalistin sermayesini çoğaltıyorlardır.

Şimdi bu sektörlerin tartışmalı olan bazılarını biraz açalım.

Ulaştırma ve komünikasyon işlerinde çalışan işçiler:
Maddi ve maddi olmayan ürünlerin taşınmasından; bir yerden başka bir yere nakledilmesinden dolayı ürün miktarında bir değişme olmaz, ama bu taşıma işi de gerçekleşmezse, o metanın üretimi de tamamlanmış olmaz. Bu nedenle burada söz konusu olan, meta üretiminin tamamlanması için kaçınılmaz olan nakliyattır. Böylece nakliyat meta üretim sürecinin zorunlu bir parçası olur ve bu alandaki harcama, metanın fiyatını doğrudan etkiler.
Belirttiğimiz bu özelliğinden dolayı ulaştırma-komünikasyon sektörü (veya sanayi) maddi üretimin, sanayi, maden ve tarım dışında yeni bir alanını oluşturur.

Aynen maddi değerlerin üretimi alanlarında olduğu gibi ulaştırma-komünikasyon sektöründe de değişmeyen sermayenin yıpranma payı meta maliyetine yansır (nakliyat araçları, komünikasyon araçları vb.). Bunun ötesinde bu sektörde kullanılan değişken sermaye (işgücü) ve yaratılan artı değer de üretim maliyetinin ögelerini oluştururlar. Nihayetinde bütün bunlar bir metanın A noktasından B noktasına taşındığında onun üretiminin, B noktasında A noktasına nazaran daha yüksek bir maliyet ve fiyatla tamamlanmış olduğunu gösterir.

Marks, Artı Değer Üzerine Teoriler'de “Gerçi bu durumda gerçek emek, gerisinde, kullanım değerinde herhangi bir iz bırakmamıştır ama, gene de bu maddi ürünün değişim değerinde somutlaşır ve maddi üretimin öteki alanları gibi bu sanayi dalında da emek, kullanım değerinde görülebilir bir iz bırakmamakla birlikte, metanın içinde yerini alır” der (15).

Bu alanla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir nokta da şudur: Ulaştırma sektörü sadece meta taşımıyor, insanları da taşıyor. İnsanlar ise meta değil. Dolayısıyla ulaştırma sektörünün bu özelliği göz önünde tutulmalıdır. Metaların taşınması, üretimin devamı iken, insanların taşınması kapitalistin, sermayesini çoğaltmak için sunduğu bir hizmettir. Burada taşınan konumunda olan insan, kapitalistin sunduğu taşıma hizmetini satın alan konumundadır. Bu hizmeti satın almakla da kapitalistin sermayesini çoğaltmış olur. Bu konuda Marks şöyle der:

İnsan ya da eşya taşınmış olsun, sonuç bunların bulundukları yerdeki değişimdir. Söz gelişi iplik, şimdi, üretildiği İngiltere yerine Hindistan'da olabilir.

Bununla birlikte, ulaştırma sanayinin sattığı şey, yer değiştirmedir. Yararlı etki, ulaştırma süreci ile, yani ulaştırma sanayinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır. İnsan ve eşya, ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk, bu hareket, bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı etki, ancak bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir şey gibi bir varlığa sahip değildir. Bu süreçten farklı bir yararlılık, bir ticaret malı gibi işlev yapmayan bir kullanım şeyi olarak var olmaz ve üretilene kadar bir meta olarak dolaşmaz.
Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim ögelerinin (emek gücü ile üretim aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan emekçilerin artı emeğinin yarattığı artı değerin toplamı ile belirlenir. Bu yararlı etki de, diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tabidir. Eğer bireysel olarak tüketilirse, değeri, tüketimi sırasında ortadan kaybolur; yok eğer, taşınan metaların üretiminde kendisi de bir aşama oluşturacak bir biçimde, üretken biçimde tüketilirse, onun değeri de, ek bir değer gibi metaya geçmiş olur” (16).

Demek oluyor ki, bir yolcunun A noktasından B noktasına taşınmasında ortaya çıkan tüketim değeri, o yolcu tarafından bireysel olarak tüketilirse, bu bir hizmet tüketimidir ve B noktasına varıldığında bu tüketim kaybolur. Ama A noktasından B noktasına taşımadan kaynaklanan “yararlı etki”, taşınan metaların üretiminin devamı için -meta üretiminin tamamlanması için- kaçınılmaz bir aşamaysa bu durumda söz konusu “yararlı etki” üretken olarak tüketiliyor demektir. Bu da metanın değerine eklenen bir ek değişim değerdir.

Ticaret (dolaşım) alanında çalışan işçiler:
Önce artı değer üretiminin sınıfsal tasnifteki rolü üzerine:
Aynen sanayi sermayesinin, karı, metalarda somutlaşan ve gerçekleşen, karşılığında bir eşdeğer ödenmeyen emeğin (işgücünün, çn) satışıyla sağlanması gibi, tüccar sermayesi de, karı, metaların içerdiği (üretimleri için yatırılmış sermaye, toplam sanayi sermayesinin bir kısmı olarak işlev yaptığı ölçüde metaların içerdiği) karşılığı ödenmeyen emeğin tamamı için üretken sermayeye tam bir ödemede bulunmayarak ve metaların hala içermekte olduğu bu karşılığı ödenmemiş kısım için, satış yapılırken bir karşılık isteyerek sağlar. Tüccar sermayesi ile artı değer arasındaki bağıntı, sanayi sermayesi ile artı değer arasındaki bağıntıdan farklıdır. Sanayi sermayesi, başkalarının karşılığı ödenmeyen emeğine (işgücüne, çn) doğrudan doğruya el koyarak artı değer üretir. Tüccar sermayesi, artı değerin bir kısmına, bu kısmı, sanayi sermayesinden kendisine aktararak sahip çıkar.
Ticaret sermayesi, yeniden üretim sürecinde, ancak değerleri gerçekleştirme işlevi aracılığıyla sermaye olarak iş görür ve böylece toplam sermaye tarafından üretilen artı değerden pay alır. Bireysel tüccarın elde edeceği kar kitlesi, bu süreçte kullanabileceği sermayenin kitlesine bağlı olup, çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği (işgücü, çn) ne kadar fazla olursa o kadar fazla sermayeyi satın alma ve satma işinde kullanabilir. Tüccarın parasını sermaye haline getiren işlev, büyük ölçüde bu işte çalıştırılanlar tarafından yerine getirilir. Çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği (işgücü, çn) artı değer yaratmamakla birlikte, onun bu artı değere el koymasını sağlar ve bu da, sonuçta, sermayesi bakımından aynı şey demektir. Bu nedenle de o, tüccar için bir kar kaynağıdır. Aksi halde ticaret, hiçbir zaman büyük ölçekte ya da kapitalist biçimde yürütülemezdi.
Aynen işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin (işgücünün, çn) üretken sermaye için doğrudan doğruya artı değer yaratması gibi, ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de (işgücü de, çn), tüccar sermayesi için bu artı değerden bir pay sağlar” (17). 
 
Aynen sanayi kapitalisti gibi ticaret kapitalisti de yapılan iş sürecinde doğrudan yer almaz. Nasıl ki sanayi kapitalisti, bir işçi gibi makinenin başında değilse, ticaret kapitalisti de metanın satışıyla ilgili işleri doğrudan yapmaz. Ama her ikisi de çalıştırmak için ücretli işçi tutar.

Nasıl ki sanayi proletaryası sanayi kapitalistleri tarafından sömürülüyorlarsa, hizmet (ticaret) sektöründe çalışan ticaret işçi de ticaret kapitalistleri tarafından sömürülür.

Ticaret işçisi doğrudan doğruya artı değer üretmez. Ama işinin fiyatı işgücünün değeriyle, yani üretiminin (işgücü üretiminin, çn.) giderleriyle belirlenirken, bu işgücünün uygulanması, kullanılması, enerji harcaması, aşınıp yıpranması, diğer bütün ücretli işçilerde olduğu gibi, hiçbir şekilde değeriyle sınırlı değildir. Bu nedenle de ücreti, gerçekleşmesinde kapitaliste yardım ettiği kar kitlesi ile zorunlu bir orantı içinde değildir. Kapitaliste neye mal olduğu ile onun için neler sağladığı farklı şeylerdir. Doğrudan doğruya artı değer yaratmaz, ama karşılığı ödenmeyen iş harcaması ölçüsünde, artı değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım ederek, kapitalistin gelirini arttırır. Sözcüğün gerçek anlamında ticaret işçi, vasıflı olarak sınıflandırılan ve ortalama işin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer” (18).

Demek oluyor ki, ticaret (hizmet) sektöründe çalışanlar da işçidir. Marks’ın deyimiyle, “daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına dahildirler”.
Ticaret kapitalisti tarafından ... çalıştırılan ticari ücretli işçilerin durumu nedir?
Birincisi, bu gibi ticaret işlerinde çalışanlar, diğerleri gibi ücretli işçilerdir. Her şeyden önce bunların işgücü, gelir olarak harcanan parayla değil, tüccarın değişken sermayesi ile satın alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler için değil kendisine yatırılan sermayenin değerinin genişletilmesi amacıyla satın alınmıştır. İkincisi, onun da işgücünün değeri ve dolayısıyla ücreti, diğer işçilerinki gibi belirlenmiştir. Yani işinin ürünü değil, onun özgül işgücünün üretim ve yeniden üretiminin maliyeti ile belirlenmiştir.
Bununla birlikte, sanayi sermayesi ile ticaret sermayesi, dolayısıyla sanayi kapitalisti ile tüccar arasında bulunan ayrımı, onunla doğrudan doğruya sanayi kapitalisti tarafından çalıştırılan ücretli işçi arasında da yapmak zorundayız. Tüccar, sırf bir dolaşım aracı olarak ne değer, ne de artı değer üretmediğine göre (giderler aracılığıyla tüccarın metalarına kattığı ek değer, burada kendi değişmeyen sermayesinin değerini nasıl koruduğu sorusu ortaya çıkmakla birlikte, daha önce mevcut değerlere bir ilave niteliğinde olduğu için) tüccar tarafından bu aynı işlevlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun için doğrudan doğruya artı değer üretmeyecekleri sonucu çıkar” (19).
Demek oluyor ki, ticaret sektöründe çalışan işçinin işlevi üretken değil, yani değer yaratmıyor. Ama bu işçinin çalışması “zorunlu bir işlev. Çünkü yeniden üretim süreci üretken olmayan işlevleri içerir... yararlılığı, üretken olmayan bir işlevi üretken bir işleve ya da üretken olmayan işi üretken işe dönüştürmekten ileri gelmemektedir... Onun yararlılığı, daha çok, toplumun işgücünün ve çalışma zamanının daha küçük bir kısmının bu üretken olmayan işleve bağlanmasından ileri gelmektedir. Dahası da var. Daha iyi ücret alsa bile, bu durumun yarattığı farklılığa karşın, onun yalnızca bir ücretli işçi olduğunu var sayacağız” (20).
Marks, aynı yerde devamla şöyle der:
Aldığı ücret ne olursa olsun, ücretli işçi olarak zamanının bir kısmında karşılıksız çalışır. Günde sekiz iş saatlik ürünün değerini alabilir, ama gene de on saat iş yapar. Ne var ki, gerekli işin aracılığı ile toplumsal ürünün bir kısmı kendisine aktarılmasına karşın, ancak sekiz saatlik gerekli işi nasıl bir değer yaratmıyorsa, bu iki saatlik artı iş de değer yaratmaz. Her şeyden önce, toplum açısından bakıldığında işgücü, şimdi de eskiden olduğu gibi, salt dolaşım işlevinde on saat tüketilmiştir. Bu işgücü, herhangi bir başka şey için, üretken işi için kullanılmaz. İkincisi, bu iki saatlik artı iş, bu işi yapan birey tarafından harcandığı halde toplum bunun karşılığını ödemez. Toplum bundan, herhangi bir ek ürün ya da değer elde etmemektedir. Ama onun temsil ettiği dolaşım maliyetleri, on saatten sekiz saate beşte bir oranında azalmıştır. Toplum, onun aracılığı ile gerçekleşen bu faal dolaşım zamanının beşte biri için herhangi bir eşdeğer ödememektedir. Ama bu adamı bir kapitalist çalıştırırsa, bu iki saatin karşılığının ödenmemesi onun sermayesinin dolaşım maliyetini azaltır ve bu da gelirinden bir indirim oluşturur. Bu, kapitalist için olumlu bir kazançtır. Çünkü sermayesinin değerinin kendini genişletmesinin olumsuz sınırı böyle daralır” (21). 
 
Ticaret sektöründe çalışan işçinin ücreti, aynen, sanayi proletaryasının ücreti gibi, işgücünün değeriyle belirleniyor. Bu sektörde çalışanların bir kısmının ücretli, maaşlı olması bu gerçeği değiştirmiyor. Sanayi proletaryası gibi ticaret sektöründe çalışan işçi de kapitaliste işgücünü satıyor.

Engels, Kapital’in 3. cildindeki bir dipnotunda ticari proletaryadan bahsederek şöyle der:
Ticaret proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan tahminin zaman içinde nasıl doğrulandığını bütün ticari işlemlerde eğitim görmüş, üç-dört dil bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi bir tornacının ücretinin çok altındadır- Londra’nın merkezinde boşu boşuna iş aramalarında görülmektedir” (22). 
 
Kapitalizmin gelişmesi, sermayenin konsantrasyonu ve merkezileşmesi anlamına gelir. Kapitalizmin gelişmesi, aynı zamanda üretimin toplumsallaşması ve toplumsal iş bölümünün de derinleşmesi ve kapsamlaşması anlamına gelir. Yeni üretim dalları, üretim sürecinin çeşitlenmesi, nihayetinde bir ürünün bir işçinin üretimi olmaktan çıkması söz konusu olur. Bunun ötesinde toplumsal yeniden üretim sürecinin bileşenleri; farklı sanayi dalları birbirine bağımlı hale gelirler. Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının; teknolojinin üretimde kullanılması, sektörlerin; üretim dallarının birbirlerine bağımlılığını daha da derinleştirir. Kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde herhangi bir ürün bir işçinin, bir fabrikanın değil, birçok işçinin, birçok iş kolunun ürünü olmuştur. Bu anlamda ürün, üretimin toplumsallaşmasına paralel olarak kolektif olmuştur. Bunun ötesinde kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması, ulusal kolektif ürünü uluslararası kolektif ürüne dönüştürmüştür. Bu gelişmeyi otomobil üretiminden tekstil üretimine, depolamadan, paketlemeye ve pazarlamaya kadar sayısız meta üretiminde, nakliyatında ve pazarlanmasında görmekteyiz. Böyle bir süreçte metayı kimin ürettiği sorusu saçma oluyor. Bu soru yerine, esas alınması gereken, bir metanın, örneğin bir pantolonun tüketici tarafından satın alınana kadarki oluşumunda –hammaddenin pantolon haline getirilişi- işgücü katkısıyla yer alanların konumudur. Bu konuda Marks şöyle der:
Çalışma süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişi yalnız kendisini denetliyor demektir. Sonra denetlerin. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında yine kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, çalışma süreci de el işini kafa işiyle birleştirir. Sonraları bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Öyle ki düşman karşıt olurlar. Ürün, bireysel üreticinin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve umumi işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri iş (çalışma, çn.) konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Çalışma sürecinin bu ortaklaşa niteliği gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak bizdeki üretken iş ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık bizzat işe el atmak da gerekmez Umumi işçinin bir organı olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden birini yapmanız yeterlidir. Üretken çalışmanın yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin asıl niteliğinden çıkartılan tanımı, bütünüyle alındığında, umumi işçi için de hala geçerlidir. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerli değildir” (23). 
 
