deneme

10 Mayıs 2013 Cuma

DÜNYA EKONOMİSİNİN KRİZ SEYRİ VE GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞİM (II)



DÜNYA EKONOMİSİNİN KRİZ SEYRİ VE GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞİM (II)

(Transatlantik Ekseninin Yerini Transpasifik Ekseni Alıyor)
IV- İŞSİZLİK

İşsizlik sorununa geçmeden önce bir eksikliği gidermek veya bir yanlışı düzeltmek gerekiyor. İşçi sınıfının tarihsel rolünün önemsizleştirilmesi konusunda hep Negri'ye saldırıyoruz, ama bu anlayışın fikir babalarından birisinin de Troçki olduğunu unutuyoruz. İşçi sınıfının tarihsel rolünü artık yerine getiremeyecek durumda olduğunu, zihinsel- kültürel olarak tükendiğini, artık sayısal olarak da çoğalmadığını iddia etmeye kalkışanlar bu cüreti Troçki'den almışlardır. “Çürüyen kapitalizm koşullarında proletarya ne sayısal olarak ne de kültürel olarak büyümektedir” diyen, Troçki'den başkası değildir (L. Trotzki; “Verteidigung des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” - “Das Proletariat und seine Führung” alt başlığı altında. www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).


Troçki bunu 1939'da söylüyor. Sayısal olarak çoğalmayan, kültürel olarak tükenen işçi sınıfı ile nasıl sosyalist devrim -üstelik bir de dünya çapından “sürekli tarzda” yapılır ortasını bilemem (Belki de Negri gibi herkesi sermaye karşısında ezilen-sömürülen konumuna getirerek işçi sınıfını sosyalist devrimin öznesi olmaktan çıkartıp sermaye karşısında herkesi özne yapmak istemiş de olabilir), ama durum hiç de Troçki'nin iddia ettiği gibi değil.
Aşağıdaki veriler Troçki'nin yanlış yolda gitmiş ve öğretmiş olduğunu göstermektedir.

Önce dünya çapında şehirleşmenin gelişmesine bakalım:




















Yukarıdaki grafikte 1950'den bu yana dünya çapında nüfusun kır ve şehir nüfusu bazında demografik yapısındaki değişimi görüyoruz. Şehirleşme her şeyden önce sonuç itibariyle proleterleşme demektir. Bizi burada ilgilendiren gelişen ülkelerdeki durumdur. Geçen yüzyılın son çeyreğinden veya daha esnek ifade edecek olursak 1960'lardan bu yana gelişen ülkelerde kırsal nüfus, artış hızı 21. yüzyıla kadar yavaşlayarak çoğalıyor. Aynı dönemde şehirleşme oldukça hızlı gelişiyor. 2000-2030 dönemi gelişen ülkelerde kırsal nüfusun artışının durduğu ve azalma sürecine girdiği dönemdir. Aynı dönemde şehir nüfusu oldukça hızlı artıyor.
Konumuz açısından bu gelişme iki olguya işaret eder: Kapitalizm hızla geliştiği gelişen ülkelerde devasa bir göç dalgasına neden oluyor ve kısal alandan şehirlere nüfus akışı hızlanıyor. Şehirleşen nüfusun ezici çoğunluğu da proleterleşiyor.

Aşağıdaki grafikte de yukarıdaki eğilimi bazı ülkeler nezdinde görüyoruz: 1970-2000 arasında ABD ve AB'de nüfusun şehirleşmesi oldukça yavaşlıyor, biraz abartırsak durma noktasına geliyor. Buna karşın 1950'den itibaren Brezilya'da, 1980'lerden itibaren de Çin ve Güney Asya toplamında şehir nüfusunun toplam nüfus içindeki payı oldukça hızlı artıyor.





















İşçi sınıfının sayısal çoğalması:
Sayısal bakımdan işçi sınıfı
Dönemler
Gelişmiş ülkeler
Gelişen ülkeler
Dünya toplamı
1980
Tarım
Tarım dışı
Toplam
Tarım
Tarım dışı
Toplam
Tarım
Tarım dışı
Genel toplam
Sayı (milyon)
73
440
513
719
474
1.193
792
914
1706
%
14
86
100
60
40
100



2010









Sayı (milyon)
30
604
635
855
1.363
2.218
885
1967
2853
%
5
95
100
39
61
100



1980-2010 arası sayısal artış/eksiliş
-43
164
122
136
889
1025
93
1053
1147
1980-2010 arası oransal artış/eksiliş
58,9
137,3
123,8
118,9
287,6
185,9
111,7
215,2
167,2
Veri tabanı: McKinsey Company, McKinsey Global Institute, The world at work: Jobs, pay, and skills
for 3.5 billion people, June 2012, s. 4.

Gelişmiş ülkelerde:
1980'den 2010'a gelişmiş ülkelerde tarım proletaryasının sayısı 73 milyondan 30 milyona düşerek (43 milyon eksiliş) yüzde 58,9 oranında azalıyor. Böylece gelişmiş ülkelerde tarım proletaryasının toplam işçi sınıfı bileşenindeki payı yüzde 14'ten yüzde 5'e düşüyor.
Aynı dönemde tarım dışı proletaryanın sayısı 440 milyondan 604 milyona çıkarak (164 milyon artış) yüzde 37,3 oranında artıyor. İşçi sınıfının bileşeninde tarım dışı işçi sınıfının payı da 1980'de yüzde 86'dan 2010'da yüzde 95'e çıkıyor.
Gelişmiş ülkelerde toplam işçi sınıfı sayısal olarak 1980'de 513 milyondan 2010'da 635 milyona çıkarak (122 milyon artış) yüzde 23,8 oranında çoğalıyor.
Gelişmiş ülkelerde tarım proletaryası 1980'de dünya çapında tarım proletaryasının yüzde 9,2'ne, 2010'da da ancak yüzde 3,4'üne denk düşüyordu.

Gelişen ülkelerde:
Tarım proletaryasının sayısı 1980'de 719 milyondan 2010'da 855 milyona çıkarak (136 milyon çoğalma) yüzde 18,9 oranında artıyor. Aynı dönemde tarım dışı proletaryanın sayısı da 474 milyondan 1363 milyona çıkarak (889 milyon çoğalma) yüzde 187,6 oranında artıyor.
Bu ülkelerde toplam işçi sayısı ise 1980'de 1193 milyondan 2010'da 2218 milyona çıkarak (1025 milyon çoğalma) yüzde 85,9 oranında artıyor.
Gelişen ülkelerde tarım proletaryasının işçi sınıf bileşeni içindeki payı 1980'de yüzde 60'dan 2010'da yüzde 39'a düşüyor.

Dünya çapında toplam tarım proletaryası sayısı 1980'de 792 milyonda 2010'da 885 milyona çıkarak (93 milyon çoğalma) ancak yüzde 11,7 oranında artıyor. Tarım dışı proletaryanın sayısı da 1980'de 914 milyondan 2010'da 1967 milyona çıkarak (1053 milyon çoğalma) yüzde 115,2 oranında artıyor.
Dünya çapında toplam işçi sayısı ise 1980'de 1706 milyondan 2010'da 2853 milyona çıkarak (1147 milyon çoğalma) yüzde 67,2 oranında artıyor.
Açık ki Troçki'nin iddia ettiğinin tersine, proletarya sayısal olarak çoğalmıştır, çoğalmaktadır.

Bir de aşağıdaki verilere bakalım:


Ne görüyoruz? Troçki'nin tespitinin tam terini. Troçki, işçi sınıfı sayısal olarak çoğalmıyor diyor. Ama işçi sınıfı sayısal olarak çoğalmış. Belki de daha“çürüyen kapitalizm koşullarında” yaşıyor olmayabiliriz! Her halükarda dünya çapında işçi sınıfı 1990'da 2 milyar 143 milyondan 2010'da 2 milyar 849 milyona çıkıyor ve 2030'da da 3 milyar 464 milyona çıkacağı tahmin ediliyor.
Gelişen ülkelerde işçi sınıfı sayısal olarak 1990'da bir milyar 726 milyondan 2010'da 2 milyar 355 milyona çıkıyor (yüzde 36,4 oranında artış). 2030'da da 2 milyar 940 milyona çıkacağı tahmin ediliyor.
Gelişmiş ülkelerde proletaryanın sayısal olarak ayış oranlarının oldukça düşük olması anlaşılır. Gelişen ülkelerde bu oranın yüksek olması, bu ülkelerde de kapitalizmin devasa boyutlarda gelişmiş olduğunu gösterir.
Sonuç itibariyle: Troçki yanlış bir değerlendirme yapmıştır!

