11.
makale
YOLUN
SONU (III)
POST-MARKSİZMİN
ANTİ-SINIFÇILIĞI - EZİLENLER
Post-Marksist
arayışların Anadolu coğrafyasına yansımaları (II)
(Sıkça
sorulan sorular)
Negri’nin
“Çokluk” Teorisi ve “Ezilenler” Arasındaki Diyalektik Bağ
Sorunun
çerçevesini çizmek için önce bu anlayışın fikir babası olan
küçük burjuva anarşizan, “İmparatorluk” kurucusu T.
Negri'nin konumuza ilişkin anlayışından başlamak gerekiyor.
“İmparatorluk”
kitabında savunulan teori genel anlamda “post operaizm” olarak
tanımlanır. Teoriye geçen yüzyılın ‘60’lı ve ‘70’li
yıllarında İtalya’da gelişen operaizm (“İşçicilik”)
hareketi kaynaklık etmektedir. Bu hareketin önde gelenlerinden
birisi de T. Negri’dir. Operaizme göre kapitalist gelişmenin
motoru işçi sınıfının mücadelesidir. İmparatorluk'ta ise
gelişmenin motoru “çokluk“un mücadelesidir. İmparatorluk
teorisine göre toplumun bütün kesimleri kapitalizmin gelişen
hâkimiyet yapısına tamamen tabi kılınmıştır. Ulus-devletler
işlevlerinin büyük bir kısmını kaybetmişler ve kaybedilen
görevler sosyal gruplar ve hareketler tarafından üstlenilmiştir.
Böylece baskı ve sömürünün örgütlenmesinin yeni bir
yapılanması kaçınılmaz olmuştur.
Konumuzu
ilgilendirdiği kadarıyla İmparatorluk'ta öne sürülen tezleri
şöyle formüle edebiliriz:
-İmparatorluk,
kapitalizmin yeni bir aşamasıdır. Bu aşamanın özelliği, maddi
olmayan çalışmadır (emektir), “post
modern”
yaşam tarzıdır, “kontrol
toplumu”
hâkimiyetidir.
-İmparatorluk'ta
gelişmenin veya kapitalizmin gelişmesinin motoru “çokluk”un
direnişi/mücadelesi olduğu için bu düzende sermaye sürekli,
“çokluk”un direnişine üretim koşullarının yeniden
örgütlenmesiyle cevap verir. Kapitalizmin gelişmesi böyle
sağlanır.
-İmparatorluk'ta
“çokluk” ve İmparatorluk, uzlaşmaz karşıtları oluştururlar.
Negri
ve Hardt’ın temel tezi, kapitalizmin emperyalist aşamasından
“post-emperyalist” aşamaya doğru evrilmesidir. Yeni aşamanın
adı İmparatorluk’tur.
Negri
ve Hardt’a göre emperyalizm çağı artık tarihe karışmıştır;
“Emperyalizm
miadını doldurmuştur” (s.
12).
İmparatorluk'ta
kapitalist üretim biçiminin en yeni, modern görünümleri dünyanın
her tarafını ayrık otu gibi sarmıştır ve bu ilişkiler,
İmparatorluk ile proletarya arasında yeni ve tam bir sınıfsal
kutuplaşmaya neden olmuştur. Bu ilişkilerden “çokluk“
doğmuştur. İmparatorluk'ta öne sürdükleri diğer görüşleri
şöyle sıralayabiliriz:
Negri
ve Hardt, yukarıya aktardığımız anlayışlarıyla emperyalizm
ötesi bir düzenin; bir İmparatorluk düzeninin resmini çiziyorlar.
Bu, yeni bir dünya düzenidir ve bu düzende ulus-devletlerin
hâkimiyeti artık söz konusu değildir.
Bu
düzende askeri müdahaleler, ulus-devletler arasındaki rekabet,
çıkardan kaynaklanan çatışma, savaş olarak değil, İmparatorluk
içi polisiye olaylar olarak görülmektedir. [Dolayısıyla askeri
müdahaleler, işgal savaşları, İmparatorluğun evrensel
“değerlerini” geçerli kılmayan yarayan polisiye hareketler
olarak değerlendiriliyor. Böylece bu iki yazar, örneğin
Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesini, Amerikan emperyalizminin
çıkarlarıyla, dünya hegemonyası çabasıyla değil de,
İmparatorluğun evrensel “değerlerini” kabul etmeyenlere kabul
ettirmek için sürdürülen polisiye hareket olarak açıklamış
oluyorlar. Öyle ya Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak’a
saldırı nedenleri arasında evrensel “değerleri”
“insanlık”
adına, “demokrasi”
adına “korumak
ve savunmak”
da yer alıyordu! Yani Afganistan'ın, Irak'ın işgali “İmparatorluk
içi polisiye olay”
oluyor!]
“Emperyalizm
miadını doldurmuş” olduğundan
dolayıdır ki, en azından böyle olduğunu sanıyoruz, Negri ve
Hardt, yeni dünya düzeninin artık Lenin‘in emperyalizm analizine
göre açıklanamayacağını ilan ediyorlar. Yani hem Leninist ve
hem de emperyalizm ötesi bir çağ savunuculuğunun bir arada
olamayacağını ifade ediyorlar. Negri ve Hardt, Lenin’i
aşıyorlar, düşünce itibariyle onu geçiyorlar ve Leninist
olmanın artık bir nedeni kalmamıştır demeye çalışıyorlar!
Şüphesiz
ki dünya, Lenin’in emperyalizm analizinden bu yana çok
değişmiştir. Ama değişimler ne denli önemli olursa olsun,
kapitalizmi kapitalizm; emperyalizmi emperyalizm olmaktan
çıkartmamıştır. Emperyalizmi tanımlarken Lenin’in belirttiği
beş özellik hala geçerlidir (1).
Kapitalizmin
gelişmesi; sermayenin ve üretimin ilerleyen yoğunlaşması,
ilerleyen tekelleşme, mali sermayenin hâkimiyeti, sermaye ihracının
hâkimiyeti, dünyanın büyük emperyalist güçler tarafından
paylaşılması ve yeniden paylaşım için sürdürülen rekabet ve
savaşlar, Lenin’in analizinin hala ne denli geçerli olduğunu
göstermektedir.
Negri
ve Hardt’a göre “ekonomik
ve kültürel mübadelenin küreselleşmesi durdurulamaz, geriye
dönüşümsüzdür”.
Öyle ki, “ulus-devletlerin
hükümranlığı çöküş” sürecindedir
ve güçlü uluslararası tekeller ulus-devlet olgusunu geride
bırakmışlardır. (Yaşanmakta olan kriz, bunun tam tersini
göstermektedir). Bu baylara göre kürselleşme, kapitalist toplumun
yeni bir niteliksel aşamasıdır; emperyalizm ötesi bir aşamadır
ve küreselleşmenin gelişmesi durdurulamaz, bu gelişmeden geriye
dönüş olamaz. (Anlaşılan o ki, I. Dünya Savaşının arifesinde
veya başlangıcında en yüksek gelişme aşamasına ulaşmış olan
küreselleşmenin, II. Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde 2
misli veya daha fazla gerilemiş, 1850'deki seviyesinin de gerisine
düşmüş olması yazarları pek ilgilendirmemektir).
Negri
ve Hardt’a göre uluslararası tekeller, “uçar-gezer”
durumdalar ve devlet de iktidar gücünü yitirmiş durumdadır. Bu,
kapitalizmde devletin rolünü anlamayan saçma bir görüştür.
Ulus-devlete dayanmayan bir kapitalist sistem düşünülemez. Ama
Negri ve Hardt, düşünmek bir yana sınıf düşmanını görünmez
yapmak için bunun teorisini yapıyorlar. Bırakalım işçi
sınıfını, “çokluk”larına
dahi hedefin ne olduğunu göstermiyorlar. Sınıf düşmanı olarak,
yıkılması gereken hedef olarak devleti özenle saklıyorlar.
Sermayenin,
burjuvazinin, dolayısıyla kapitalist sınıfın devlete ihtiyacı
vardır. En genel anlamıyla devlet, burjuvaziyi işçi sınıfının
mücadelesi karşısında ve diğer devletlere karşı korumak
göreviyle karşı karşıyadır. Azami karın elde edilmesi için
koşulları oluşturan ve devamını sağlayan devlettir.
Kapitalist
sistemde veya moda ifadeyle neoliberalist sistemde ulus-devletin yok
olacağına inanmak, liberalizmin devlet olmaksızın var olma
anlayışına inanmak kadar bir hayalciliktir.
Negri
ve Hardt, “sanayi toplumu”nun sonunu getiriyorlar ve buna bağlı
olarak da “post
modern çağa”
girdiğimizi savunuyorlar. Bu çağda, “artı
değer üretiminin merkezi rolü kalmıyor ve onun yerini daha ziyade
entelektüel, maddi olmayan, iletişim emek”
alıyor. “Post
modern çağ”da
hizmet sektörü ve maddi olmayan emek belirleyici oluyor.
“Enformasyon
ve iletişim günümüzdeki üretimi yönlendiriyor; esas itibariyle
bunlar, üretilen metalar”
oluyorlar. Şüphesiz ki, kimse bir şey anlamasın diye böyle
yazmıyorlar!
Tartışma
götürmez gerçek şudur ki, her ekonominin altyapısını maddi
değerlerin üretimi oluşturur. Maddi değerlerin üretimi
olmaksızın maddi olmayan üretimin de olamayacağı, maddi olmayan
emeğin kullanılamayacağı açıktır. Ötesinde, maddi değerlerin
üretimi olmaksızın hizmet sektörü de olamaz. Aslında veya
böylece maddi değerlerin üretimi bütün ekonominin zeminini
oluştururken hizmet sektörünün de zeminini oluşturmuş oluyor.
Ama bu iki yazar bunun artık böyle olmadığını, İmparatorluk'ta
bu anlayışın artık geçersiz olduğunu savunuyor. Yani
İmparatorluk ekonomisinin altyapısını maddi değerlerin üretimi
değil, hizmet sektörü oluşturmaktadır deniyor.