Aynı yerde Marks, devamla, bir örnek vererek şöyle diyor:
Diğer taraftan, üretken iş kavramı daralır. Kapitalist üretim sadece meta üretimi değil, esas itibariyle artı değer üretimidir. İşçi, kendisi işin değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, sadece üretmesi yetmez. O, artı değer üretmek zorundadır. Sadece, kapitalist için artı değer üreten veya sermayenin kendini değerlendirmesine hizmet eden işçi, üretkendir. Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alanda örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde çalışmasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şey değiştirmez” (24).

Demek oluyor ki ücretlinin üretken olup olmadığının kıstası, sadece maddi bir değer üretip üretmesine veya fiziki (kolla, elle) çalışıp çalışmamasına bağlı değildir. Çünkü meta üretimi bir işçi topluluğunun ortak, koordineli çalışmasının ürünüdür veya kapitalist yeniden üretim süreci, her birinin işlevi farklı olan işçi topluluğu – buna, Engels’in ifadesiyle ticaret proletarya da dahildir- tarafından harekete geçirilir. Bu süreçte umumi işçinin her bir üyesinin işlevi farklıdır. Günümüz kapitalist yeniden üretim sürecinde bu farklılık daha da çoğalmış ve ayrıntılaşmıştır. Örneğin 100-150 sene önce bir işçinin tek başına ürettiği bir meta, bugün çok işlem sürecinden, çok sayıda “alt işlev”i olanların elinden geçmektedir. Böyle bir süreçte sınıfsal tasnifi kafa ve kol işine (“emeği”ne) göre ayırmak “alt işlev” görenler açısından imkansızdır. 
 
Kapitalizmde doğrudan doğruya veya artı değer üretmeyen “alt işlev”liler olmaksızın üretim yapmak imkansızdır. Yapılsa da bu, bireysel üretimdir, kapitalist üretim biçimini ifade etmez.

Gelişen kapitalizm, yeni mesleklerin doğmasına da neden olur:
Aynen başlangıçta sermayesinin gerçek anlamda kapitalist üretime başlayabileceği asgari miktara ulaştığı anda kapitalistin elini fiilen işten çekmesi gibi, şimdi de, işçilerin ve işçi gruplarının doğrudan doğruya ve devamlı denetimini özel bir ücretli işçiler türüne bırakır. Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi, subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) gereksimin duyar. Ve bunlar, çalışma sürecinde kapitalist adına (bu orduya) komuta ederler. Denetim (gözetim, çn.) işi, bunların yegane işlevi olarak yerleşir” (25). 
 
Buradaki subaylar, yani müdürler, yöneticiler, ücretlilerdir. Ücretlilerin bir kesimini oluşturmalarına rağmen, işçi sınıfına yakın olan veya işçi sınıfının bileşenlerinden olan ücretliler değildirler. Buna karşın astsubay kategorisinde olanlar, her ne kadar, bir işçiye nazaran daha fazla ücret alsalar da, doğrudan üretim sürecinde yer almasalar da, sınıfsal konumları bakımından, ya işçi sınıfının bir bileşenidirler ya da ona sınıfsal olarak en yakın olanlardır.
Kapitalizmin, doğrudan reel üretim dışında ortaya çıkardığı meslek grupları, genel anlamda hizmet sektörü olarak tanımlanıyor. Bu sektör, kapitalizmin gelişmesine, bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretim sürecinde kullanılmasına, yani teknolojinin üretimde kullanılmasına paralel olarak giderek kapsamlaşmıştır.

İşçilerin ve ücretlilerin sosyal durumları giderek birbirine yakınlaşıyor. Teknoloji, kapitalist yeniden üretim sürecinin koşullarına uygun örgütlenmesinin ekonominin ve burjuva devletin yapısında meydana getirdiği değişimler, ücretlilerin çalışma ve yaşam koşullarında kapsamlı ve derinlemesine değişimlere neden olmuştur. Bu değişimlerden en çok ücretlilerin alt kesimleri; işçi sınıfının bileşeni olanları ve ona en yakın olanları etkilenmişlerdir. Bu değişimler, ücretlilerin, özellikle alt kesimlerinin proletaryaya yakınlaşmasında; kendi sınıfsal konumları üzerine bilinçlenmesinde; en azından sermaye-sömürü, sermaye-çalışma ilişkileri konusunda bilinçlenmelerinde belirleyici olmuşlardır. Çıplak yaşam, ekonomik durum, memur olmanın, ücretli olmanın, bir zamanlar geçerli olan imtiyazlı olma durumuna son veriyor. Bir zamanlar memur olmakla, ücretli olmakla elde edilen, görece de olsa iş garantisi bugün geçerli değil. Bunun en güncel örneğini devletin küçültülmesi adı altında IMF’nin dayatmasıyla binlerce ücretlinin sokağa atılması oluşturmaktadır. Devletin küçültülmesi bahanesi olmasa dahi, teknoloji kullanımıyla rasyonelleşmeye gidiliyor ve binlerce ücretli, memur sokağa atılıyor. Böylece sosyal güvensizlik, işsizlik gibi kavramlar, memurlar arasında da anlam kazanıyor.

Hizmet sektöründe çalışan işçiler:
Aslında sorun çok basit. Buraya kadar ki açıklamalardan şu sonucu çıkartabiliriz: Sermaye karşılığında değiştirilen işgücü (yanlış tanımlamayla ifade edersek emek) üretken olandır, ama gelir karşılığında harcanan işgücü ise üretken değildir. Marks, bu konudaki görüşünü A. Smith'in aynı konuya ilişkin açıklamaları vesilesiyle formüle etmiştir. Marks, onun sermaye karşılığı harcanan işgücünün üretken, gelir karşılığı harcanan işgücünün üretken olmayan ayrımını doğru bulur ve şöyle der:“Burada üretken emek, kapitalist üretim açısından tanımlanıyor ve A. Smith bu konuda işin tam özüne dokunuyor, tam onikiden vuruyor. Üretken emeği, sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en büyük bilimsel başarılarından biridir” (26).

Marks, Smith'in kendini maddi bir metada somutlaştıran “emek” ve maddi olmayan metada somutlaştıran “emek” olarak ayrımla üretken ve üretken olmayan “emek” tanımlamasını yanlış bulur ve şöyle der: “Esas itibariyle hizmet, emeğin özel kullanım değerinin kendisini bir nesnede değil, yararlı bir etkinlik biçiminde ifade etmesidir” (27).

Marks'ın bu değerlendirmesinden çıkartılması gereken sonuç şudur: Hizmet sektöründe işgücü harcaması, toptancı bir değerlendirmeyle üretkendir denemez. Hiçbir ayırım yapmaksızın hizmet sektörünün tamamını artı değer üreten sektör olarak gören “Marksist” iktisatçıların olduğunu biliyoruz. Marks ise böyle bir değerlendirmenin yanlış olduğunu söylüyor. Esas olan şudur: Hizmet sektöründe sermaye karşılığında çalışan; artı değer üreten veya sermayenin çoğalmasına hizmet eden bütün işçiler üretkendir. Buna karşın gelir karşılığında çalışan (ister kapitalistin gelirinden, devletin bütçesinden veya işçinin gelirinden ödensin); art değer üretmeyen, sermayenin çoğalmasına hizmet etmeyen, ama bir biçimde bir hizmet karşılığı değişilen işgücü, dolayısıyla bu işgücü harcaması yapan işçi, üretken işçi değildir.

Şöyle düşünelim: İster kapitalist olsun, isterse de işçi olsun, satın alınan hizmet bireysel tüketime hizmet ediyorsa, orada kapitalist bir ilişki yoktur. Burada satın alınan hizmet, artı değer üretmediği için üretken değildir. Ama satın alınan hizmet, başkalarına satılıyorsa orada durum değişir. Bu durumda kapitalist, örneğin müzisyenin müzik hizmetini kişisel olarak tüketmiyor, başkalarına satıyor (konser vs.) ve böylece sermayesini çoğaltıyor.

Üretken-üretken olmayan işgücü konusunda Marks'tan bazı anlayışları aktaralım:
Her üretken işçi bir ücretli işçidir, ama bu nedenle her ücretli işçi üretken bir işçi değildir. Eğer emek (işgücü, çn), kapitalist üretim sürecine katılıp, değişen sermayenin değerini kendi canlı etkinliğiyle yenilemek için değil de, bir kullanım değeri, bir hizmet olarak tüketilmek için ne kadar (sık) satılırsa satılsın, bu durumda emek (işgücü. çn) üretken değildir ve ücretli işçi de üretken işçi değildir. Onun emeği (işgücü, çn), değişim değeri yaratmak için değil, kullanım değerinden dolayı tüketilmiştir; dolayısıyla üretken biçimde değil, üretken olmayan biçimde tüketilmiştir. Bundan dolayı kapitalist, bu işçinin karşısına kapitalist olarak, sermayenin bir temsilcisi olarak çıkmaz. Bu emeğin (işgücünün, çn) karşılığında ödediği para, sermaye değil, gelirdir” (28).

Emeğin (örneğin serflerin tarımsal emeği gibi) kendini kısmen ödediği ve kısmen (Asya kentlerindeki zanaatçı emek gibi) doğrudan gelir karşılığı değişildiği durumlarda burjuva ekonomi politiğin kastettiği anlamda sermaye ve ücretli iş yoktur. Bu çerçevede, bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek ürününün maddi doğasından ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden) değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde gerçekleştirildiği toplumsal üretim ilişkilerinden çıkmaktadır. Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin) hizmetinde çalışıyorsa, bu tanıma göre, üretken bir emekçidir; ama buna karşılık kapitalistin evine giden ve pantolonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için yalnızca basit bir kullanım değeri ürettiği için üretken olmayan bir emektir. Birincinin emeği sermayeyle değişilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır” (29).

Burada ayırt edici nokta, işgücü ve bu işgücünden kaynaklı ürünün değişim biçiminin nasıl olduğu sorusuna verilecek cevaptır; sermaye karşılığı mı yoksa gelir karşılığı mı ödeme yapılıyor olduğudur. Burada kayıtsız kalmak, ayrım yapmamak, üretim biçimleri arasında ayrım yapmamak anlamına gelir. Bu ayrımın ne denli önemli olduğunu Marks'ın şu sözlerinden anlıyoruz: “Palto paltodur. Ama onu birinci değişim biçiminde yaptırtırsanız, kapitalist üretim ve modern burjuva toplum vardır; ikincisinde ise, asyatik ilişkilere ya da ortaçağ ilişkilerine vb. ile uygun düşen bir zanaatçı biçimi vardır. Ve bu biçimler, maddi zenginliğin kendisi için de belirleyicidir” (30).

Marks'ın palto üretiminden çıkartılması gereken sonucu somutlaştıralım: Palto iki üretim ilişkisi içinde üretilebilir. Palto, kapitalistin fabrikasında üretilebileceği gibi, eve çağrılan bir terzi tarafından da üretilebilir. Her iki durumda da palto üretiliyor, ama farklı üretim ilişkileri içinde üretiliyor. Birinci durumda terzi, kapitalist karşısında işgücünü belli bir miktar üzerinden, diyelim ki günde 10 saatliğine satan işçidir. Doğrudan artı değer üretmektedir, üretken bir işçidir. Kapitalist, işçi-terzinin 10 saat içinde ürettiği palto-metayı pazarda satarak, meta sermayesini çoğalmış olarak para sermayeye dönüştürür.
İkinci durumda ise terzi-işçi üretken değildir. Diyelim ki aynı kapitalistin evine giderek ona bir palto dikmesi, aralarında sermaye-”emek” ilişkisi olduğunu göstermez. Tam tersine aralarında kapitalistin bireysel tüketimini ifade eden ve karşılığının sermaye ile değil de, gelir ile ödenen bir ilişki vardır; yani burada sermayeye dönüşmeyen bir işgücü harcaması söz konusudur. Bu durumda kapitalistin terziye yaptığı ödeme, kapitaliste sermaye olarak geri dönmemekte ve kullanım değeri olarak tüketilmiş olmaktadır.

Hizmetkarlar sınıfı”nın, ev hizmetçilerinin durumu:
Ev hizmetçilerinin durumu da genel anlamda hizmet sektörünün bazı alanlarında olduğu gibi, kapitalizmin tarihsel gelişme süreci içinde ele alınması gerekir. Marks'ın ev hizmetçileri için “küçük burjuva” değerlendirme yapması nasıl bir gerçeklikse, bu kesimin giderek işçi sınıfının bir parçası olması da bir gerçekliktir. Burada söz konusu olan, hizmeti satanla satın alan arasındaki ilişkide hizmetin gelir karşılığı satın alınmasıydı. Bu kısmen hala böyledir. Ama gelişen kapitalizm sürecinde bu alanda çalışanlar -hizmet satanlar- kapitalizmin ücretli çalışma örgütlenmesinin dışında kalamamışlar ve üretken işçi konumunda olmasalar da işçi sınıfının bir parçasını oluşturmuşlardır.
Bu tarihsel gelişmeyle bu alanda hizmet satanlarının durumundaki değişimi Marks şöyle anlatır:
Nihayet, büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle elele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasını ve böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkârlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur” (31).

Kapitalizmin ilk aşamalarındaki hizmet işleriyle bugünkü aşamasındaki hizmet işleri arasında bunların nasıl örgütlendiği bakımından devasa farklar vardır. Eski dönemde bu işlerin kapitalist ilişkiler içinde örgütlenmemiş olması genel geçerli bir durumu ifade ediyordu. Marks'ın bu konudaki değerlendirmesi de bu tarihsel gerçekliği yansıtıyor. Şimdi ise bu hizmet işleri (eğitim, ev temizliği, çocuk bakımı, eğlence, sportif faaliyetler, sağlık, turizm vb.) bu hizmetleri sermayeye çeviren şirketler; kapitalist kuruluşlar tarafından örgütlenmektedir. Bütün bu alanlar pazarda alınıp satılır olmuştur. Bu nedenle bu alanda çalışanların giderek önemli bir kısmı doğrudan sermaye ile karşı karşıya olduğu için üretken işçi konumundalar. Ama buna rağmen hala doğrudan sermaye ile değil de gelir ile ödenen kısmı da önemli bir ağırlığa sahiptir. Bunlar da işçi sınıfının üretken olmayan kesimini oluşturur.