Son olarak işçi sınıfının bileşiminin bölgesel dağılımına bakalım:

Dünya çapında işçi sınıfının sektörel dağılımı:


Tarım ülkesi olmaktan sanayi ülkesi olmaya geçişle veya kapitalizmin vartikal (derinlemesine) gelişmesiyle işçi sınıfının bileşiminin değişimi arasında sıkı bir bağ vardır. Yukarıdaki tabloda bu değişimin 21. yüzyılın başında nasıl olduğunu görüyoruz.

Sadece 11 yıl içinde, 2000'den 2011'e dünya çapında tarım proletaryasının işçi sınıfı bileşeni içindeki payı yüzde 40,5'ten yüzde 33,3'e düşüyor. Bunun diğer anlamı milyonlarca tarım işçisinin aileleriyle birlikte şehirlere göç etmesidir.

Doğu Asya ve Güneydoğu Asya/Pasifik bölgelerinde kırdan şehre akım oldukça güçlü; Doğu Asya'da tarım proletaryasının işçi sınıfının bileşimindeki payı 2000'den 2001'e yüzde 47,7'den yüzde 33,4'e düşüyor. Güneydoğu Asya/Pasifik bölgesinde de yüzde 49,6'dan yüzde 40,8'e düşüyor. Güney Asya'da da benzer bir gelişme söz konusu.

Sadece Sahra altı ülkeler işçi sınıfının bileşimi bakımından tarım ülkeleri özelliğini korumaktalar. Bu bölgede tarım proletaryasının işçi sınıfı bileşeni içindeki payı 2000'de yüzde 66,4'ten 2011'de yüzde 61,8'e düşüyor. (Yukarıdaki tablo için bkz.: ”Global Employment Trends 2013”, s. 40. International Labour Office, Geneva).

Tarım sektöründen çıkan proletarya yok olmuyor, sanayi ve hizmet sektörlerine akıyor. Tabloda bu akışın boyutlarını görüyoruz.

Bu verileri Troçki'nin “Çürüyen kapitalizm koşullarında proletarya ne sayısal olarak ne de kültürel olarak büyümektedir” ne denli yanlış olduğunu göstermek için sunduk.
Şimdi işsizlik sorununa bakalım.

Devam eden dünya krizi Avrupa'da işsizliğin rekor seviyeye çıkmasına neden olmuştur. Krizin başlangıç yılı olan 2008 ile karşılaştırıldığında Avrupa'da işsizlik yüzde 50 oranında artarak 2012 ortalaması olarak 25,2 milyona çıkmıştır.
Aşağıdaki grafikte hem Avro Alanı'nda (17 ülke) hem de AB'de (27 ülke) 2000-2012 arasında işsizliğin boyutlarını görüyoruz.

















Mevsim etkisinden arındırılmamış bu veriler neyi gösteriyor? 2002-2005 arasında işsiz sayısı AB'de 20 milyonun ve Avro Alanı'nda da 12 milyonun altına düşmüyor. Ancak ekonomik büyümenin hissedilir olduğu ve kriz öncesinde doruk noktasına ulaştığı 2006-2008 döneminde işsiz sayısı AB'de 16,77 ve Avro Alanı'nda da 11,77 milyona düşüyor ve krizin dibe vurduğu 2009'da 2012'ye kadar da sürekli artıyor.

İşsizlerin sayısındaki artışın işsizlik oranlarına yansımasını da aşağıdaki grafikte görüyoruz.

Verili dönemde işsizlik oranı AB'de yüzde 7,1 ve Avro Alanı'nda da yüzde 7,6 ile 2008'de en düşük seviyede kalıyor. Ama sonraki yıllarda yeniden artıyor. 2012 yılında işsizlik oranı Avro Alanı'nda yüzde 14,4 ve AB'de de 10,5 ile doruk noktasına ulaşıyor.

Aşağıdaki grafikte göstermek istediğimiz her bir ülkede ve her bir yılda işsizliğin boyutlarından ziyade 21. yüzyılda emperyalist ülkelerde işsizliğin belli oranlarda kronikleşmiş olmasıdır. Almanya, Kanada ve özellikle Japonya'da işsizlik oranı ortalama olarak yüzde 7,5 oranının altında, Fransa, İtalya, İngiltere, ABD, Avro Alanı ve OECD toplamında da ortalama olarak yüzde 7,5 oranının üzerinde kronikleşmiştir (Grfik için bkz.:www.finanz-links.de/frames/fr_indizes_aktien_welt_wirtschaft_fr.htm?http://www.finanz-li).





















Şimdi bir de işsizliğin bölgesel gelişme boyutlarına bakalım:

Dünya çapında işsizliğin gelişme eğilimi:

Dünya ekonomisinin krize doğru gelişme seyrini dünya çapındaki işsiz sayısındaki artışta da görüyoruz; işsiz sayısı 2007'de 169 milyondan krizin dibe vurduğu 2009'da 198,4 milyona çıkarak yüzde 17,4 oranında artıyor. Bazı ülkelerin krizden sadece etkilenmiş olmaları ve krize giren bazı ülkelerin de hızla krizden çıkmaları işsiz sayısına da yansıyor ve dünya çapında işsiz sayısı 20011'de 193,1 milyona düşüyor.

Tahmin verileri dünya ekonomisinin krizde olan kesiminde durgunluğa girdiğini ve krizde olmayan kesiminde de büyüme oranlarının küçüldüğünü ve bunun da işsiz sayısına yansıyacağını göstermektedir.
Dünya çapında işsizliğin bölgesel dağılımı:
Tabloda dikkati çeken birkaç nokta:
1-Tahminler de dahil verili dönem içinde işsizlik oranları belli seviyelerde kronikleşiyor.
2-Krizden dolayı işsizlik oranını, diğerleriyle karşılaştırıldığında “gelişmiş ekonomiler”de ve AB'de oldukça belirgin artıyor.
3-Dünya çapında krize rağmen Güneydoğu Asya ve Pasifik bölgesinde işsizlik oranı geriliyor.
4-İşsizlik oranlarının en yüksek olduğu bölgeler Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dır.

Tekil ülkelerde durum:
Hindistan'da işsizlik oranı 2010'da yüzde 10'dan 2011'de yüzde 9,8'e düşüyor ve 20112de de yüzde 9,9'a çıkıyor (Bkz.:Central Intelligence Agency, CIA).

Çin'de işsizlik oranı 2003 2013 arasında yüzde 4 ila yüzde 4,3 oranları arasında kalıyor (Bkz.: International Monetary Fund, IMF).

Arjantin'de işsizlik oranı 2003'te yüzde 17,25'ten 2010'da yüzde 7,75'e kadar düşüyor (Bkz.: Argentinien; International Monetary Fund, IMF).

Brezilya'da işsizlik oranı 2003'te yüzde 12,3'den 2011'de yüzde 5,97'ye düşüyor (Bkz.: International Monetary Fund, IMF).

ABD'de işsizlik oranı 2003'te yüzde 5,99'dan 2006'da yüzde 4,61'e kadar düşüyor, 2010'da yüzde 9,63'e kadar çıkıyor ve sonraki yıllarda yeniden düşmeye başlıyor. 2013'te ABD'de işsizlik oranının yüzde 8,13 olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).

Fransa'da işsizlik oranı 2003'te yüzde 8,89'dan 2006'da yüzde 9,24'e kadar çıkıyor ve 2008'de de yüzde 7,82'ye kadar düşüyor. 2009'da yüzde 9,5'e fırlayan işsizlik oranının 2013'te yüzde 10,52 olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).

Endonezya'da işsizlik oranı 2003'te yüzde 9,5'ten 2005'te 11,24'e fırlıyor ve sonraki yıllarda sürekli düşüyor. 2013'te işsizlik oranının yüzde 6,10 olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).

Meksika'da işsizlik oranı 2003'te yüzde 3,4'ten 2004'te yüzde 3,92'ye çıkıyor, 2005-2006 yıllarında yüzde 3,59 oranında kalıyor. Yeniden yükselmeye başlayan işsizlik oranı 2007'de yüzde 3,72'den 2009'da 5,45'e kadar çıkıyor ve sonraki yıllarda yeniden düşüyor. 2013'te 4,80 olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).

Türkiye'de işsizlik oranı 2003-2008 arasında yüzde 10,21 ila yüzde 10,95 arasında kalıyor. 2009'da 14,03'e fırlayan işsizlik oranı 2011'de yüzde 9,79'a kadar düşüyor (Bkz.: IMF).

İşsizlik oranlarının en yüksek olduğu ülkeler:
Zimbabwe (2009); yüzde 95.
Nauru (Güney Pasifik'te bir ada ülkesi) (2004); yüzde 90.
Liberya (2003); yüzde 85.
Burkia Faso (2004); yüzde 77.
Türkmenistan (2004); yüzde 60.
Çibuti (2007); yüzde 59.
Namibya (2008); yüzde 51,2.
Senegal (2007); yüzde 48.
Nepal (2008); yüzde 46.
Kosovo (2011); yüzde 45,3.
Lesotho (2002); yüzde 45.
Bosna Hersek (2011); yüzde 43,3.
Haiti (2010); yüzde 40,6 (Bkz.: Central Intelligence Agency, CIA).

