deneme

22 Ocak 2013 Salı

YOLUN SONU (III)

-->
11. makale

YOLUN SONU (III)

POST-MARKSİZMİN ANTİ-SINIFÇILIĞI - EZİLENLER

Post-Marksist arayışların Anadolu coğrafyasına yansımaları (II)
(Sıkça sorulan sorular)

Negri’nin “Çokluk” Teorisi ve “Ezilenler” Arasındaki Diyalektik Bağ

Sorunun çerçevesini çizmek için önce bu anlayışın fikir babası olan küçük burjuva anarşizan, “İmparatorluk” kurucusu T. Negri'nin konumuza ilişkin anlayışından başlamak gerekiyor.

İmparatorluk” kitabında savunulan teori genel anlamda “post operaizm” olarak tanımlanır. Teoriye geçen yüzyılın ‘60’lı ve ‘70’li yıllarında İtalya’da gelişen operaizm (“İşçicilik”) hareketi kaynaklık etmektedir. Bu hareketin önde gelenlerinden birisi de T. Negri’dir. Operaizme göre kapitalist gelişmenin motoru işçi sınıfının mücadelesidir. İmparatorluk'ta ise gelişmenin motoru “çokluk“un mücadelesidir. İmparatorluk teorisine göre toplumun bütün kesimleri kapitalizmin gelişen hâkimiyet yapısına tamamen tabi kılınmıştır. Ulus-devletler işlevlerinin büyük bir kısmını kaybetmişler ve kaybedilen görevler sosyal gruplar ve hareketler tarafından üstlenilmiştir. Böylece baskı ve sömürünün örgütlenmesinin yeni bir yapılanması kaçınılmaz olmuştur.

Konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla İmparatorluk'ta öne sürülen tezleri şöyle formüle edebiliriz:


-İmparatorluk, kapitalizmin yeni bir aşamasıdır. Bu aşamanın özelliği, maddi olmayan çalışmadır (emektir), “post modern” yaşam tarzıdır, “kontrol toplumu” hâkimiyetidir.

-İmparatorluk'ta gelişmenin veya kapitalizmin gelişmesinin motoru “çokluk”un direnişi/mücadelesi olduğu için bu düzende sermaye sürekli, “çokluk”un direnişine üretim koşullarının yeniden örgütlenmesiyle cevap verir. Kapitalizmin gelişmesi böyle sağlanır.

-İmparatorluk'ta “çokluk” ve İmparatorluk, uzlaşmaz karşıtları oluştururlar.

Negri ve Hardt’ın temel tezi, kapitalizmin emperyalist aşamasından “post-emperyalist” aşamaya doğru evrilmesidir. Yeni aşamanın adı İmparatorluk’tur.

Negri ve Hardt’a göre emperyalizm çağı artık tarihe karışmıştır; “Emperyalizm miadını doldurmuştur” (s. 12).

İmparatorluk'ta kapitalist üretim biçiminin en yeni, modern görünümleri dünyanın her tarafını ayrık otu gibi sarmıştır ve bu ilişkiler, İmparatorluk ile proletarya arasında yeni ve tam bir sınıfsal kutuplaşmaya neden olmuştur. Bu ilişkilerden “çokluk“ doğmuştur. İmparatorluk'ta öne sürdükleri diğer görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

Negri ve Hardt, yukarıya aktardığımız anlayışlarıyla emperyalizm ötesi bir düzenin; bir İmparatorluk düzeninin resmini çiziyorlar. Bu, yeni bir dünya düzenidir ve bu düzende ulus-devletlerin hâkimiyeti artık söz konusu değildir.

Bu düzende askeri müdahaleler, ulus-devletler arasındaki rekabet, çıkardan kaynaklanan çatışma, savaş olarak değil, İmparatorluk içi polisiye olaylar olarak görülmektedir. [Dolayısıyla askeri müdahaleler, işgal savaşları, İmparatorluğun evrensel “değerlerini” geçerli kılmayan yarayan polisiye hareketler olarak değerlendiriliyor. Böylece bu iki yazar, örneğin Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesini, Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla, dünya hegemonyası çabasıyla değil de, İmparatorluğun evrensel “değerlerini” kabul etmeyenlere kabul ettirmek için sürdürülen polisiye hareket olarak açıklamış oluyorlar. Öyle ya Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak’a saldırı nedenleri arasında evrensel “değerleri” “insanlık” adına, “demokrasi” adına “korumak ve savunmak” da yer alıyordu! Yani Afganistan'ın, Irak'ın işgali “İmparatorluk içi polisiye olay” oluyor!]

Emperyalizm miadını doldurmuş” olduğundan dolayıdır ki, en azından böyle olduğunu sanıyoruz, Negri ve Hardt, yeni dünya düzeninin artık Lenin‘in emperyalizm analizine göre açıklanamayacağını ilan ediyorlar. Yani hem Leninist ve hem de emperyalizm ötesi bir çağ savunuculuğunun bir arada olamayacağını ifade ediyorlar. Negri ve Hardt, Lenin’i aşıyorlar, düşünce itibariyle onu geçiyorlar ve Leninist olmanın artık bir nedeni kalmamıştır demeye çalışıyorlar!

Şüphesiz ki dünya, Lenin’in emperyalizm analizinden bu yana çok değişmiştir. Ama değişimler ne denli önemli olursa olsun, kapitalizmi kapitalizm; emperyalizmi emperyalizm olmaktan çıkartmamıştır. Emperyalizmi tanımlarken Lenin’in belirttiği beş özellik hala geçerlidir (1).

Kapitalizmin gelişmesi; sermayenin ve üretimin ilerleyen yoğunlaşması, ilerleyen tekelleşme, mali sermayenin hâkimiyeti, sermaye ihracının hâkimiyeti, dünyanın büyük emperyalist güçler tarafından paylaşılması ve yeniden paylaşım için sürdürülen rekabet ve savaşlar, Lenin’in analizinin hala ne denli geçerli olduğunu göstermektedir.

Negri ve Hardt’a göre “ekonomik ve kültürel mübadelenin küreselleşmesi durdurulamaz, geriye dönüşümsüzdür”. Öyle ki, “ulus-devletlerin hükümranlığı çöküş” sürecindedir ve güçlü uluslararası tekeller ulus-devlet olgusunu geride bırakmışlardır. (Yaşanmakta olan kriz, bunun tam tersini göstermektedir). Bu baylara göre kürselleşme, kapitalist toplumun yeni bir niteliksel aşamasıdır; emperyalizm ötesi bir aşamadır ve küreselleşmenin gelişmesi durdurulamaz, bu gelişmeden geriye dönüş olamaz. (Anlaşılan o ki, I. Dünya Savaşının arifesinde veya başlangıcında en yüksek gelişme aşamasına ulaşmış olan küreselleşmenin, II. Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde 2 misli veya daha fazla gerilemiş, 1850'deki seviyesinin de gerisine düşmüş olması yazarları pek ilgilendirmemektir). 
 
Negri ve Hardt’a göre uluslararası tekeller, “uçar-gezer” durumdalar ve devlet de iktidar gücünü yitirmiş durumdadır. Bu, kapitalizmde devletin rolünü anlamayan saçma bir görüştür. Ulus-devlete dayanmayan bir kapitalist sistem düşünülemez. Ama Negri ve Hardt, düşünmek bir yana sınıf düşmanını görünmez yapmak için bunun teorisini yapıyorlar. Bırakalım işçi sınıfını, “çokluk”larına dahi hedefin ne olduğunu göstermiyorlar. Sınıf düşmanı olarak, yıkılması gereken hedef olarak devleti özenle saklıyorlar.

Sermayenin, burjuvazinin, dolayısıyla kapitalist sınıfın devlete ihtiyacı vardır. En genel anlamıyla devlet, burjuvaziyi işçi sınıfının mücadelesi karşısında ve diğer devletlere karşı korumak göreviyle karşı karşıyadır. Azami karın elde edilmesi için koşulları oluşturan ve devamını sağlayan devlettir.
Kapitalist sistemde veya moda ifadeyle neoliberalist sistemde ulus-devletin yok olacağına inanmak, liberalizmin devlet olmaksızın var olma anlayışına inanmak kadar bir hayalciliktir.

Negri ve Hardt, “sanayi toplumu”nun sonunu getiriyorlar ve buna bağlı olarak da “post modern çağa” girdiğimizi savunuyorlar. Bu çağda, “artı değer üretiminin merkezi rolü kalmıyor ve onun yerini daha ziyade entelektüel, maddi olmayan, iletişim emek” alıyor. “Post modern çağ”da hizmet sektörü ve maddi olmayan emek belirleyici oluyor. “Enformasyon ve iletişim günümüzdeki üretimi yönlendiriyor; esas itibariyle bunlar, üretilen metalar” oluyorlar. Şüphesiz ki, kimse bir şey anlamasın diye böyle yazmıyorlar!

Tartışma götürmez gerçek şudur ki, her ekonominin altyapısını maddi değerlerin üretimi oluşturur. Maddi değerlerin üretimi olmaksızın maddi olmayan üretimin de olamayacağı, maddi olmayan emeğin kullanılamayacağı açıktır. Ötesinde, maddi değerlerin üretimi olmaksızın hizmet sektörü de olamaz. Aslında veya böylece maddi değerlerin üretimi bütün ekonominin zeminini oluştururken hizmet sektörünün de zeminini oluşturmuş oluyor. Ama bu iki yazar bunun artık böyle olmadığını, İmparatorluk'ta bu anlayışın artık geçersiz olduğunu savunuyor. Yani İmparatorluk ekonomisinin altyapısını maddi değerlerin üretimi değil, hizmet sektörü oluşturmaktadır deniyor.