Negri
ve Hardt’a göre
“sanayi
toplumu”
sonlandığı ve “enformasyon
toplumu”na
girildiği için iş ilişkileri de kaçınılmaz olarak değişime
uğramıştır. “Üçünü
sektör”
(hizmet sektörü), sanayi ve tarım sektörlerini geride bırakarak,
kendine özgü meslekleriyle birlikte üretimde merkezi bir rol
oynayacak duruma gelmiştir. Bu sektöre, eğitim, reklam, müzik,
nakliyat, maliye, sağlık gibi alanlar dâhildir. Şüphesiz, bu
alanların yeni olduğunu onlar da savunmuyor. Ama önemli olan,
bundan ziyade bu sektörün iş ilişkilerinde, üretimde merkezi bir
rol oynamasıdır. Yeni olan budur; oynadığı roldür. Emperyalist
merkezlerde iş, hizmet-sektörleşiyor ve fiziki iş de bağımlı
ülkelere kaydırılıyor.
Bundan
dolayı sanayi proletaryasının, işçi sınıfının sınıf
mücadelesindeki belirleyici rolünü yitirmeye başladığı
tespitine katılmak, her şeyi metalaştıran anlayışa katılmak,
ötesinde memurların önemli kısmına artı değer ürettiren
anlayışa katılmak, hizmet sektörüne olduğundan fazla rol biçen
anlayışlara katılmak Post-Marksizmin etkisinde kalmanın; hemen
her yerde sosyal hareketler; ezilenler görmenin açık ifadesidir.
Bu
yazarlara göre “maddi
olmayan emeğin”
iki özelliği var: Birinci özellik, bilgisayarın giderek daha
sürekli, daha yaygın kullanılmasından ibarettir: Böylece,
Marks’ın Grundrisse'de ifade ettiği, “makineler
insan
beyninin insan eliyle yaratılmış organlarıdır”(2)
anlayışını
geliştirmiş oluyorlar kendi kendilerine!
“Maddi
olmayan emeğin”
ikinci özelliği, iki taraf arasındaki karşılıklı ilişkilerin
(interaktion) ve insani ilişkinin duygusal yaşamı ilgilendiren iş
(“duygulanımsal emek”) olmasından ibarettir. Ürünler maddi
değildir, elle tutulmaz, fiziki değildir: Rahatlatıcı duygular,
kendini iyi hissetmek, heyecan, tutku vs. Buna korku ve aşk da dâhil
olsa gerek!
Her
şeyi metalaştıran anlayışın kaynağı Negri’nin bu
saçmalıklarıdır.
Negri
ve Hardt’a göre maddi olmayan emeğin üç tipi vardır:
“Enformasyon
ekonomisinin zirvesindeki hizmet sektörünün itici gücü olan
maddi olmayan emeği üçe ayırabiliriz: Birincisi, enformatikleşmiş
ve bizatihi üretim sürecini dönüştürecek bir şekilde iletişim
teknolojilerini bünyesine katmış bir sanayisel üretimle
ilgilidir. İmalat bir hizmet sayılır. Dayanıklı malların
üretimindeki maddi emek, maddi olmayan emekle karışır ve maddi
olmayan emek halini almaya başlar. İkincisi, bir yanda yaratıcı
ve zeka ürünü manipülasyon ve öte yanda rutin simgesel
manipülasyona ayrılmış analitik ve simgesel işlerdeki maddi
olmayan emektir. Son olarak, maddi olmayan emeğin üçüncü türü
duygulanımın üretimi ve manipülasyonuyla ilgilidir; (aktüel ya
da virtüel) insani ilişki gerektirir, yani bedensel emek tarzıdır.
Küresel ekonominin post modernleşmesinde başı çeken bu üç tür
emektir.
Maddi
olmayan emeğin bu biçimlerinin her birinde, ortak faaliyetin emeğe
tamamen içkin olması söz konusudur”
(s. 305)
İşgücünün,
emeğin başına gelenler böyle! Tabii tanım böyle olunca, aşağıda
göreceğimiz gibi işçi sınıfı tarihe karışıyor ve onun
yerini, bu maddi olmayan emeğe tekabül eden bir “çokluk”
alıyor.
Biyo-iktidar,
“yeni
devrimci”
öznenin; “çokluk”un potansiyeli açısından
değerlendirildiğinde bir anlam kazanıyor. Negri ve Hardt’a göre
“çokluk”
“kolektifliğin iktidarı”dır.
Bu iktidarda her bir tekil, kendi özelliğini korur. Aynen
“ezilenler”in her birinin kendi tekil özelliklerini koruyarak
“ezilenler”i oluşturdukları gibi (Althusser “üstat”ın
yapısalcılığı burada da karşımıza çıkıyor). Biyo-iktidar,
bütün “ontolojik”
zenginliğiyle,
olanakları ve ihtiyaçlarıyla bütün yaşamı kapsamına alır.
İmparatorluk'ta “maddi
olmayan emek”,
komünist toplumun koşullarını yaratır. Bu düzende üretici
güçler artık komünist karakterli olmuşlardır, ama sadece üretim
ilişkileri hala kapitalist karakterlidir. Olmadı! Üretici güçleri
komünist karakterli yaparken, üretim ilişkilerini kapitalist
karakterli bırakmak ancak ve ancak Negri ve Hardt’a özgü bir
“düşünce çabukluğunun” ürünü olabilir!
İşçi
sınıfı ve “çokluk”
Bu
baylara göre “emek”,
sürekli, maddi olmaktan çıkmaktadır: “Artı
değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi
emeğinin oynadığı merkezi rolü bugün giderek daha fazla
entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek oynuyor. O halde, bu
yeni kapitalist değer birikimi sorununu sömürü mekanizmasının
merkezine (ve dolayısıyla belki de potansiyel isyanın merkezine)
oturtabilen yeni bir politik değer teorisini geliştirmek
zorunludur”
(s. 43/44).
“Yeni
bir değer teorisinden sonra, asıl olarak bilgi, iletişim ve dil
alanında işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerekiyor” (s.
44).
Doğru,
madem ki Marksist politik ekonomi, toplum, sınıf ve değer üretimi
teorileri reddediliyor ve sanal toplum bu teorilerin reddi üzerine
kuruluyor, o halde yapılması gereken, yeni düzenin işleyişine
tekabül eden yeni teorilerin; yeni bir “politik
değer teorisinin”
geliştirilmesidir. Negri ve Hardt bunu yapıyorlar. Ama iş, bu
teorileri geliştirmekle bitmiyor. Sonra sıra bu teorilere işlerlik
kazandıran bir özne teorisinin geliştirilmesi gerekiyor.
“Artı değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin
maddi emeğinin oynadığı merkezi rol” bir
kenara atıldıktan sonra sıra –yüz milyonlarca işçinin maddi
değer, artı değer üretiyor olması gerçeğine rağmen- merkezi
rolü
“bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve
iletişimsel emeğin” oynadığının
tespit edilmesine geliyor. Bu tespit de yapılıyor; işin (emeğin)
teorisi yapılıyor, ama soyut olmaktan bir türlü çıkamayan bir
tespit oluyor. Ve sonra bu soyut teoriye tekabül eden özne de
bulunuyor: İşçi sınıfının yerini alan “çokluk”!
Negri
ve Hardt, “maddi
olmayan emeğin”
her üç türünü entegre etmeye çalışıyorlar: “Yeni
enformasyon ağlarıyla bağlantılı hale gelen sanayi üretiminin
iletişimsel emeği, simgesel analiz ve problem çözmeyle ilgili
etkileşimli emek ve duygulanmaların üretimi ve güdümlenişiyle
ilgili emek”
(s. 44).
Bu
Post-Marksist teoriye
göre İmparatorlukta ortaklıkçı,
hissi ve maddi olmayan iş
(emek) hâkimdir. Bu düzende yaşam ile üretim arasındaki sınırlar
silinmiştir. Bütün “emek”, sermayenin hâkimiyeti altındadır.
Yani İmparatorluk'ta proletaryanın bileşimi değişmiştir denmek
isteniyor
(3).
Proletaryanın
bileşimi değiştiği için veya bizim bildiğimiz “klasik” işçi
sınıfı tarihe karışıyor olduğu için bu iki yazar, kaçınılmaz
olarak, üretken, sanayide çalışan işçi sınıfının,
proletaryanın evriminin sadece
bir anını
oluşturmuş olduğu sonucuna varmış oluyor.
“Bundan
önceki bir devirde proletarya kategorisi… sanayisel
işçi sınıfı
merkezliydi… Günümüzde işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk
etti. Varlığı son bulmadı, ama kapitalist ekonomideki ayrıcalıklı
konumunu yitirdi… Proletarya eski günlerinde neyse artık o değil”
(s.
66).
Yani
proletarya, işçi sınıfı, sınıf mücadelesindeki belirleyici
rolünü kaybediyor. Bu düşünceler çok tanıdık düşüncelerdir.
Ben de sanıyordum ki, bu düşünceler en Marksistlerin kişisel
düşünceleridir. Demek ki, Negri'den etkilenmiş olduklarını ve
bu etkilenmeyi de “yeni” teorik açılım diye pazarladıklarını
pek düşünememişim. Üçüncü evrenin özelliği emeğin
sermayeye tabi olmasının koşullarının bizzat sermaye tarafından
ortadan kaldırılmasıdır anlayışının arkasında yatan gerçeğin
ne olduğunu böyle düşünenlere bir sorun.
Üçüncü
evrenin özelliği emeğin sermayeye tabi olmasının koşullarının
bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılmasıdır türünden bir
“şehir efsanesi”ne şimdiye kadar hiç kimse cesaret
edememişti; ne Berstein ne Kautsky ne Troçki ne Althusser ne Kurz
ve ne de Negri bu türden bir “şehir efsanesi” üretme cüretine
sahiplerdi.
Ama
yeni türden tasfiyeciler, “en Marksist” geçinenler bunu
başardılar; teoride zavallılık pahasına başardılar. Bunun
nasıl başarıldığını bana soracağınıza, bu efsanenin üzerine
gidin, bir katakulli ile kapitalizmin nasıl yok edildiğini
öğrenmeniz gerekir.