Ayrıca, hizmetkarlar sınıfı, atıl kapitalistlerin doğrudan ücretli işçileri efendilerinden...” (32). "Sermayeden değil de gelirden yaşayan hizmetkar sınıfının (bu) kısmı. Bu hizmetkar sınıfı ile çalışan sınıf arasında önemli bir fark vardır” (33).

Artık bu ayrımın günümüzde pek anlamı kalmamıştır, en fazlasıyla üretken işçi-üretken olmayan işçi ayrımı bakımından bir anlamı vardır. Hizmet sektörünün bu alanında çalışanlar eski dönemde sahip oldukları görece bağımsızlık koşullarına artık sahip değiller. Aldıkları ücret -hizmeti satın alanın gelirinden verdiği ücret- kapitalist tarzda örgütlenmektedir; piyasa tarafından belirlenmektedir. Piyasa da ise örneğin yüzlerce, binlerce temizlik işçisini çalıştıran şirketler bu alandaki ücreti belirlemektedirler. Açık ki burada doğrudan bir sömürü ilişkisi olmasa da kapitalist sistemin sömürü ağı bu alanda çalışanları da kendi girdabına çekmektedir.

Bu konuda Marks şu örneği vermektedir: “Gündelikçi terzinin harcadığı iş (gücü) miktarı, benden aldığı fiyatın içerdiğinden daha büyük olabilir. Ve hatta bu büyük olasılıktır, çünkü onun işgücünün fiyatı, üretken terzinin elde ettiği fiyatla belirlenir” (34).

Açık ki, “bağımsız” hizmet satanların bu hizmetleri karşılığında aldıkları miktar, piyasa koşulları; kapitalist ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Burada bireysel çalışan terzinin bu hizmetini sattığı kişiyle artı değer üretimi temelinde bir çelişkisi yok, ama aldıkları miktarı belirlediği için sistemin kendisiyle; bir bütün olarak kapitalist sistemle, bu sömürü düzeniyle çelişkileri var.

Sonuç itibariyle bunlar, ücrete bağımlı hizmetçi sınıfıdır ve işçi sınıfının bir parçasını oluştururlar. Burada üretken olmayanlara zenginlerin ev işlerini yapanlar, yavukluları vb. dahildir. Bunlar kapitalistlerin gelirlerinden ücretlendirilirler ve bütün işleri, kapitalistlere yaşamlarını kolaylaştırmaktan ve “tatlandırmak”tan ibarettir. Bu kategoriye dahil olanların bütün ücretli işçilerle ortak noktaları, hepsinin kendi çalışmalarıyla yaşam sürdürüyor olmalarıdır. Ama bunların aldıkları ücret, sermayenin bir kısmı değildir ve bu anlamda da kapitalistin sermayesini çoğaltmak için yapılan bir harcama (yatırım) değildir. Ücretler, kapitalistlerin tüketim fonunun bir kalemini oluşturur.

Hizmet sektöründe durumun ne denli karmaşık olduğunu göstermek için Marks'tan birkaç örnek daha verelim:
Müzisyen örneği:
Örneğin, bir şarkıcının hizmeti, benim estetik gereksinimimi giderir; ama hazzını tattığım şey, şarkıcıdan ayrılmayan bir etkinlik içinde var olur ve emeği (iş gücü harcaması, çn), şarkı söylemesi sona erdiği anda benim haz almam da sona erer” (35).

Farklı hizmetler ve kapitalizm:
Maddi olmayan üretim, salt değişim için gerçekleştirildiği, yani meta ürettiği zaman bile iki türlü olabilir:
1. Üreticilerden ve tüketicilerden bağımsız ve ayrı bir biçime sahip olabilen metalarda, kullanım değerlerinde ortaya çıkabilir; bu metalar, üretim ile tüketim arasındaki süre boyunca var olur ve bu süre içinde, kitaplar, resimler gibi satımlık metalar olarak, tek sözcükle, sanatçının sanatsal performansından ayrılabilen tüm sanat ürünleri olarak dolaşımda kalabilir. Burada kapitalist üretim çok sınırlı bir çerçevede söz konusudur: Örneğin ortak bir yapıtın -diyelim ki bir ansiklopedinin- yazarı, başka kişileri kiralık yazarlar olarak kullandığı zaman. Bu alanda, çoğu kez, kapitalist üretime bir geçiş biçimi geçerli olur; o biçim çerçevesinde çeşitli biçimsel ya da sanatsal üreticiler, zanaatçılar ya da uzmanlar, kitap ticaretinin ortak ticari sermayesi için çalışırlar- bu ilişkinin asıl kapitalist üretim tarzı ile bir ilişkisi yoktur ve hatta biçimsel olarak bile henüz kapitalist üretimin egemenliği altına alınmış değildir. Bu ara geçiş biçimlerinde emek (işgücü, çn) sömürüsünün en üst noktasında oluşu gerçeği bu durumu hiçbir biçimde değiştirmez.
2. Ürün, üretim eyleminden ayrılmaz -tüm gösteri sanatçıları, konferansçılar, aktörler, öğretmenler, doktorlar, rahipler vb. için durum budur. Burada da kapitalist üretim tarzıyla ancak sınırlı bir dereceye kadar karşılaşılır ve bu etkinliğin doğası gereği, pek az alanda uygulanabilir”(36).

Yazarın üretken işçi olması:
Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli işçisiyse üretken işçidir” (37).

Eğitim kurumlarında üretkenlik durumu:
Örneğin eğitim kurumlarındaki öğretmenler, kurum girişimcisi için yalnızca birer ücretli işçi olabilirler...Gerçi öğrenciler söz konusu olunca, bu öğretmenler üretken işçi değildirler; ancak kendi işverenleri söz konusu olduğunda üretken işçidirler. O, kendi sermayesini onların işgücüyle değişir ve bu süreç aracılığıyla kendisini zenginleştirir. Tiyatrolar, eğlence yerleri vb. için de durum aynıdır. Bu durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken işçidir. Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin tümü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir” (38).

Marks döneminde toplumsal önemi olmayan bu alanların günümüzde ne denli geliştiği, tamamen sermayeye açılmış olduğu herhalde tartışma gerektirmeyen bir gerçekliktir.

İşçi sınıfı ve devlet sektöründe çalışanlar

Kapitalizmin gelişmesine, daha doğrusu makineli üretimin gelişmesine paralel olarak doğan bu kavram, doğrudan üretim dışında kalan emekçileri; yönetme, hesaplama, örgütleme, üretimin gerçekleşmesi işlevlerini üstlenmiş olanları kapsamına alır. Bu kavram, aynı zamanda mevcut rejimin üst yapı kurumlarında çalışanları da kapsamına alır.

Doğuş koşullarıyla karşılaştırdığımızda bu kavramın bugün açısından içeriklendirilmesi zorlaşmıştır. Bu kavram, artık belli bir olguyu gerçek anlamıyla tanımlayacak özellikte değildir. Bugün açısından bu kavramın belirleyici ölçeği, gelirin, iş ücreti biçiminde değil, maaş biçiminde olmasıdır.

Kavramın içeriğinin genişliği, bu kavramı bugün açısından kullanılabilir olmaktan çıkartmaktadır. Ücretli memur veya memur veya genel anlamda hizmet sektörü dendiğinde çalışanların çok farklı sınıfsal ve sosyal kategorileri bir potada toplanmış oluyor. Örnek: Burjuva düzende; kapitalist ekonomide en tepedeki yönetici olan da, en altta büro işlerinde çalışan da aynı kategoride ele alınıyor. Bunların hepsine ücretli, memur, hizmet sektöründe çalışanlar vs. deniyor.

Gelişen; derinleşen ve kapsamlaşan, toplumsal yaşam ve üretimin seyrini belirleyen kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ile orta ve üst tabakaları hariç ücretli memurlar arasındaki farklar giderek yok olmaktadır. Ücretliler yığını, aynen işçi sınıfı gibi, aynı sosyal ve ekonomik koşullar içindeler. Ücretliler yığını, aynen proletarya gibi, sömürü koşullarında çalışıyorlar. Bu kesimin proletaryadan farklılığı, genel olarak, doğrudan maddi değerlerin üretim sürecinde faal olmamasıdır.

Aşağıda ele alacağımız gibi, ücretli memurların önemli bir kesimi; alt-orta tabakaları arasında kalan kesimi, proletaryanın bir bileşeni olarak görülmelidir.
 
Hizmet sektörü çalışanları, daha dar anlamda da olsa ücretli memurlar, farklı gruplardan oluşan emekçi yığınların bir kavram altında tanımlanması anlamına gelir. Bundan dolayı bu emekçi yığınların toplumdaki sosyal konumunu götürü karakterize etmek ilkesel olarak mümkün değildir. Bu kesimi somut ve ayrıntılı ele almak gerekir. Bunu yapabilmek için bazı temel ölçekler esas alınmalıdır.

-Yeniden üretimdeki konumuna göre (idari alanda, teknik alanda, ticaret, nakliyat, ulaşım, komünikasyon, sağlık, eğitim vb. alanlarda).
-Yönlendirme ve planlama sistemindeki konumuna göre (yönetici konumda olmayanlar, yönetici konumunda olanlar).
-Vasıflılık durumuna göre (eğitim durumu).

Öyleyse, işçi sınıfının bileşenlerinin tasnifinde veya ücretli memurların sınıfsal tasnifinde esas olan, ücretli memurların, değer veya artı değer yaratıp yaratmadıkları değildir. Veya soru, proletarya ile ücretli memur arasında farklılıkların olup olmadığı da değildir. Marks, farklılığın olduğunu söylüyor, ama bundan dolayı da ücretli memurları, ticaret sektörü örneğinde olduğu gibi, işçi sınıfının bir bileşeni olmaktan çıkartmıyor. Marks, değer veya artı değer yaratmadıkları için ücretlileri, işçi sınıfının dışında görmeye hakkımız yok diyor.
Soruna, değer veya artı değer yaratılıp yaratılmadığı açısından ve proletarya ile ücretli memur arasındaki fark ön plana çıkartılarak yaklaşıldığında saçma sonuçlarla karşı karşıya kalırız. Birkaç örnek: 
 
Bir kadın işçiyi göz önüne getirelim. Fabrikada çalışan bu kadının işsiz kaldığını ve belli bir zaman sonra bir markette tezgahtar, satıcı veya kasiyer olarak iş bulduğunu, bu arada hamile kaldığını, çocuk sorunu nedeniyle işten ayrıldığını, doğumdan sonra da yeniden iş aradığını ve bir sinema veya tiyatro gişesinde bilet satıcısı olarak iş bulduğunu, belli bir zaman sonra belli bir zaman için bir temizlik firmasında çalıştığını ve daha sonra da yeniden bir fabrikada iş bulduğunu düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi açısından baktığımızda bu kadının fabrikada çalışırken işçi olduğunu, sonra markette, sinema gişesinde ve temizlik firmasında çalışınken işçi olmadığını, çocuk nedeniyle evde kaldığı için ev kadını olduğunu ve yeniden fabrikaya girdiğinde de yeniden işçi olduğunu söylememiz gerekir. Veya bir gün yolcu treni ikinci gün yük katarı kullanan bir makinisti düşünelim. Soruna salt değer veya artı değer üretimi açısından bakıldığında bu makinist, yolcu taşıyan trende makinistlik yaptığı gün, değer veya artı değer üretmediği için proleter sayılmaz, ama yük treninde makinistlik yaptığı gün –nakliyat faaliyeti nedeniyle metanın değerine değer kattığı için- proleter olur. Bu durumda bizim makinist bir gün proleter, ertesi gün küçük burjuva, ertesi gün yeniden proleter ve daha ertesi gün de yeniden küçük burjuva mı olacak?

Demek oluyor ki, ücretlilerin sınıfsal tasnifini yaparken çıkış noktamız, değer veya artı değer üretilip üretilmediği olmamalıdır. Çıkış noktası, ücretlilerin çalışma ve yaşam koşullarının hangi ölçüde sanayi proletaryasınınkine yakınlaştığı olmalıdır.

Öncelikle sendikalaşmanın engellenmesi için devlet sektörü işletmelerinde, fabrikalarında çalışan işçilerin memur statüsüne alındıkları bilinmektedir. Ama bu, bu işletmelerde çalışan işçilerin sınıfsal karakterinde bir şey değiştirmez. Devlet, kolektif kapitalist olarak burada çalışan işçileri sömürür; aralarında sermaye-”emek” ilişkisi vardır Bunların özel sektörde çalışan işçilerden hiçbir farkı yoktur. Bu nedenle devlet işletmelerinde çalışan işçilerin işçi konumu üzerinde durmanın gereği yoktur. Aynı durum devletin ticari işletmelerinde, bankalarında, posta, ulaştırma işlerinde, tarım çiftliklerinde vb. çalışan işçiler için de geçerlidir.

En fazlasıyla, tartışmalı olabilecek kesimi devlet bürokrasisi oluşturmaktadır. Merkezi ve yerel bürokrasi içinde yer alan memurlar, vatandaşa devlet adına mali, adli, idari, belediye, sağlık, eğitim vb. hizmet sunarlar. Bunlar resmi hizmetlerdir ve bu hizmetlerin bir kısmını vatandaş gönüllü olarak satın almaz; vatandaşa dayatılmış olan, zorla satılan hizmetlerdir.
Memurlar devlet adına sundukları hizmet için devletten belli bir ücret alırlar. Maaş denen bu ücret, devlet geliriyle ödenir.
Hizmet sektöründe olduğu gibi devlet memuru da toptancı bir anlayışla -memur memurdur diye- değerlendirilemez. Burada devlet yönetiminin her bir kurumunun yöneticisi konumunda olan, stratejik işleri örgütleyen bürokratlarla, devlet işlerinin (genel eğitim, adliye işleri, hesap işleri, kamu sağlık işleri, ulaştırma, posta işleri, telekomünikasyon işleri vb.) doğrudan icracısı olan memurlar arasında fark vardır.

Bu hizmetlerinden dolayı devletin gelirleri artmaz. Tam tersine, bu hizmetler kar amaçlı olmadığı için, oralarda çalışanlara yapılan ödeme ile devlet, gelirini harcar. Ama bu “memurlar”a maaş adı altında yapılan ödeme, piyasada geçerli olan ortalama işçi ücretlerinden pek farklı değildir. Bu durum, yaşam düzeylerinin işçi yaşam düzeyinden pek farklı olmaması onların da sömüren, baskı altında tutan kapitalist sistemle karşı karşıya olduğunu gösterir.

Devlet bürokrasisinde yer alanların ezici çoğunluğu maaşlı işçi konumundadır. Marks, devlet hizmetlilerini de üretken olmayanlar kategorisinden sayar. İstisna olan, demiryollarında, telekomünikasyonda çalışanlardır.