Negri ve Hardt’a göre sanayi toplumu” sonlandığı ve “enformasyon toplumu”na girildiği için iş ilişkileri de kaçınılmaz olarak değişime uğramıştır. “Üçünü sektör” (hizmet sektörü), sanayi ve tarım sektörlerini geride bırakarak, kendine özgü meslekleriyle birlikte üretimde merkezi bir rol oynayacak duruma gelmiştir. Bu sektöre, eğitim, reklam, müzik, nakliyat, maliye, sağlık gibi alanlar dâhildir. Şüphesiz, bu alanların yeni olduğunu onlar da savunmuyor. Ama önemli olan, bundan ziyade bu sektörün iş ilişkilerinde, üretimde merkezi bir rol oynamasıdır. Yeni olan budur; oynadığı roldür. Emperyalist merkezlerde iş, hizmet-sektörleşiyor ve fiziki iş de bağımlı ülkelere kaydırılıyor.

Bundan dolayı sanayi proletaryasının, işçi sınıfının sınıf mücadelesindeki belirleyici rolünü yitirmeye başladığı tespitine katılmak, her şeyi metalaştıran anlayışa katılmak, ötesinde memurların önemli kısmına artı değer ürettiren anlayışa katılmak, hizmet sektörüne olduğundan fazla rol biçen anlayışlara katılmak Post-Marksizmin etkisinde kalmanın; hemen her yerde sosyal hareketler; ezilenler görmenin açık ifadesidir. 
 
Bu yazarlara göre “maddi olmayan emeğin” iki özelliği var: Birinci özellik, bilgisayarın giderek daha sürekli, daha yaygın kullanılmasından ibarettir: Böylece, Marks’ın Grundrisse'de ifade ettiği, “makineler insan beyninin insan eliyle yaratılmış organlarıdır”(2) anlayışını geliştirmiş oluyorlar kendi kendilerine! 
 
Maddi olmayan emeğin” ikinci özelliği, iki taraf arasındaki karşılıklı ilişkilerin (interaktion) ve insani ilişkinin duygusal yaşamı ilgilendiren iş (“duygulanımsal emek”) olmasından ibarettir. Ürünler maddi değildir, elle tutulmaz, fiziki değildir: Rahatlatıcı duygular, kendini iyi hissetmek, heyecan, tutku vs. Buna korku ve aşk da dâhil olsa gerek!
Her şeyi metalaştıran anlayışın kaynağı Negri’nin bu saçmalıklarıdır. 
 
Negri ve Hardt’a göre maddi olmayan emeğin üç tipi vardır:
Enformasyon ekonomisinin zirvesindeki hizmet sektörünün itici gücü olan maddi olmayan emeği üçe ayırabiliriz: Birincisi, enformatikleşmiş ve bizatihi üretim sürecini dönüştürecek bir şekilde iletişim teknolojilerini bünyesine katmış bir sanayisel üretimle ilgilidir. İmalat bir hizmet sayılır. Dayanıklı malların üretimindeki maddi emek, maddi olmayan emekle karışır ve maddi olmayan emek halini almaya başlar. İkincisi, bir yanda yaratıcı ve zeka ürünü manipülasyon ve öte yanda rutin simgesel manipülasyona ayrılmış analitik ve simgesel işlerdeki maddi olmayan emektir. Son olarak, maddi olmayan emeğin üçüncü türü duygulanımın üretimi ve manipülasyonuyla ilgilidir; (aktüel ya da virtüel) insani ilişki gerektirir, yani bedensel emek tarzıdır. Küresel ekonominin post modernleşmesinde başı çeken bu üç tür emektir.
Maddi olmayan emeğin bu biçimlerinin her birinde, ortak faaliyetin emeğe tamamen içkin olması söz konusudur” (s. 305)

İşgücünün, emeğin başına gelenler böyle! Tabii tanım böyle olunca, aşağıda göreceğimiz gibi işçi sınıfı tarihe karışıyor ve onun yerini, bu maddi olmayan emeğe tekabül eden bir “çokluk” alıyor.

Biyo-iktidar, “yeni devrimci” öznenin; “çokluk”un potansiyeli açısından değerlendirildiğinde bir anlam kazanıyor. Negri ve Hardt’a göre “çokluk” “kolektifliğin iktidarı”dır. Bu iktidarda her bir tekil, kendi özelliğini korur. Aynen “ezilenler”in her birinin kendi tekil özelliklerini koruyarak “ezilenler”i oluşturdukları gibi (Althusser “üstat”ın yapısalcılığı burada da karşımıza çıkıyor). Biyo-iktidar, bütün “ontolojik” zenginliğiyle, olanakları ve ihtiyaçlarıyla bütün yaşamı kapsamına alır. İmparatorluk'ta “maddi olmayan emek”, komünist toplumun koşullarını yaratır. Bu düzende üretici güçler artık komünist karakterli olmuşlardır, ama sadece üretim ilişkileri hala kapitalist karakterlidir. Olmadı! Üretici güçleri komünist karakterli yaparken, üretim ilişkilerini kapitalist karakterli bırakmak ancak ve ancak Negri ve Hardt’a özgü bir “düşünce çabukluğunun” ürünü olabilir! 
  
İşçi sınıfı ve “çokluk”
Bu baylara göre “emek”, sürekli, maddi olmaktan çıkmaktadır: “Artı değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi emeğinin oynadığı merkezi rolü bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek oynuyor. O halde, bu yeni kapitalist değer birikimi sorununu sömürü mekanizmasının merkezine (ve dolayısıyla belki de potansiyel isyanın merkezine) oturtabilen yeni bir politik değer teorisini geliştirmek zorunludur” (s. 43/44).

Yeni bir değer teorisinden sonra, asıl olarak bilgi, iletişim ve dil alanında işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerekiyor” (s. 44).
 
Doğru, madem ki Marksist politik ekonomi, toplum, sınıf ve değer üretimi teorileri reddediliyor ve sanal toplum bu teorilerin reddi üzerine kuruluyor, o halde yapılması gereken, yeni düzenin işleyişine tekabül eden yeni teorilerin; yeni bir “politik değer teorisinin” geliştirilmesidir. Negri ve Hardt bunu yapıyorlar. Ama iş, bu teorileri geliştirmekle bitmiyor. Sonra sıra bu teorilere işlerlik kazandıran bir özne teorisinin geliştirilmesi gerekiyor. “Artı değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi emeğinin oynadığı merkezi rol” bir kenara atıldıktan sonra sıra –yüz milyonlarca işçinin maddi değer, artı değer üretiyor olması gerçeğine rağmen- merkezi rolü “bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emeğin” oynadığının tespit edilmesine geliyor. Bu tespit de yapılıyor; işin (emeğin) teorisi yapılıyor, ama soyut olmaktan bir türlü çıkamayan bir tespit oluyor. Ve sonra bu soyut teoriye tekabül eden özne de bulunuyor: İşçi sınıfının yerini alan “çokluk”!

Negri ve Hardt, “maddi olmayan emeğin” her üç türünü entegre etmeye çalışıyorlar: “Yeni enformasyon ağlarıyla bağlantılı hale gelen sanayi üretiminin iletişimsel emeği, simgesel analiz ve problem çözmeyle ilgili etkileşimli emek ve duygulanmaların üretimi ve güdümlenişiyle ilgili emek” (s. 44).
 
Bu Post-Marksist teoriye göre İmparatorlukta ortaklıkçı, hissi ve maddi olmayan iş (emek) hâkimdir. Bu düzende yaşam ile üretim arasındaki sınırlar silinmiştir. Bütün “emek”, sermayenin hâkimiyeti altındadır. Yani İmparatorluk'ta proletaryanın bileşimi değişmiştir denmek isteniyor (3).

Proletaryanın bileşimi değiştiği için veya bizim bildiğimiz “klasik” işçi sınıfı tarihe karışıyor olduğu için bu iki yazar, kaçınılmaz olarak, üretken, sanayide çalışan işçi sınıfının, proletaryanın evriminin sadece bir anını oluşturmuş olduğu sonucuna varmış oluyor.

Bundan önceki bir devirde proletarya kategorisi… sanayisel işçi sınıfı merkezliydi… Günümüzde işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk etti. Varlığı son bulmadı, ama kapitalist ekonomideki ayrıcalıklı konumunu yitirdi… Proletarya eski günlerinde neyse artık o değil” (s. 66). 
 
Yani proletarya, işçi sınıfı, sınıf mücadelesindeki belirleyici rolünü kaybediyor. Bu düşünceler çok tanıdık düşüncelerdir. Ben de sanıyordum ki, bu düşünceler en Marksistlerin kişisel düşünceleridir. Demek ki, Negri'den etkilenmiş olduklarını ve bu etkilenmeyi de “yeni” teorik açılım diye pazarladıklarını pek düşünememişim. Üçüncü evrenin özelliği emeğin sermayeye tabi olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılmasıdır anlayışının arkasında yatan gerçeğin ne olduğunu böyle düşünenlere bir sorun.

Üçüncü evrenin özelliği emeğin sermayeye tabi olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılmasıdır türünden bir “şehir efsanesi”ne şimdiye kadar hiç kimse cesaret edememişti; ne Berstein ne Kautsky ne Troçki ne Althusser ne Kurz ve ne de Negri bu türden bir “şehir efsanesi” üretme cüretine sahiplerdi. Ama yeni türden tasfiyeciler, “en Marksist” geçinenler bunu başardılar; teoride zavallılık pahasına başardılar. Bunun nasıl başarıldığını bana soracağınıza, bu efsanenin üzerine gidin, bir katakulli ile kapitalizmin nasıl yok edildiğini öğrenmeniz gerekir.