Dünya çapında genç işsiz sayısı:


Yukarıdaki veriler gençlik arasında işsiz sayısının oldukça yüksek olduğunu göstermektedir. Genç işsiz sayısının dünya ekonomisinin seyrine göre gelişmesi, verili dönemde 70 milyonun altına düşmemesi sorunun bir yönü. Sorunun diğer ve vahim yönü dünya çapında işsiz sayısıyla gençlik arasındaki işsiz sayısını karşılaştırdığımızda ortaya çıkıyor. Dünya çapında genel işsizler ve genç işsizler verileri dünya çapında işsizlik içinde genç işsizlerin payı bakımından ele alınırsa aşağıdaki sonuca varılır:
Her ne kadar, genel işsizler içinde genç işsizlerin payı giderek azalsa da, 2007 yılında işsizlerin yarıya yakını (yüzde 41,7) ve diğer yıllarda da üçte birinden fazlası genç işsizlerden oluşmaktadır.
Bu veriler kapitalizmin gençliğe sunduğu perspektifin işsizlik olduğunu göstermektedir.

Dünya çapında genç işsizliğin bölgesel dağılımı:
Dikkati çeken birkaç nokta:
1- Genel işsizlik oranlarıyla karşılaştırıldığında gençler arasında işsizlik oranlarının oldukça yüksek olduğunu görüyoruz.
2-Sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da gençler arasında işsizlik oranı yüzde 20'nin üzerinde ve giderek artmaktadır.
3-Güneydoğu Asya ve Pasifik bölgesi hariç diğer bütün bölgelerde gençler arasında işsizlik oranları
2007'den 2009'a veya 2010'a kadar sürekli artmıştır.
Tabii bu türden genellemenin yanıltıcı, tekil ülkelerde gerçek durumu gizleyici bir yönü de var.

Kasım 2012 itibariyle AB ülkelerinde 5,799 ve Avro Alanı ülkelerinde de 3,733 milyon genç (25 yaş altı) işsizdi. Gençlik arasında işsizlik oranı Kasım 2012 itibariyle AB ülkelerinde yüzde 23,7 ve Avro Alanı ülkelerinde de yüzde 24,4 oranındaydı. Yine Kasım 2012 itibariyle gençler arasında işsizlik oranı Almanya'da yüzde 8,1; Avusturya'da yüzde 9; Hollanda'da yüzde 9,7; Yunanistan'da (Eylül 2012) yüzde 57,6 ve İspanya'da da yüzde 57,6 oranındaydı (Bkz.: Eurostat-Pressemitteilung
4/2013 - 8. Januar 2013).

Ekonomik büyüme ile işsizlik arasındaki bağ:

Aşağıdaki grafikte ekonomik büyüme ile işsizlik arasındaki diyalektik bağı görüyoruz. Gerçi bu bağ teknolojinin bugünkü gelişme seviyesinde artık “diyalektik” olmaktan çıkmaya başlamıştır. Ama bağın kendisi yok olmamıştır. Ekonomi büyürse, çalışan sayısı artar, işsizlik azalır; ekonomi küçülürse, yani kriz söz konusuysa çalışan sayısı azalır; işçiler sokağa atılır. Yani ekonomide büyüme ile işsizlik arasında bir ters orantı vardır. Aşağıdaki grafikte bu ters orantılı gelişmeyi görüyoruz. 2000-2003 arasında ve 2009'da ekonomik krizin doğrudan etkisinden dolayı işsizlik oranı yükseliyor.

















V- “KAPİTALİZMİN AGONİSİ” Mİ, SİSTEM KRİZİ Mİ, KENDİLİĞİNDEN 
    ÇÖKÜŞ MÜ YOKSA GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞME Mİ?

Yaşanmakta olan ekonomik krizin patlak vermesinden bu yana kapitalist üretim biçiminin geleceğiyle ilgili olarak değerlendirmelerde Troçki'den pek bahsedilmez. Sistemin varlığını sürdüremeyeceği, varoluşunun son sınırına geldiği, kendiliğinden çökeceği türünden görüşlere karşı ya güncel yazarların görüşleri veya da R. Luksemburg'un görüşü ele alınarak cevap verilmiştir. Bunlardan birisi de benim. Yapılanın yanlış olduğunu söylemiyorum, ama büyük bir eksikliğin olduğunu söylemek zorundayım. Bu konular ele alınırken Troçki'nin görüşleri de ele alınmalı ve kapitalist sistemin geleceğine “sistem krizi”, “kendiliğinden çöküş” açısından bakanlarla Troçki arasında bir bağ kurulmalıydı. Bu yazıda bu eksikliği gidermeye çalışacağım.

Troçki'nin ekonomi üzerine yol gösterici, belli başlı bir çalışması olmamıştır. Var olan yazıları ve savunduğu anlayışları da onun ekonomiden anlamadığını gösterir. Kapitalizmin geleceğiyle ilgili tespitleri buna bir örnektir.
Marksizmin Savunulması, SSCB Savaşta” yazısında Troçki, diğer şeylerin yanı sıra şu tespiti yapar:
Kapitalizmin çöküşü, keza eski hakim sınıfın da çöküşü en son sınırlarına varmıştır. Bu sistemin varlığını sürdürmesi imkansızdır” (L. Troçki; “Verteidigung des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” - “Und was, wenn die sozialistische Revolution nicht vollendet wird?” alt başlığı altında. www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).
Bu iki cümlede kapitalizmin varoluş krizi içinde olduğu anlatılmaktadır.

Aynı yazısında Troçki “(II. Dünya Savaşının) toplumun kapitalizm temelinde yaşayabilemeyeceğini itiraz edilemez bir biçimde kanıtladığını“ savunur (L. Troçki; “Verteidigung des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” - “Der gegenwärtige Krieg und das Schicksal der modernen Gesellschaft” alt başlığı altında. www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).

Troçki burada da kapitalizmin son sınırına dayandığını, var oluş krizi içinde kıvrandığını anlatır. “IV. Enternasyonalin programı “Kapitalizmin Can Çekişme Mücadelesi ve IV. Enternasyonal'in Görevleri başlığını taşır. “Geçiş Programı kavramı parantez içinde ve ikinci sırada yer alır. Bir kısım Troçkistin, anlaşılan o ki, kapitalizm çöküyor, can çekişiyor anlamında heyecanla kullandığı “agoni” kavramıyla var oluş krizi içinde kıvranan, sistem krizi içinde olan kapitalizm kastedilmektedir.

İşçi sınıfının tarihsel rolünü artık yerine getiremeyecek durumda olduğunu, artık sayısal olarak da çoğalmadığını iddia eden Troçki'dir. “Çürüyen kapitalizm koşullarında proletarya ne sayısal olarak ne de kültürel olarak büyümektedir” diyordu Troçki (L. Trotzki; “Verteidigung des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” - “Das Proletariat und seine Führung” alt başlığı altında. www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).

Burada da Troçki dolaylı olarak, “Çürüyen kapitalizm koşullarında proletarya sayısal olarak büyümemektedir” diyerek kapitalizmin yok oluş içinde olduğunu söylemiş olur.

Kapitalizmin çöküşü, keza eski hakim sınıfın da çöküşü en son sınırlarına varmış“ ve kapitalist ”sistemin varlığını sürdürmesi imkansız“ olabilir. Bunun ötesinde “(II. Dünya Savaşı) toplumun kapitalizm temelinde yaşayabilemeyeceğini itiraz edilemez bir biçimde kanıtlamış“ olabilir ve “Çürüyen kapitalizm koşullarında proletarya sayısal olarak da büyümeyebilir”. Bu anlayışlar Troçkistler tarafından bir biçimde bugün de savunulmaktadır. Burada bu anlayışların teorik arka planını ele almayacağım. Daha önceki bu türden yazılarda yeteri kadar ele alındı. Sadece kapitalist sistemin yaşanmakta olan gerçekliğinden birkaç örnek vererek kapitalist ekonominin gelişme seyrini ve açığa çıkan eğilimleri eşitsiz gelişme yasası çerçevesinde göstermeye çalışacağım.

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU VE GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞİM

Kapitalizm çöküyor, sistem krizi dendiğine göre maddi değerlerin üretiminde ve ticaretinde artışın olmaması, yerinde saymanın, dolayısıyla üretimsizliğin ve ticari faaliyetsizliğin olmaması gerekir. Ama aşağıdaki grafik bunun tam tersini gösteriyor. 
 