Sanayide üretkenliğin artmasıyla doğrudan maddi değerlerin üretiminde çalışan işçilerin sayısı çalışabilir nüfusa oranla azalır ve çalışabilir nüfusun giderek daha büyük kısmı devlet de dahil hizmet sektöründe çalışır (39).

Marks'ın üretken olmayan alanlarda çalışanların sayısı giderek artmaktadır tespiti bugün hemen bütün ülkelerde bir gerçekliktir. Buradan hareketle üretken olan; sadece artı değer üreten ve sermayenin çoğalmasına katkıda bulunan işçidir anlayışında olursak, o zaman toplumun çalışabilen nüfusunun büyük bir kısmının işçi olmadığı sonucuna varırız. Dar anlamda işçi sınıfı tanımıyla geniş anlamda işçi sınıfı tanımını dışlamış oluruz. Oysa devlet hizmetinde çalışanların ezici çoğunluğu aldığı ücret bakımından ve bu ücretin dayattığı yaşam koşulları bakımından işçi konumunda olan çalışanlardır.
Üretken olmayı veya olmamayı işçi sınıfı tanımlamasında tek kıstas olarak alırsak örneğin bir öğretmeni, hemşireyi, bir gün yolcu taşıyan tren makinistini, ertesi gün yük taşıyan tren makinistini sınıfsal bakımdan değerlendiremeyiz, bir yerlere koyamayız.

Bir örnek: Devletin eğitim, sağlık vb. bazı hizmetleri artı değer amaçlı değildir. Bu alanlarda çalışan örneğin bir öğretmen veya hemşire üretken olmayan işçi konumundadırlar. Ama bu alanların özelleştirildiğini düşünelim. Bu sefer söz konusu öğretmen veya hemşire kapitalistin sermayesini çoğaltma koşullarında çalışan üretken işçi konumunda olur (40).

Devlete ideolojik ve yönetsel hizmet sunan bürokrasi tabii ki burjuva sınıfın bir parçasını oluştururlar (41).

Marks, hükümet unsurlarını, parlamenterleri, subayları, özellikle üst düzeyde bürokrasiyi (üst seviye idarecileri, müsteşarları, müdürler vs.) rahipleri kesinkes işçi sınıfı dışında tutar:
Çalışmak için yaşları çok küçük olanlarla ihtiyarları; üretken olmayan bütün kadınları, gençleri ve çocukları; devlet memurları ile rahipleri, hukukçuları, askerleri vb. gibi, “ideolojik” sınıfları; daha sonra başkalarının emeğini rant, faiz vb. şekillerinde sömürerek çalışmadan geçinenler... çıkartıldığında geriye...Bu sayıya, herhangi bir şekilde, sanayi, ticaret ve mali işlerle uğraşan kapitalistler de dahildir” (42).

İşçi Sınıfı Seksiyonlarının Gelişme Eğilimi
Yukarıda anlattıklarımızdan çıkartılması gereken sonuç şudur: İşçi sınıfı, dar anlamda işçi sınıfı ve geniş anlamda işçi sınıfı olarak tanımlanmalıdır. Dar anlamda işçi sınıfı, doğrudan değer ve maddi değer üreten bileşenlerinden oluşurken (üretken işçi), geniş anlamda işçi sınıfına değer ve artı değer üretmeyen (üretken olmayan işçi) bileşenleri de eklenmek gerekir. 
 
Dar anlamda işçi sınıfı, sanayi, enerji, maden, tarım, inşaat, ulaştırma-komünikasyon sektörlerinde, ticaretin (dolaşımın) bir kısmında çalışan işçilerden oluşur. Değer ve artı değerin üretilmediği diğer bütün sektörlerde ve çalışma alanlarındaki işçiler de geniş anlamda işçi sınıfının bileşenlerini oluştururlar.

Dar ve geniş anlamda işçi sınıfı ayrımını yapmadan, işçi sınıfını sadece ve sadece artı değer üretme ve sermayeyi çoğaltma kıstasıyla ele aldığımız durumda, artı değer üretmeyen ve sermayeyi çoğaltan iş yapmayan işçi sınıfı bileşenleri, kaçınılmaz olarak, küçük burjuva unsurlar olarak, küçük burjuva “emekçi”ler olarak veya ücretliler, memurlar olarak görülecektir. Böyle görüldüğü için de, bu kesimlerin giderek işçi sınıfına yakınlaştıkları veya onun bir parçası oldukları anlayışı ortaya çıkmaktadır. Oysa işçi sınıfına yakınlaşan veya artık onun bir parçası olarak görülen kesimler, zaten işçi sınıfının birer bileşenidirler. Engels’in “ticaret proletaryası” tanımlaması, Marks’tan aktardığımız ve işçi sınıfını tanımlamada dikkat edilmesi gereken noktalar üzerine anlayışlar bunun böyle olduğunu göstermektedir. 
 
Engels’in tanımlamasından hareketle, işçi sınıfına dahil ettiklerimizi; geniş anlamda işçi sınıfının unsurlarını, ücretli memur olarak değil de, ücretli proleter veya maaşlı işçi, maaşlı proleter olarak tanımlamamız daha doğru olur.

Türkiye’de dar anlamda işçi sınıfının sayısal gelişme eğilimi:
Gönül isterdi ki Türkiye’de proletarya, küçük üreticiler, emekçiler ve burjuvazi hakkında kapsamlı bir sosyolojik araştırmayı özet olarak da olsa verelim. Kapsamlı bir araştırma bu yazının boyutlarını aşar. Burada yaptığımız da konuyu genel hatlarıyla belirlemekten başka bir şey değildir. Bunun için burada genel eğilimleri, genel tanımlamaları içeren bazı verileri ele almakla yetineceğiz.

Konuyu ele alışımıza göre hareket edersek, yıllara göre sanayi, maden ve tarım proletaryasının sayısal gelişimi şöyledir:

Yıllar
Sanayi Proletaryası (1000)
Maden Proletaryası(1000)
Tarım proletaryası(1000)
Toplam
100
1955
667
100
79
100
244
100
990
100
1960
791
119
110
139
677
277
1 578
159
1970
1 338
201
155
196
602
247
2 095
212
1980
2 060
309
196
248
614
252
2 870
290
1990
2 625
394
194
246
* 561
230
3 380
341
2000
3 638
545
81
103
* 425
174
4 144
419
2005
3 994
599
110
139
** 530
217
4 634
468
2009
3 949
592
103
130
*** 527
216
4 579
462
İstatistik Göstergeler , 1923-2009; 12 yaş ve daha yukarı. *)İstatistik Göstergeler 1923-2004, 155; **)Hanehalkı İşgücü İstatistikleri 2006, s. 81; ***) Hanehalkı İşgücü İstatistikleri 2010, s. 61;

Burada, Türkiye’de işçi sınıfının, Engels‘in yukarıya aktardığımız anlayışına göre bir ayrımını -sınıfın sosyal yapısında var olan ana sosyal tabakaları- yaptık. Tablonun da gösterdiği gibi gelişmenin seyri şöyledir:
İmalat sanayinde çalışan proleterlerin sayısı 54 sene içinde, yani 1955’ten 2009’a yaklaşık 6 misli, diğer bir deyişle 1955’e göre 1990’da %592 oranında artarak sayısal anlamda 667 binden 386’dan 3 milyon 949 bine yükselmiştir.
Aynı dönem içinde maden proletaryasının sayısı %30, tarım proletaryasının sayısı da %116 oranında artmıştır.
Toplamda ise verili dönemde büyüme 4,6 misli olmuştur.

İşçi sınıfının bu ana bölümleri, doğrudan üretimde olan, artı değer üreten proletaryayı kapsar.

Bir de işçi sınıfının sadece bu ana bölümlerden oluşmadığını, onun kısmen doğrudan artı değer üreten ama daha ziyade doğrudan üretim dışında kalan, ister devlet sektöründe olsun isterse de özel sektörde olsun sermayeyi çoğaltan işlerde çalışan veya üretken işçi-üretken işçi olmayan kesimlerinin ayrımının oldukça zor/karmaşık olduğu sosyal tabakalarının yıllara göre sayısal gelişmesine bakalım.

Sanayi, maden ve tarım dışında işçi sınıfı (1000 kişi)
Sektörler
1955
1960
1970
1980
1990
2000
2005
2009
Elektrik, su, gaz
8
13
22
44
26
91
74
78
İnşaat
407
390
662
897
893
1 364
1 107
1 249
Toptan ve perakende ticaret, lokanta ve oteller
519
670
883
1 422
2 154
3 817
4 336
4 542
Ulaştırma, haberleşme ve depolama- a
78
134
420
619
816
1 067
1 074
1 081
Mali kurumlar, sigorta, taşınmaz mallara ait işler ve kurumları, yardımcı iş hizmetleri-b
59
86
183
347
416
709
869
1 339
Toplum hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler-c
541
699
1 127
1 755
2 726
3 044
3 349
3 682
Genel toplam
1612
1992
3297
5084
7031
10092
10809
11971
İstatistik Göstergeler , 1923-2009, s. 137; 12 Yaş ve daha yukarı.

Tabloya göre işçi sınıfının bu sosyal tabakalarındaki artış daha hızlı olmuştur. Bu artış, 1955-2009 arasında inşatta yaklaşık 3,1; elektrik, su ve gazda 9,7; toptan ve perakende ticaret, lokanta ve otellerde 8,7; ulaştırma, haberleşme ve depolamada 13,8; mali kurumlar, sigorta, taşınmaz mallara ait işler ve kurumları ve yardımcı iş hizmetlerinde 22,7 ve toplum hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler ise 6,8 misli olmuştur. Bu alandaki genel artış da 7,4 mislidir.

Dar ve geniş anlamda işçi sınıfının bileşenlerini araştırmak için göz önünde tutulması gereken noktalar şunlardır:
1- Sınıfın, yeniden üretim sürecideki konumu.
2- Sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumu.
3- Sınıfın yaşam koşullarındaki farklılaşma.
4- Sınıfın, somut sermaye ilişkileri formundaki veya sermaye ilişkilerinin her bir gelişme aşamasındaki konumu.

Bu noktaları tek tek kısaca ele alalım.

1- Sınıfın, yeniden üretim sürecindeki konumu
Burada söz konusu olan, işçi sınıfının ekonomik sektörlere; sanayi-tarım-ticaret ve sektörler içinde alt bölümlere -örneğin sanayi içinde kağıt, makine yapımı vb.- ayrılmasıdır. Bu, işçi sınıfının ekonomik yapılanmasıdır ve bu yapılanmayı kaba hatlarıyla şöyle ayrıştırabiliriz:

-Doğrudan ve dolaylı maddi üretimde olan işçiler: Sanayi, maden, tarım, inşaat, nakliyat ve ticaretin bazı bölümleri. Bu sektörlerde sınıfın sayısal gelişmesi yukarıda verilmiştir.

-Ticaret ve dolaşım sürecinde olan işçiler: Dolaşım sürecini, diğerlerinden ayrıştırmak mümkün olmadığı için dikkate almazsak, ticaret alanında çalışan işçilerin sayısı da yukarıdaki tablolarda verilmiştir.

-Hizmet sektörü (kamu+özel sektörde hizmetler, oteller, lokantalar vs.): Bu alanda çalışan işçilerin sayısı da yukarıda verilmiştir.

2- Sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumu
Burada esas olan, her bir çalışma alanında sınıfın hiyerarşik yapısıdır. Düz işçi, usta, ustabaşı, kontrolcü vs.. Tabii, bütün bu ayrımlar, alınan ücrette de ifadesini bulmaktadır.
Böyle bir ayrıştırma çok detaylı ampirik bir araştırmanın sonucu olabilir ve yapılması da gerekir. Çünkü böylelikle işçi sınıfı, bir taraftan diğer ücretlilerden ve diğer taraftan da bürokratlaşmış, yozlaşmış kesimlerinden ayrıştırılmış olur.

3- Sınıfın yaşam koşullarındaki farklılaşma

Sınıfın yaşam koşulları sadece ülkedeki genel ekonomik-politik durumla açıklanamaz. Bu, genel olanı ele verir. Ama işçi sınıfı kendi içinde de, yukarıda belirttiğim gibi, farklılıklar arz ediyor ve bu farklılıklar, ister istemez onun yaşam koşullarını da etkiliyor. Örneğin sınıfın, kapitalist çalışmanın örgütlenmesindeki konumundan doğan farklılıklar, buna bağlı olarak vasıflı ve vasıflı olmayan işçiler, kırsal alandan gelerek sınıfa yeni katılan işçiler, henüz daha köylü olma özelliğini kaybetmemiş olanlar vb. bütün bu farklılıklar, işçi sınıfının mücadelesini etkiler. 
 
4-Sınıfın, somut sermaye ilişkileri biçiminki veya sermaye ilişkilerinin 
   her bir gelişme aşamasındaki durumu

Burada söz konusu olan, işçi sınıfının farklı sosyo-ekonomik faaliyet sektörlerine göre ayrımının yapılmasıdır. Bu ayrım şöyledir:
-Özel hizmetler: Şoför, berber, temizlikçiler vs.
-Kapitalist olmayan işletmeler (küçük üreticiler).
-Devlet sektöründe çalışanlar.

Aslında burada elde edilen sonuç çok önemlidir. Çünkü bu verilere bakarak kapitalizmin doğrudan hakimiyet ve baskı sisteminin çalışanlar üzerinde ne denli gelişip gelişmediğini çıkartabiliriz. Yukarıdaki ayrıma göre, örneğin tarımsal alanda, doğrudan kapitalist işveren baskı ve hakimiyeti hemen hemen yok gibidir. Nihayetinde, tarlada tarım üreticisi kendi aile işletmesinde çalışmaktadır. Tabii bu durumda olan bireyle, özel sektörde çalışan birisi arasında kapitalist baskı ve hakimiyeti yaşamak, açıktır ki, çok farklı olur. Bu anlamda Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini her alanda vartikal (derinlemesine) bir gelişme olarak göremeyiz.

İşçi sınıfının başka kriterlere göre tasnifi - İşçi sınıfının içsel tabakalaşması:
Marks şöyle diyor:
Öyleyse manifaktür, iş ücretinin basamaklarına tekabül eden işgücünün bir hiyerarşisini geliştirmektedir... Bunun için manifaktür, sızdığı her zanaatta... beceriksiz işçiler denen bir sınıfı doğurur... Hiyerarşik tabakalaşmanın yanı sıra işçilerin becerikli ve beceriksiz diye ayrışması gündeme gelir” .
Gerçek manifaktür sadece, önceleri bağımsız olan işçileri sermayenin kumandasına ve disiplinine tabi kılmaz, bilakis ayrıca işçiler arasında da hiyerarşik bir tasnifleşme yaratır” (43).

Kapitalizmde tarımın sanayiye nazaran daha geri seviyede geliştiği ve buna bağlı olarak kır proletaryasının da sanayi proletaryasına göre daha geri olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak, işçi sınıfının içsel tabakalaşması aşağıdaki şekilde olur:
1- Vasıflık durumu.
2- Eğitim durumu (Üretimdeki teknik eğitim).
3- Genel eğitim durumu.
4- Beceriklilik durumu.
5- Ücret farklılığından doğan durum vs.