Bu baylara göre bu evrim süreci II. Dünya Savaşından hemen sonra sonlandı ve bugün sanayide çalışan işçi sınıfı, işçi sınıfı olmaktan çıkmaya başladı. Tabii ki, onun yerini “çokluk” aldı. Yani “Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!” değil, “bütün ülkelerin çokluğu; özneleri birleşin!” şiarı geçerlidir artık! Şu emperyalist burjuva ideologlarının propagandasını görüyor musunuz?! Sanıyorduk ki, “elveda proletarya” şiarını onlar üretmişlerdi ve bundan dolayı da hep onlara saldırıyorduk. Anlaşılan o ki, suyun başını Negri’nin; daha geçen yüzyılın ‘70’li yıllarında işçi sınıfından umudunu kesmiş bu anarşizan-otonomcunun tuttuğunu görememişiz! Sadece Negri'yi değil, genel olarak Post-Marksizmin bu konudaki rolünü görememişiz. Sanıyorduk ki, gerek uluslararası alanda, gerekse de Türkiye’de “Marksistler” kendi çabalarıyla saçmalıyorlar. Onların kendi çabalarıyla saçmalayacak cürete dahi sahip olamadıklarını görememişiz. Düşüncelerini Post-Marksistlerin “değişim”, “dönüşüm”, “yeni” gelişmeler açılımlarından almış olduklarını anlayamamışız!

Bu saçmalığı çürütmeye çalışmak gibi bir derdimiz yok. Bu bayların işçi sınıfı üzerine analizlerindeki temel hataları reel dünyaya sırt çevirmelerinden, “emeğin” ve sermayenin karakteri üzerine yanlış kavrayışlarından kaynaklanmaktadır:
 
Üretim çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda birbirlerini çapraz keser ve karışır. Bu bağlamda, politik ekonominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımlar bulanıklaşır. Üretim, yeniden üretimden ayrılmaz hale gelir; üretici güçlerle üretim ilişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişken sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır” (s. 392).

Böylece Post-Marksizm, kapitalist ekonominin bu karakteristik kavramlarını tanınmaz hale getiriyor; sabit sermaye ile değişken sermaye arasındaki sınırlar; üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki ilişkiler ve aynı zamanda somut emeğin çeşitleri arasındaki sınırlar bir çırpıda yok ediliyor, kapitalist ekonominin ve toplumun nesnel yasaları yok sayılıyor. Umutsuz ve küskün Negri, kapitalizmi, kapitalizm olmaktan çıkartıyor. Ama küçümsemeyelim. Aynı umutsuzluk ve küskünlük içinde çırpınan ve “Marksist” olmaktan da vazgeçmeyen daha nice aklı evvel var. Onlar da kafalarında “İmparatorluk”u kurmuşlar ve bir yandan işçi sınıfını yok sayarken, diğer taraftan da “çokluk” teorisi yapıyorlar ve “kral öldü, yaşasın yeni kral” misalinde olduğu gibi “işçi sınıfı önemsizleşti, yaşasın “çokluk” diyorlar. Uzağa gitmenize gerek yok, bu coğrafyada yayınlanan gazetelerde ve dergilerde bu Post-Marksist düşüncelerin propagandasının yapıldığını görebilirsiniz. Kısası şu: Kim “ezilenler” teorisini yapıyorsa, onun yelkenleri Post-Marksist anlayışlarla şişirilmiş demektir. Gelişmelere ayak uydurmak gerekiyor! 
 
Negri ve Hardt, “sanayi toplumu”nun sonunu getirip hizmet sektörünü ve “maddi olmayan emeği” hâkim kılarak İmparatorluğu kurduktan ve tabii ki toplam ekonomide maddi üretim artık tali olduğundan dolayı –teorileri böyle- işçi sınıfını inkâr ettikten veya merkezi rol oynamaktan çıkardıktan sonra bu sınıfın yerine “toplumsal işçi”yi veya da “çokluk”u koyuyorlar. Bu baylara göre, normal bir dünyalının anladığı işçi sınıfı, devrimci özne olarak rolünü oynayacak durumda değildir artık. “Elveda proletarya!” Onun yerini toplumsal işçi denen “özne” almıştır. Bu özneye sadece kapitalistler dâhil değildir. Yani kapitalistler karşısında toplum, sınıfsal ayrımdan arındırılmış oluyor; işçi, emekçi, mühendis, doktor, bürokrat, öğretmen vb. yoktur artık! Kapitalistler karşısında herkes, bütün farklılıklarını koruyarak aynı düzeyde özne olmuşlardır; “çokluk” olmuşlardır, “ezilenler” olmuşlardır! En Marksistlerin kapitalizmi kapitalizm olmaktan, işçi sınıfını işçi sınıfı olmaktan çıkartma çabaları boşuna değildi. Bir de deniyor ki, Anadolu coğrafyasında Negri'nin taraftarları olabilir mi? Demek ki olabiliyor. Sadece Negri'nin değil, genel anlamda Post-Marksizmin taraftarları var. Kim bunlar diyeceksiniz. Söyleyeyim: Hep “değişim”den, “dönüşüm”den, “yeni” olanda bahsedip de değişene, dönüşene, yeni olana Post-Marksist, Negri'ci anlayışın ötesinde cevap veremeyenlerdir. Bunların, dolayısıyla Post-Marksizmin esas amacı, her fırsatı, Marksizm-Leninizmin ilkelerine saldırmak için kullanmaktır. Batı-Marksizmi bunun yolunu açmıştı. Bizi ilgilendirdiği kadarıyla sınırlandırarak söylersek; son 40-50 yılın Post-Marksizm savunucuları (Althusser ve öğrencileri, Negri vs. ve coğrafyamızda TP ve onun ideolojik etkisinde hareket edenler) bu yolda yürüyenlerin sadece birkaçıdır.
Bu baylara göre, bizzat insan yaşamının üretimi anlamına da gelen biyo-üretim, her bir birey tarafından sürekli ve her tarafta gerçekleştirilmektedir. Bu türden küçük burjuva anarşizan hayalleri/anlayışları Negri geçen yüzyılın ‘70’li yıllarından beri savunmaktadır. 
 
Negri, daha geçen yüzyılın ’70’li yıllarının ortasında maddi değerler üreten işçi kavramını; “sanayi işçisi” kavramını bir kenara atarak onun yerine “toplumsal işçi” kavramını kullanmaya başlamıştı. Anlayışına göre kapitalist sömürü, bütün toplumu kapsayarak gerçekleştiriliyordu. Bu nedenle artık işçi sınıfının sınıf olarak bir ayrıcalığı kalmamıştı: Artık herkes işçiydi, herkes sömürülüyordu. Daha o zamanlarda Negri, sermaye ile emek arasındaki sömürü ilişkisini belirleyici olarak görmüyordu ve işçi sınıfını da ekonomideki konumuna göre tanımlamıyordu. Toplumsal işçiden Negri, bir öğrenciyi anladığı gibi, bir ev kadınını, işsizi, mühendisi veya öğretmenin de anlıyordu. Çünkü ona göre toplumsal işçi olarak bunların hepsi kapitalizm tarafından sömürülüyor, eziliyor.  
Ne kadar tanıdık düşünceler değil mi? Sanki bizim, sizin gazetenin yazarları yazmışlar; bizleri düşünerek yazmışlar. Siz bu anlayışı bir de emeğin sermayeye tabi olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılmasıdır anlayışıyla birleştirirseniz “ezilen üretme teorisi”nin artık sırtı yere gelmez. Marks'a ve Kapital'e tam bir darbe indirmiş olursunuz. Bu işin üstadı TP'dir. TP, sömürü ilişkisini değil de ezilme ilişkisini döne döne anlatmıyor mu? Bunların hepsinin bir araya gelmesi tesadüf olmasa gerek. Negri, sosyal hareketleri ön plana çeken, işçi sınıfını yoklaştıran başkaca Post-Marksistler, coğrafyamızda TP ve en Marksistler elele vermişler. Bu tesadüf olabilir mi?

Bu baylar, “toplumsal işçi”yi veya “yeni proletarya”yı tanımlarken çokluk veya ezilenler teorisini üretiyorlar: Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu iki profesör, proletaryanın sınıfsal bileşimini kafalarına göre değişime uğratıyor ve proletarya için yeni bir kavram daha kullanıyor: İş gücü doğrudan veya dolaylı olarak sömürülenler. Üretimde ve yeniden üretimde kapitalist normlara tabi olanlar bu kategoride toplanıyor. Yani “küreselleşme” döneminde, İmparatorluk çağında kapitalizm artık herkesi işçi yapmıştır, artık herkes proletaryadır; birilerinin fabrikada çalışması, birilerinin doktor veya mühendis olması, başka birlerinin küçük üretici olması, devlet memuru olması artık niteliksel bir farkı ifade etmiyor. Artık hepimiz “toplumsal işçi” veya “yeni proletarya” olarak çokluk'a, çalışanlara, ezilenlere dönüştük! Şimdi “en Marksist” geçinenlerin neden kapitalizmi kendi kendine çökertirken herkesi sermaye karşısında eşitleyen bir konuma getirdiğini anladınız mı? Amaç ezilenler üretmektir. Bunun adının Negri'de “çokluk” olmasının, TP'de ve onun ideolojik etkisi altında hareket edenlerde ezilenler olmasının hiç bir kıymeti harbisi yoktur (Bu konuyla ilgili olarak bkz.: İbrahim Okçuoğlu; “Yeni” Düşünceler (Sıkça sorulan sorular), http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com).