2000'den 2012'ye dünya ticareti yüzde 40'dan fazla, somutlaştırırsak Ocak 2000'den Ocak 2013'e yüzde 64,3 oranında ve dünya sanayi üretimi de 2000'den 2012'ye yüzde 46 oranında veya Ocak 2000'den Ocak 2013'e yüzde 54,9 oranında artıyor (“World trade monitor” verilerine göre hesaplanmıştır).
Yani soruna neresinden ve nasıl bakarsak bakalım, dünya sanayi üretimi ve dünya ticareti kapitalist ekonominin konjonktürel seyrine göre (kriz, canlanma, yükseliş, durgunluk) inişli-çıkışlı bir gelişme sergilemektedir. “Kapitalizmin agoni”si falan denince insanın aklına ister istemez -ekonomik kriz dönemleri hariç- sanayi üretiminin ve ticaretin sürekli geriliyor olduğu geliyor. Bu durumda dünya sanayi üretimi ve ticareti 2000 yılındaki seviyesinin gerisine doğru “gelişmesi“ gerekirdi. Ama tam tersi bir durumla karşı karşıyayız.

Mademki kapitalizm, Troçki'nin dediği gibi bir kriz, bir “agoni” içinde o zaman, üretimin artması bir yana, süreklilik arz eden bir “üretememe“ sürecine girilmiş olması gerekir. Değmediği için yatırımların yapılamadığı ve dolayısıyla artı değerin elde edilemediği bir sürece girilmiş olması gerekir. Troçki'nin anlatımından bu sonuç çıkar.

Peki gerçek durum nasıl? Dünya çapında brüt üretim (çıktı) değeri 2004'te 42,178 trilyon dolardan 2008'de 61,222 trilyon dolara çıkıyor, böylece dört sene içinde yüzde 45,2 oranında artıyor. Krizden dolayı da 2009'da 57,846 trilyon dolara düşerek, 2008'e göre yüzde 5,5 oranında mutlak geriliyor, ama 2010'da 63,180 ve 2011'de de 69,899 trilyon dolara çıkıyor. Bu durumda dünya çapında brüt üretim değeri 2012 yılında 2004'deki seviyesinden geriye gitmiyor, tam tersine 2004'e göre 2012'de yüzde 65,7 oranında artmış oluyor (World Economic Outlook, October 2012 verilerine göre hesaplanmıştır, s. 190).

Bu durumda şunu söyleyebiliriz: Şu veya bu ülkede ekonomi krizde olabilir ve bundan dolayı da dünya ekonomik krizinden bahsedebiliriz. Ama dünya ekonomik krizi bütün ülkelerin krizde olduğu anlamına gelmez, bu nedenden dolayı da bazı ülkeler dünya çapında krize rağmen üretebilirler, ekonomileri gelişebilir. Böylesi gelişme kapitalizmin doğasında vardır.
Aşağıdaki grafik bu anlamda oldukça aydınlatıcıdır.


Dünya ticareti ülke gruplarının ticaretinin gelişmesine bağımlı olarak gelişiyor. Sanayi ülkelerinin ticareti “gelişen” ülkelerin ticaretine göre daha yavaş gelişiyor, öyle ki 2012'de 2007'deki seviyesine ulaşmakta güçlük çekiyor. Ama buna karşın “gelişen” ülkelerin ticareti 2007'deki seviyesini oldukça aşıyor. Bunun anlamı şudur: Bu dönemde “gelişen” ülkelerin ticareti dünya ticaretinin dinamiğini oluşturmuştur. Bu durumda gelişen ülkelerde kapitalizm “agoni”de değil.

Sanayi üretimine göre dünya ekonomisinde farklı eğilimler - Durgunluk eğilimi ve yükseliş eğilimi

Krizin patlak vermesinden önceki üretimin en yüksek olduğu aya göre dünya ve OECD-ülkeleri sanayi üretiminin seyri dünya ekonomisinde farklı eğilimlerin oluğunu göstermektedir.
Bu gelişmeyi aşağıdaki grafikte görüyoruz.

Dünya sanayi üretimi-OECD ülkeleri toplamında sanayi üretimi bazında iki eğilim:

Kriz öncesinde üretimin en yüksek ay olduğu Ocak/Şubat) 2008'e göre OECD ülkeleri toplamında aylık sanayi üretimi Mart 2009'da yüzde 17,5 oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor. Sonraki dönemde kriz öncesi en yüksek seviyesine ulaşma durumu olmuyor ve Kasım 2012 itibariyle en yüksek seviyesinden yüzde 5,8 oranında geride kalıyor.
Dünya sanayi üretimi kriz öncesinde en yüksek seviyesine Şubat 2008'de ulaşıyor ve Şubat 2009'da yüzde 12,5 oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor, ama Mayıs 2010'da da krizden çıkıyor.

Bu gelişmeyi nasıl açıklayabiliriz? Kapitalist sistem kendi kendine çöküyor, üretimin, yatırımların koşulları kalmadı diyemeyiz veya Troçki gibi düşünemeyiz, aksi taktide bir bütün olarak dünya sanayi üretimindeki artışı, Mayıs 2010'dan bu yana mutlak büyüme sürecinde oluşunu açıklayamayız.

Açık ki dünya sanayi üretiminde, bu üretimi olumlu-olumsuz etkileyen birbirine zıt iki eğilim, iki dinamik söz konusu: Bunlardan birisi kriz başlangıcında bütün dünya sanayi üretimini krize çekecek kadar güçlüydü. Bu emperyalist merkezlerde (ABD, AB ve Japonya) patlak veren fazla üretim krizidir. Bu krizin şiddetinden dolayı bütün dünya sanayi üretimi onun etkisinde kalmış ve mutlak küçülmüştür. Krizden sadece büyüme oranlarının küçülmesiyle etkilenen, kısa zamanda toparlanarak krizden çıkan ülkelerde sanayi üretimi, krizin başlangıcında üretimi mutlak küçülten dinamikten daha güçlü olmaya başlamış ve dünya sanayi üretiminin seyrini etkileyen eğilim olmuştur.

Açık ki dünya sanayi üretiminde birbirini dışlayan iki eğilim var: Birisi krizde olmayışı, üretimin artışını ifade eden eğilim. Diğeri de krizde oluşu, üretimde durgunluğu temsil eden eğilim. Yukarıdaki grafik bu her iki eğilimi göstermektedir.
Bir taraftan kapitalizmin “agoni”si diğer taraftan da “anti-agoni”si! Böyle diyeceğiz?

Dünya sanayi üretimi, gelişen ülkeler ve gelişmiş ülkeler sanayi üretimi bazında iki eğilim:

Ülke olarak dünya sanayi üretiminin, yaşanmakta olan krizin ve krizde olmayışın dinamiklerini belirlemek için ülkeleri gelişmiş ve gelişen ülkeler olarak ele alalım. Sorunu böyle ele alırsak sonucun ne olacağını aşağıdaki iki grafikte görüyoruz.

Kriz öncesi yıl bazında dünya sanayi üretimi, gelişmiş ve gelişen ülkeler:


Kriz öncesi yıl bazından gelişmiş ülkelerde sanayi üretimi 2012'de 2007'deki seviyesine dahi ulaşamıyor. Ama dünya sanayi üretimi en azından yüzde 10 artıyor. Hangi faktör üretimi artırıyor?
Gelişen ülkelerde sanayi üretimi, dünya sanayi üretimini yönlendirecek derecede önemli bir faktör olmuştur. Bu nedenle emperyalist ülkelerde ve başkaca sanayileşmiş (gelişmiş) ülkelerde sanayi krizde olmasına rağmen dünya sanayi üretiminin büyümesini sağlayan dinamik gelişen ülkeler olmuştur.
Açık ki emperyalist ülkeler krizi temsil eden eğilimi ve gelişen ülkelerde krizden çıkmış olma eğilimini temsil etmektedir.

Kriz öncesinde üretimin en yüksek seviyede olduğu aya göre iki eğilim:

Aşağıdaki grafiği okumaya çalışalım.

Ne görüyoruz? Krizden önce üretimin en yüksek olduğu aya göre dünya çapında sanayi üretimi Şubat 2009'da yüzde 12,5 oranında; gelişen ülkelerde Ocak 2009'da yüzde 7,2 oranında ve gelişmiş ülkelerde de Nisan 2009'da yüzde 18,7 oranında mutlak küçülüyor. Dünya sanayi üretimi Mayıs 2010 itibariyle; gelişen ülkelerde de Haziran 2009'da krizden çıkıyor. Gelişmiş ülkelerde ise sanayi üretimi Ocak 2013 itibariyle kriz öncesi en yüksek seviyesine ulaşamamış, o seviyeden yüzde 8,6 oranında geride. Burada dünya ve gelişen ülkelerde sanayi üretimi bazında kapitalizmin “agoni”si falan yok, en fazlasıyla “anti-agoni”si söz konusu. Grafikte üretim açısı bunu gösteriyor.