Bu noktalara göre işçi sınıfının içsel tabakalaşması şöyle olur:
En üst tabaka: Burjuvalaşmış işçiler.
Üst tabaka: Eğitimli-kalifiye işçiler.
Orta tabaka: Genel eğitimli, mesleki eğitim görmüş işçiler.
Alt tabaka: Genel eğitimli, teknik eğitimi olmayan, çıraklıktan yetişme işçiler.
En alt tabaka: Genel eğitimi olmayan (okuma yazma bilmeyen), mesleki eğitimi, becerisi olmayan işçiler.

Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Lenin, Rusya’da kapitalizmin gelişmesini incelerken köylülüğün sosyal çözülüşünü detaylı bir şekilde anlatır ve bu sınıfın en üst, orta ve en alt tabakalarından bahseder. Lenin’in bu tasnifleştirmesiyle tarafımızdan yapılan tasnifleştirme aynı değildir. Lenin, “sınıf” olarak köylülüğün çözülmesiyle, bu sınıfın farklı sınıflara ayrıştığını (burjuvazi-proletarya-küçük burjuvazi) gösterirken, biz, bir sınıf içindeki katmanları belirtiyoruz.

İşçi sınıfını, yaş ortalamasına, cinsiyete (erkek-kadın), ulusal-geleneksel kökene göre de tasnif edebiliriz. Ama bu da ayrı bir ampirik, ayrıntılı araştırmaları ön koşul yapıyor. 
 
İşletme büyüklüğüne göre işçi sınıfının tasnifiyle sınıfın çekirdek kısmını, merkezileşme derecesini; daha çok hangi büyüklükteki işletmelerde toplanmış olduklarını açışa çıkartırız.

İşçi sınıfını işyeri büyüklüğü bazında işyeri sayısına, ücretle çalışanların toplamına ve üretim değerine göre de tasnif edebiliriz. Sanayide çalışan işçiler açısından yapılan bu tespiti genel anlamda işçi sınıfı açısından da yapabiliriz. Böylelikle toplam işçi sınıfı içinde sanayide çalışan işçilerin; sanayi işçilerinin payını tespit etmiş oluruz. Bu türden bir ayrıştırma yukarıda kısmen yapılmıştır.

İşçi sınıfını, doğrudan maddi üretimde olan ve olmayan diye de ayrıştırdığımızda, Marks'ın deyimiyle memleketin ne kadar zenginleşmiş olduğunu ta tespit etmiş oluruz (43a).

Yukarıdaki veriler, Türkiye işçi sınıfının yarısından azının maddi değerlerin üretildiği sektörlerde çalıştığını gösterdiğine göre memleket bayağı zenginleşmiş demektir.

Türkiye'de toplam istihdam içinde işçi sınıfının payını önemli boyutlarda artmıştır.

Ekonomik faaliyet koluna göre istihdam edilenlerin toplamı içinde işçi sınıfının payı
Sektörler
1955
1960
1970
1980
1990
2000
2005
2009
Elektrik, su,gaz
8
13
22
44
26
91
74
78
İnşaat
407
390
662
897
893
1 364
1 107
1 249
Toptan ve perakende ticaret, lokanta ve oteller
519
670
883
1 422
2 154
3 817
4 336
4 542
Ulaştırma, haberleşme ve depolama- a
78
134
420
619
816
1 067
1 074
1 081
Mali kurumlar, sigorta, taşınmaz mallara ait işler ve kurumları, yardımcı iş hizmetleri-b
59
86
183
347
416
709
869
1 339
Toplum hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler-c
541
699
1 127
1 755
2 726
3 044
3 349
3 682
Toplam (a+b+c)
1 612
1 992
3 297
5 084
7 031
10 092
10 809
11 971
Sanayi, maden ve tarım proletaryası toplamı
990
1 578
2 095
2 870
3 380
4 144
4 634
4 579
Genel toplam
2 602
3 570
5 392
7 954
10 411
14 236
15 443
16 550
Ekonomik faaliyet koluna göre istihdam edilenlerin toplamı
10 482

11 945

13 768

16 523

18 539

21 580

20 067

21 277

İşçi sınıfının istihdam edilenlerin toplama oranı
24,8
29,9
39,2
48,1
56,2
66
77
77,8
Toplam faal nüfus
-
-
-
-
20 150
23 078
22 455
24 748
İşçi sınıfının toplam işgücüne oranı
-
-
-
-
51,7
61,7
68,8
66,9
İstatistik Göstergeler 1923-2009, s. 133, 136/137.

Bu verilere göre toplam işçi sınıfının istihdam edilen nüfus içindeki payı, 1955'te %24,8’den 1990’da %56,2’e ve 2009'da da %77,8'e çıkıyor. Türkiye’de toplam işçi sınıfının istihdam edilen nüfus içinde payının 50 senede 53 puan artması veya 2 misli artması kapitalizmin gelişmişlik ve hızlı gelişme durumunun açık ifadesidir. 1955'ten 2009'a istihdam edilen nüfus 2 misli artarken işçi sınıfı 6,4 misli artmıştır.

İşçi sınıfının toplam işgücü içindeki payına bakalım. Bu durumda işçi sınıfının toplam işgücü içindeki payı 1990'da yüzde 51,7, 2000'de yüzde 61,7; 2005'te yüzde 68,8 ve 2009'da da yüzde 66,9'a varıyordu.

DPT ve şimdi de Tuik'in verilerine ne denli güvenilir sorusuna bir cevap olsun diye resmi veri olarak açıklanan rakamların ne kadar farklı olduğunu da gösterelim. “2000 Genel Nüfus Sayımı”nda veriler şöyle: İşgücü: 1980=19 212 193; 1990=21 579 996 ; 2000=28 544 359.
İstihdam: 1980= 18 522 322; 1990=23 381 893; 2000= 25 997 141 (s. 54). Bu verilere göre de hesaplansa, sonuç değişmiyor; oranlar farklı oluyor, ama eğilim değişmiyor.

Şimdi bir de toplumun burjuva yakasına bakalım

Kapitalist toplumda burjuvazi, her ne kadar bütünsellik ifade etse de, işçi sınıfının yanı sıra diğer ve hakim ana sınıfı oluştursa da mülkiyet karşısındaki ve yönetimdeki konumundan dolayı (ideolojik olarak da) kendi arsında bölüklere ayrılır. Bizi burada ilgilendiren -aynı zamanda işçi sınıfının toplum içinde yaklaşık sayısal ağırlığını tespit etmek için de- bu sınıfın bileşenlerinin ayrıntılı ele alınması değildir. Burada burjuvaziyi işbirlikçi büyük burjuvazi ve “orta sınıf” burjuvazi olarak ele alacağız.
Önce “orta sınıf” burjuvaziyle başlayalım.

Türkiye toplumunda “orta sınıf” burjuvazinin, nam-ı diğer küçük burjuvazinin yeri

Tartışmasına girmeyeceğiz ama şu kadarını da belirtmeden geçmeyeceğiz. Marksizmde “orta sınıf” diye bir tanımlama yoktur, en fazlasıyla orta tabakalar tanımlaması vardır. Ama Marksizmde yeri yoktur, tanımlaması yapılmamıştır diye de var olan bir şeyi inkar etme durumumuz olamaz. Şayet kapitalist toplumda “orta sınıf” diye bir sınıf varsa, onun “hal ve gidişine” bakarak bir değerlendirmesini yaparız. Ama aslında önemli olan bu da değil. Aslında önemli olan, “orta sınıfı”, “güçlenen” orta tabakaları öne sürerek işçi sınıfının -varlığını demeyelim de- tarihsel misyonunu, gücünü yok saymaktır. Bunu yapanları; “Elveda proletarya” diyenleri, “sanayi devrimi”yle kapitalizmi bitirenleri -böylelikle işçi sınıfını da bitirenleri, işçi sınıfının yaşam koşullarındaki değişime bakarak ve Marks döneminden kalma proleter arayarak hani işçi sınıfı diyerek onu yok sayanları; Gorz'ları, Negri'leri, yerli malı Belge'leri, akıllara durgunluk verecek pişkinlikle önce işçi sınıfının var oluş koşullarını ortadan kaldırıp sonra da sosyalizmden bahsedenleri bu yazımızda bir kenara koyuyoruz.

Büyüyen “orta sınıf” veya orta tabaka rezaleti ve gerçekler:
Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece işi, ücretli işe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür. Ve bu eğilime, öte yandan, toprak mülkiyetinin sermaye ve emekten bağımsız hale gelerek ayrılması ya da bütün toprak mülkiyetinin, kapitalist üretim tarzına uygun düşen bir toprak mülkiyetine dönüşmesi tekabül eder” (44).

Marks'ın bu tespitleri günümüz kapitalist toplumunun yapısına ışık tutmaktadır. Kapitalist toplum üretim araçları mülkiyeti temelinde; üretim ilişkileri temelinde kesin hatlarla ikiye ayrılmış durumdadır; bir taraftan üretim araçlarını elinde tutan azınlık ve diğer taraftan da bu araçlardan mahrum olan ve yaşamını sürdürebilmek için iş gücünden başka satacağı bir şeyi olmayan ezici çoğunluk. Bu ezici çoğunluğun varlığı toptancı bir tarzda reddedilmiyor, “kırk dereden su getirilerek” reddediliyor. Her ret, orta tabakaların hanesine yazılan bir çoğalma oluyor. Şimdi bunun nasıl yapıldığına bakalım.

Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan sınıf, kaybedeceği bir şerleri olan sınıf konumuna getiriliyor: Yaşam koşulları değişmiş, işçi sınıfı düne nazaran bugün daha çok tüketim imkanına sahip; bir kısmının evi, otomobili var. Ev eşyası olarak buzdolabı televizyon, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi artık gösterge olmaktan çıkmış. Şimdi dünyanın dört bucağında kendi kendine Marksist olanlar, işçi sınıfının kaybedecek bir şeyleri var. Bunları kaybetmek istemeyecek, artık Marks'ın tanımladığı işçi yok. Ya ne var? Kaybedecek bir şeyleri olanlar var; yani orta tabakalaşmış olanlar var.
Bu kendi kendine Marksistler, genel anlamda mülkiyetle üretim araçlarının özel mülkiyetini birbirine karıştırıyorlar.

Bu konuda Marks ve Engels:
Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır...
Peki ücretli iş, proleterin işi ona bir mülkiyet yaratır mı? Asla. Bu, sermaye, sadece, yani ücretli işi sömüren ve yeni sömürü için yeni bir ücretli iş arzı doğuran koşullarda çoğalan mülkiyeti yaratır. Mevcut biçimi içinde mülkiyet, sermaye ile ücretli iş karşıtlığı içinde hareket eder...
Ücretli işin ortalama fiyatı, asgari ücret, yani işçinin işçi olarak hayatta kalması için zorunlu olan geçim araçlarının toplam miktarıdır. Demek ki, ücretli işçinin faaliyetiyle sahip olduğu şey sadece onun çıplak hayatını yeniden üretmesine yeter. İnsan yaşamının devamı ve yeniden üretimi için yapılan ve geriye başkalarının işine komuta edecek hiç bir fazlalık bırakmayan iş ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, hiç bir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, sadece, işçinin sırf sermayeyi artırmak için yaşadığı, egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği kadar yaşadığı mülkiyetin bu rezil karakteridir”(45).

Burjuvazinin ideologları, “sol” içindeki uzmanları, kapitalizmi alternatifsiz kılmak için, onu yıkacak ve sosyalizmi kuracak sınıfı yok saymanın ve orta tabakayı güçlendirmenin yolunu işçinin kişisel kazançla edindiği otomobil ve evi, orta tabakalaşan işçi sınıfı için gösterge olarak ele alacak derecede düşkünleşmiştir.

Beyaz yakalı-mavi yakalı esprisi:
Bu konuyu yukarıda ele aldık. Beyaz yakalıları (memurlar, hizmet sektörü çalışanları, bir bütün olarak aydınlar vs.) işçi sınıfı statüsünden çıkartılarak orta tabaka statüsüne konuyor ve böylece işçi sınıfı sayısal olarak azalırken ve toplumsal misyonu eritilirken orta tabaka güçlendirilmiş oluyor.

Azalan üretken iş-üretken olmayan iş esprisi:
Bu konuyu da yukarıda ele aldık. Üretkenliği maddi değerlerin (çoğunlukla da sanayi) üretimiyle sınırlandıran burjuva ideologlar ve onların izinde yürüyen “sol”lar, sayısal olarak işçi sınıfının eridiği görüşündedirler. Gerçekten de sanayide çalışan proletaryanın sayısı giderek azalmaktadır. Ama bu, üretken işin, dolayısıyla işçi sınıfının yok olduğu anlamına asla gelmez. Bu süreç gelişen kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur ve gelişmenin böyle olacağını Marks şu sözleriyle ifade ediyordu:

Bir ülke, üretken gücü, toplam ürüne göre ne kadar küçük olursa o kadar daha zengindir, tıpkı kapitalist birey için olduğu gibi: Aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha az işçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir” (46).

Burjuva ideologların, toplum bilimcilerinin ve onların “sol” uzantılarının bütün çabası, kapitalist sistemde yaşanmakta olan hemen her değişimi, gelişmeyi işçi sınıfının yok oluşu biçiminde yorumlamaktır. Güçlenen “orta sınıf” veya zayıflayan “orta sınıf”, sosyal devletçilerden neoliberallere varana kadar burjuva toplum bilimcileri tarafından sürekli işlenmekte, sistemin bel kemiği olarak gösterilmektedir. Güçlü bir “orta sınıf” kapitalizmin geleceğidir. Bütün espri bu. Bu nedenle “alım gücü” biraz artan, birtakım tüketim maddesi edinme olanağına sahip olan her işçi veya memur statüsündeki işçi, mühendis, öğretmen vs. güçlenen orta sınıfın bileşenlerinden sayılmaktadır. Hal böyle olunca ortaya gerçekten de güçlü bir “orta sınıf” çıkmaktadır.