Bu bayların çokluk tanımı yerine isterseniz “genişletilmiş proletarya” kavramını da kullanabilirsiniz. Michael Hardt efendi derdini şöyle anlatıyor: “Proletaryayı geniş anlamda, bütün çalışanlar olarak ele alırsak, çokluğa varmış oluruz” (“Es herrscht noch zu wenig Globalisierung”. Interview mit Toni Negri und Michael Hardt, in: taz: 18. März 2002).

Yani halk ile karşılaştırıldığında veya halkın politik talepleriyle karşılaştırıldığında “çokluk”, “tekillerin”, teker teker öznelerin toplamı oluyor. “Çokluk”, çok sayıda tekillerin toplamıdır; yani tekillerden oluşan bir yığındır. Her bir “çokluk” bileşeni, kendisiyle başkaları arasında bir sınır çekmek zorunda değildir. “Çokluk”, farklı olanların toplamıdır; homojen değildir, birbirine benzemez. “Çokluk”, dışarıda olanlarla; yani “çokluk” içinde olmayanlarla, “çokluk”a dâhil olmayanlarla onları kendi içine alma; kapsama ilişkisi içindedir. “Ezilenlerin Marksizmi” yazısında TP, Negri'nin “çokluk” kavramının Türkçeye enfes bir çevrisini yapmış: Orada aynen şöyle deniyor: “Bir verili somut konjonktürde ezilenlerin mevcudiyeti, tüm verili bütünlük olarak belirir. Ezilen; fiziksel gövdesi, ideolojisi, kültürü, dini-imanı, bulaşığı-kiriyle, konjonktürde ayrıştırılması mümkün olmayan bir varoluştur. Ayrıştırma sonsal bir işlemdir ve konjonktürde, tanımı gereği buna zaman yoktur”. “Çokluk”u veya “ezilenleri” böyle tanımladıktan sonra “Çokluk ile ezilenler arasındaki fark kategoriktir” (TP, “Kitlesel İşçi’den ‘Çokluk’a” yazısı) demenize kim inanır? TP'ye öykünenlerin de “çokluk” başka, “ezilenler” başka demesine kim inanır?
Böylece işçi sınıfı kapitalizmde, ”çokluk” da İmparatorluk'ta “mezar kazıcı” oluyor!

Çokluk” deyip geçmemek lazım! Nasıl ki proletarya kendini üretiyorsa, “çokluk” denen bu özne de kendi kendini üretiyor. Maddi değerlerin üretimi tali olduğu için işçi sınıfının da miadı dolmuş oluyor veya kendini üretmesinin maddi koşulları giderek yok oluyor. Yani işçi sınıfı ölüm döşeğinde! (Tam da bu nedenle Marksistler, Dinozor oluyorlar!) Ama maddi olmayan emeği temsil eden “çokluk”un kendini üretme koşulları var. Çünkü bu baylara göre İmparatorluk'ta temel, en önemli üretici güç “çokluk”tur. İşçi sınıfı geçmişi, “çokluk” geleceği veya işçi sınıfı eskiyi, “çokluk” yeniyi temsil ediyor. Bu bir diyalektik sorunudur. Ve diyalektiğin bu yasası, embriyon halinde de olsa yeniye, yeni olana sarılacaksın, yeniyi esas alacaksın diyor! Aynı aynlayışı TP'de ve onun etkisi altında olanlarda da görüyoruz; şaşılacak derecede bir benzerlik!

Negri, “çokluk“un özne olarak kendini üretmesini, İmparatorluk'ta hâkim konumda olan maddi olmayan emekten hareketle açıklamaya çalışmaktadır. Şöyle diyor:
Maddi olmayan emek dolaysız bir biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet gerektirir. Başka bir ifadeyle, maddi olmayan emeğin ortak oluşu daha önceki emek biçimlerinde olduğu gibi dışarıdan dayatılmış ve örgütlenmiş bir şey değildir; ortaklık bizatihi emek faaliyetine tam anlamıyla içkindir. Bu gerçek, emek gücünün “değişken sermaye” olarak, yani sadece sermaye tarafından harekete geçirilen ve bir araya getirilen bir kuvvet olduğunu savunan (klasik ve Marksçı politik ekonomistlerin ortak görüşü) eski kavrayışının sorgulanmasını gerektirir… Bugün üretkenlik, servet ve toplumsal artıkların yaratılması dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla ortaklaşa etkilenişim biçimini alıyor. Dolayısıyla, maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor” (s. 305).

Veya: “İmparatorluk, dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa faaliyet hâkim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Artık üst yapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici dilsel ağların bir evrenidir…Toplumsal özneler aynı zamanda bir birlikçi makinenin üreticisi ve ürünleridir. Bu yeni tarihsel oluşum içinde artık “dışarısı” olan bir imge, bir özne, bir değer ya da bir pratik tayin etmek mümkün değildir” (s. 391/392). Yani bu anlayışa göre “çokluk” enternasyonalini de çoktan kurmuş! Dünya Sosyal Forumu’na verilen önem bundan dolayıdır. Köhnemiş pasifist ve reformist ideolojinin ve önderliğin yönlendirdiği bu sosyal hareketin göklere çıkartılması bundan dolayıdır.
Kapitalizmin varoluş krizlerine bakın, orada Negri'nin bu anlayışının döne döne işlendiğini; “yeni” gelişme olarak piyasaya sürüldüğünü görürsünüz.

Negri, dışın; ekonomi dışının, İmparatorluk dışının olmadığı koşullarda üretici güçleri tamamen sosyalleştiriyor:
İş günü – üretime ayrılan 8 saat- ile yaşam –geriye kalan 16 saat- arasındaki farklılık giderek siliniyor. Burada da bir dışarı yok ve bununla biyo-politiği kastediyoruz: Üretim ile yaşam arasındaki fark yok oluyor” (“Es herrscht noch zu wenig Globalisierung”. Interview mit Toni Negri und Michael Hardt, in: taz; 18. März 2002)

Sonuç itibariyle çokluk“: “Çokluk”, halk, işçi sınıfı, emekçi yığınlar gibi toplumsal öznelerden farklıdır. Adı üzerinde “çokluk”, hiçbir zaman bir bütünselliği oluşturmayacak olan, sayısız farklılıklardan oluşan ve belli bir kimliğe indirgenemeyecek olan bir kitledir/yığındır. Farklılıklar sayısızdır: etnik farklılık, kültürel farklılık, dinsel farklılık, seksüel farklılık, toplumsallığa özgü farklılık, çalışma biçimlerindeki farklılık, yaşamdaki veya dünyaya bakıştaki farklılık, istek ve arzulardaki farklılık vs. “Çokluk”, bütün bu tekil farklılıkların toplamından oluşmaktadır. 
 
Çokluk”ta sosyal farklılık sürekli belirgindir. “Çokluk”, gök kuşağı gibidir. Bütün farklılıkları koruyarak ilişki içinde olmak ve ortaklaşa hareket etmek “çokluk”a özgüdür! “Çokluk”ta farklılık, ortak olanı keşfederek ve böylece ilişki içinde olarak, ortak hareket etmek için motor rolü oynar.

Çoklukun sınıfsal karakteri
Negri ve Hardt’a göre “maddi olmayan emek” ile “çokluk” arasında birbirlerinin varlığını koşullayan bir bağ vardır. Bu iki yazarın “diyalektiği” böyle diyor. İmparatorluk'ta ücretli iş yok olduğu, üretim koşulları/ilişkileri kapitalist biçimini kaybettiği için geriye bağımsız faaliyet sürdüren, hizmetlerini sunanlar, yani “çokluk” kalıyor. Sosyal hareketler, DSF içinde yer alan ve tarihin tekerleğini 200-300 sene geriye çevirmek için mücadele eden o anarşizan-otonomcu ve feminist hayalcileri, enternasyonal kitle hareketinin bu unsurlarını İmparatorluk anlayışında görüyoruz.

İmparatorluk'ta mülkiyetin karakteri önemsizleşmiştir; “maddi olmayan emek” dünyasında, yani İmparatorluk'ta maddi değerler üretimi koşullarının hiçbir önemi kalmamıştır. “En Marksist” oportünizm de aynı düşünceyi savunmaktadır. Negri ve Hardt, bir el çabukluğuyla mülkiyet sorununu önemsizleştiriyorlar. “En Marksist” geçinenler de bu işi sermayeyi sermaye olmaktan “emeği” “emek” olmaktan çıkartarak yapıyorlar. Tabii bunda maddi olmayan emek önemli bir rol oynuyor. Bu baylara göre, “maddi olmayan emeğin” ortakçılık (koperasyon) özelliği varmış; koperasyon, çalışma sürecine içkinmiş. Maddi olmayan emek, kolektifleştirici karakterinden dolayı özel mülkiyetin altını oyuyormuş, onu “soyut bir kavrama”, “hukuksal bir güce” dönüştürüyormuş” (s. 314). Bu “hukuksal gücün”, İmparatorluk'ta gerçek ekonomik gücü/etkisi olamazmış: ”Bugün üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortaklaşa ve maddi olmayan emeğin hegemonya kurduğu çağda, miadını doldurmuş bir çürümüşlük ve gaddarlıktan başka bir şey değildir” (s. 417).