Peki bu durumda hangi dinamikler (ülke olarak) dünya sanayi üretiminin krizden çıkmasını sağlıyor ve hangi dinamikler sanayi krizinin devam ettiğini gösteriyor? Açık ki gelişen ülkelerde sanayi üretimi motor rolünü oynuyor, gelişmiş ülkelerin böyle bir özelliği yok. Bu durumda dünya sanayi üretimini olumlu/olumsuz etkileyen; krizde çıkmasına veya çıkmamasına neden olan dinamikleri, eğilimleri gelişmiş ülkeler ve gelişen ülkeler oluşturmaktadır. Bu nedenle dünya ekonomisinde iki eğilimden bahsediyoruz: Gelişmeyi, üretim artışını temsil eden gelişen ülkeler ve ve durgunluğu, devam eden krizi temsil eden gelişmiş ülkeler.

Büyüme performansına göre ülke grupları ve dünya ekonomisinde iki eğilim:




Yukarıdaki grafik, bir önceki grafiğe iki ülke grubunun daha eklenmiş halidir. Asya'nın gelişen ülkeleri (bunlar arasında Çin, Hindistan, Malezya, Vietnam ve Endonezya gibi oldukça hızlı gelişen ülkeler var) krizden sonra da kapitalizmin en hızlı gelişme eğilimini, Avro Alanı (17 ülke) ülkeleri de kapitalizmin gerileme, durgunluk eğilimini temsil etmekteler.

Ne görüyoruz?
Ocak 2009'da Asya'nın gelişen ülkelerinde sanayi üretimi yüzde 4,3 oranında küçülerek en derin noktasına düşüyor, ama aynı yılın Mart ayında da krizden çıkıyor (%101).

Avro Alanı ülkelerinde sanayi üretimi Nisan 2009'da yüzde 19,5 oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor ve Aralık 2012 itibariyle (kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu aya göre yüzde 12,3 mutlak küçülme) kriz devam ediyor.

Kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu aya göre sanayi üretimi Ocak 2013'te Asya'nın gelişen ülkelerinde yüzde 52,3, gelişen ülkelerde yüzde 34,2 oranında büyürken gelişmiş ülkelerde yüzde 8,6 ve Avro Alanı ülkelerinde de (Aralık 2012) yüzde 12,3 oranında küçülüyor.

Bu durumda dünya sanayi üretiminin Ocak 2013 itibariyle yüzde 10,9 oranında büyümesini nasıl açıklayacağız veya bunda hangi faktör etkili olmuştur? Gelişen ülkelerde, bu ülkeler arasında da Asya'nın gelişen ülkeleri dünya sanayi üretimini krizden çıkartan faktör olmuşlardır. Kapitalizmin “agoni”si dünyanın bu bölgesine uğramıyor!

Demek ki, öyle Troçki'nin, şunun bunun dediği gibi bir sistem krizi, bir yok oluş krizi, bir kendi kendine çöküş yok. Kapitalist ekonomi bir taraftan (öncelikle Batının emperyalist ülkelerinde) gerileme, çöküş eğilimi içindeyken, diğer taraftan da gelişme eğilimi (gelişen ülkeler) içindedir.
Kapitalist sistemde bu iki eğilim, eşitsiz gelişme yasasının doğrudan bir ifadesidir, bir sonucudur.

Büyüme performansına göre ülke kategorileri:
Dünyanın en büyük mali denetleme şirketlerinden Pricewaterhouse (PwC) tarafından hazırlanan bir rapora göre önümüzdeki dönemde dünya çapında güçler dengesi değişecek. Yapılan tahmine göre E-7 olarak adlandırılan ülkeler (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Meksika, Endonezya ve Türkiye),
2020 yılında şu andaki G-7 ülkelerini (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve kanada) geçecek.

Değişen güçler dengesi

2011
2030
2050
Satın alma gücü paritesine göre sıralama
Ülkeler
Satın alma gücü paritesine göre GSMH (2011, 1000 dolar)
Ülkeler
Tahmin-
Satın alma gücü paritesine göre GSMH (2011, 1000 dolar)
Ülkeler
Tahmin-
Satın alma gücü paritesine göre GSMH (2011, 1000 dolar)
1
ABD
15 094
Çin
30 634
Çin
53 856
2
Çin
11 347
ABD
23 376
ABD
37 998
3
Hindistan
4 531
Hindistan
13 716
Hindistan
34 704
4
Japonya
4 381
Japonya
5 842
Brezilya
8 825
5
Almanya
3 221
Rusya
5 308
Japonya
8 065
6
Rusya
3 031
Brezilya
4 685
Rusya
8 013
7
Brezilya
2 305
Almanya
4 118
Meksika
7 409
8
Fransa
2 303
Meksika
3 662
Endonezya
6 346
9
İngiltere
2 287
İngiltere
3 499
Almanya
5 822
10
İtalya
1 979
Fransa
3 427
Fransa
5 714
11
Meksika
1 761
Endonezya
2 912
İngiltere
5 598
12
İspanya
1 512
Türkiye
2 760
Türkiye
5 032
13
G. Kore
1 504
İtalya
2 629
Nijerya
3 964
14
Kanada
1 398
G. Kore
2 454
İtalya
3 867
15
Türkiye
1 243
İspanya
2 327
İspanya
3 612
16
Endonezya
1 131
Kanada
2 148
Kanada
3 549
17
Avustralya
893
S. Arabistan
1 582
G. Kore
3 545
18
Polonya
813
Avustralya
1 535
S. Arabistan
30 90
19
Arjantin
720
Polonya
1 415
Vietnam
2 715
20
S. Arabistan
686
Arjantin
1 407
Arjantin
2 620
Pricewaterhouse (PwC); World 2050, s. 2.

Aslında burada önemli olan E-7 ülkelerinin G-7 ülkelerini verilen tarihte geçip geçmemeleri değildir. Burada önemli olan kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının işleyişidir. Bugün geri olan, emperyalizme bağımlı olan, yeni sömürge olan ülkelerin gelişme koşulları olunca pekala geliştikleri, rekabet edecek duruma geldikleri ve böylece de dünya çapında güç dengelerinin değiştiğidir.

ABD, İngiltere, Japonya, Fransa, İtalya, Almanya gerileyen, çöken ülkeleri temsil ediyorlar, ama Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika, Türkiye, Endonezya da gelişen ülkeleri temsil ediyorlar. Kapitalist dünya sisteminde bazı bölgeler (ülkeler) gerilerken, bazıları yükseliyor; merkez çevre, çevre de merkez oluyor.

Öznenin, bu durumda işçi sınıfının mücadelesi dışında bu sistemin yıkılacağını, kendi kendine çökeceğini düşünmek bir hayaldir. Ama Troçki ve Troçkistler bunu düşünebiliyorlar, bu hayali görebiliyorlar.

Bir de G-7 ve E-7 karşılaştırması yapalım
(satın alma gücü paritesine ve piyasa döviz kurlarına göre)




Yukarıdaki göstergeyi satın alma paritesine göre açıklayalım:
20011'de G-7 ülkelerinin (ABD, Japonya, Kanada, Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere) toplam GSYİH tutarı 30,663 trilyon dolar. E-7 ülkelerinki de 25,249 trilyon dolar. Bu durumda E-7 üretimi, G-7 üretiminin yüzde 82,7'ne denk düşüyor.
2030'da G-7 ülkeleri toplam üretimi 42,410 trilyon dolara, E-7 ülkeleri toplam üretimi de 63,677 trilyon dolara çıkıyor. Bu durumda G-7 üretimi E-7 üretiminin yüzde 66,6'na denk düşüyor.

2050'de G-7 ülkeleri üretimi 66,746 trilyon dolara, E-7 üretimi de 124,185 trilyon dolara çıkıyor. Bu durumda G-7 ülkelerinin toplam GSYİH, E-7 ülkelerinin toplam GSYİH'Nın yüzde 53,7'ne denk düşüyor.
Bu verilere göre özne (işçi sınıfı ve müttefikleri) faktörünün etkisiz kaldığı koşullarda kapitalizm çökmüyor, kendi kendine yıkılmıyor, sadece ve sadece güçler dengesi değişiyor; merkez ülkelerin yerini “çevre” ülkeler alıyor.
Troçki bu gerçeği göremedi.

Emperyalist çağ boyunca güçler dengesinde değişim:

Emperyalist çağda güçler dengesinde değişim
(GSYİH bazında ve 1980 ve 2001 sabit fiyatlarına göre)
Sıralama
1900
1913
1950
1980
1990
2011
2030
2050
1
ABD
ABD
ABD
ABD
ABD
ABD
Çin
Çin
2
İngiltere
İngiltere
İngiltere
Japonya
Japonya
Çin
ABD
ABD
3
Fransa
Almanya
Almanya
Almanya
Almanya
Hindistan
Hindistan
Hindistan
4
Almanya
Fransa
Fransa
SSCB*
SSCB**
Japonya
Japonya
Brezilya
5
Rusya
Rusya
SSCB*
SSCB**
Fransa
Almanya
Rusya
Japonya
6
Japonya
Japonya
Japonya
İngiltere
İngiltere
Rusya
Brezilya
Rusya
Kaynak:
1990-1990 verileri:
1) İbrahim Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, s.130.
2) İbrahim Okçuoğlu; Rekabetin Tarihi, kitap 2, 3, 4 ve 5.
2011-1050 verileri için:
Pricewaterhouse (PwC); World 2050, s. 2.
*) Sosyalist SSCB.
**)Revizyonist/sosyal emperyalist SSCB.