Orta sınıf” veya orta tabakalar, kapitalizmde sürekli ayrışmak zorunda olan, giderek cılızlaşan, beslenme kaynakları sürekli kuruyan, ama kapitalizmin nesnel gerçekliğinden dolayı da bitmeyen bir ara tabakadır. Marks, “üretken sınıfları oluşturanların eski parçaları giderek proletaryanın saflarına katılır. Küçük bir kısmı da orta sınıfa yükselir” derken bu ayrışmadan bahsediyordu (47). Bu tabaka, Marksist literatürde küçük burjuva diye tanımladığımız tabakadır.
Marks, üretimle bağlamı içinde bu tabakanın zanaatçılar ve köylüler kesimiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar:

Kendi üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, yalnızca kendi iş güçlerini yeniden üretmekle kalmayıp bir artı değer yaratıyor olmaları olasıdır; konumları, onların kendi artı değerlerini ya da (bir bölümü, vergi vb. ile onlardan alındığı için) artı değerlerinin bir bölümünü kendilerinin sahiplenmelerine olanak verir. Ve burada, belirli bir üretim biçiminin başat üretim biçimi olduğu, ancak üretim ilişkilerinin tümünün buna bağımlı hale girmemiş olduğu topluma özgü bir durumla karşı karşıya kalırız. Feodal toplumda, örneğin feodalizmin özünden çok uzaklaşmış olan ilişkilere feodal bir biçim verilmişti; örneğin lord ile vasal arasında karşılıklı kişisel hizmet ilişkisinin izlerini taşımayan basit para ilişkilerine, feodal bir biçim iliştirilmişti ... Kapitalist üretim biçiminde de durum tamamen aynıdır... Bağımsız köylü ve zanaatçı iki kişiye bölünmüştür. Üretim araçlarının sahibi olarak kapitalisttir; işçi olarak ise kendisinin ücretli işçisidir. Bu nedenle, kapitalist olarak kendisine ücret öder ve sermayesinden kâr elde eder; yani ücretli işçi olarak kendini sömürür ve artı değeri, işçinin sermayeye borçlu olduğu haracı, kendine öder” (48).

Buradan hareketle kır proletaryası ve yoksul köylülük dışında bütün köylü katmanlarını; küçük köylülükten büyük toprak sahiplerine kadar bütün köylüleri küçük burjuva ve burjuva olarak görmek gerekir. Bunların küçük köylülük, orta köylülüğün alt kesimi küçük burjuva konumundayken, zengin köylülüğün üst kesimi ve büyük toprak beyleri doğrudan hakim burjuva konumundadır.
Bunun ötesinde kendi üretim araçlarıyla üreten, kendi mülkiyetinde olan araçlarla ticaret yapan zanaatkarlar ve ticaret erbabı da bu kategoride ele alınmalıdır.

Kapitalizmde orta tabaka olarak aydınlar, ücretli memurlar ve küçük memurlar
Burada söz konusu olan, ücretlilerin işçi sınıfına yakın olan kesimleri, tarafsızlaştırılması gerekenler ve burjuva sınıfın bileşeni olanlardır. Yani, geniş anlamda işçi sınıfının bir parçası olmasına rağmen, ücretli olduğu için, işçi sınıfının değil de memurların, aydınların, bir bütün olarak küçük burjuvazinin bir bileşeni olarak algılanan kesimleri dikkate almıyoruz. Bunların neden işçi sınıfının bir bileşeni olduklarını yukarıda gösterdik.

İlk dönemlerinin aksine günümüzde kapitalizm, işçi sınıfı ile ücretlilerin yaşam koşullarını aynılaştırıyor. İnsanları ücretlendirmenin biçimine göre sınıfsal tasnif etmek, artık, pek geçerli değil. Yaşam koşullarının giderek aynılaşması veya belirleyici olmaktan çıkması, kaçınılmaz olarak düşünce birliğine de yol açmaktadır. Bunun ötesinde aynılaşan yaşam koşulları, aynı sorunlardan etkilenmeyi ve aynı amaç için mücadeleyi de gündeme getiriyor.

Günümüzde kapitalizm, ücretlilerin ayrışma sürecini hızlandırmıştır. Günümüzde kapitalizm, işçi sınıfının seksiyonlarını çoğaltıyor, sınıfı ayrıştırmıyor. Ama aynı koşullar, ücretlilerin seksiyonlarını çoğaltsa da, öncelikle ayrıştırıyor. Günümüzde kapitalizm, ücretlilerin ezici çoğunluğunu işçileştirirken, ancak çok küçük bir azınlığını burjuvalaştırıyor. Ortada kalan kesimin üst tabakaları burjuva düzenden yana sınıfsal tavır alırken, orta ve özellikle alt kesimleri, işçi sınıfına yakınlaşıyorlar. Bunlar emekçilerin geniş ücretli kesimini oluşturuyorlar.

Aydınların ve memurların; genel olarak ücretlilerin toplumsal konumlarının saptanması ve tasnifi karmaşıktır. Her şeyden önce aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar, bazı istisnai durumlar hariç, ne üretim araçlarına sahiptirler ne de normal/bilinen tipte emekçilerdir. (Burada istisnai bir durumu, örneğin üretim araçlarına sahip olan doktorlar oluştururlar) Aydınlar ve memurlar, kapitalist toplumda kendilerine has özellikleri olan ücretli emekçilerdir.

Orta tabakanın bu kesiminin toplumdaki konumunun saptanmasına gelince: Bu saptama için belli kıstaslardan hareket edilir. Bu kıstaslar, her şeyden önce bu kesimin iş-mülkiyet ilişkisi ve emeğin (işin) örgütlenmesindeki konumlarını açıklar. Bu nedenle burada açıklamamız gereken, genel olarak işe-mülkiyete olan tavır ve emeğin (işin) örgütlenmesindeki konum değildir. Tam tersine, açıklanması gereken, spesifik (özgül) olgulardır.

İş ve mülkiyet kavramlarını bazı yönlerde ele alarak bu spesifik olgu sorununu açıklamaya çalışalım.

Ne genel olarak iş, ne de genel olarak mülkiyet, belli bir toplum kesiminin gerçek sınıfsal karakterini tam olarak tespite yeter. Örneğin, genel olarak işten/emekten bahsetmek; genel olarak iş/emek, belli bir insanın işçi sınıfından veya burjuva sınıfından olup olmadığını saptamak için yeterli bir ölçü değildir. Bu konuda Lenin “RKP(B)’nin X. Kongresinde şöyle diyor:

Birincisi, ‘üretici’ kavramı, proleteri yarı proleter ve küçük meta üreticisiyle birleştirir ve böylece sınıflar arasında tam bir fark koymak için sınıf mücadelesinin temel kavramı ve temel talebi radikal olarak terk edilir”.
Marks ve Engels, sınıf farklılıklarını unutanlara, genel olarak üreticilerden, halktan ve emekçilerden bahsedenlere karşı acımasız bir mücadele yürütmüşlerdir... Genel olarak emekçiler veya çalışanlar yoktur...” (49). Bu anlamda da günümüzde bolca kullanılan “çokluk” kavramının sınıf mücadelesinde hiçbir anlamı yoktur.

Demek ki genel olarak çalışıyor olmak, o insanın toplumda hangi sınıfın unsuru olduğunu saptamaya yeterli bir ölçü değildir. Diğer bir deyişle, sınıf farklılığının tespiti için genel anlamda iş bölümü belirleyici ölçü olamaz. Sınıf farklılığının tespiti için temel ölçü, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisi ve mülkiyetin biçimidir. Ne var ki, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisi, mülkiyetin biçimi, bağımsız/başka faktör ve olgulardan dışlanmış olarak, esasen de toplumsal iş bölümünden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu nedenle yukarıda genel olarak ölçü değil, temel ölçü ifadesini kullandık. Buna göre, kapitalist toplumda sınıfların tasnif edilmesinde yöntemsel ilke, toplumsal iş bölümü ile temel mülkiyet biçiminin/ilişkilerinin birliğidir.

Belirttiğimiz gibi, genel olarak iş, genel olarak mülkiyet, fazla bir şey ifade etmez. Marksizmde genel olarak işin, genel olarak mülkiyetin yeri yoktur. Marksizm, bu kavramları somutlaştırarak ele alır. Örneğin, soyut işten değil, somut işten; fiziki işten, idari işten, zihni işten vs. bahsedilir. Aynı durum mülkiyet kavramı için de geçerlidir. Üretim araçlarına olan ilişkiyi saptamak için genel olarak mülkten veya mülksüzlükten bahsetmek, böylesi soyut tanımlamaları kullanmak yetersizdir. Esas olan, mülk ve mülksüzlüğü somut olarak ele almaktır. Bunu göz önünde tutmazsak çok farklı sonuçlara varabiliriz. Genel olarak mülkten bahsederek, kişinin üretim araçlarına olan ilişkisine dayanarak, örneğin küçük burjuvazi/küçük meta üreticisi, kendi çapında üretim araçlarına sahip olduğu için, pekala kapitalist olarak değerlendirilebilir.

Marks, Engels ve Lenin bu olguları, -somut mülkiyet, somut iş ve bunların arasındaki ilişkinin karakteri- göz önünde tutarak aydınların/memurların/ücretli memurların kapitalist toplumun sosyal yapısındaki konumlarını/yerlerini saptamışlardır. 
 
Aydınla memurlar/ücretli memurlar arasındaki belli bir farkı belirtmeden geçmeyelim. Aydın ve memur/ücretli memur kavramları tam sosyal kategoriler değildir. Çünkü bu kavramlar, insanları toplumda tam belirlenmiş sosyal konuma, yani esas itibariyle üretim araçlarına olan ilişkilerine göre karakterize etmiyorlar. Bu kavramlar, insanların toplumdaki sosyal konumlarını çeşitli açılardan belirlemeye yararlar. Buna göre, aydın kavramıyla insanlar, toplumda yaptıkları işin karakterine göre belirlenmişler demektir. Yani zihni işe, kafa işine göre. Memur veya daha ziyade ücretli memurlar, ücretin biçimine göre tanımlanıyorlar. Örneğin işçiler, ücret alırlarken, bunlar maaş alırlar. Ne var ki bu da çoğu durumda tam bir ayrımı ifade etmez. Örneğin, devlet sektöründe bazı hizmetliler, doktorlar, öğretmenler vs. aynı zamanda hem aydın hem de memur/ücretli memur konumundadırlar.

Aydınları ve memurları/ücretli memurları burjuvazi ve proletaryadan ayıran, onların kapitalist toplumda ara bir konum almalarını sağlayan belli temel özellikler vardır. Marksizm bu konuda belli başlı üç özelliği belirtir. Bir de bunların neler olduğuna bakalım.

Birinci özellik:
Yaptıkları iş açısından aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar:
Bunlar yaptıkları işin karakteri açısından işçi sınıfından ayrılırlar. Onlar için fiziki olmayan iş, zihni iş esastır, işçiler için ise fiziki iş tipiktir. Kapitalizmde zihni iş, işçi sınıfından sosyal olarak kopartılır. Kapitalizmde zihni iş, sermayenin elinde bir güce dönüştürülür ve bu güç, işçi sınıfına yabancılaştırılır, onun üzerinde hakimiyet kurması sağlanır. Bu süreç, kapitalist gelişmenin en son aşaması olan büyük üretim/makineli üretim aşamasında daha ziyade gündeme gelir. Bununla ilgili olarak Marks şöyle der:

Üretim sürecinin zihni güçlerinin el işinden ayrılması ve onların (zihni güçlerin, çn) sermayenin, emek üzerine sermayenin güçlerine dönüşmeleri... makineye dayanan büyük sanayide tamamlanır” (50). 
 
Kapitalizmde bu süreç; zihni işin kol işinden ayrılması, sosyal çelişki olarak açığa çıkar. Yani hem işçi hem de kimi aydın ve memur/ücretli memur, farklı biçimlerde de olsa ücretli işçi olmalarına rağmen; sermaye karşısında ücretli işçi olmalarına rağmen, yine, aynı sermaye tarafından sosyal olarak birbirinden kopartılmışlar ve karşı karşıya getirilmişlerdir; kol işinin karakterize ettiği işçi, kafa işinin karakterize ettiği de aydın-memur-ücretli memurdur.

İkinci özellik:
Mülkiyete (özel mülkiyete) olan ilişkinin somut biçimi açısından:
Proletaryanın özel mülkiyete olan ilişkisi açıktır. Onun, üretimde mülkiyetle ilişkisi yoktur ve dolayısıyla bu temelde herhangi bir imtiyaza da sahip değildir. Proletarya nezdinde emek ve sermaye birbirini dışlar. Ne var ki aynı olguyu aydınlar ve memurlar/ücretli memurlar için geçerli göremeyiz. Bunlarda emek ve sermaye birbirini dışlamaz.

Proletarya, doğrudan üreticidir ve dolayısıyla doğrudan üretici olarak, üretken üretici olarak kendi iş gücü vasıtasıyla belli bir değer üretir. O, emeğinin karşılığını değil de, iş gücünün satış değerini, sermayenin değişken kısmında ücret olarak alır. Kapitalist, geriye kalan artı değere el kor. Buradaki iki ayrı bölüm; ücret (değişken sermaye) ve kar (artı değer) üretken çalışma vasıtasıyla yaratılmıştır ve kapitalist sistemde maddi yaşam, bu iki bölümden alınan payla sağlanır. Yani ya proleter ya da kapitalist olarak. Belirtelim ki sorun, göründüğü gibi basit değildir.

Ama, sadece iki çıkış noktası mevcuttur: Kapitalist ve işçi. Bütün üçüncü şahıslar ya hizmetleri karşılığı bu iki sınıftan para alacaklar ya da -parayı hizmet karşılığı almıyorsa- ona artı değere faiz, rant vs. formunda ortaktırlar” (51).
 
Buna göre; söz konusu aydın, memur/ücretli memur tabakasının, işçi sınıfından hizmetleri karşılığı para/ücret almayacaklarına göre, kapitalist sınıf tarafından ücretlendirildikleri açıktır. Artı değir üretmeyen ve kapitalistler tarafından ücretlendirilen bu tabaka, esas itibariyle üretken olmayan bir faaliyette bulunurlar.

Marks’ın “yüksek” işçiler dediği bunlara, devlet memurları, avukatlar, subaylar, din adamları, hakimler, doktorlar vs. birer örnektir (52). Bu “yüksek” ve üretken olmayan “işçiler”, “ya üretken işçilerin ücretleriyle ya da kullanıcılarının karlarıyla” ücretlendirilirler (53). 
 
Bu nokta, söz konusu tabakanın, kapitalistler tarafından karın bir kısmıyla ücretlendirilmeleri çok önemlidir. Böylelikle bu tabaka, kapitalistler tarafından bir nevi ücretli işçiye dönüştürülmektedir. Bir nevi ücretli işçiye diyoruz, çünkü esas ücretli işçi olarak proleterler, aldıkları ücreti kendileri üretmektedirler. Söz konusu tabakanın ise böyle bir üretkenliği yoktur. Tam tersine onlar, kardan ücret/maaş olarak aldıkları payı, hizmetleri karşılığı üretken işçilerden, esas olarak da kapitalistlerden satın alırlar (54). 
 
Bu durum bu sosyal tabakayı, kapitalist sınıfa bağımlı kılar. Bu bağımlılıktan dolayı aydınların, memurların/ücretli memurların özel mülkiyetin çıkarlarına kayıtsız kalmaları söz konusu olamaz. Bu noktada bu tabaka ile kapitalist sınıf arasında özel mülkiyet temelinde belli bir çıkar ortaklığı vardır.

Burada kapitalist üretim biçimine özgü bir paradoks durum söz konusudur: Üretken işçiler, üretken olmayan işçilerin var oluşlarını sağlamalarına rağmen, üretken olmayan bu işçiler, kendileri için üretim yapan üretken işçilere değil de, yani işçi sınıfına değil de, kendilerini ücretlendiren kapitalist sınıfa bağımlıdırlar (55).