Bu
baylara göre bu evrim süreci II. Dünya Savaşından hemen sonra
sonlandı ve bugün sanayide çalışan işçi sınıfı, işçi
sınıfı olmaktan çıkmaya başladı. Tabii ki, onun yerini
“çokluk” aldı. Yani “Bütün
ülkelerin proleterleri birleşin!”
değil, “bütün
ülkelerin çokluğu; özneleri birleşin!” şiarı
geçerlidir artık!
Şu
emperyalist burjuva ideologlarının propagandasını görüyor
musunuz?! Sanıyorduk ki, “elveda proletarya” şiarını onlar
üretmişlerdi ve bundan dolayı da hep onlara saldırıyorduk.
Anlaşılan o ki, suyun başını Negri’nin; daha geçen yüzyılın
‘70’li yıllarında işçi sınıfından umudunu kesmiş bu
anarşizan-otonomcunun tuttuğunu görememişiz! Sadece Negri'yi
değil, genel olarak Post-Marksizmin bu konudaki rolünü
görememişiz. Sanıyorduk
ki,
gerek uluslararası alanda, gerekse de Türkiye’de “Marksistler”
kendi çabalarıyla saçmalıyorlar. Onların kendi çabalarıyla
saçmalayacak cürete dahi sahip olamadıklarını görememişiz.
Düşüncelerini Post-Marksistlerin “değişim”, “dönüşüm”,
“yeni” gelişmeler açılımlarından almış olduklarını
anlayamamışız!
Bu
saçmalığı çürütmeye çalışmak gibi bir derdimiz yok. Bu
bayların işçi sınıfı üzerine analizlerindeki temel hataları
reel dünyaya sırt çevirmelerinden, “emeğin”
ve sermayenin karakteri üzerine yanlış kavrayışlarından
kaynaklanmaktadır:
“Üretim
çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda
birbirlerini çapraz keser ve karışır. Bu bağlamda, politik
ekonominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımlar bulanıklaşır.
Üretim, yeniden üretimden ayrılmaz hale gelir; üretici güçlerle
üretim ilişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde,
bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişken sermaye
içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır” (s.
392).
Böylece
Post-Marksizm,
kapitalist ekonominin bu karakteristik kavramlarını tanınmaz hale
getiriyor; sabit sermaye ile değişken sermaye arasındaki sınırlar;
üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki ilişkiler ve
aynı zamanda somut emeğin çeşitleri arasındaki sınırlar bir
çırpıda yok ediliyor, kapitalist ekonominin ve toplumun nesnel
yasaları yok sayılıyor. Umutsuz ve küskün Negri, kapitalizmi,
kapitalizm olmaktan çıkartıyor. Ama küçümsemeyelim. Aynı
umutsuzluk ve küskünlük içinde çırpınan ve “Marksist”
olmaktan da vazgeçmeyen daha nice aklı evvel var. Onlar da
kafalarında “İmparatorluk”u kurmuşlar ve bir yandan işçi
sınıfını yok sayarken, diğer taraftan da “çokluk”
teorisi
yapıyorlar ve “kral öldü, yaşasın yeni kral” misalinde
olduğu gibi “işçi
sınıfı önemsizleşti, yaşasın “çokluk”
diyorlar. Uzağa gitmenize gerek yok, bu coğrafyada yayınlanan
gazetelerde ve dergilerde bu Post-Marksist düşüncelerin
propagandasının yapıldığını görebilirsiniz. Kısası şu: Kim
“ezilenler” teorisini yapıyorsa, onun yelkenleri Post-Marksist
anlayışlarla şişirilmiş demektir. Gelişmelere ayak uydurmak
gerekiyor!
Negri
ve Hardt, “sanayi
toplumu”nun
sonunu getirip hizmet sektörünü ve “maddi
olmayan emeği”
hâkim kılarak İmparatorluğu kurduktan ve tabii ki toplam
ekonomide maddi üretim artık tali olduğundan dolayı –teorileri
böyle- işçi sınıfını inkâr ettikten veya merkezi rol
oynamaktan çıkardıktan sonra bu sınıfın yerine “toplumsal
işçi”yi
veya da “çokluk”u
koyuyorlar. Bu baylara göre, normal bir dünyalının anladığı
işçi sınıfı, devrimci özne olarak rolünü oynayacak durumda
değildir artık. “Elveda proletarya!” Onun yerini toplumsal
işçi
denen “özne”
almıştır. Bu özneye sadece kapitalistler dâhil değildir. Yani
kapitalistler karşısında toplum, sınıfsal ayrımdan arındırılmış
oluyor; işçi, emekçi, mühendis, doktor, bürokrat, öğretmen vb.
yoktur artık! Kapitalistler karşısında herkes, bütün
farklılıklarını koruyarak aynı düzeyde özne olmuşlardır;
“çokluk” olmuşlardır, “ezilenler” olmuşlardır! En
Marksistlerin kapitalizmi kapitalizm olmaktan, işçi sınıfını
işçi sınıfı olmaktan çıkartma çabaları boşuna değildi. Bir
de deniyor ki, Anadolu coğrafyasında Negri'nin taraftarları
olabilir mi? Demek ki olabiliyor. Sadece Negri'nin değil, genel
anlamda Post-Marksizmin taraftarları var. Kim bunlar diyeceksiniz.
Söyleyeyim: Hep “değişim”den, “dönüşüm”den, “yeni”
olanda bahsedip de değişene, dönüşene, yeni olana Post-Marksist,
Negri'ci anlayışın ötesinde cevap veremeyenlerdir. Bunların,
dolayısıyla Post-Marksizmin esas amacı, her fırsatı,
Marksizm-Leninizmin ilkelerine saldırmak için kullanmaktır.
Batı-Marksizmi bunun yolunu açmıştı. Bizi ilgilendirdiği
kadarıyla sınırlandırarak söylersek; son 40-50 yılın
Post-Marksizm savunucuları (Althusser ve öğrencileri, Negri vs. ve
coğrafyamızda TP ve onun ideolojik etkisinde hareket edenler) bu
yolda yürüyenlerin sadece birkaçıdır.
Bu
baylara göre, bizzat insan yaşamının üretimi anlamına da gelen
biyo-üretim, her bir birey tarafından sürekli ve her tarafta
gerçekleştirilmektedir. Bu türden küçük burjuva anarşizan
hayalleri/anlayışları Negri geçen yüzyılın ‘70’li
yıllarından beri savunmaktadır.
Negri,
daha geçen yüzyılın ’70’li yıllarının ortasında maddi
değerler üreten işçi kavramını; “sanayi
işçisi” kavramını
bir kenara atarak onun yerine “toplumsal
işçi”
kavramını kullanmaya başlamıştı. Anlayışına göre kapitalist
sömürü, bütün toplumu kapsayarak gerçekleştiriliyordu. Bu
nedenle artık işçi sınıfının sınıf olarak bir ayrıcalığı
kalmamıştı: Artık herkes işçiydi, herkes sömürülüyordu.
Daha o zamanlarda Negri, sermaye ile emek arasındaki sömürü
ilişkisini belirleyici olarak görmüyordu ve işçi sınıfını da
ekonomideki konumuna göre tanımlamıyordu. Toplumsal
işçiden
Negri, bir öğrenciyi anladığı gibi, bir ev kadınını, işsizi,
mühendisi veya öğretmenin de anlıyordu. Çünkü ona göre
toplumsal
işçi
olarak bunların hepsi kapitalizm tarafından sömürülüyor,
eziliyor.
Ne
kadar tanıdık düşünceler değil mi? Sanki bizim, sizin gazetenin
yazarları yazmışlar; bizleri düşünerek yazmışlar. Siz bu
anlayışı bir de emeğin sermayeye tabi olmasının koşullarının
bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılmasıdır anlayışıyla
birleştirirseniz “ezilen üretme teorisi”nin artık sırtı yere
gelmez. Marks'a ve Kapital'e tam bir darbe indirmiş olursunuz. Bu
işin üstadı TP'dir. TP, sömürü ilişkisini değil de ezilme
ilişkisini döne döne anlatmıyor mu? Bunların hepsinin bir araya
gelmesi tesadüf olmasa gerek. Negri, sosyal hareketleri ön plana
çeken, işçi sınıfını yoklaştıran başkaca Post-Marksistler,
coğrafyamızda TP ve en Marksistler elele vermişler. Bu tesadüf
olabilir mi?
Bu
baylar, “toplumsal işçi”yi
veya “yeni proletarya”yı
tanımlarken çokluk veya ezilenler teorisini üretiyorlar: Yukarıda
da belirttiğimiz gibi bu iki profesör, proletaryanın sınıfsal
bileşimini kafalarına göre değişime uğratıyor ve proletarya
için yeni bir kavram daha kullanıyor: İş gücü doğrudan veya
dolaylı olarak sömürülenler. Üretimde ve yeniden üretimde
kapitalist normlara tabi olanlar bu kategoride toplanıyor. Yani
“küreselleşme” döneminde, İmparatorluk çağında kapitalizm
artık herkesi işçi yapmıştır, artık herkes proletaryadır;
birilerinin fabrikada çalışması, birilerinin doktor veya mühendis
olması, başka birlerinin küçük üretici olması, devlet memuru
olması artık niteliksel bir farkı ifade etmiyor. Artık hepimiz
“toplumsal işçi”
veya “yeni proletarya”
olarak çokluk'a, çalışanlara, ezilenlere dönüştük! Şimdi
“en Marksist” geçinenlerin
neden kapitalizmi kendi
kendine çökertirken herkesi sermaye karşısında eşitleyen bir
konuma getirdiğini anladınız mı? Amaç ezilenler üretmektir.
Bunun adının Negri'de “çokluk” olmasının, TP'de ve onun
ideolojik etkisi altında hareket edenlerde ezilenler olmasının hiç
bir kıymeti harbisi yoktur (Bu konuyla ilgili olarak bkz.: İbrahim
Okçuoğlu; “Yeni” Düşünceler (Sıkça sorulan sorular),
http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com).