Ne görüyoruz?

1900-1990 arasında dünyanın en güçlü altı ülkesi hep aynı ülkeler (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Japonya). Sadece sıralama değişiyor.
21. yüzyılda dengeler değişmeye başlıyor. En güçlü ülkeler arasına üç yeni ülke giriyor: Çin, Hindistan ve Brezilya.
Bunun, kapitalizmin “agoni”si dışında bir izahının olması gerekir!

Neyse. Dünya ekonomisinde güçler dengesindeki değişim ve iki eğilimle devam edelim.

Ekonomide büyüme oranlarının seyri bakımından:

Gelişen ülkelerde ekonominin büyüme oranlarının gelişmiş ülkelerdekine nazara daha büyük olması geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana izlenen bir süreçtir. Bu neden böyledir sorusu bu yazının konusu olmadığı için girmeyeceğim.
Aşağıdaki grafikte durumu görüyoruz. 1994-2003 arasında ortalama büyüme oranı gelişen ülkelerde yüzde 4,4, Asya'nın gelişen ülkelerinde yüzde 7 ve gelişmiş ülkelerde ise ancak yüzde 2,8. Büyüme oranları dünya ölçeğinde yüzde 3,4, AB'de yüzde 2,6 ve Avro Alanında da ancak yüzde 2,2. Sonraki yıllarda da gelişmenin genel seyrinde değişen bir şey yok. Gelişen ülkelerde büyüme oranları 2007'de olduğu gibi yüzde 8,7'ye kadar çıkıyor. Asya'nın gelişen ülkelerinde ise yine 2007'de olduğu gibi yüzde 11,4'e kadar yükseliyor. Bu dönemde gelişen ülkelerde yıllık büyüme oranı ortalaması yüzde 5,5'in altına düşmüyor. Asya'nın gelişen ülkelerinde ise sadece 2012'de yüzde 7'nin altına düşüyor (yüzde 6,7).
Buna karşın gelişmiş ülkelerde yüzde 3,1'in üstüne çıkmıyor. AB ve Avro Alanı'nda da durum pek farklı değil.

Açık ki dünya ekonomisinde iki farklı eğilim söz konusudur; Bunlardan birisi gelişen ülkelerin temsil ettiği büyüme eğilimi, ikincisi de gelişmiş ülkelerin temsil ettiği durgunluk, ekonomik gerileme eğilimi.
Hal bu olmasına rağmen Troçki “Kapitalizmin çöküşü, keza eski hakim sınıfın da çöküşü en son sınırlarına varmıştır. Bu sistemin varlığını sürdürmesi imkansızdır” dedi diye günümüzde Troçkistler kapitalizmi “agoni” içinde görüyorlar, gerçeğe gözünü yumup kendiliğinden çöküşü bekliyorlar.

Gerçekte ise olan şu: Bütün dünyayı talan eden, sömüren, sömürgeleştiren 5-6 ülkenin dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyeti çöküş, gerileme aşamasına girmiştir. O ülkelerin yerini düne kadar sömürge olan, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge olan, kapitalist dünya sisteminde çevre konumunda olan ülkeler alıyorlar; bu ülkeler yükselmekte ve dünya ekonomisine hakim olma sürecine girmekteler.
Resmi döviz kurlarına göre 1920'de birkaç emperyalist, gelişmiş ülke dışında ne kadar sömürge, bağımlı, geri kalmış ülke varsa onların toplamının dünya ekonomisindeki payı ancak yüzde 5 civarındaydı. Bu pay 1990'da yüzde 20'ye, 2012'de de yüzde 40'a çıkmıştır. Birkaç sene sonra da yüzde 50'nin üstüne çıkacaktır.

Dünya ekonomisinde pay bakımından 1990'dan bu yana bahsettiğimiz her iki eğilimin gelişme seyrini aşağıdaki grafikte görüyoruz.

Aşağıdaki grafik bir yukarıdaki grafiğin AB ve Avro Alanı değerlerinin eklenmiş biçimidir. Yukarıda sadece gelişmiş ve gelişen ülkeleri ele almıştık. Burada gelişen ülkeleri, gelişen Asya'yı ve gelişmiş ülkeleri de AB ve Avro Alanı'nı ekleyerek biraz açmış olacağız. İsterseniz L. Amerika'yı, Afrika'yı ve başka bölgeleri de ekleyebilirsiniz. Gelişmenin yönünü temsil ettikleri için bunlarla yetiniyoruz.

Ne görüyoruz?
Gelişen ülkeler ve bu ülkeler içinde de özellikle “gelişen Asya” ülkeleri dünya ekonomisini büyüme eğilimine doğru; gelişmiş ülkeler ve bu ülkeler içinde de AB ve Avro Alanı ülkeleri dünya ekonomisini durgunluk eğilimine doğru çekiyor. Birbirini dışlayan iki eğilim. Bu eğilimlerden hangisinin üstün geleceği konusunda söylenecek fazla bir şey yok; gelişmenin yönü belli.

Ama buna rağmen Troçki'ye inanalım ve “Kapitalizmin çöküşü(nün) ... en son sınırlarına varmış” olduğunu ve kapitalist “sistemin varlığını sürdürmesi(nin) imkansız” olduğunu, yani “agoni” sürecinde olan kapitalizmi düşünelim.
Peki bu çöküşün, bu “agoni”nin emareleri nedir? Proletaryanın artık çoğalmaması mıdır? Veya sınıf olmaktan çıkması mıdır? Veya ekonomide büyüme, yatırım olanaklarının artık kalmaması mıdır? Yani bir biçimde bu çöküşün, bu genel “agoni”nin göstergeleri olmalıdır.
Aşağıdaki grafiği kapitalist dünya ekonomisi ne tarafa doğru gidiyor perspektifiyle okuyalım.

1980-2000 döneminde veya 2000 öncesinde veya da 20. yüzyılda önceleri İngiltere ve II. Dünya Savaşından sonra da ABD başta olmak üzere dünya ekonomisinde emperyalist ülkeler motor rolünü üstlenmişlerdi. 21. yüzyıldan itibaren roller değişiyor; dünya ekonomisinde merkez, Avrupa ve ABD'den Asya'ya kayıyor.
Bu güçler dengesindeki değişim kapitalist dünya ekonomisinin dinamiğinin yok olması olarak yorumlanıyor. Troçki böyle yorumlamıştır. Oysa kapitalist dünya ekonomisinin dinamiği yok olmuyor; artık eski denebilecek Batının emperyalist ülkelerinde bir bütün olarak ABD'de, AB'nin emperyalist ülkelerinde ve Japonya'da kapitalist ekonominin dinamiği kayboluyor. Bu dinamik bu bölgelerin dışında başta Asya'nın gelişen ülkeleri olmak üzere bütün dünyaya yayılıyor.

Kapitalist dünya ekonomisi geriye dönüşümü olmayan bir sürece girmiştir; güçler dengesi değişmektedir.

Bir Avrupalı, bir Amerikalı veya bir Japon için, soruna baktığı yerden dolayı bu değişim anlaşılamaz olabilir ve bu nedenle kapitalizm çöküyor, “agoni” içinde diyebilir. Bunu bir de Çinliye, Afrikalıya veya Latin Amerikalıya veya Asyalıya sormak lazım. Acaba onlar da aynı düşüncedeler mi?

1990'daki OECD ülkelerine (23 ülke) göre 2007'den bu yana OECD'nin dünya ekonomisine katkısı yüzde 20 civarındadır. Aynı dönemde gelişen ülkelerde GSYİH dört misli daha hızlı büyümüştür.

Peki “agoni” içinde olan ne burada?

Olmadıysa bir de soruna 1970-2010 dönemi açısından bakalım.

Kapitalist ekonominin temel direği sanayi üretimidir veya maddi değerlerin makineli üretimidir. Bu alanda durum ne? Kapitalizm çöküyor derken Troçki, artık üretmiyor mu demişti veya üretmenin olanağı kalmadı mı demişti? Bunu bilemem ama kapitalizmin varlığından bu yana “dünya fabrikası” olma özelliği taşıyan ülkelerin değiştiğini biliyorum. Önce İngiltere böyle bir fabrikaydı, sonra onun yerini ABD aldı ve şimdi ADB'nin yerini Çin alıyor.