Üçüncü özellik:
Yöneticilik açısından:
İşçiler, üretim sürecinde doğrudan üretici konumunda olurlarken, bir kısım aydın da üretimin örgütlenmesinde, yönetilmesinde görev alırlar. Böylelikle doğrudan üretmekle yönetmek, işçi sınıfıyla aydınlar arasında belli bir sosyal farklı durumun doğmasına neden olur. Her ne kadar kapitalist gelişmenin ilk evrelerinde zihni işin bir biçimi olarak yönetmek, imtiyazlı olanların bir işiydi ise de, bugün bu görevler, artık, ücretlendirilenler tarafından icra edilmektedir (Bu konuya yukarıda değinmiştik).
Kapitalistin adına icra edilen bu işten alınan ücret de kapitalist karının bir kısmıdır.

Yukarıda belirttiğimiz bu üç nokta/özellik, bu sosyal tabakanın kapitalist sisteme, özel mülkiyete olan konumunu, onun kapitalist toplumdaki sosyal yerini karakterize etmemizde temel ölçek ve çıkış noktasıdır. Bu tabaka, belirttiğimiz özelliklerden dolayı her ne kadar özel mülkiyete bağımlı durumdaysa da, üretim araçlarına sahip değildir. Orta tabakanın bir bölümü olarak bu tabakanın unsurları da proletarya ve burjuvazi arasında ara bir sosyal konuma sahiptir.

Bu sosyal tabakanın iç bileşimi oldukça karmaşıktır/çelişkilidir. Çünkü bu tabakanın unsurları, farklı sınıflara yakın olan unsurlardan, insan gruplarından oluşmaktadırlar. Bu karmaşık ve çelişkili iç bileşime rağmen aydın, memur ve ücretli memurların -bir bütün olarak küçük burjuvazinin, orta tabakanın- kapitalist toplumun iki ana sınıfından hangisine yakınlaştıklarını veya hangisinden uzaklaştıklarını yukarıda anlattıklarımızdan çıkartabiliriz. Buna göre:
- Maddi bağlar (ücretin boyutu),
- Yaşam tarzı,
- Faaliyetin (zihni) kapsamı,
- Sosyal köken (sınıfsal köken),
- İdeolojik-siyasi bağ.

Bu noktalar, bu tabakanın ve bu tabaka içinde çeşitli grupların daha ziyade hangi sınıfa; burjuvaziye mi, proletaryaya mı yakın olduğunu gösterir.

Soruna, salt aydın sorunu olarak baktığımızda kapitalist toplumda temel her sınıfın belli bir aydın kesiminin olduğunu görmekteyiz: Burjuva sınıfın burjuva aydını, proleter sınıfın proleter aydını ve ara sınıf olarak da küçük burjuvazinin küçük burjuva aydını vardır.
Bu sosyal tabakanın sosyal yapısını aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz:

Vartikal tasnif – toplumsal iş bölümü açısından tasnif:
Aydınlar/memurlar: Teknik-ekonomik aydın grubu (istatistikçiler, ekonomistler, menajerler, mühendisler, müdürler, planlamacılar vs.).
Serbest meslek sahipleri grubu: (Avukatlar, sanatçılar, yazarlar, müzikçiler, doktorlar, bilim adamları vs.)
Devlet mekanizmasının unsurları: (Devletin politik, ekonomik, ideolojik, eğitim, hukuk vs. alanlarındaki aydınlar, memurlar, politikacılar, ordu ve polis mensupları vs.).
Din adamları
Ücretli memurlar:
Ticaret alanında: (Pazarlamacılar, ticari büro işçileri vs.)
Ulaşım-haberleşme alanında (Posta, telefon, telgraf, televizyon, radyo, kara, hava, deniz yolu alanlarında hizmet görenler vs.).

Tabi, adyın-memur, ücretli memur adı altında saydıklarımızın hepsini küçük burjuva, burjuva olarak göremeyiz. Bunları ayrıştırmak gerekir. Yukarıda belirttiğimiz kıstaslar temelinde genel bir ayrıştırma yaparsak:
Kendi hesabına çalışan serbest meslek sahipleri (doktorlar, avukatlar, mimarlar, mühendisler, muhasebeciler; kendi büroları olan ve çoğu kez yabancı işgücü çalıştıran bu unsurlar orta tabaka çerçevesinde ele alınmalıdır. Bunlar arasında devletle ideolojik birliği olanlar ve aynı zamanda nispeten büyük bir sermayeyi harekete geçirenler doğrudan burjuva unsurlar olarak görülmelidir
Özel sektörde profesyonel yönetici konumunda olan “ücretliler”, kapitalistin sermayesini çoğaltmasında, daha fazla artı değer elde etmesininde stratejik rol oynayan; bu iş planlayan, örgütleyen ve denetleyen bu unsurlar da burjuvazinin bir parçasını oluştururlar (56).

Orta derecede müdürler, teknik alanda uzmanlar; yönetim ile üretim, dolaşım arasında sermaye lehine çalışan, ama üst düzey yöneticiler gibi stratejik bir rol oynamayan bu unsurlar da küçük burjuvazinin bir parçasını oluştururlar.

Marks''ın deyimiyle “Gerçekte, hiçbir sınıf küçük burjuvaziye onlardan daha değersiz bir devşirmeler kesimi sağlayamaz” (57) durumda olan bir kısım ev hizmetçileri de küçük burjuvazinin bir parçası olarak görülmelidir.

Üretken olmayan bu unsurlar, zenginlerin, yavuklularının yaşamlarını kolaylaştıran ev işleri yaparlar ve ücretleri gelirden ödenir. Bunların ücretli işçilerle tek ortak yanları, bizzat çalışmak zorunda olmalarıdır. Aldıkları ücret normal ücretin üstündedir; bu anlamda bu türden ev işi yapanları, temizlik işlerinde çalışan işçilerle birbirine karıştırmamak gerekir. Kapitalistlerin, özel hizmet için tuttukları bu unsurların efendileriyle ortak çıkarı vardır; kapitalist ne kadar zenginse ve hizmet ne kadar özelse, aldıkları ücret de o kadar fazladır. Bu bakımdan bu ev hizmetçileriyle efendileri arasında çıkar birliği vardır. Hizmetleri karşılığında “kapitalistlerin lüks harcamalarının bir kısmını” alırlar ve yine Marks'ın deyimiyle bunlar bizzat “lüks ürün”dür (58).
Ev hizmetçilerinin bu kesimi de küçük burjuvazinin bir parçasını oluşturur. 
 
Gelişen kapitalizm, üretim ve sermayenin örgütlenmesinde artı değer elde edilmesinde işçileri kontrol eden yeni görevlileri gündeme getirir. Bu görevler, “Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi, subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) gereksimin duyar. Ve bunlar, çalışma sürecinde kapitalist adına (bu orduya) komuta ederler. Denetim (gözetim, çn.) işi, bunların yegane işlevi olarak yerleşir” (59).

Bu ordu mensuplarının, denetimcilerin ödemesi nasıl yapılır? Bu konuda Marks şöyle der:
Şimdi, tıpkı köle gibi ücretli emekçinin de, kendisini işe koşacak ve yönetecek bir efendiye sahip olması gerekiyor. Ve bu efendi-köle ilişkisinin varlığı kabul edilince, ücretli emekçiyi, hem kendi ücretini ve hem de kendisini yönetme ve denetleme işi için, ya da 'onu yönetmek, hem kendisi ve hem de toplum için yararlı hale getirmek yolunda emek ve yeteneğini harcayan efendisine bir karşılık olarak', denetim ücretlerini de üretmeye zorlamak çok yerinde bir şey olur. Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki zıtlıktan, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinden doğduğuna, ve bu nedenle, kapitalist üretim tarzı gibi, sınıf çelişkilerine dayanan bütün üretim tarzlarında ortak olduğuna göre, kapitalist düzen altında da, bütün bileşik toplumsal emeğin bireylere kendi özel görevleri olarak verdiği üretken işlevler ile doğrudan doğruya ve ayrılmaz bir biçimde bağlı bulunur... Bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kârdan tamamen ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer” (60).

Bunların doğrudan kapitalistin yönetim işine koşulanları, kapitalist ile ideolojik bütünleşenleri küçük burjuvadan sayılmalıdır.

Kapitalist toplumda belirttiğimiz sınıflardan ve ara tabakalardan başka, yine kapitalist toplumun temel sınıfları arasında yer alan, ama orta tabakadan olmayan başka, sınıfsal kökenleri farklı gruplar da vardır. Bunlar, lumpen proletaryadan, hırsızlardan, soygunculardan, dilencilerden vs. oluşan gruplardır.
Orta tabaka, gördüğümüz gibi, bir taraftan kapitalist üretim biçiminin bir sonucuyken, aynı zamanda/diğer taraftan da ekonomik, sosyal, politik vs. alanlarda ortak yönleri olmayan bir “sınıf” gibi, bütünsellik arz etmeyen insan topluluklarını içerir.

Orta tabakanın her bir grubu, kapitalist toplumun sosyal yapısında kendilerine özgü bir yer alarak, sermayenin, burjuva düzenin kendilerine yüklediği belli işlevleri yerine getirir.

Orta tabaka, nam-ı diğer küçük burjuvazi değişkendir. Özellikle ekonomik ve politik durumun sonucu olarak orta tabaka, bir taraftan burjuvazi ve proletarya saflarından kopanlarla beslenirken, diğer taraftan da burjuvazi ve proletaryaya insan unsuru da verir.

Sonuç itibariyle:
Marks'ın dediği gibi kapitalizm, “kaskatı bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizmadır” (61). Bu değişim içinde kapitalist üretim biçimi, sadece meta ve artı değer üretmez, aynı zamanda bir yanda kapitalist, diğer yandan da ücretli işçi olmak üzere kapitalist ilişkiyi de üretir ve yeniden üretir (Marks).
Bu anlamda kapitalizm bu iki ana sınıf arasında kalan küçük burjuvaziyi de üretir. Sayısal olarak ne kadar üretir sorusuna yukarıda birtakım verilerle cevap vermeye çalıştık. Gerçek bir sayı peşinde değiliz. Ama en azından gerçeğe yakın bir oransal sonuç hiç de fena olmaz.

Diğer taraftan unutmamak gerekir ki, kaskatı bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizma” olan kapitalizm, aynı zamanda gelişmesinin en yüksek olduğu ülkelerde bile toplumu safi olarak iki ana sınıfa ayıramamıştır; onun diyalektiği iki ana sınıfın yanı sıra ara tabakaları da üretmeyi beraberinde getirir. Ama en önemlisi, gelişen kapitalizmin kaçınılmaz olarak işçi sınıfının çoğalmasını, büyümesini beraberinde getirmesidir (62). Aşağıdaki veriler bu gelişmenin sayısal bir sonucu olarak görülmelidir.

Nüfusun, üretimin toplumsal yapısındaki yerine göre dağılımı:

İşteki duruma göre istihdam edilenler, 15+ yaş
Çalışan nüfusun işteki durumuna göre sosyal bileşimi
1990
2000
2005
2009
İşçi sınıfı
Ücretli ve Yevmiyeli
7 223
10 488
11 436
12 770
Burjuvazi
İşveren
832
1 109
1 101
1 209
Küçük burjuvazi
Kendi Hesabına
4 901
5 325
4 689
4 429
Küçük burjuvazi
Ücretsiz Aile İşçisi
5 582
4 659
2 841
2 870
Kendi Hesabına+Ücretsiz Aile İşçisi
-
10 483
9 984
7 530
7 299
Toplam
Toplam
18 538
21 581
20 067
21 277
İşçi sınıfı
Ücretli ve Yevmiyeli, %
39
48,6
57
60
Burjuvazi
İşveren , %
4,5
5,1
5,5
5,7
Küçük burjuvazi
Kendi Hesabına, %
26,4
24,7
23,4
20,8
Küçük burjuvazi
Ücretsiz Aile İşçisi, %
30
21,6
14,2
13,5
Kendi Hesabına+Ücretsiz Aile İşçisi
%
56,6
46,3
37,5
34,3
İstatistik Göstergeler 1923-2009, s. 142.

Yukarıdaki veriler de en fazlasıyla genel bir eğilimi göstermeye uygundur. “Ücretli ve Yevmiyeli”leri bir bütün olarak işçi sınıfı olarak aldık. “İşveren” kavramına dahil olanları burjuvazi olarak kabul ettik. “Kendi Hesabına + Ücretsiz Aile İşçisi” kavramı altında kastedilenleri küçük burjuvazi olarak değerlendirdik. Bunların hepsi tartışmaya açık, birkaç örneği daha verilmeden tek başına alındığında yanlış değerlendirmeye yönlendirebilecek verilerdir. BU durumun bilincinde olarak yukarıdaki verilerden hareket ederek Türkiye'de nüfusu işteki durumuna göre sınıflara ayırdık. Bu durumda:

İşçi sınıfının “İşteki durumuna göre istihdam edilen” nüfus içindeki payı 1990'da yüzde 39; 2000'de yüzde 48,6; 2005'te yüzde 57 ve 2009'da da yüzde 60.

Burjuvazinin “İşteki durumuna göre istihdam edilen” nüfus içindeki payı 1990'da yüzde 4,5; 2000'de yüzde 5,1; 2005'te yüzde 5,5 ve 2009'da da yüzde 5,7.

Küçük burjuvazinin/orta tabakaların “İşteki durumuna göre istihdam edilen” nüfus içindeki payı 1990'da yüzde 56,6; 2000'de yüzde 46,3; 2005'te yüzde 37,5 ve 2009'da da yüzde 34,3.
Bu verilerin grafiği de şöyle:

















Veya şöyle de hesap edebiliriz:
Bu durumda yukarıdakinden farklı bir sonuca varıyoruz. İşçi sınıfının toplam işgücüne ve istihdam edilen nüfusa oranı sürekli artıyor; toplam işgücüne oranı 1980'de 32,1'den 2000'de yüzde 39,6'ya ve toplam istihdamdaki payı da aynı yıllarda yüzde 33,3'ten yüzde 46,1'e çıkıyor.

İşteki duruma göre işgücünün ve istihdam edilen nüfusun sınıfsal bileşimi
1000 kişi
1980
1990
2000
Toplam işgücü (İstihdam+işsiz sayısı)
19 212
24 727
28 544
Toplam istihdam(işgücü-işsiz sayısı)
18 522
23 382
25 997
İşçi sınıfı (Ücretli, maaşlı veya yevmiyeli)
6 162
8 991
11 314
Burjuvazi (İşveren)
176
313
677
Küçük burjuvazi-Orta “sınıf” (Kendi hesabına)
4 277
5 204
5 228
Küçük burjuvazi-Orta “sınıf” (Ücretsiz aile işçisi)
7 860
8 871
8 775
Küçük burjuvazi-Orta “sınıf” toplamı
12 137
14 075
14 003
İşçi sınıfının toplam işgücüne oranı
32,1
36,4
39,6
İşçi sınıfının toplam istihdama oranı
33,3
38,4
46,1
Burjuvazinin toplam işgücüne oranı
0,9
1,3
2,4
Burjuvazinin toplam istihdama oranı
1
1,3
2,6
Küçük burjuvazinin-orta “sınıf”ın toplam işgücüne oranı
22,3
21
18,3
Küçük burjuvazi-orta “sınıf”ın toplam istihdama oranı
23,1
22,3
20,1
Küçük burjuvazi-orta “sınıf” toplamının toplam işgücüne oranı
63,2
56,9
49,1
Küçük burjuvazi-orta “sınıf” toplamının toplam istihdama oranı
65,5
60,2
53,9
2000 Genel Nüfus Sayımı, s. 54, 57.