Bu
bayların çokluk tanımı yerine isterseniz “genişletilmiş
proletarya” kavramını
da kullanabilirsiniz. Michael Hardt efendi derdini şöyle anlatıyor:
“Proletaryayı
geniş anlamda, bütün çalışanlar olarak ele alırsak, çokluğa
varmış oluruz”
(“Es herrscht noch zu wenig Globalisierung”. Interview mit Toni
Negri und Michael Hardt, in: taz: 18. März 2002).
Yani
halk ile karşılaştırıldığında veya halkın politik
talepleriyle karşılaştırıldığında “çokluk”,
“tekillerin”,
teker
teker öznelerin toplamı oluyor.
“Çokluk”, çok sayıda tekillerin toplamıdır; yani tekillerden
oluşan bir yığındır. Her bir “çokluk” bileşeni, kendisiyle
başkaları arasında bir sınır çekmek zorunda değildir.
“Çokluk”, farklı olanların toplamıdır;
homojen değildir, birbirine benzemez. “Çokluk”, dışarıda
olanlarla; yani “çokluk” içinde olmayanlarla, “çokluk”a
dâhil olmayanlarla onları kendi içine alma; kapsama ilişkisi
içindedir. “Ezilenlerin Marksizmi” yazısında TP, Negri'nin
“çokluk” kavramının Türkçeye enfes bir çevrisini yapmış:
Orada aynen şöyle deniyor: “Bir
verili somut konjonktürde ezilenlerin mevcudiyeti, tüm verili
bütünlük olarak belirir. Ezilen; fiziksel gövdesi, ideolojisi,
kültürü, dini-imanı, bulaşığı-kiriyle, konjonktürde
ayrıştırılması mümkün olmayan bir varoluştur. Ayrıştırma
sonsal bir işlemdir ve konjonktürde, tanımı gereği buna zaman
yoktur”.
“Çokluk”u veya “ezilenleri” böyle tanımladıktan sonra
“Çokluk
ile ezilenler arasındaki fark kategoriktir”
(TP, “Kitlesel İşçi’den ‘Çokluk’a” yazısı) demenize
kim inanır? TP'ye öykünenlerin de “çokluk” başka,
“ezilenler” başka demesine kim inanır?
Böylece
işçi sınıfı kapitalizmde, ”çokluk” da İmparatorluk'ta
“mezar kazıcı”
oluyor!
“Çokluk”
deyip geçmemek lazım! Nasıl ki proletarya kendini üretiyorsa,
“çokluk” denen bu özne
de kendi kendini üretiyor. Maddi değerlerin üretimi tali olduğu
için işçi sınıfının da miadı dolmuş oluyor veya kendini
üretmesinin maddi koşulları giderek yok oluyor. Yani işçi sınıfı
ölüm döşeğinde! (Tam da bu nedenle Marksistler, Dinozor
oluyorlar!) Ama maddi
olmayan emeği
temsil eden “çokluk”un kendini üretme koşulları var. Çünkü
bu baylara göre İmparatorluk'ta temel, en önemli üretici güç
“çokluk”tur. İşçi sınıfı geçmişi, “çokluk” geleceği
veya işçi sınıfı eskiyi, “çokluk” yeniyi temsil ediyor. Bu
bir diyalektik sorunudur. Ve diyalektiğin bu yasası, embriyon
halinde de olsa yeniye, yeni olana sarılacaksın, yeniyi esas
alacaksın diyor! Aynı aynlayışı TP'de ve onun etkisi altında
olanlarda da görüyoruz; şaşılacak derecede bir benzerlik!
Negri,
“çokluk“un özne olarak kendini üretmesini, İmparatorluk'ta
hâkim konumda olan maddi olmayan emekten hareketle açıklamaya
çalışmaktadır. Şöyle diyor:
“Maddi
olmayan emek dolaysız bir biçimde toplumsal etkileşim ve ortak
faaliyet gerektirir. Başka bir ifadeyle, maddi olmayan emeğin ortak
oluşu daha önceki emek biçimlerinde olduğu gibi dışarıdan
dayatılmış ve örgütlenmiş bir şey değildir; ortaklık
bizatihi emek faaliyetine tam anlamıyla içkindir. Bu
gerçek, emek gücünün “değişken sermaye” olarak, yani sadece
sermaye tarafından harekete geçirilen ve bir araya getirilen bir
kuvvet olduğunu savunan (klasik ve Marksçı politik ekonomistlerin
ortak görüşü) eski kavrayışının sorgulanmasını gerektirir…
Bugün üretkenlik, servet ve toplumsal artıkların yaratılması
dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla ortaklaşa
etkilenişim biçimini alıyor. Dolayısıyla, maddi olmayan emek,
kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür
kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor”
(s. 305).
Veya:
“İmparatorluk,
dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa
faaliyet hâkim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Artık üst
yapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici
dilsel ağların bir evrenidir…Toplumsal özneler aynı zamanda bir
birlikçi makinenin üreticisi ve ürünleridir. Bu yeni tarihsel
oluşum içinde artık “dışarısı” olan bir imge, bir özne,
bir değer ya da bir pratik tayin etmek mümkün değildir”
(s. 391/392). Yani bu anlayışa göre “çokluk”
enternasyonalini
de çoktan kurmuş! Dünya Sosyal Forumu’na verilen önem bundan
dolayıdır. Köhnemiş pasifist ve reformist ideolojinin ve
önderliğin yönlendirdiği bu sosyal hareketin göklere
çıkartılması bundan dolayıdır.
Kapitalizmin
varoluş krizlerine bakın, orada Negri'nin bu anlayışının döne
döne işlendiğini; “yeni” gelişme olarak piyasaya sürüldüğünü
görürsünüz.
Negri,
dışın; ekonomi dışının, İmparatorluk dışının olmadığı
koşullarda üretici güçleri tamamen sosyalleştiriyor:
“İş
günü – üretime ayrılan 8 saat- ile yaşam –geriye kalan 16
saat- arasındaki farklılık giderek siliniyor. Burada da bir dışarı
yok ve bununla biyo-politiği kastediyoruz: Üretim ile yaşam
arasındaki fark yok oluyor”
(“Es herrscht noch zu wenig Globalisierung”. Interview mit Toni
Negri und Michael Hardt, in: taz; 18. März 2002)
Sonuç
itibariyle “çokluk“:
“Çokluk”,
halk, işçi sınıfı, emekçi yığınlar gibi toplumsal öznelerden
farklıdır. Adı üzerinde “çokluk”, hiçbir zaman bir
bütünselliği oluşturmayacak olan, sayısız farklılıklardan
oluşan ve belli bir kimliğe indirgenemeyecek olan bir
kitledir/yığındır. Farklılıklar sayısızdır: etnik farklılık,
kültürel farklılık, dinsel farklılık, seksüel farklılık,
toplumsallığa özgü farklılık, çalışma biçimlerindeki
farklılık, yaşamdaki veya dünyaya bakıştaki farklılık, istek
ve arzulardaki farklılık vs. “Çokluk”, bütün bu tekil
farklılıkların toplamından oluşmaktadır.
“Çokluk”ta
sosyal farklılık sürekli belirgindir. “Çokluk”, gök kuşağı
gibidir. Bütün farklılıkları koruyarak ilişki içinde olmak ve
ortaklaşa hareket etmek “çokluk”a özgüdür! “Çokluk”ta
farklılık, ortak olanı keşfederek ve böylece ilişki içinde
olarak, ortak hareket etmek için motor rolü oynar.
“Çokluk”un
sınıfsal karakteri
Negri
ve Hardt’a göre “maddi
olmayan emek”
ile “çokluk”
arasında birbirlerinin varlığını koşullayan bir bağ vardır.
Bu iki yazarın “diyalektiği” böyle diyor. İmparatorluk'ta
ücretli iş yok olduğu, üretim koşulları/ilişkileri kapitalist
biçimini kaybettiği için geriye bağımsız faaliyet sürdüren,
hizmetlerini sunanlar, yani “çokluk” kalıyor. Sosyal
hareketler, DSF içinde yer alan ve tarihin tekerleğini 200-300 sene
geriye çevirmek için mücadele eden o anarşizan-otonomcu ve
feminist hayalcileri, enternasyonal kitle hareketinin bu unsurlarını
İmparatorluk anlayışında görüyoruz.
İmparatorluk'ta
mülkiyetin karakteri önemsizleşmiştir; “maddi
olmayan emek”
dünyasında, yani İmparatorluk'ta maddi değerler üretimi
koşullarının
hiçbir önemi kalmamıştır. “En Marksist” oportünizm de aynı
düşünceyi savunmaktadır.
Negri
ve Hardt, bir el çabukluğuyla mülkiyet sorununu
önemsizleştiriyorlar. “En
Marksist” geçinenler de bu
işi sermayeyi sermaye olmaktan “emeği” “emek” olmaktan
çıkartarak yapıyorlar. Tabii bunda maddi
olmayan emek
önemli bir rol oynuyor. Bu baylara göre, “maddi
olmayan emeğin” ortakçılık
(koperasyon) özelliği varmış; koperasyon, çalışma sürecine
içkinmiş. Maddi
olmayan emek,
kolektifleştirici karakterinden dolayı özel mülkiyetin altını
oyuyormuş, onu “soyut
bir kavrama”, “hukuksal bir güce”
dönüştürüyormuş” (s. 314). Bu “hukuksal
gücün”,
İmparatorluk'ta gerçek ekonomik gücü/etkisi olamazmış: ”Bugün
üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortaklaşa ve maddi olmayan
emeğin hegemonya kurduğu çağda, miadını doldurmuş bir
çürümüşlük ve gaddarlıktan başka bir şey değildir” (s.
417).
“Çokluk”,
ortak
olanı üretiyormuş ve ortak olan da gelecekteki üretimin temelini
oluşturuyormuş. Bu, sarmal biçiminde ve giderek genişleyen bir
hareketmiş. Ortak olan, biyo-politik üretimin her iki ucunda ortaya
çıkıyormuş: “Ortak
olan, hem nihai üretimdir ve hem de üretimin koşuludur”.