Çokluk”, ortak olanı üretiyormuş ve ortak olan da gelecekteki üretimin temelini oluşturuyormuş. Bu, sarmal biçiminde ve giderek genişleyen bir hareketmiş. Ortak olan, biyo-politik üretimin her iki ucunda ortaya çıkıyormuş: “Ortak olan, hem nihai üretimdir ve hem de üretimin koşuludur”. Bu biyo-politik süreçte “çokluk”, bin bir türlü bağlarla, ilişki ağıyla başka “çokluk”lar ile ilişki içinde oluyormuş. Bu ilişkiler “çokluk”ların üretimini birbirine bağlıyormuş ve böylece “çokluk yaşamı” kaçınılmaz olarak doğuyormuş! DSF çerçevesinde savunulan, birbirinden bağımsız üreten, parayı, rekabeti ortadan kaldıran, Proudoun’u hatırlatan o anarşizan-otonomcu akımı İmparatorluk anlayışında görüyoruz. 
 
Negri’nin hayal dünyasında veya hayali İmparatorluğunda “çokluk”un her unsuru her an üretim araçlarıyla ilişkilenebiliyor. Yani anlaşılan o ki, İmparatorluk'ta “çokluk”, üretim araçlarından kopuk değil. Çalışmak isteyen her “İmparatorluk vatandaşı”, istediği işe uygun üretim koşullarına her an sahip oluyor! Böyle bir toplumda tabii ki, hiç kimse işsiz olmaz. En fazlasıyla, çalışmayı külfet olarak algılayanlar olabilir! 
 
İmparatorluk'ta üretim koşulları/araçları “çokluk”un her bir üyesinin tasarrufunda olduğu için bunlar, ekonomik olarak daha baştan bağımsızlaşmış oluyorlar. Teori böyle diyor. Bu durumda “çokluk”, İmparatorluk tarafından ancak, çalışma sürecinin dışında baskı altında tutulabiliyor ve sömürülebiliyor. Aynı anlayışı TP'de de görüyoruz; TP, sömürüyü, dolayısıyla artı değer üretimini üretim sürecinden çıkartıyor (Bkz.: 8. makale). Aynı anlayışı “en Marksist” oportünizm de savunmaktadır. Post-Marksist teori böyle diyor. Yani baskı ve sömürü, doğrudan üretim sürecinin dışında gerçekleşiyor. Bu hokkabazlığın bir anlamı var: Baskı ve sömürü, dolaysız üretim sürecinin dışında aranınca mülkiyetin de baskı ve sömürüde oynayabileceği bir rol kalmıyor; mülkiyet önemsizleşiyor. Çünkü kapitalist veya üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan kişi, üretim koşulları/ilişkileri üzerindeki dolaysız hâkimiyet hakkını yitirdiği için, bu araçları sermaye olarak kullanamayacaktır. Böylece kapitalist, üretim ve buna bağlı olarak canlı emek üzerindeki gücünü de yitirecektir. 
 
Çokluk, biyolojik öz-örgütlenmedir” (s. 417). Mülkiyetin karakteri önemsizleştirilince “çokluk”un üretim yapma koşulları açığa çıkıyor: “Öz-örgütlenme” ile bu baylar, kapitalist üretim örgütlenmesiyle “çokluk” üretim örgütlenmesi arasında niteliksel bir farkın olduğunu ifade ediyorlar: Kapitalist sistemde kapitalist veya tekel, iş gücünü iş pazarında satın alır, işine geldiği kadar çalıştırır ve sonra sokağa atar. Kapitalist sistemde işçi, kapitalistin kontrolü altında onun çıkarına çalışır; artı değer üretir. Ama İmparatorluk'ta bunlar söz konusu değildir; orada birilerinin kontrolü altında birilerinin çıkarı için çalışmak, üretmek yoktur. Üreticiler üretimlerini bizzat örgütlerler!
En “ulvi” anarşizm işte budur! “Soylu” bir anarşist olsa olsa ancak böyle olur! 
 
Negri ve Hardt’ın İmparatorluğunda “çokluk”un “maddi olmayan emeği”, sermayenin kendini değerlendirme sürecine, yani sermayeye tabi değildir. (Bir daha hatırlatayım: Emeğin sermayeye tabi olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılmasının Negri'nin yukarıdaki anlayışıyla sonuç itibariyle hiçbir farkı yoktur). “Çokluk”, kendi emeğini kendisi için değerlendirir/kullanır. Dışarıdaki çıplak yaşamın böyle olup olmadığı pek önemli değil! Bu baylar, yaşayabilmek için iş gücünü satmak zorunda olan yüz milyonlarca işçiyi bir anda yok sayıyorlar. Negri ve Hardt, sahilde iki eliyle gözlerini kapatarak eliyle kuma “seni seviyorum”u yazan biçare aşık durumundalar. 
 
Negri ve Hardt, “çokluk”tan, yaşamak için iş gücünü satmak zorunda kalan ve sermayenin dayattığı üretim koşullarına/ilişkilerine tabi olan proleter yığınları; işçi sınıfı anlaşılmamalıdır diyorlar. Üretim için gerekli üretim araçları “çokluk”un tasarrufundadır. “Çokluk”, iş gücünü değil, ürünlerini; hizmetlerini pazara sürmektedir. Bunun ötesinde “çokluk”, sömürmek için yabancı iş gücü de satın almamaktadır. Bu anlamda “çokluk”, kapitalist sınıf değildir. İşletmeleri kapitalist işletme değildir. İmparatorlukta “çokluk” ne burjuva sınıftır ve ne de işçi sınıfıdır; ne kapitalisttir ve ne de işçidir. Orta bir konuma sahiptir. İmparatorluk'ta “çokluk”, bütün sınıfların, sınıf olma özellikleri/koşulları kalmadığı için dağılarak bütün bireysel özelliklerini/farklılıklarını koruyarak oluşturdukları yığındır. Aslında burada söz konusu olan, küçük burjuvadır. 
 
Gerçekten de Negri ve Hardt’ın tanımladığı “çokluk” ile klasik anlamda bildiğimiz küçük burjuvazi; klasik küçük burjuvazi arasında birtakım önemli benzerlikler ve ayrılıklar vardır:

Klasik anlamda küçük burjuvazi, devlet ve büyük işletmeler, tekeller tarafından sömürüldüğüne ve baskı altında tutulduğuna inanır. Aynen bir anarşistte olduğu gibi düzene karşı bir tepkisi vardır. Negri ve Hardt da İmparatorlukta “çokluk”un bu his içinde olduğunu kabul ederler ve “çokluk”un İmparatorluk karşısındaki tek yanlı memnuniyetsizliğini ve klasik küçük burjuvazi ile “çokluk” arasında sömürü ilişkileri bakımından benzerliğin olduğunu teorileştirirler.

İmparatorlukta “çokluk”, fiilen, üretim araçlarının sahibi oluyorlar. Bu haliyle “çokluk”, klasik küçük burjuvaya benziyor. Bu baylar, bazen de olsa proletaryadan bahsediyorlar, ama şu anlamda: İmparatorlukta işgücünün satılması, sermayenin işçiyi; ücretli işi kendisine tabi kılması tarihe karıştığından dolayı; üretim araçlarının mülkiyeti herhangi bir rol oynamadığından dolayı “proleter” olmak için işgücünün “dolaylı veya dolaysız” herhangi bir biçimde “sömürülmesi” yeterli oluyor. Sömürü, İmparatorluğun herhangi bir yerinde herhangi bir şekilde üretimle ilişki içinde gerçekleşiyor. Basında bolca rastladığımız gibi, İmparatorlukta da herkes bir biçimde sömürülüyor.

Klasik küçük burjuvazinin antagonist çelişki içinde olduğu bir sınıf yoktur. Şöyle diyelim: Küçük burjuvazinin, burjuvazi ile işçi sınıfının antagonist karşıtlığı gibi karşıtlığa sahip olan somut bir karşıtı yoktur. İmparatorlukta “çokluk”un da somut bir karşıtı yoktur. Karşıtın kim olduğunu Negri ve Hardt özenle saklıyorlar; görünemez, tanınamaz hale getiriyorlar.

Klasik küçük burjuvazi, sınıf çelişkilerini önemsiz görür ve kendini bu çelişkilerin dışında sayar. İmparatorlukta ise “çokluk”, çelişkileri yumuşatmak ve ahenkli hale getirmek göreviyle karşı karşıyadır.
Klasik küçük burjuvazi, kendi kurtuluşu için gerekli koşulların genel koşullar olduğuna inanır. Kendini dünyanın, kurtuluşun merkezinde gördüğü için, küçük burjuvazinin çıkarına olan koşulları toplumun çıkarına olan genel koşullar olarak algılar.

Çokluk” da İmparatorluk'taki yaşam tarzını kurtuluşun genel koşulları olarak algılar. Şöyle de diyebiliriz: Klasik küçük burjuvazi geleceğe umutsuz bakar, geleceğinin karanlık olduğu korkusu ve gerçeğiyle yaşar. Ara bir sınıf, sosyal bir tabaka olarak geleceğinin olmadığını bilir. İmparatorlukta “çokluk”un böyle bir sorunu yoktur. Gelecek onundur! Veya gelecek ezilenlerindir!

Tabii ki, klasik küçük burjuva ile “çokluk” arasında farklar da vardır: İşbirliğine (ortaklığa) yatkınlıkları, hareketlilikleri, esnek oluşları bakımından “çokluk” ile geleneklerine bağımlı, yerleşik olmaya yatkın, dünyayı kendi dünyasından ibaret gören klasik küçük burjuvazi arasındaki fark budur genel anlamda. Teori böyle diyor!