Yukarıdaki grafikte bu gelişmeyi görüyoruz. Sanayisel üretimde de şimdiye kadar dünyayı sömüren ve kendi aralarında paylaşan ve bunun için savaşan büyük güçler dünya pazarlarında pay kaybediyorlar. Peki onların kaybettikleri paylar ne oluyor? Yok mu oluyor, yoksa “agoni” sürecine mi giriyor? O payları gelişen ülkeler kapıyor. Yani kapitalist merkezlerin kaybettiği payı gelişen ülkeler ele geçiriyorlar.
Dünya sanayi üretiminde pay bakımında Çin, 2000'den önce Almanya'yı, 2005'te Japonya'yı geçti. 2015'te de ABD'yi geçeceği hesap ediliyor.

1970-2008 arasında, 37-38 sene içinde önde gelen emperyalist ve bazı gelişen ülkelerin sanayide elde edilen artı değerin GSYİH'daki payı bakımından konumları tamamen değişmiştir. ABD ve Fransa, sanayide elde edilen artı değerin GSYİH'daki payı bakımından söz konusu bu gelişen ülkelerin hepsinden de geride durumdalar. Japonya ve Almanya, ancak Hindistan, Brezilya ve Türkiye'nin önünde.

Önde gelen emperyalist ülkelerde sanayide üretilen artı değerin GSYİH'daki payı
Yıllar
ABD
Japonya
Almanya
Fransa
İngiltere
Dünya
1970
35,2
46
48,1
34,9
42,1
38,3
2007
21,8
29,3
30,4
20,4
23
27,7
2008
-
-
30,2
20,4
23,7
-
Gelişen ülkelerde sanayide üretilen artı değerin GSYİH'daki payı
Yıllar
Çin
Hindistan
Kore
Rusya
Brezilya
Türkiye
1970
40,5
20,8
26
-
38,3
22,5
2007
48,5
29,5
37,1
37,7
27,7
28,3
2008
48,6
28,8
37,1
37,2
28
27,6

Tarım sektöründeki değişim de göz önünde tutulursa sanayi üretiminin GSYİH'da artan payı gelişen bu ülkelerde ekonomide geriye dönüşümü olmayan bir yapısal değişimin gerçekleşmiş olduğunu gösterir” (Bu konu için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com. “Kapitalizmde Eşitsiz Gelişme Yasası - Ülke Ekonomilerinde Yapısal Değişim”, Makale I ve II. 15.10. 2010).
Peki bu gelişen ülkeler ürettikleri sanayi ürünlerine ne yaparlar acaba? İç pazarda mı tüketirler? Veya dış pazara mı sürerler?
Tablodaki veriler, önde gelen emperyalist ülkeler “agoni” sürecindeyseler, gelişen ülkelerin de”anti-agoni” sürecinde olduklarını gösteriyorlar.

Gelişmenin bu yönde olduğunu başka veriler de göstermektedir.

Verili dönemlerde işçi başına üretim (çıktı) değerinin yüksek oranlarda olduğu iki-üç bölge dikkati çekiyor; Doğu Asya, Güneydoğu Asya ve Pasifik alanı ve Güney Asya. Gelişmiş ülkelerde ve AB'de çıktı artışı, oransal olarak, Sahra altı ülkelerinden de geride kalıyor. Başta doğu ve güney bölgeleri olmak üzere bütün Asya geleceğin dünya fabrikası olmuyor mu?

Gerileme ve yükselme eğilimine bir de ülkeler açısından bakalım.
Aşağıdaki grafiği bu açıdan okumaya çalışalım.

Yukarıda ülke grupları bazında gördüğümüz eğilimi burada da görüyoruz. İki grup ülke var: Bir grupta büyüme oranları yüksek. Diğer grupta düşük. ABD, Almanya ve Japonya adeta büyüme oranları bakımından birbirlerine sarılmışlar. Bu gruptaki ülkeler dünya ekonomisinin büyüme hızını keserken (verili dönem içinde ABD'de büyüme oranları -3,1 ila 3,5, Almanya'da -5,1 ila 4, Japonya'da -5,5 ila 4,5 arasında gidip geliyor) başta Çin olmak üzere Hindistan ve Brezilya'dan oluşan grup dünya ekonomisinin hızlı büyümesinin motoru oluyor (aynı dönemde Çin'de büyüme oranları 7,8 ila 14,2, Hindistan'da 4,9 ila 10,1 ve Brezilya'da da -0,3 ila 7,5 arasında seyrediyor).

Aşağıdaki grafik dünya ekonomisinde “işlerin tersine döndüğünü” gösteriyor.
















Ne diyordu Stalin? "...sömürge ve bağımlı ülkelerde pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet eden ve böylece pazarlar uğruna mücadeleyi keskinleştiren ve karmaşıklaştıran yerli, genç bir kapitalizmin doğması ve büyümesi..." (Stalin; XVI. Parti Kongresine Sunulan Siyasi Rapor; C.12, s. 217).

Yukarıdaki grafik veya grafikler Stalin'in bu görüşünü doğruluyor. Sömürge, yeni sömürge, emperyalizme bağımlı ülkelerde kapitalizm gelişiyor “eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor”; kapitalizmin merkezi “eski kapitalist ülkeler”den “genç kapitalizmin doğduğu ve büyüdüğü” ülkelere kayıyor.

Kim doğru söylemiş? Stalin mi, Troçki mi?
Her ikisinin söylemi bir an tespiti değildir. Öyle olsaydı, kimin doğru, kimin yanlış söylediğinin hiçbir önemi olmazdı, en azından buraya aktarılacak, dayanak noktası olarak görülecek derecede önemli olmazdı. Gerek Stalin'in ve gerekse de Troçki'nin konuya ilişkin değerlendirmeleri perspektif karakteri taşımaktadır; birisi (Stalin) kapitalizm şurada burada çökebilir, ama başka alanlarda da gelişebilir, bu sistem “kaskatı bir kristal” değildir, değişebilir ve ancak öznenin (işçi sınıfı ve müttefikleri) bilinçli eylemiyle yıkılabilir derken, diğeri (Troçki) kapitalizmin çöküşünün en son sınırına vardığını, “agoni” sürecinde olduğunu, dolayısıyla kendiliğinden çökeceğini vaaz etmektedir.
Kapitalizmi ve onun geleceğini Avrupa-ABD merkezli görmenin ve o açıdan bakmanın sonuçları ortada değil mi? Kapitalizmin “final krizi”, yok olmaya yüz tutmuş kapitalizm, sistem krizi, Troçki'nin dediği gibi “kapitalizmin agonisi”,“çöküşü en son sınırlarına varmış kapitalizm”, “varlığını sürdürmesi imkansız kapitalizm”!

Ne kaldı bu değerlendirmelerden geriye? Laf yığını. Başka bir şey değil. Doğru, kapitalizm klasik merkezlerinde geriliyor, güç kaybediyor, evet çöküyor, ama dünyanın başka yerlerinde gelişiyor; kapitalist dünya ekonomisinde merkez çevre olma, çevre de merkez olma sürecine girmiş. Bu anlamda da güçler dengesi değişmektedir.

Bu veriler kapitalizmin geleceğinin kapitalist ekonominin nesnel yasalarına göre değerlendirilmediğini, en fazlasıyla politik kaygılara göre değerlendirildiğini gösterir. Ama politik kaygılara göre değerlendirme en azından bugün açısından salt teorik bir değerlendirmedir, kapitalist sistemin mevcut gelişme seyrini açıklayamaz. Politik kaygılara göre değerlendirme bu sistemi yıkacak olan işçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelesinin yükseldiğini, kapitalizmin siyasal mücadele sonucunda yıkılıyor olduğunu savunmak demektir. Ben de bunu savunuyorum. Ama ortada bu sistemi yıkma ve sosyalizmi kurma bilincinde olan ve ona göre örgütlenmiş bir işçi sınıfı henüz yok.

Kapitalizmin nesnel yasalarının işleyişiyle onun sonunun geldiğini birbirine karıştırmanın sonuçları ortada değil mi?
Stalin bu yasaları küçümsemiyor, Troçki ise hiçe sayıyor. Her ikisi arasındaki fark, kapitalizmi mücadele sonucuyla yıkmakla, teorik olarak çökertmek arasındaki farktır.