Bu biyo-politik süreçte “çokluk”, bin bir türlü bağlarla,
ilişki ağıyla başka “çokluk”lar ile ilişki içinde
oluyormuş. Bu ilişkiler “çokluk”ların üretimini birbirine
bağlıyormuş ve böylece “çokluk
yaşamı”
kaçınılmaz olarak doğuyormuş! DSF çerçevesinde savunulan,
birbirinden bağımsız üreten, parayı, rekabeti ortadan kaldıran,
Proudoun’u hatırlatan o anarşizan-otonomcu akımı İmparatorluk
anlayışında görüyoruz.
Negri’nin
hayal dünyasında veya hayali İmparatorluğunda “çokluk”un her
unsuru her an üretim araçlarıyla ilişkilenebiliyor. Yani
anlaşılan o ki, İmparatorluk'ta “çokluk”, üretim
araçlarından kopuk değil. Çalışmak isteyen her “İmparatorluk
vatandaşı”,
istediği işe uygun üretim koşullarına her an sahip oluyor! Böyle
bir toplumda tabii ki, hiç kimse işsiz olmaz. En fazlasıyla,
çalışmayı külfet olarak algılayanlar olabilir!
İmparatorluk'ta
üretim koşulları/araçları “çokluk”un
her bir üyesinin tasarrufunda olduğu için bunlar, ekonomik olarak
daha baştan bağımsızlaşmış oluyorlar. Teori böyle diyor. Bu
durumda “çokluk”, İmparatorluk tarafından ancak, çalışma
sürecinin dışında baskı altında tutulabiliyor ve
sömürülebiliyor. Aynı anlayışı TP'de de görüyoruz; TP,
sömürüyü, dolayısıyla artı değer üretimini üretim
sürecinden çıkartıyor (Bkz.: 8. makale).
Aynı anlayışı “en Marksist” oportünizm de savunmaktadır.
Post-Marksist
teori böyle diyor. Yani baskı ve sömürü, doğrudan üretim
sürecinin dışında gerçekleşiyor. Bu hokkabazlığın bir anlamı
var: Baskı ve sömürü, dolaysız üretim sürecinin dışında
aranınca mülkiyetin de baskı ve sömürüde oynayabileceği bir
rol kalmıyor; mülkiyet önemsizleşiyor. Çünkü kapitalist veya
üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan kişi, üretim
koşulları/ilişkileri üzerindeki dolaysız hâkimiyet hakkını
yitirdiği için, bu araçları sermaye olarak kullanamayacaktır.
Böylece kapitalist, üretim ve buna bağlı olarak canlı emek
üzerindeki gücünü de yitirecektir.
“Çokluk,
biyolojik öz-örgütlenmedir”
(s. 417). Mülkiyetin karakteri önemsizleştirilince “çokluk”un
üretim yapma koşulları açığa çıkıyor: “Öz-örgütlenme”
ile bu baylar, kapitalist üretim örgütlenmesiyle “çokluk”
üretim örgütlenmesi arasında niteliksel bir farkın olduğunu
ifade ediyorlar: Kapitalist sistemde kapitalist veya tekel, iş
gücünü iş pazarında satın alır, işine geldiği kadar
çalıştırır ve sonra sokağa atar. Kapitalist sistemde işçi,
kapitalistin kontrolü altında onun çıkarına çalışır; artı
değer üretir. Ama İmparatorluk'ta bunlar söz konusu değildir;
orada birilerinin kontrolü altında birilerinin çıkarı için
çalışmak, üretmek yoktur. Üreticiler üretimlerini bizzat
örgütlerler!
En
“ulvi” anarşizm işte budur! “Soylu” bir anarşist olsa olsa
ancak böyle olur!
Negri
ve Hardt’ın İmparatorluğunda “çokluk”un
“maddi
olmayan emeği”,
sermayenin kendini değerlendirme sürecine, yani sermayeye tabi
değildir. (Bir daha hatırlatayım: Emeğin sermayeye tabi olmasının
koşullarının bizzat sermaye tarafından ortadan kaldırılmasının
Negri'nin yukarıdaki anlayışıyla sonuç itibariyle hiçbir farkı
yoktur). “Çokluk”, kendi emeğini kendisi için
değerlendirir/kullanır. Dışarıdaki çıplak yaşamın böyle
olup olmadığı pek önemli değil! Bu baylar, yaşayabilmek için
iş gücünü satmak zorunda olan yüz milyonlarca işçiyi bir anda
yok sayıyorlar. Negri ve Hardt, sahilde iki eliyle gözlerini
kapatarak eliyle kuma “seni seviyorum”u yazan biçare aşık
durumundalar.
Negri
ve Hardt, “çokluk”tan, yaşamak için iş gücünü satmak
zorunda kalan ve sermayenin dayattığı üretim
koşullarına/ilişkilerine tabi olan proleter yığınları; işçi
sınıfı anlaşılmamalıdır diyorlar. Üretim için gerekli üretim
araçları “çokluk”un tasarrufundadır. “Çokluk”, iş
gücünü değil, ürünlerini; hizmetlerini pazara sürmektedir.
Bunun ötesinde “çokluk”, sömürmek için yabancı iş gücü
de satın almamaktadır. Bu anlamda “çokluk”, kapitalist sınıf
değildir. İşletmeleri kapitalist işletme değildir.
İmparatorlukta “çokluk” ne burjuva sınıftır ve ne de işçi
sınıfıdır; ne kapitalisttir ve ne de işçidir. Orta bir konuma
sahiptir. İmparatorluk'ta “çokluk”,
bütün sınıfların, sınıf olma özellikleri/koşulları
kalmadığı için dağılarak bütün bireysel
özelliklerini/farklılıklarını koruyarak oluşturdukları
yığındır. Aslında burada söz konusu olan, küçük burjuvadır.
Gerçekten
de Negri ve Hardt’ın tanımladığı “çokluk” ile klasik
anlamda bildiğimiz küçük burjuvazi; klasik küçük burjuvazi
arasında birtakım önemli benzerlikler ve ayrılıklar vardır:
Klasik
anlamda küçük burjuvazi, devlet ve büyük işletmeler, tekeller
tarafından sömürüldüğüne ve baskı altında tutulduğuna
inanır. Aynen bir anarşistte olduğu gibi düzene karşı bir
tepkisi vardır. Negri ve Hardt da İmparatorlukta “çokluk”un bu
his içinde olduğunu kabul ederler ve “çokluk”un İmparatorluk
karşısındaki tek yanlı memnuniyetsizliğini ve klasik küçük
burjuvazi ile “çokluk” arasında sömürü ilişkileri
bakımından benzerliğin olduğunu teorileştirirler.
İmparatorlukta
“çokluk”, fiilen, üretim araçlarının sahibi oluyorlar. Bu
haliyle “çokluk”, klasik küçük burjuvaya benziyor. Bu baylar,
bazen de olsa proletaryadan bahsediyorlar, ama şu anlamda:
İmparatorlukta işgücünün satılması, sermayenin işçiyi;
ücretli işi kendisine tabi kılması tarihe karıştığından
dolayı; üretim araçlarının mülkiyeti herhangi bir rol
oynamadığından dolayı
“proleter”
olmak için işgücünün “dolaylı
veya dolaysız” herhangi
bir biçimde “sömürülmesi”
yeterli oluyor. Sömürü, İmparatorluğun herhangi bir yerinde
herhangi bir şekilde üretimle ilişki içinde gerçekleşiyor.
Basında bolca rastladığımız gibi, İmparatorlukta da herkes bir
biçimde sömürülüyor.
Klasik
küçük burjuvazinin antagonist çelişki içinde olduğu bir sınıf
yoktur. Şöyle diyelim: Küçük burjuvazinin, burjuvazi ile işçi
sınıfının antagonist karşıtlığı gibi karşıtlığa sahip
olan somut bir karşıtı yoktur. İmparatorlukta “çokluk”un da
somut bir karşıtı yoktur. Karşıtın kim olduğunu Negri ve Hardt
özenle saklıyorlar; görünemez, tanınamaz hale getiriyorlar.
Klasik
küçük burjuvazi, sınıf çelişkilerini önemsiz görür ve
kendini bu çelişkilerin dışında sayar. İmparatorlukta ise
“çokluk”, çelişkileri yumuşatmak ve ahenkli hale getirmek
göreviyle karşı karşıyadır.
Klasik
küçük burjuvazi, kendi kurtuluşu için gerekli koşulların genel
koşullar olduğuna inanır. Kendini dünyanın, kurtuluşun
merkezinde gördüğü için, küçük burjuvazinin çıkarına olan
koşulları toplumun çıkarına olan genel koşullar olarak algılar.
“Çokluk”
da İmparatorluk'taki yaşam tarzını kurtuluşun genel koşulları
olarak algılar. Şöyle de diyebiliriz: Klasik küçük burjuvazi
geleceğe umutsuz bakar, geleceğinin karanlık olduğu korkusu ve
gerçeğiyle yaşar. Ara bir sınıf, sosyal bir tabaka olarak
geleceğinin olmadığını bilir. İmparatorlukta “çokluk”un
böyle bir sorunu yoktur. Gelecek onundur! Veya gelecek
ezilenlerindir!
Tabii
ki, klasik küçük burjuva ile “çokluk” arasında farklar da
vardır: İşbirliğine (ortaklığa) yatkınlıkları,
hareketlilikleri, esnek oluşları bakımından “çokluk” ile
geleneklerine bağımlı, yerleşik olmaya yatkın, dünyayı kendi
dünyasından ibaret gören klasik küçük burjuvazi arasındaki
fark budur genel anlamda. Teori böyle diyor!
“Çokluk”,
ulus-devleti tanımayan bir vatandaştır: Yani İmparatorluk'ta
yaşayan ve çalışan bir “dünya
vatandaşı”. İmparatorluk'ta
ekonomi tamamen küreseldir ve “çokluk”un unsurları da küresel
ağ içinde beraberce hareket ederler. İmparatorlukta bir dış
kalmadığı için “çokluk”un kurtuluşu da ancak ve ancak
küreseldir.