Çokluk”, ulus-devleti tanımayan bir vatandaştır: Yani İmparatorluk'ta yaşayan ve çalışan bir “dünya vatandaşı”. İmparatorluk'ta ekonomi tamamen küreseldir ve “çokluk”un unsurları da küresel ağ içinde beraberce hareket ederler. İmparatorlukta bir dış kalmadığı için “çokluk”un kurtuluşu da ancak ve ancak küreseldir. 
 
Klasik küçük burjuvazinin ilkesi “her koyun kendi bacağında asılır”dır. “Çokluk” ise küresel var olmak veya yok olmakla karşı karşıyadır. 
 
Sonuç:
Bu baylar ne öneriyorlar?
Yapmamız gereken, İmparatorluğun içinde geçip öteki tarafından çıkmaktır….İmparatorluğa ancak kendi genellik düzeyinde ve dayattığı süreçleri mevcut sınırlarını aşacak şekilde zorlayarak etkili bir biçimde karşı durulabilir. Bu meyanda hodri meydanı kabul etmek ve küresel düşünüp küresel davranmak zorundayız. Küreselleşme bir karşı-küreselleşmeyle, İmparatorluk da bir karşı-İmparatorlukla göğüslenmek zorundadır” (s. 218/219).

Bunu yapabilmek için “çokluk”un birleşmeden, bütünleşmeden, farklılıkları koruyarak ortak hareket etmesini ve ortak hareket etmenin, tanımlanmış herhangi bir merkez olmaksızın gerçekleştirilmesini talep ediyorlar. “Ağlar kurun”, “ağlar kurun” diyorlar! Teori böyle diyor! Parti, örgüt yerine şu “ağ” meselesinin neden bu denli önemli ve revaçta olduğu anlaşılıyor!
Önerdikleri işte bu!
Ne diyordu TP? “Ezilen; fiziksel gövdesi, ideolojisi, kültürü, dini-imanı, bulaşığı-kiriyle, konjonktürde ayrıştırılması mümkün olmayan bir varoluştur”.

Ne diyordu Foucault? “İsyanın yer belirlemesi yoktur, ayaklanmanın ruhu yoktur, ayaklanmaların veya devrimcilerin katışıksız yasasının kaynağı yoktur. Bunun yerine, her biri kendine özgü bir durum olan dirençlerin çoğulluğu vardır. İşçi sınıfı dışında sosyal hareketler vardır; onların çoğulluğu ve çeşitliliği söz konusudur!

Ne diyordu Poulantzas? “Sınıf yerleri” ile “sınıf pozisyonları” ayrımı yapılmalıdır. Yapısal belirlenimlerden hareketle tespit edilebilen “sınıf yerleri”nden farklı olarak “sınıf pozisyonları”nın ancak konjonktürel olarak tespit edilebilmesinin mümkündür; “sınıf pozisyonları” her zaman ideolojik, politik ve iktisadi mücadelelerin neticesinde kendisini konjontürel olarak çeşitli ittifaklar üzerinden dışa vurabilmektedir”.
Negri, TP, Poulantzas ve Foucault'nun söyledikleri arasında nitel bir fark var mıdır? Ben göremiyorum.

Bu baylar ve genel anlamda Post-Marksizm işçi sınıfına şunu diyorlar: Geçmişteki mücadeleniz başarılıydı. Ama artık tarihi görevinizi yerine getirme özelliğiniz; yeteneğiniz kalmadı. Emperyalizm, İmparatorluğa dönüştü. Miadınız doldu, yerinizi “çokluk” aldı.
Memleketteki “ezilenciler” de bunlara öykünüyorlar. 
 
İmparatorluk'ta bütün toplum üretken olmuştur. Üretken olan-olmayan ayrımı kalkmıştır. Bu nedenle İmparatorluk'ta işçi hareketi kurumları (partileri, sendikalar vb.) anlamını kaybetmişlerdir. Çünkü maddi değerler üretimi emeği, hegemonyasını kaybetmiştir; hegemonya maddi olmayan emeğe geçmiştir. Teori böyle.

Şüphesiz ki, İmparatorluk'ta da hâkimiyet söz konusudur. İmparatorluk, hâkimiyetini “çokluk”un beynine ve vücuduna kazıyor. Bir “kontrol toplumu” kuruluyor. Dünyanın, yani İmparatorluğun her yanına kurulan ağlarla “çokluk” sömürülüyor. Ama kapitalizme/emperyalizme nazaran İmparatorluk ileri bir aşamadır. Çünkü İmparatorluk, kurtuluşun yeni koşulları demektir. Teori böyle!

İmparatorluk'ta çalışma koşulları tamamen değişiktir. “Çokluk”, artık ücrete bağımlı işçi, fabrika işçisi değildir. “En Marksist” geçinenler de sermaye ile “emek” arasındaki diyalektik bağı kopartarak aynı sonuca varıyorlar. “Çokluk”, serbest çalışan, yaratımcı (kreatif) olan hizmet sektörü unsurlarından oluşmaktadır. İmparatorluk'ta “çokluk”, maddi olmayan emek harcar. Bu çalışmanın özelliği, üretim araçlarında özel mülkiyetin herhangi bir rol oynamamasıdır. Bu nedenden dolayı İmparatorluk'ta “çokluk”, ekonomik olarak bağımsızlığına (emansipasyon) kavuşmuştur. Şimdi önemli olan siyasal kurtuluşu sağlamaktır. 
 
Negri ve Hardt şu çağrıyı yapıyorlar:
-Kurduğunuz küresel ağlar üzerinden adım adım; ”komünist ağlarla” bir “karşı-imparatorluk” kurabilirsiniz. Artık slogan “bütün ülkelerin işçileri birleşin” değil, “bütün ülkelerin küreselleşmecileri”, “kürselleşmenin olumsuz güçlerine” karşı birleşin”dir!

-İktidar dışımızda değildir, içimizdedir; beynimizdedir, vücudumuzdadır. İktidarı, farkına varmadan duygulanımsal çalışmamızla sürekli üretiyoruz. Yani cesaretsizlik, korku, “trans” içinde olan her “İmparatorluk vatandaşı” bu eylemleriyle iktidar üretiyor! Bir şey anladınız mı?

-Bu iktidar, toplumdaki her birimizin konumu ne olursa olsun hepimizi kendine bağımlı kılmakta, evet köleleştirmektedir. Bu iktidarın; biyo-iktidarın bir sahibi, taşıyıcısı, ondan özel olarak yararlananı yoktur. Bu iktidar, sınıfsızdır. Toplum üzerinde durmaktadır. Bizi, yani “çokluk”u kendi düzenine uymaya zorlamaktadır. Bu iktidar, özne olmuştur ve hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları kendine tabi kılmaktadır. Yani herkes eziliyor ve de sömürülüyor!

Böylece Negri ve Hardt, hitap ettikleri “çokluk”a, İmparatorluk'ta hâkim bir sınıfın olmadığı mesajını veriyorlar. Ücretli işi de bir el çabukluğuyla ortadan kaldırdıkları için kaçınılmaz olarak sermaye ilişkilerini de ortadan kaldırmış oluyorlar. Hal böyle olunca “emeğe” el koyan bir sermaye sahibi de ortadan kalkıyor. 
 
-İmparatorluk'taki üretim sürecinde sermaye herhangi bir rol oynamıyor. Çünkü ücretli emeğe ihtiyacı yok. İmparatorluk'ta sermaye, toplumu sınıflara ayırmıyor, toplumda kapitalizme özgü çelişkilerin doğmasına neden olmuyor. Böylece İmparatorluk'ta bütün insanlar aynı derecede sermayeye tabi kılınıyorlar. Bütün insanlar, çalışanlar, sömürülenler, ezilenler konumunda oluyorlar. Bütün insanlar aynı iktidar altında inim inim inliyorlar. 
 
-İmparatorluk'ta sermaye, sahibi olmaksızın, sahipsiz bir şekilde hâkimiyetini sürdürüyor. Bütün toplum üzerinde iktidarını kullanıyor. Ama her nedense İmparatorluk'ta bu iktidarı kendi çıkarları için kullanacak kişiler yok. Böylece biyo-iktidarın esas sahipleri –Negri’nin İmparatorluğundan çıkıp normal dünyalı gibi düşünecek olursak- yani kapitalistler, bu iktidardan kurtulmak için mücadele eden “çokluk“ tarafından görünmez hale getiriliyorlar. İmparatorluk'ta iktidar ve sahipleri doğaüstü bir karaktere sahip oluyorlar. Negri ve Hardt iktidar sahiplerinin kimler olduğunu pekâlâ biliyorlar ama “çokluk” nezdinde onları görünmez yaptıkları için “çokluk”, yel değirmenine karşı mücadele eder durumda kalıyor, boşa kılıç sallıyor.

İmparatorluk'tan kurtulmak için bu baylar herhangi bir strateji sunmuyorlar. Marksizm-Leninizmin devrim anlayışı, Komünist Manifesto, Marks, Engels, Lenin ve tabii ki öncelikle de Stalin bu baylar için tarihtir.

Bu baylar, sadece, yeni bir alternatif var, buna inanın diyorlar. Ancak, ‘bize inanın’ diyorlar. Ellerinde bir konsept yok. Parti olmaz, sendika olmaz; örgütlenme olmaz diyorlar. Örgütlenmeyi, örgütlü mücadeleyi reddederek geleceği olmayan bir gelecek istiyorlar. “Hareket her şey, sonuç hiçbir şey” işte böyle gerçekleştirilir. Bu otonomcu, anarşist anlayış, sadece ve sadece, “ağ kurun”, “ağ kurun” çağrısından ibarettir. Demek ki kurulan ağlar kendi kendine başka ağlarla birleşecekler; küresel ağlaşacaklar ve böylece küresel iletişim içinde olan bir dünya toplumu doğacak! Yegâne dayanakları “çokluk” ve sosyal hareketlerdir. Önerdikleri, bolca gösteri yapından, kargaşa çıkartından, “hareket her şey, sonuç hiçbir şey”i uygulayından ibarettir.