Aynı yıllarda küçük burjuvazinin (veya orta tabakanı-”orta” sınıfın) toplamının işgücüne oranı yüzde 63,2'den yüzde 49,1 ve toplam istihdama oranı da yüzde 65,5'ten yüzde 53,9'a düşüyor. Her halükarda bu hesaplamalardan çıkartılması gereken sonuç, işçi sınıfının sayısal olarak çoğalmasıdır, küçük burjuva tabakanın giderek önemini yitirmesidir. Türkiye toplumunda işçi sınıfının çalışabilir nüfus içindeki ağırlığının 1960'da yüzde 22'den 2000'de yüzde 46,1'e ve şimdilerde de yüzde 60'a çıkması, orta tabakanın çalışabilir nüfus içindeki ağırlığının 1960'da yüzde 76,2'den 2000'de yüzde 53,9'a ve şimdilerde de yüzde 34,3'e düşmesi kapitalizmin gelişmişlik boyutlarını göstermesi bakımından oldukça önemli bir göstergedir.

*
*) Neden emek değil de iş veya çalışma kavramı kullanılmalıdır?

İş veya çalışma, insanın amaca uygun faaliyetidir. İnsan, bu faaliyet süreci içinde doğa maddelerini kendi gereksinimlerini gidermek amacıyla değiştirir. İnsanın bu faaliyet süreci, iş/çalışma süreci sonucunda yarattığı değerde ifadesini bulan, emektir. O halde emek, iş/çalışma sürecinde harcanmış olan işgücünün metada cisimlenen yoğun ifadesidir. Öyleyse emek, harcanmış işgücü demektir.

İş/çalışma, işgücünün harcanma, harcanıyor olduğu süreci ifade ederken, emek, bu sürecin sonuçlanmışlığını; işgücünün harcanmışlık durumunu ifade eder. Burada, Almanca’daki “Verausgabung der Arbeitskraft”, işgücünün, çalışma sürecinde harcanıyor oluşunu, “verausgabte Arbeitskraft” veya “geleistete Arbeit” ise işgücünün harcanmışlık durumunu; emeği ifade eder” (İ. Okçuoğlu, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, Kitap 3, BÖLÜM X)

Bu yanlış düşünce, insanların rastlantısal bir yanılgısı değildir. Bu, sömürünün gizli, maskeli olduğu ve işverenin ücretli işçiyle ilişkisi sanki birbirine denk meta sahiplerinin ilişkisiymiş gibi çarpıtılmış bir biçimde göründüğü kapitalist üretimin özgül koşullarından doğar.

Gerçekte, ücretli işçinin çalışma ücreti, emeğinin değerini ya da fiyatını oluşturmaz. Eğer emek bir metaysa ve bir değere sahipse, bu durumda bu. değerin büyüklüğü herhangi bir şeyle ölçülmek zorundadır. Açıktır ki, “emeğin değerinin” büyüklüğü diğer her meta gibi, içinde bulunan emeğin miktarıyla ölçülmek zorundadır. Bu koşul altında şu fasit daire ortaya çıkar: Emek, emekle ölçülür.

Ayrıca, kapitalist, işçiye “emeğin değerini” ödeseydi, yani emeği tümüyle ödeseydi, bu durumda kapitalistin zenginleşmesi için hiçbir kaynağın olmaması gerekirdi, başka bir deyimle, kapitalist üretim tarzı var olamazdı.

Emek, metaların değerini yaratır, ama kendisi meta değildir ve kendisi bir değere sahip değildir. Günlük hayatta “emeğin değeri” olarak adlandırılan şey, gerçekte işgücünün değeridir” (SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, POLİTİK EKONOMİ, Ders Kitabı, Cilt I) .

Kaynaklar:
(Ayrıca belirtilmediyse sayfa numaraları Almancasına göredir)

1)“Modern sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla, yalnız üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, iş sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar. Böylece aynı zamanda, toplumdaki iş bölümünde de köklü değişiklikler yapar ve sermaye ile işçi kitlelerini durup dinlenmeden bir üretim sürecinden diğerine atar. Bu nedenle, büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan, çalışmada değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski iş bölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile bu kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; iş araçlarını elinden alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça-işlerine bile elatıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bu uzlaşmaz karşıtlığı, daima sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen kurbanlarda; işgücünü harvurup harman savurmasında ve her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır” (K. Marks, Kapital, C.1, METE; C. 23, s. 510-511).
2) “Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüzyüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini bu yasanının normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm kalım sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir parça-birey haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm kalım sorunu halinde zorlamaktadır” (K. Marks, Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 511-512).
3)METE; C. 4, s. 462 (dipnot) (Marks-Engels; Komünist Manifesto).
4) Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 642 (dipnot).
5) K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 532.
6)“Yalnız, kapitalist üretim biçimini kesin biçim olarak -ve dolayısıyla, sonsuza dek doğal üretim biçimi olarak- gören burjuva darkafalılığı, sermaye açısından üretken iş nedir sorusunu, genelde hangi işin üretken olduğu ya da üretken işin genel olarak ne olduğu sorusuyla karıştırır ve sonuçta, herhangi bir şey üreten, herhangi bir sonuç yaratan işin bu gerçek çerçevesinde üretken olduğu yanıtını vererek ne kadar akıllı olduğunu düşünür.
Sadece, doğrudan sermayeye dönüştürülebilen iş üretkendir... Yani artı değer üreten ya da sermayeye artı değer üretimi için etmen olarak hizmet eden ve böylece kendini sermaye olarak, kendini genişleten değer olarak ortaya koyan iş” (K. Marks; Art Değer Üzerine Teoriler , C. 1, METE; C. 26/1, s. 368/369).
7) K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 532.
8)Bunlar hakkında Marks şöyle der:
Manüfaktür döneminin tersine, bundan böyle iş bölümü, mümkün olan her yerde, kadınların, her yaştan çocukların, vasıfsız işçilerin çalıştırılmalarına, yani İngiltere'de karakteristik bir deyimle ifade edildiği gibi, tek sözcükle, ucuz emeğe (işgücüne, çn) dayanır.
Bu, yalnız, makine kullanılsın kullanılmasın geniş boyutlu üretim kolları için değil, ister çalışan kimselerin evlerinde, ister küçük iş yerlerinde yapılsın, ev sanayileri denilen üretim biçimleri için de geçerliydi. Modern denilen bu ev sanayinin, bağımsız kent elzanaatlarını, bağımsız köylü tarım işletmelerini ve her şeyden önce de, işçi ile ailesinin içinde yaşadığı bir evin varlığını ön koşul olarak gerektiren eski tarz ev sanayi ile ad benzerliği dışında ortak bir yanı yoktur. Bu eski tarz sanayi, şimdi, fabrikanın, manüfaktürün ya da eşya deposunun, bir dış bölümü halini almıştır. Sermaye, tek bir yerde de geniş kitleler halinde topladığı ve doğrudan doğruya komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve elzanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da harekete getirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayii işçileridir” (K. Marks; Kapital I; METE; C. 23, s. 485/486).
9) “Değişik emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini -ya da bunlardan birinin daha hakim olduğu emek türlerini- birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim biçiminin gerçekten ayırt edici özelliğidir. Ancak bu maddi ürünün, bu insanların ortak ürünü olmasını ya da maddi zenginlik içinde yer alan ortak ürünleri olmasını önlemez., o insanların, sermayenin ücretli işçisi olma ilişkisini ve öncelikli anlamında, sermayenin üretken işçisi olma ilişkilerini ne ölçüde engeller ya da değiştirirse, ancak o kadar. Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden üretirler. Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir” (Marks, Artı-Değer Üzerine Teoriler, C.1,METE; C. 26/1, s. 387).
10) ”Çalışma süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişiyi yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonra başkalarının denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, çalışma süreci de el işini kafa işi ile birleştirir. Sonraları bunlar birbirlerinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Çalışma sürecinin bu ortaklaşa ... niteliği, gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki, üretken iş ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kolektif işçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir. Üretken işin yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin asıl niteliğinden çıkartılan tanımı, bütünüyle alındığında, kolektif işçi için de hâlâ doğrudur. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerliğini yitirir”(K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 531/532).
11) K. Marks, Kapital I, METE 23, s. 532.
12) Engels; İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu, METE; C. 2, s. 253.
13) Lenin; ‘Sol’ Radikalizm, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, C. 31, s. 60.
14) Bkz.: Lenin; Emperyalizm..., C. 22, s. 198.
15)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s. 388.
16) K. Marks; Kapital, C II, METE; C. 24, s. 60.
17)Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 304/305.
18)Agk., s. 311.
19)Agk., s. 303/304.
20)Marks; Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 133/134.
21)Agk., s. 134.
22)Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 312.
23)Marks; Kapital, C. 1; METE; C. 23, s. 531/532.
24)Agk., s. 532.
25)Agk., s. 351.
26) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 127.
27) K. Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 72/73, 1069 Frankfurt -Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları).
28)K. Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 66/67, 1069 Frankfurt -Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları).
29)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 127.
30)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 268.
31) K. Marks; Kapital, C. I, METE; C. 23, s. 469.
32)K. Marks; Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 481.
33)K. Marks; Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, Berlin 1953, s. 305.
34)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s. 377/378.
35)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 380.
36)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 385/386. Türk. 383/384.
37)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 128.
38)K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 386.
39)”Nihayet, büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında iş gücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle elele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasını ve böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkârlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur” ( K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 469).
40) ”Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde iş harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiç bir şeyi değiştirmez. Demek, oluyor ki, üretken işçi kavramı, yalnızca, iş ile yararlı etki arasındaki işçi ile iş ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artı değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor. Bu nedenle, üretken işçi olmak talih değil talihsizlik eseridir”(K. Marks, Kapital I, METE 23, s. 532).
41)“Sözüm ona “daha üst derece” işçiler denen büyük kitle -devlet görevlileri asker kişiler, sanatçılar, doktorlar, rahipler, yargıçlar, avukatlar vb.- ki bunların bazıları üretken olmamakla kalmaz hatta özünde yıkıcıdır. Ne var ki, bir yandan “maddi olmayan” metalarını satarak bir yandan da halka zorla kabul ettirerek “maddi” zenginliğin çok büyük bir kısmını nasıl ele geçireceklerini çok iyi bilirler; işte bu kitle, ekonomik yönden ... (panayır cambazları) ve ... (hizmetçiler) ile aynı sınıfa sürgün edilmeyi ve yalnızca tüketimden pay alan ve gerçek üreticilerin (ya da üretim ögelerinin) sırtından geçinen asalaklar olarak görünmeyi çok tatsız buldular. Bu, o zamana dek, başında bir hale taşıyan ve hurafelere dayalı bir saygı gören işlevlere küfür etmekle birdi. Burjuvazinin ... (sonradan görme) döneminde olduğu gibi, politik ekonomi de kendi klasik döneminde devlet mekanizmasına karşı, son derece haşin eleştirel bir tutum benimsemişti. Daha sonraki aşamada -pratikte de görüldüğü üzere- bir bölüğünü tümüyle üretken olmayan bu sınıfların miras alınmış toplumsal kombinasyonunun, bizzat kendi örgütlenişinin gereği olduğunu, ondan kaynaklandığını idrak etti ve öğrendi” (K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 145).
42) K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 469/470.
43)K. Marks; Kapital I, METE; C. 23, s. 370/371, 381.
43a)“Bir ülke, üretken gücü, toplam ürüne göre ne kadar küçük olursa o kadar daha zengindir, tıpkı kapitalist birey için olduğu gibi: Aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha az işçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir” (K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 199).
44) K. Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 892.
45) “Ama modern burjuva özel mülkiyet, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf zıtlıklarına, birinin diğerini sömürmesine dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.
Bu anlamda, komünistler teorilerini tek bir tümcede -Özel mülkiyetin kaldırılması- özetleyebilirler.
...
Çalışarak elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva mülkiyetten önce gelen küçük burjuva ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz? Bunu ortadan kaldırmamıza gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçü de ortadan kaldırmıştır ve hâlâ da gün be gün ortadan kaldırıyor.
Yoksa modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz?” (Marks-Engels; Komünist Manifesto, s. 51/52, Akademi Yayın, Çeviren: İbrahim Okçuoğlu).
46) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 199.
47)K. Marks, Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C: 26/1, s. 200.
48) K. Marks, Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C: 26/1, s. 383.
49) Lenin; RKP(B)- X. Parti Kongresi. C. 32, s. 250 ve 255.
50) K. Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 446.
51)K. Marks; Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 334/335.
52)Bkz.: K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 1, METE; C. 26/1, s. 145. “Devlet memurlarından, ordu mensuplarından, virtüozlardan, doktorlardan, din adamlarından, hakimlerden, avukatlardan vs. oluşan ‘yüksek’ işçiler denilen büyük kitle...” (s. 145).
53)Agk., s. 128.
54)Agy.
55)Bkz.: Agk., s. 157.
56)“Kapitalist üretim temeli üzerinde, hisse senetli girişimlerde, yönetim ücretleri ile ilgili yeni bir üçkâğıtçılık yöntemi gelişti ve fiilî yöneticinin üzerinde bir yığın yönetim ve denetim kurulları peydahlandı: Bunlar için denetim ve yönetim yalnızca ortakları soymanın ve keselerini doldurmanın bir bahanesi oldu” (K. Marks; Kapital III; METE; C. 25, s. 403; Bkz.: Agk., s. 401).
57) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler. C. 1, METE; C. 26/1, s. 190.
58)K. Marks; Kapital II, METE; C: 24, s. 409.
59)K. Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 351.
60)K. Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 399/400.
61) K. Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 16.
62) “İngiltere'de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ye en klasik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, sınıflardaki tabakalaşma, en saf biçimi içerisinde görünmez. Burada bile, orta ve ara tabakalar, (kentlerdekine göre kırsal bölgelerde çok daha az olmakla birlikte) her yerde sınır çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli işe üretim araçlarını sermayeye dönüştürür. Ve bu eğilime, öte yandan, toprak mülkiyetinin sermaye ve emekten bağımsız hale gelerek ayrılması ya da bütün toprak mülkiyetinin, kapitalist üretim tarzına uygun düşen bir toprak mülkiyetine dönüşmesi tekabül eder” (K. Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 892).