Klasik
küçük burjuvazinin ilkesi “her
koyun kendi bacağında asılır”dır.
“Çokluk” ise küresel var olmak veya yok olmakla karşı
karşıyadır.
Sonuç:
Bu
baylar ne öneriyorlar?
“Yapmamız
gereken, İmparatorluğun içinde geçip öteki tarafından
çıkmaktır….İmparatorluğa ancak kendi genellik düzeyinde ve
dayattığı süreçleri mevcut sınırlarını aşacak şekilde
zorlayarak etkili bir biçimde karşı durulabilir. Bu meyanda hodri
meydanı kabul etmek ve küresel düşünüp küresel davranmak
zorundayız. Küreselleşme bir karşı-küreselleşmeyle,
İmparatorluk da bir karşı-İmparatorlukla göğüslenmek
zorundadır”
(s. 218/219).
Bunu
yapabilmek için “çokluk”un
birleşmeden, bütünleşmeden, farklılıkları koruyarak ortak
hareket etmesini ve ortak hareket etmenin, tanımlanmış herhangi
bir merkez olmaksızın gerçekleştirilmesini talep ediyorlar.
“Ağlar
kurun”, “ağlar kurun”
diyorlar! Teori böyle diyor! Parti, örgüt yerine şu “ağ”
meselesinin
neden bu denli önemli ve revaçta olduğu anlaşılıyor!
Önerdikleri
işte bu!
Ne
diyordu TP? “Ezilen;
fiziksel gövdesi, ideolojisi, kültürü, dini-imanı,
bulaşığı-kiriyle, konjonktürde ayrıştırılması mümkün
olmayan bir varoluştur”.
Ne
diyordu Foucault? “İsyanın yer
belirlemesi yoktur, ayaklanmanın ruhu yoktur, ayaklanmaların veya
devrimcilerin katışıksız yasasının kaynağı yoktur. Bunun
yerine, her biri kendine özgü bir durum olan dirençlerin çoğulluğu
vardır”.
İşçi sınıfı dışında sosyal hareketler vardır; onların
çoğulluğu ve çeşitliliği söz konusudur!
Ne
diyordu
Poulantzas? “Sınıf
yerleri” ile
“sınıf
pozisyonları”
ayrımı yapılmalıdır. Yapısal belirlenimlerden hareketle tespit
edilebilen “sınıf
yerleri”nden
farklı olarak “sınıf
pozisyonları”nın
ancak konjonktürel olarak tespit edilebilmesinin mümkündür;
“sınıf
pozisyonları” her zaman ideolojik, politik ve iktisadi
mücadelelerin neticesinde kendisini konjontürel olarak çeşitli
ittifaklar üzerinden dışa vurabilmektedir”.
Negri,
TP,
Poulantzas
ve Foucault'nun söyledikleri arasında nitel bir fark var mıdır?
Ben göremiyorum.
Bu
baylar ve genel anlamda Post-Marksizm işçi sınıfına şunu
diyorlar: Geçmişteki mücadeleniz başarılıydı. Ama artık
tarihi görevinizi yerine getirme özelliğiniz; yeteneğiniz
kalmadı. Emperyalizm, İmparatorluğa dönüştü. Miadınız doldu,
yerinizi “çokluk” aldı.
Memleketteki
“ezilenciler” de bunlara öykünüyorlar.
İmparatorluk'ta
bütün toplum üretken olmuştur. Üretken olan-olmayan ayrımı
kalkmıştır. Bu nedenle İmparatorluk'ta işçi hareketi kurumları
(partileri, sendikalar vb.) anlamını kaybetmişlerdir. Çünkü
maddi değerler üretimi emeği, hegemonyasını kaybetmiştir;
hegemonya maddi olmayan emeğe geçmiştir. Teori böyle.
Şüphesiz
ki, İmparatorluk'ta da hâkimiyet söz konusudur. İmparatorluk,
hâkimiyetini “çokluk”un beynine ve vücuduna kazıyor. Bir
“kontrol
toplumu”
kuruluyor. Dünyanın, yani İmparatorluğun her yanına kurulan
ağlarla “çokluk” sömürülüyor. Ama kapitalizme/emperyalizme
nazaran İmparatorluk ileri bir aşamadır. Çünkü İmparatorluk,
kurtuluşun yeni koşulları demektir. Teori böyle!
İmparatorluk'ta
çalışma koşulları tamamen değişiktir. “Çokluk”, artık
ücrete bağımlı işçi, fabrika işçisi değildir. “En
Marksist” geçinenler de sermaye
ile “emek” arasındaki diyalektik bağı kopartarak aynı sonuca
varıyorlar. “Çokluk”, serbest çalışan, yaratımcı (kreatif)
olan hizmet sektörü unsurlarından oluşmaktadır. İmparatorluk'ta
“çokluk”,
maddi
olmayan emek
harcar. Bu çalışmanın özelliği, üretim araçlarında özel
mülkiyetin herhangi bir rol oynamamasıdır. Bu nedenden dolayı
İmparatorluk'ta “çokluk”, ekonomik olarak bağımsızlığına
(emansipasyon) kavuşmuştur. Şimdi önemli olan siyasal kurtuluşu
sağlamaktır.
Negri
ve Hardt şu çağrıyı yapıyorlar:
-Kurduğunuz
küresel ağlar üzerinden adım adım; ”komünist
ağlarla”
bir “karşı-imparatorluk”
kurabilirsiniz. Artık slogan “bütün
ülkelerin işçileri birleşin”
değil, “bütün
ülkelerin küreselleşmecileri”, “kürselleşmenin olumsuz
güçlerine” karşı birleşin”dir!
-İktidar
dışımızda değildir, içimizdedir; beynimizdedir, vücudumuzdadır.
İktidarı, farkına varmadan duygulanımsal çalışmamızla sürekli
üretiyoruz. Yani cesaretsizlik, korku, “trans” içinde olan her
“İmparatorluk vatandaşı” bu eylemleriyle iktidar üretiyor!
Bir şey anladınız mı?
-Bu
iktidar, toplumdaki her birimizin konumu ne olursa olsun hepimizi
kendine bağımlı kılmakta, evet köleleştirmektedir. Bu
iktidarın; biyo-iktidarın bir sahibi, taşıyıcısı, ondan özel
olarak yararlananı yoktur. Bu iktidar, sınıfsızdır. Toplum
üzerinde durmaktadır. Bizi, yani “çokluk”u kendi düzenine
uymaya zorlamaktadır. Bu iktidar, özne olmuştur ve hiçbir fark
gözetmeksizin bütün insanları kendine tabi kılmaktadır. Yani
herkes eziliyor ve de sömürülüyor!
Böylece
Negri ve Hardt, hitap ettikleri “çokluk”a, İmparatorluk'ta
hâkim bir sınıfın olmadığı mesajını veriyorlar. Ücretli işi
de bir el çabukluğuyla ortadan kaldırdıkları için kaçınılmaz
olarak sermaye ilişkilerini de ortadan kaldırmış oluyorlar. Hal
böyle olunca “emeğe” el koyan bir sermaye sahibi de ortadan
kalkıyor.
-İmparatorluk'taki
üretim sürecinde sermaye herhangi bir rol oynamıyor. Çünkü
ücretli emeğe ihtiyacı yok. İmparatorluk'ta sermaye, toplumu
sınıflara ayırmıyor, toplumda kapitalizme özgü çelişkilerin
doğmasına neden olmuyor. Böylece İmparatorluk'ta bütün insanlar
aynı derecede sermayeye tabi kılınıyorlar. Bütün insanlar,
çalışanlar, sömürülenler, ezilenler konumunda oluyorlar. Bütün
insanlar aynı iktidar altında inim inim inliyorlar.
-İmparatorluk'ta
sermaye, sahibi olmaksızın, sahipsiz bir şekilde hâkimiyetini
sürdürüyor. Bütün toplum üzerinde iktidarını kullanıyor. Ama
her nedense İmparatorluk'ta bu iktidarı kendi çıkarları için
kullanacak kişiler yok. Böylece biyo-iktidarın esas sahipleri
–Negri’nin İmparatorluğundan çıkıp normal dünyalı gibi
düşünecek olursak- yani kapitalistler, bu iktidardan kurtulmak
için mücadele eden “çokluk“ tarafından görünmez hale
getiriliyorlar. İmparatorluk'ta iktidar ve sahipleri doğaüstü bir
karaktere sahip oluyorlar. Negri ve Hardt iktidar sahiplerinin kimler
olduğunu pekâlâ biliyorlar ama “çokluk” nezdinde onları
görünmez yaptıkları için “çokluk”, yel değirmenine karşı
mücadele eder durumda kalıyor, boşa kılıç sallıyor.
İmparatorluk'tan
kurtulmak için bu baylar herhangi bir strateji sunmuyorlar.
Marksizm-Leninizmin devrim anlayışı, Komünist Manifesto, Marks,
Engels, Lenin ve tabii ki öncelikle de Stalin bu baylar için
tarihtir.
Bu
baylar, sadece, yeni bir alternatif var, buna inanın diyorlar.
Ancak, ‘bize inanın’ diyorlar. Ellerinde bir konsept yok. Parti
olmaz, sendika olmaz; örgütlenme olmaz diyorlar. Örgütlenmeyi,
örgütlü mücadeleyi reddederek geleceği olmayan bir gelecek
istiyorlar. “Hareket
her şey, sonuç hiçbir şey” işte
böyle gerçekleştirilir. Bu otonomcu, anarşist anlayış, sadece
ve sadece, “ağ
kurun”, “ağ kurun”
çağrısından ibarettir. Demek ki kurulan ağlar kendi kendine
başka ağlarla birleşecekler; küresel ağlaşacaklar
ve böylece küresel iletişim içinde olan bir dünya toplumu
doğacak! Yegâne
dayanakları “çokluk” ve sosyal hareketlerdir. Önerdikleri,
bolca gösteri yapından, kargaşa çıkartından, “hareket
her şey, sonuç hiçbir şey”i
uygulayından ibarettir.