Negri ve Hardt, el çabukluğuyla maddi değerlerin üretiminde çalışan işçi sınıfını önemsizleştirerek, artık onun devrimci bir özelliğinin kalmadığını vurgulayarak bu sınıfın yerine koydukları “çokluk”ta devasa, devrimci bir güç, potansiyel görüyorlar. Ama ne gariptir ki, bu “çokluk”, karşıtının kim olduğunu bilmiyor, örgütlü değil, kolektif hareket etmiyor. Ötesinde aynı “dili” de konuşmuyor. Bu devasa gücün harekete geçmesi, kendi deyimleriyle “devasa bir örgütün devrimci kalkışması” için belli bir, “oturmuş modelleri” yok. “Olasılığın” ne zaman “gerçekliğe” dönüşeceğini bu baylar da bilmiyorlar. 
 
Negri ve Hardt, kapitalizm/emperyalizm koşullarında işçi sınıfını yok sayma teorisini geliştiriyorlar.

Örgütlenmeyin, partileşmeyin, kendiliğindenci hareket içinde de komünist bilince varabilir ve bu düzen içinde; İmparatorluk'ta komünizmin nüvelerini oluşturabilirsiniz (“maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor”) diyorlar. Bunun için, aynen Mevlana gibi hareket ederek; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel”; yani işçi, işsiz, öğrenci, ev kadını, köylü, mühendis, doktor; kapitalist dışında herkes, kim olursan ol, hangi sınıftan olursan ol “çokluk”sun; ezilensin; “ağlar kurun”, bütün dünyaya ağlarla yayılın ve bu ağları birleştirerek “küresel ağlanın” çağrısını yapıyorlar. Ve gerisi Marks’tan:
Bu insanlar (Alman ideologları- çn.) açısından “esasen önemli olan, sadece, mevcut dünyanın yorumlanması için yeni saçmalıklar keşfetmektir; onlar, bu dünya üzerinde söz sahibi olduklarına inandıkça ve onun karşısında durdukça bu saçmalıklar, daha da gülünç cafcaflaşıyor” (Marks-Engels; C. 3, s. 379, Alman İdeolojisi).
Negri’den bu kadar yeter.

Ezilenler, “Çokluk” ve İşçi Sınıfı:
Ezilenleri nasıl tanırsınız, nasıl tanımlarsınız desek ortada kalırız. Ezilenleri “emekçi yığınlar”la sınırlandırsak, yani emekçi-ezilen desek olmaz. Çünkü insana emekçi kavramının “suyu mu çıktı” onu kullanmıyorsun diye sorarlar. Dolayısıyla ezilen kavramı, emekçi kavramının içeriğinden daha kapsamlıdır, daha zengindir. Anadolu coğrafyasında bu kavram işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla sınırlı değildir. Aksi taktirde emekçi kavramı kullanılırdı. Öyle değil mi? Bu kavramın içeriğine işçi sınıfı ve emekçi yığınların yanı sıra, ama bunların dışında kalan, ama hakim sınıfları da dışlayan sosyal tabakalar da dahildir. Bunların hangi sosyal tabakalar olduğunu saymaya, tanımlamaya gerek yok. Piramidin en tepesindeki bir altındakini ezdiğine göre, en tepede olanın dışında her sınıf ve sosyal tabaka bu kavramın bileşenlerini oluşturur. Uluslararası alanda bunun diğer adı, şimdilerde unutulmuş olsa da, Mao'nun “üç dünya teorisi”dir.

İşçi sınıfı değil de “ezilenler” üzerine kurulan bir ideolojik yapılanma, bir komünist partiyi kaçınılmaz olarak Marksizm-Leninizmin anladığı; Marksizmin formüle ettiği sosyalizm anlayışından; sosyalizm teorisinden ve sosyalist devrimden uzaklaştırır. Komünistler bu gidişe dur demezlerse, diyemezlerse değerlerinden uzaklaşmaları kaçınılmaz olur. Diğer taraftan bu kavram, yeni de değildir. Negri ve Hardt, “İmparatorluk” ve “Çokluk” kitaplarında bu konuyu yukarıda da göstermeye çalıştığımız gibi, enine boyuna analiz eder. Orada “ezilenler”in adı “çokluk”tur. Anadolu coğrafyasında kullanıldığı kadarıyla “ezilenler”, Negri'nin “çokluk”u ile eş anlamlıdır. Yani Negri'nin “çokluk”unun içeriğiyle coğrafyamızdaki “ezilenler”in içeriği aynıdır.

Negri, “çokluk” kavramıyla proletaryaya elveda teorisini temellendiriyor, coğrafyamızda ise bu çokluğa devrim yaptırılıyor; işçi sınıfının partisi “ezilenler”in partisine dönüştürülerek devrim yaptırılmaya çalışılıyor. Bu yetmiyormuş gibi ezilenler sınıfsallaştırılarak yeni bir ideoloji; “ezilenlerin ideolojisi” veya “ezilenlerin Marksizmi” üretiliyor. TP bunu açıktan açığa yapıyor. Tabii ona öykünenler de yok değil.

Ne olmuştu da Fransa'da yapısalcılık geçen yüzyılın '60'lı yıllarından itibaren parlamaya başlamış, kısa zamanda gelişmesinin doruk noktasına ulaşmış ve Post-Marksist anlayışlara yol açmış, zemin oluşturmuştu? Aslında felsefe dünyasındaki gelişmeler, burjuva felsefenin iflas ettiğini, yeni bir arayış içinde olduğunu göstermektedir. Geçmiş dönemin idealist felsefe sisteminin -burjuva felsefenin- en son kavşağı olan öznelcilik (sübjektivizm), burjuva felsefenin var oluşundan bu yana ilk kez kendi konumunu, var oluşunu savunamayacak duruma düşmüştü. Burjuva felsefenin kendini savunamayacak duruma düşmesi, F. Engels'in işaret ettiği felsefenin bütün spekülatif sistemlerinin kaçınılmaz çöküşünden başka bir şey değildi. Bunda gelişen sınıf mücadelesinin, güçlenen uluslararası komünist hareketin; Ekim Devrimin ve özellikle genç Sovyetler Birliği'nde Marksist felsefenin gelişmesi ve sorunlara cevap vermesi, dolayısıyla Marksist felsefenin burjuva felsefeye karşı mücadelesi önemli bir rol oynamıştır. Emperyalist burjuvazi artık her şeyi işine geldiği gibi açıklamasına hizmet eden idealist düşünceler geliştiremiyordu.

Geçen yüzyılın '50'li yıllarından sonra, özellikle de '60'lı yıllardan itibaren emperyalist ülkelerde tekelci devlet kapitalizmi, tekellerin hakimiyeti kendini toplumsal yaşamın her alanında hakim kılmış; toplumun burjuva-proletarya ayrışması orta tabakaları eriterek hızlanmıştı. Bu ayrışmada korkuya kapılan iki kesim vardı: Bunlardan biri orta tabakalar ve diğeri de eski sanayi sektörlerinde faal olan burjuvaziydi. Özellikle geleneksel orta tabakalar yaşam koşullarının, kurumlarının, “klasik“ ideoloji anlayışlarının; kısaca varoluş koşullarının hızla yok olmaya başladığını görüyorlardı. Bunlar tekelci burjuvazi ve işçi sınıfı arasında kalınarak yaşamın sürdürülemeyeceğini; kapitalist ekonominin; tekelci sermayenin çıkarlarının orta tabakaların erimesine neden olduğunu görüyorlardı. Fransa'da Sartres ve onun temsil ettiği varoluşçuluk bitme noktasına gelmişti; burjuva felsefe ve Marksist felsefe arasında üçüncü yolun sonuna gelinmişti. Bu bitmişlik, orta tabakaların ideologlarında Marksizme karşı ilgiyi arttıran temel neden oldu. 1968 gençlik ve işçi hareketi bu süreci hızlandıran başka bir nedendi. Orta ve küçük burjuvazinin temsilcileri; proleterleşmekten korkan bu kesimlerin temsilcileri durumu kurtarmayı Marksizme yakınlaşmakta gördüler. Geçen yüzyılın '60'lı yıllarının ikinci yarısından itibaren, '70'li yıllarda ve '80'li yıllarda bu kesimlerin Marksizme ilgisinin artması onların yok oluş korkusundan ayrı olarak ele alınamaz. Mücadeleye atılan bu kesimler, sosyal hareketler diye tanımlanan hareketlerin kurucuları ve geliştiricileridir. Bu hareketleri yapısalcılık da etkilemiştir. L. P. Althusser yapısalcı görüşleriyle bu hareketleri kısa zamanda etkilemiştir. Marksizme yakınlaşan bu çevreler, hiçbir zaman Marksizmi içselleştirmemişlerdir. Kendilerinin ve tekelci burjuvazinin kabul edebileceği bir yapıya büründürmeye çalışmışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır. Kendilerinin ve tekelci burjuvazinin kabul edebileceği bir yapıya büründürmek, Post-Marksizmden başka bir şey değildi.