Negri
ve Hardt, el çabukluğuyla maddi değerlerin üretiminde çalışan
işçi sınıfını önemsizleştirerek, artık onun devrimci bir
özelliğinin kalmadığını vurgulayarak bu sınıfın yerine
koydukları “çokluk”ta devasa, devrimci bir güç, potansiyel
görüyorlar. Ama ne gariptir ki, bu “çokluk”, karşıtının
kim olduğunu bilmiyor, örgütlü değil, kolektif hareket etmiyor.
Ötesinde aynı “dili” de konuşmuyor. Bu devasa gücün harekete
geçmesi, kendi deyimleriyle “devasa
bir örgütün devrimci kalkışması”
için belli bir, “oturmuş
modelleri” yok.
“Olasılığın”
ne zaman “gerçekliğe”
dönüşeceğini bu baylar da bilmiyorlar.
Negri
ve Hardt, kapitalizm/emperyalizm koşullarında işçi sınıfını
yok sayma teorisini geliştiriyorlar.
Örgütlenmeyin,
partileşmeyin, kendiliğindenci hareket içinde de komünist bilince
varabilir ve bu düzen içinde; İmparatorluk'ta komünizmin
nüvelerini oluşturabilirsiniz (“maddi
olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen
o ki, bir tür kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı
sağlıyor”)
diyorlar. Bunun için, aynen Mevlana gibi hareket ederek; “Gel,
gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecusi, ister puta
tapan ol yine gel”;
yani işçi, işsiz, öğrenci, ev kadını, köylü, mühendis,
doktor; kapitalist dışında herkes, kim olursan ol, hangi
sınıftan olursan ol “çokluk”sun;
ezilensin; “ağlar
kurun”,
bütün dünyaya ağlarla yayılın ve bu ağları birleştirerek
“küresel
ağlanın” çağrısını
yapıyorlar.
Ve
gerisi Marks’tan:
Bu
insanlar (Alman ideologları- çn.) açısından “esasen
önemli olan, sadece, mevcut dünyanın yorumlanması için yeni
saçmalıklar keşfetmektir; onlar, bu dünya üzerinde söz sahibi
olduklarına inandıkça ve onun karşısında durdukça bu
saçmalıklar, daha da gülünç cafcaflaşıyor” (Marks-Engels;
C. 3, s. 379, Alman İdeolojisi).
Negri’den
bu kadar yeter.
Ezilenler,
“Çokluk” ve İşçi Sınıfı:
Ezilenleri
nasıl tanırsınız, nasıl tanımlarsınız desek ortada kalırız.
Ezilenleri “emekçi yığınlar”la sınırlandırsak, yani
emekçi-ezilen desek olmaz. Çünkü insana emekçi kavramının
“suyu mu çıktı” onu kullanmıyorsun diye sorarlar.
Dolayısıyla ezilen kavramı, emekçi kavramının içeriğinden
daha kapsamlıdır, daha zengindir. Anadolu coğrafyasında bu kavram
işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla sınırlı değildir. Aksi
taktirde emekçi kavramı kullanılırdı. Öyle değil mi? Bu
kavramın içeriğine işçi sınıfı ve emekçi yığınların yanı
sıra, ama bunların dışında kalan, ama hakim sınıfları da
dışlayan sosyal tabakalar da dahildir. Bunların hangi sosyal
tabakalar olduğunu saymaya, tanımlamaya gerek yok. Piramidin en
tepesindeki bir altındakini ezdiğine göre, en tepede olanın
dışında her sınıf ve sosyal tabaka bu kavramın bileşenlerini
oluşturur. Uluslararası alanda bunun diğer adı, şimdilerde
unutulmuş olsa da, Mao'nun “üç dünya teorisi”dir.
İşçi
sınıfı değil de “ezilenler” üzerine kurulan bir ideolojik
yapılanma, bir komünist partiyi kaçınılmaz olarak
Marksizm-Leninizmin anladığı; Marksizmin formüle ettiği
sosyalizm anlayışından; sosyalizm teorisinden ve sosyalist
devrimden uzaklaştırır. Komünistler bu gidişe dur demezlerse,
diyemezlerse değerlerinden uzaklaşmaları kaçınılmaz olur. Diğer
taraftan bu kavram, yeni de değildir. Negri ve Hardt,
“İmparatorluk” ve “Çokluk” kitaplarında bu konuyu yukarıda
da göstermeye çalıştığımız gibi, enine boyuna analiz eder.
Orada “ezilenler”in adı “çokluk”tur. Anadolu coğrafyasında
kullanıldığı kadarıyla “ezilenler”, Negri'nin “çokluk”u
ile eş anlamlıdır. Yani Negri'nin “çokluk”unun içeriğiyle
coğrafyamızdaki “ezilenler”in içeriği aynıdır.
Negri,
“çokluk” kavramıyla proletaryaya elveda teorisini
temellendiriyor, coğrafyamızda ise bu çokluğa devrim
yaptırılıyor; işçi sınıfının partisi “ezilenler”in
partisine dönüştürülerek devrim yaptırılmaya çalışılıyor.
Bu yetmiyormuş gibi ezilenler sınıfsallaştırılarak yeni bir
ideoloji; “ezilenlerin ideolojisi”
veya
“ezilenlerin Marksizmi”
üretiliyor. TP bunu açıktan açığa yapıyor. Tabii ona
öykünenler de yok değil.
Ne
olmuştu da Fransa'da yapısalcılık geçen yüzyılın '60'lı
yıllarından itibaren parlamaya başlamış, kısa zamanda
gelişmesinin doruk noktasına ulaşmış ve Post-Marksist
anlayışlara yol açmış, zemin oluşturmuştu? Aslında felsefe
dünyasındaki gelişmeler, burjuva felsefenin iflas ettiğini, yeni
bir arayış içinde olduğunu göstermektedir. Geçmiş dönemin
idealist felsefe sisteminin -burjuva felsefenin- en son kavşağı
olan öznelcilik (sübjektivizm), burjuva felsefenin var oluşundan
bu yana ilk kez kendi konumunu, var oluşunu savunamayacak duruma
düşmüştü. Burjuva felsefenin kendini savunamayacak duruma
düşmesi, F. Engels'in işaret ettiği felsefenin bütün spekülatif
sistemlerinin kaçınılmaz çöküşünden başka bir şey değildi.
Bunda gelişen sınıf mücadelesinin, güçlenen uluslararası
komünist hareketin; Ekim Devrimin ve özellikle genç Sovyetler
Birliği'nde Marksist felsefenin gelişmesi ve sorunlara cevap
vermesi, dolayısıyla Marksist felsefenin burjuva felsefeye karşı
mücadelesi önemli bir rol oynamıştır. Emperyalist burjuvazi
artık her şeyi işine geldiği gibi açıklamasına hizmet eden
idealist düşünceler geliştiremiyordu.
Geçen
yüzyılın '50'li yıllarından sonra, özellikle de '60'lı
yıllardan itibaren emperyalist ülkelerde tekelci devlet
kapitalizmi, tekellerin hakimiyeti kendini toplumsal yaşamın her
alanında hakim kılmış; toplumun burjuva-proletarya ayrışması
orta tabakaları eriterek hızlanmıştı. Bu ayrışmada korkuya
kapılan iki kesim vardı: Bunlardan biri orta tabakalar ve diğeri
de eski sanayi sektörlerinde faal olan burjuvaziydi. Özellikle
geleneksel orta tabakalar yaşam koşullarının, kurumlarının,
“klasik“ ideoloji anlayışlarının; kısaca varoluş
koşullarının hızla yok olmaya başladığını görüyorlardı.
Bunlar tekelci burjuvazi ve işçi sınıfı arasında kalınarak
yaşamın sürdürülemeyeceğini; kapitalist ekonominin; tekelci
sermayenin çıkarlarının orta tabakaların erimesine neden
olduğunu görüyorlardı. Fransa'da Sartres ve onun temsil ettiği
varoluşçuluk bitme noktasına gelmişti; burjuva felsefe ve
Marksist felsefe arasında üçüncü yolun sonuna gelinmişti. Bu
bitmişlik, orta tabakaların ideologlarında Marksizme karşı
ilgiyi arttıran temel neden oldu. 1968 gençlik ve işçi hareketi
bu süreci hızlandıran başka bir nedendi. Orta ve küçük
burjuvazinin temsilcileri; proleterleşmekten korkan bu kesimlerin
temsilcileri durumu kurtarmayı Marksizme yakınlaşmakta gördüler.
Geçen yüzyılın '60'lı yıllarının ikinci yarısından
itibaren, '70'li yıllarda ve '80'li yıllarda bu kesimlerin
Marksizme ilgisinin artması onların yok oluş korkusundan ayrı
olarak ele alınamaz. Mücadeleye atılan bu kesimler, sosyal
hareketler diye tanımlanan hareketlerin kurucuları ve
geliştiricileridir. Bu hareketleri yapısalcılık da etkilemiştir.
L. P. Althusser yapısalcı görüşleriyle bu hareketleri kısa
zamanda etkilemiştir. Marksizme yakınlaşan bu çevreler, hiçbir
zaman Marksizmi içselleştirmemişlerdir. Kendilerinin ve tekelci
burjuvazinin kabul edebileceği bir yapıya büründürmeye
çalışmışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır. Kendilerinin
ve tekelci burjuvazinin kabul edebileceği bir yapıya büründürmek,
Post-Marksizmden başka bir şey değildi.
Althuuser
”üstat” ve taraftarları, yapısalcılığı yeni bir felsefenin
ana unsuru, temel bileşeni olarak popüler yayınlarla geniş bir
okur çevresine yaymaya çalıştılar. Böylece geçen yüzyılın
'60'lı yıllarının ortasında Fransa'da aydınların geniş bir
kesimi yapısalcılığı Marksizme eklemlenmenin yeni ve özel bir
biçimi olarak kavradı. Bu işin başını belirttiğimiz gibi
Althusser “üstat”
çekiyordu. Öyle ki ideolojik konjonktürün de (Sovyet modern
revizyonizminin tahribatı, Avrupa komünizminin iflası, 1968
gençlik ve işçi hareketi) etkisiyle yapısalcılar, yaptıklarını
-Marksizmin temel ilkelerine karşı gelerek- Marksizmin yeni
gelişmesi olarak görmeye başladılar. Coğrafyamızda “yenilik“
olan “Marksizmin krizi”, “yapısal kriz” hikayeleri buradan
kaynaklanmaktadır.
Durumu
kurtarmak için güya Marksizme sarılan küçük burjuvazinin ve
orta tabakaların Post-Marksist temsilcileri, tekelci burjuvazi ve
işçi sınıfı arasında kalan, üçüncü bir yola yatkın bir
ideoloji geliştirmeye kalkıştılar; eriyen orta tabakaların,
küçük burjuvazinin kabul edeceği ve hakim burjuvazinin de
onayacağı bir ideoloji üretmeye koyuldular. Aslında bu, iflas
eden orta tabaka unsurlarının, küçük burjuvazinin
radikalleşmesini, Marksizme yönelmesini engellemek için
Marksizme alternatif, ama ona yakın bir felsefe, yeni bir yol olarak
geliştirildi. Bugün değişim, gelişme adına öne sürülen
düşünceler bu sosyal katmanların sınıfsal çıkarlarına hitap
etmektedir. İstedikleri, kapitalist sistem içinde varoluşlarını
sağlayan değişim ve düzenlemedir. Onların sosyal hareketler adı
altında ürettikleri düşüncelerin tekelci burjuvazi tarafından
kabul edilebilmesi için Marksizme saldırı içeriği taşıması
gerekiyordu. Öyle de oldu. Bu sosyal tabakalar varoluşlarını
tekelci burjuvaziden satın aldılar; bunun karşılığı ise
Marksizme saldırıydı. Bu saldırının adı Post-Marksizmdir. Bu
gelişmeye Marksizm-Leninizm saflarında tasfiyeciliğe hazır
olanlar katılmakta gecikmediler. Bunun sonucu, nereden hangi açıdan
bakılırsa bakılsın sınıfsal olarak işçi sınıfının -hani o
da yok oluyor ya!- tarihsel misyonunu üstlenen yeni bir öznenin
oluşturulmasıydı.
Sonuç
itibariyle: Yaşam koşullarının yok olmaya başladığını
anlayan ve korkuya kapılan geleneksel orta tabaka kendini yeniden
tanımlamak zorunda kaldı; bir tarafı yoksullaşmak, diğer tarafı
da hala hayal dünyasında gezinmekti. Gezinecek dünya kalmadığı
için yoksullaşmaya karşı mücadelenin öznesi olabilmek için bir
ideolojiye, sınıfsal yapılaşmaya gerek vardı. Bilinen
teorisyenleri de bunu üretti: Çokluk veya ezilenler ve ezilenlerin
Marksizmi.
*
1)
“Ne
var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için
elverişli olsalar da, tanımlanacak görüngünün çok önemli bazı
çizgilerini dışarıda bırakmalarından ötürü, yetersiz
kalmaktadır. Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün
birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki
itibari ve göreli değeri unutmadan, emperyalizmin, aşağıdaki beş
temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapalım: (1) üretimde
ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme
derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan
tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınaî sermayeyle
kaynaşmış ve bu "mali-sermaye" temel üzerinde bir
mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta
ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı
aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler
kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak
bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır” (Lenin:
C. 22, s. 270/271, “Emperyalizm…” ).
2)
“Doğa,
makineler, lokomotifler, demiryolları, telgraflar, örgü otomatları
inşa etmiyor. Bunlar, doğa üzerinden veya doğadaki faaliyetle
insan iradesinin organlarına dönüşen insani sanayinin; doğal
materyalin ürünleridir. Onlar,
insan beyninin, insan eli tarafından yaratılan organlarıdır”
(Marks; “Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie”,
Dietz Verlag Berlin, 1953, s. 594)
“Birbirinden
farklı ekonomik çağların ayırt edilmesinde işe yarayan şey,
yapılan eşyalar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla
yapıldıklarıdır. İş araçları, yalnız insan emeğinin
ulaştığı gelişme düzeyinin bir ölçüsünü vermekle kalmıyor,
bunlar, aynı zamanda, işin yapıldığı toplumsal koşulların
göstergeleri de oluyorlar” (Marks,
Kapital I, S. 195).
3)“Proletaryanın
bileşimi değişmiştir. Dolayısıyla bizim bu konudaki anlayışımız
da değişmelidir. Kavramsal olarak, proletaryayı biz emekleri
kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan
ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan
herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz” (s.
66).
Post-Marksizm
üzerine şimdilik bu kadar. Umarım vesile ile neden birbirine
karıştırılmamıştır.
*
Biraz
da Troçkizm üzerinde durmanın zamanı. Troçkizm de nereden çıktı
demeyin. Bildiğiniz gibi değil, çok revaçta! Marks, Engels, Lenin
ve Stalin yetersiz kalıyor; Marksizm-Leninizm dünyayı
açıklayamıyor. Bu nedenle olsa gerek kökenlere yeniden bir dönüş
var. Artık Marksizmden bahsediliyor; Marksizm-Leninizmden değil,
yalın olarak Marksizmden bahsediliyor. Marksizmden Leninizme
öylesine bir geçiş yapılıyor ve dünyanın eski ve yeni halini
yorumlamak için Troçkizm keşfediliyor. Belki bazıları ilk defa
keşfediyor, bazıları da yeniden keşfedilmiş olabilir. Pek önemli
değil. Çok güncel bir konu. Zaten Troçkizm her zaman güncel
kalmıştır.
Anlaşılan
o ki, “Batı Marksizmi”, Althussercilik, Negricilik cephesinden
Marksizm-Leninizme tasfiyeci saldırılar yetmiyor. Bu nedenle olsa
gerek, Troçki'nin Marksizm-Leninizme karşı kullandığı ne
kadar çürük teorik açılımı varsa onlarla tasfiyecilik
yapılıyor. Bu nedenle Troçki ve Troçkizmin ne olup olmadığını
birkaç makaleye sığdıracak biçimde ele almayı doğru görüyorum.
Yazının ana
(makale) başlıklarını da vereyim.
“DÜŞTÜYSEK
KALKARIZ, DAHA ÖLMEDİK YA!”
TROÇKİ - “24
AYAR” ANTİ-KOMÜNİSTİN HİKAYESİ
1. Makale
ÖNSÖZ
YERİNE
Günümüzde
Post-Marksizm ve Troçkizm - Troçki'nin Argümanlarıyla
Post-Marksist
Tasfiyecilik
“Rus Devriminin
Önderi” Troçki'nin Bazı Özellikleri Üzerine
Tek Veya Birkaç
Ülkede Devrim Bir Zorunluluktur, Bölgesel Devrim Bir Olasılıktır
ve Troçki'nin
Sürekli Devrimi Bir Hayaldir!
Troçki Hakkında
Ne Biliyoruz?
2. Makale
LENİN'İN
“KANKA”SI TROÇKİ!
TROÇKİZMİN
GELİŞMESİ - LENİN’E KARŞI TROÇKİ
3. Makale
LENİNİST
ÖRGÜTLENME – TROÇKİST “ÖRGÜTLENME”
4. Makale
SÜREKLİ
DEVRİMİN TARİHÇESİ – BU KONUDA MARKS, LENİN, STALİN VE
TROÇKİ
5. Makale
EKİM DEVRİMİNDEN
SONRA BOLŞEVİZM VE TROÇKİZM
LENİN VE
STALİN’E KARŞI TROÇKİ
6. Makale
TEK ÜLKEDE
SOSYALİZM SORUNU
SOVYET SOSYALİST
CUMHURİYETLERİ BİRLİĞİ’NDE
SOSYALİZMİN
İNŞASI İÇİN MÜCADELEDE
TROÇKİ’NİN ROLÜ
LENİN, STALİN,
TROÇKİ VE TEK ÜLKEDE DEVRİM TEORİSİ
7. Makale
NE YAPILMALIYDI?
GERİYE DÖNÜŞ
MÜ – SOSYALİZMİN İNŞASI MI?
STALİN’E KARŞI
TROÇKİ
8. Makale
TARİHİ KARARLAR
– TEORİDEN PRATİĞE SOSYALİZMİN İNŞA SORUNLARI
TROÇKİ’NİN
MARKSİZM-LENİNİZME KARŞI MÜCADELESİ
9. Makale
İŞÇİ SINIFI
VE KÖYLÜLÜK ARASINDAKİ ÇELİŞKİLERİN ÇÖZÜM SÜRECİ
ELDE EDİLEN
SONUÇLAR VE TROÇKİ
10. Makale
SOSYALİZMİN
İNŞASINDA BAŞARILAR VE TROÇKİ
11. Makale
SOVYET TOPLUMUNUN
KARAKTERİ - SOSYALİST DEMOKRASİ VE TROÇKİ
SOVYET
ANAYASASI-SOVYET DEMOKRASİSİ
PROLETER
DEMOKRASİ - PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ
12. Makale
DÜNYA DEVRİMİ,
SSCB’NİN DIŞ POLİTİKASI VE TROÇKİ
13. Makale
SOSYALİZME VE
SSCB’NE KARŞI MÜCADELEDE TROÇKİ
14. Makale
SOSYALİZMDE
ÜCRET POLİTİKASI, SOVYET PRATİĞİ ve TROÇKİ
15. Makale
TROÇKİ VE
TROÇKİSTLERİN ÇIKMAZI
TROÇKİ VE YOLUN
SONU
17. Makale
SSCB’NDE
SOSYALİZMİN YIKILMASI VE
KAPİTALİZMİN
YENİDEN İNŞASI
18. Makale
GÜNÜMÜZDE
TROÇKİZM –
KARŞI DEVRİMCİ,
ANTİ-KOMÜNİST BİR “EĞİLİM”