Althuuser ”üstat” ve taraftarları, yapısalcılığı yeni bir felsefenin ana unsuru, temel bileşeni olarak popüler yayınlarla geniş bir okur çevresine yaymaya çalıştılar. Böylece geçen yüzyılın '60'lı yıllarının ortasında Fransa'da aydınların geniş bir kesimi yapısalcılığı Marksizme eklemlenmenin yeni ve özel bir biçimi olarak kavradı. Bu işin başını belirttiğimiz gibi Althusser “üstat çekiyordu. Öyle ki ideolojik konjonktürün de (Sovyet modern revizyonizminin tahribatı, Avrupa komünizminin iflası, 1968 gençlik ve işçi hareketi) etkisiyle yapısalcılar, yaptıklarını -Marksizmin temel ilkelerine karşı gelerek- Marksizmin yeni gelişmesi olarak görmeye başladılar. Coğrafyamızda “yenilik“ olan “Marksizmin krizi”, “yapısal kriz” hikayeleri buradan kaynaklanmaktadır.

Durumu kurtarmak için güya Marksizme sarılan küçük burjuvazinin ve orta tabakaların Post-Marksist temsilcileri, tekelci burjuvazi ve işçi sınıfı arasında kalan, üçüncü bir yola yatkın bir ideoloji geliştirmeye kalkıştılar; eriyen orta tabakaların, küçük burjuvazinin kabul edeceği ve hakim burjuvazinin de onayacağı bir ideoloji üretmeye koyuldular. Aslında bu, iflas eden orta tabaka unsurlarının, küçük burjuvazinin radikalleşmesini, Marksizme yönelmesini engellemek için Marksizme alternatif, ama ona yakın bir felsefe, yeni bir yol olarak geliştirildi. Bugün değişim, gelişme adına öne sürülen düşünceler bu sosyal katmanların sınıfsal çıkarlarına hitap etmektedir. İstedikleri, kapitalist sistem içinde varoluşlarını sağlayan değişim ve düzenlemedir. Onların sosyal hareketler adı altında ürettikleri düşüncelerin tekelci burjuvazi tarafından kabul edilebilmesi için Marksizme saldırı içeriği taşıması gerekiyordu. Öyle de oldu. Bu sosyal tabakalar varoluşlarını tekelci burjuvaziden satın aldılar; bunun karşılığı ise Marksizme saldırıydı. Bu saldırının adı Post-Marksizmdir. Bu gelişmeye Marksizm-Leninizm saflarında tasfiyeciliğe hazır olanlar katılmakta gecikmediler. Bunun sonucu, nereden hangi açıdan bakılırsa bakılsın sınıfsal olarak işçi sınıfının -hani o da yok oluyor ya!- tarihsel misyonunu üstlenen yeni bir öznenin oluşturulmasıydı.

Sonuç itibariyle: Yaşam koşullarının yok olmaya başladığını anlayan ve korkuya kapılan geleneksel orta tabaka kendini yeniden tanımlamak zorunda kaldı; bir tarafı yoksullaşmak, diğer tarafı da hala hayal dünyasında gezinmekti. Gezinecek dünya kalmadığı için yoksullaşmaya karşı mücadelenin öznesi olabilmek için bir ideolojiye, sınıfsal yapılaşmaya gerek vardı. Bilinen teorisyenleri de bunu üretti: Çokluk veya ezilenler ve ezilenlerin Marksizmi.

*
1) “Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için elverişli olsalar da, tanımlanacak görüngünün çok önemli bazı çizgilerini dışarıda bırakmalarından ötürü, yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri unutmadan, emperyalizmin, aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapalım: (1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınaî sermayeyle kaynaşmış ve bu "mali-sermaye" temel üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır” (Lenin: C. 22, s. 270/271, “Emperyalizm…” ).
2) “Doğa, makineler, lokomotifler, demiryolları, telgraflar, örgü otomatları inşa etmiyor. Bunlar, doğa üzerinden veya doğadaki faaliyetle insan iradesinin organlarına dönüşen insani sanayinin; doğal materyalin ürünleridir. Onlar, insan beyninin, insan eli tarafından yaratılan organlarıdır” (Marks; “Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, Dietz Verlag Berlin, 1953, s. 594)

Birbirinden farklı ekonomik çağların ayırt edilmesinde işe yarayan şey, yapılan eşyalar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır. İş araçları, yalnız insan emeğinin ulaştığı gelişme düzeyinin bir ölçüsünü vermekle kalmıyor, bunlar, aynı zamanda, işin yapıldığı toplumsal koşulların göstergeleri de oluyorlar” (Marks, Kapital I, S. 195).

3)“Proletaryanın bileşimi değişmiştir. Dolayısıyla bizim bu konudaki anlayışımız da değişmelidir. Kavramsal olarak, proletaryayı biz emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz” (s. 66).

Post-Marksizm üzerine şimdilik bu kadar. Umarım vesile ile neden birbirine karıştırılmamıştır.


*

Biraz da Troçkizm üzerinde durmanın zamanı. Troçkizm de nereden çıktı demeyin. Bildiğiniz gibi değil, çok revaçta! Marks, Engels, Lenin ve Stalin yetersiz kalıyor; Marksizm-Leninizm dünyayı açıklayamıyor. Bu nedenle olsa gerek kökenlere yeniden bir dönüş var. Artık Marksizmden bahsediliyor; Marksizm-Leninizmden değil, yalın olarak Marksizmden bahsediliyor. Marksizmden Leninizme öylesine bir geçiş yapılıyor ve dünyanın eski ve yeni halini yorumlamak için Troçkizm keşfediliyor. Belki bazıları ilk defa keşfediyor, bazıları da yeniden keşfedilmiş olabilir. Pek önemli değil. Çok güncel bir konu. Zaten Troçkizm her zaman güncel kalmıştır.
Anlaşılan o ki, “Batı Marksizmi”, Althussercilik, Negricilik cephesinden Marksizm-Leninizme tasfiyeci saldırılar yetmiyor. Bu nedenle olsa gerek, Troçki'nin Marksizm-Leninizme karşı kullandığı ne kadar çürük teorik açılımı varsa onlarla tasfiyecilik yapılıyor. Bu nedenle Troçki ve Troçkizmin ne olup olmadığını birkaç makaleye sığdıracak biçimde ele almayı doğru görüyorum.

Yazının ana (makale) başlıklarını da vereyim.

DÜŞTÜYSEK KALKARIZ, DAHA ÖLMEDİK YA!”
TROÇKİ - “24 AYAR” ANTİ-KOMÜNİSTİN HİKAYESİ

1. Makale
ÖNSÖZ YERİNE
Günümüzde Post-Marksizm ve Troçkizm - Troçki'nin Argümanlarıyla Post-Marksist
Tasfiyecilik

“Rus Devriminin Önderi” Troçki'nin Bazı Özellikleri Üzerine

Tek Veya Birkaç Ülkede Devrim Bir Zorunluluktur, Bölgesel Devrim Bir Olasılıktır ve Troçki'nin Sürekli Devrimi Bir Hayaldir!

Troçki Hakkında Ne Biliyoruz?
2. Makale

LENİN'İN “KANKA”SI TROÇKİ!
TROÇKİZMİN GELİŞMESİ - LENİN’E KARŞI TROÇKİ

3. Makale

LENİNİST ÖRGÜTLENME – TROÇKİST “ÖRGÜTLENME” 
 
4. Makale
SÜREKLİ DEVRİMİN TARİHÇESİ – BU KONUDA MARKS, LENİN, STALİN VE TROÇKİ

5. Makale

EKİM DEVRİMİNDEN SONRA BOLŞEVİZM VE TROÇKİZM
LENİN VE STALİN’E KARŞI TROÇKİ

6. Makale

TEK ÜLKEDE SOSYALİZM SORUNU
SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLERİ BİRLİĞİ’NDE
SOSYALİZMİN İNŞASI İÇİN MÜCADELEDE TROÇKİ’NİN ROLÜ
LENİN, STALİN, TROÇKİ VE TEK ÜLKEDE DEVRİM TEORİSİ

7. Makale

NE YAPILMALIYDI?
GERİYE DÖNÜŞ MÜ – SOSYALİZMİN İNŞASI MI?
STALİN’E KARŞI TROÇKİ

8. Makale

TARİHİ KARARLAR – TEORİDEN PRATİĞE SOSYALİZMİN İNŞA SORUNLARI
TROÇKİ’NİN MARKSİZM-LENİNİZME KARŞI MÜCADELESİ

9. Makale

İŞÇİ SINIFI VE KÖYLÜLÜK ARASINDAKİ ÇELİŞKİLERİN ÇÖZÜM SÜRECİ
ELDE EDİLEN SONUÇLAR VE TROÇKİ

10. Makale

SOSYALİZMİN İNŞASINDA BAŞARILAR VE TROÇKİ

11. Makale

SOVYET TOPLUMUNUN KARAKTERİ - SOSYALİST DEMOKRASİ VE TROÇKİ
SOVYET ANAYASASI-SOVYET DEMOKRASİSİ
PROLETER DEMOKRASİ - PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ

12. Makale

DÜNYA DEVRİMİ, SSCB’NİN DIŞ POLİTİKASI VE TROÇKİ

13. Makale
SOSYALİZME VE SSCB’NE KARŞI MÜCADELEDE TROÇKİ 
 
14. Makale

SOSYALİZMDE ÜCRET POLİTİKASI, SOVYET PRATİĞİ ve TROÇKİ

15. Makale

TROÇKİ VE TROÇKİSTLERİN ÇIKMAZI

16. Makale

TROÇKİ VE YOLUN SONU

17. Makale

SSCB’NDE SOSYALİZMİN YIKILMASI VE
KAPİTALİZMİN YENİDEN İNŞASI 
 
18. Makale

GÜNÜMÜZDE TROÇKİZM –
KARŞI DEVRİMCİ, ANTİ-KOMÜNİST BİR “EĞİLİM”