Yaşanmakta olan krizden dolayı kapitalizmin merkez ülkelerde genişleme, yayılma olanaklarının daralmasına veya oldukça sınırlanmış olmasına bakarak kapitalizmin “final krizi”nden, “agoni”sinden bahsedenler, krize rağmen dünyanın başka alanlarında kapitalizmin genişleme, yayılma olanaklarına sahip olduğunu neden görmek istemezler? Kapitalizmin nesnel yasalarını anlamadıkları için. Sermayenin dönemsel olarak (kriz) büyümesinin sınırlarına varması, sabit sermaye (fabrikalar, ürün vb.) yok edilmesi (sermaye kıyımı) ve sonra da yeniden büyümeye, genişlemeye başlaması yeni bir olgu değil. Kapitalizmin bütün dönemsel krizlerinde (belli aralıklarla patlak veren fazla üretim krizleri) böyle olmuştur. Yaşanmakta olan krizi, daha öncekilerden ayıran nitelik nedir ki, “final kriz”den, “agoni”den bahsediliyor? Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının çok gelişmiş olması mı? Ama yukarıdaki veriler (aşağıda da ayrıca değineceğiz) sermaye ve üretimin en çok uluslararasılaşmış olduğu günümüzde patlak veren krizin ülkelerin bir kısmında üretimin durgunluk sürecine girmesine neden olurken, başka ülkelerde kapitalizm “hiçbir şey olmamış” gibi geliştiğini, büyüdüğünü göstermiyor mu? (Yukarıda bir yerde de belirttiğim gibi, bu yazıda sorunun teorik yönünü ele almayacağım, daha önceki yazılarda yeteri kadar ele alındı).
20. yüzyılın ilk çeyreğinde veya 1929-32 krizine kadar olan dönemde kendiliğinden çöküş teorisini savunanların mantığını anlayabilirim. Ne de olasa o dönemde dünya ekonomisi veya kapitalizm birkaç emperyalist ülkeyle sınırlıydı; dünya ekonomisinin yüzde 95'ini Avrupa merkezli emperyalist (Almanya, Fransa, İngiltere) ülkeler ve ABD oluşturmaktaydı. Bu merkezlerin çökmesi kapitalist dünya ekonomisinin yüzde 95'inin çökmesi anlamına gelirdi. Bu da sistemin çökmesi demek olurdu. Ama bugün öyle mi? Dünya ekonomisinin yüzde 95'i bu merkez ülkelerden mi ibaret? Yukarıdaki verilerin de gösterdikleri gibi durum tamamen değişmiştir. Bu merkez ülkeler dünya ekonomisinin motoru olmaktan çıkıyorlar, merkez özelliklerini ve ağırlıklarını kaybediyorlar.

Dün, o dönemde kapitalizmi Avrupa ve Kuzey Amerika kapitalizmiyle eş anlamlı görebilirdik, ama bugün hiç de öyle değil. Bugün en fazlasıyla “beyaz adamın kapitalizmi”nin gerilediğini, çöküş sürecine girdiğini söyleyebiliriz, ama bunu söylerken öbür tarafta “sarı adamın veya kara adamın kapitalizmi”nin varlığını, güçlendiğini, merkez olma durumuna geldiğini; güçler dengesinin değişiyor olduğunu neden göremiyoruz?

Yukarıdaki görüşleriyle Troçki yanılmış, Stalin haklı çıkmıştır; eski kapitalist ülkelerin -merkez ülkelerin- gerilemesiyle, çöküşüyle yeni kapitalist ülkelerin yükselmesi “kapitalizmin final krizi” anlayışını, “agoni içinde kapitalizm” teorisini (kendiliğinden çöküş teorisinin bir tanımlama biçimi) çürütüyor.

Gelişen ülkelerde kapitalizmin sergilediği dinamik, örneğin BRIC ülkelerinin yükselişi, şüphesiz ki yaşanmakta olan krizin patlak vermesini geciktirememiştir ve aynı zamanda kapitalizmin merkez ülkelerinde krizin kısa zamanda atlatılmasını da sağlayamamıştır. Ama buna rağmen bu ülkelerdeki ekonomik potansiyel dünya sanayi üretimini nispeten kısa bir zaman zarfında krizden çekip çıkartacak kadar güçlü olduğunu göstermiştir. Bu gerçeği görmek gerekir. Diğer taraftan şunu da görmek gerekir: Bu ülkeler -Çin, Brezilya, Hindistan ve başkaca krize girmeyen ve yüksek büyüme potansiyeli olan ülkeler- hep yükseliş içinde olmayacaklardır. Bu kapitalizm gerçekliğine aykırıdır. Süreç içinde bu ülkelerde de ekonomik krizler patlak verecektir, bundan kurtuluş yok.
Önce İngiltere, Japonya da dahil klasik emperyalist ülkelerin -Avrupa ve Kuzey Amerika kapitalizminin- geleceğini gösteriyordu. Şimdi de Japonya aynı geleceği gösteriyor. Japon kapitalizmi 1990'dan bu yana durgunluk batağında debelenmesine rağmen bir türlü çökmüyor, batmıyor. Acaba neden? Japon tekelci sermayesinin faaliyeti sadece Japonya ile sınırlı olsaydı -sermaye sadece Japonya sınırları içinde kalmış olsaydı- çoktan çökerdi diyebiliriz. Sermaye Japon sınırları içinde adeta yerinde sayıyor, ama bu sermaye yurt dışı yatırımlarından dolayı oldukça aktif. Japon tekellerinin özellikle bütün Asya ülkelerinde uzantıları, şubeleri var. Bu tekellerin üretim ve ticari faaliyeti Japon sınırları içinde sürünüyor, ama Japonya dışında kar getiriyor. Bu karlar aynı potada toplanıyor. Demek ki, ülke içinde kar olanağı bulamayan Japon sermayesi ülke dışında genişleme, yaygınlaşma olanağı bulabiliyor. Japon emperyalizmi bu nedenle ayakta kalabiliyor.
Bu durum farklı boyutlarda da olsa Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD için de geçerlidir.

Sermaye hareketinin bu özelliklerini, konjonktürün merkez ülkelerde gerilemesini, çevre ülkelerde yükselmesini, bu iniş-çıkışların diyalektiğini anlamayanın gerçekliği anlamama gibi bir sorunu var demektir.
Aynı şekilde, bu değişimleri, bu değişim diyalektiğini “modern toplumun ekonomik hareket yasası” (Marks) veya daha somut anlamda söyleyecek olursak “sermaye hareketi yasası” olarak yorumlayamayanın da Marksist-Leninist politik ekonomi ile sorunu var demektir.

Sermaye ve üretim uluslararasılaşıyor. Bunun motoru da süper tekellerdir. Bu bağlamda bir araştırmanın sonuçları ilginç olguları açığa çıkartıyor.

Zürih Teknik Yüksek Okulu uluslararası faaliyet sürdüren 43.000 işletmeyi mülkiyet ilişkileri açısında araştırıyor (Bkz.: "The network of global corporate control"). Bu işletmeler içinde 1318'i birbiriyle çok sıkı bağ içinde; ortalama ağ sayısı 20. Bu 1318 işletme dünya çapında cironun yüzde 20'sine ve üretim kapasitesinin de (üretim firmaları) büyük bir kısmına sahipler. 1318 işletme içinde sadece 147 işletme birbirine bağlı işletmelerin ürettikleri değerin yüzde 40'ını kontrol ediyor. Aşağıdaki şekil “kimin elinin kimin cebinde” olduğunun pek bilinmediği bir kapitalist dünya gerçekliğini veya sermaye ve üretimin uluslararasılaşma gerçekliğini göstermektedir.

Kırmızı noktalar, başka işletmelerle oldukça çok/yaygın bağları olan işletmeleri temsil ediyorlar. Sadece bu durum kapitalist ekonominin uluslararası alanda ne denli iç içe geçmiş olduğunu göstermektedir.

Buraya kadar ilginç olan bir şey yok. Emperyalizm aynı zamanda dünya ekonomisi demektir. Dünya ekonomisinde sermayeler, işletmeler arasında ilişki kurulmuş olması da yeni değildir. Burada sorun şu: Bu denli yoğun iç içe geçmişliğe, bağımlılık ilişkilerine rağmen dünya ekonomisini kontrol eden bu işletmeler nasıl oluyor da bazı ülkelerin krize girmesini engelleyemiyorlar ve bazı ülkelerin de (örneğin Çin, Hindistan) krize girmesine neden olamıyorlar. Bu işletmelerin çoğunluğu, bugün krizde olan ABD, Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere gibi ülkelere ait. Nasıl oluyor da bu uluslararası süper tekeller dünya ekonomisinin krizden kaynaklı bütün yükünü veya krizin kendisini gelişen ülkelere yıkarak kendi ülkelerini/ekonomilerini krizden uzak tutamıyorlar?
Sadece sormuş olayım?

Sonuç itibariyle:
II. Dünya Savaşından bu yana ABD önderliğinde ABD-Batı Avrupa ekseni kapitalist dünya üzerinde hakimiyetini sürdürdü. 1990'lı yılların başında revizyonist blokun ve SSCB'nin dağılmasıyla kapitalist dünya çok rekabet merkezli ve güçler dengesinin değişmeye başladığı bir sürece girdi. Güçler dengesindeki değişimi 2008'den bu yana yaşanmakta olan ekonomik kriz hızlandırdı ve oldukça görünür kıldı.
Avrupa'nın emperyalist ve gelişmiş güçleri gerilerken, düne kadar sömürge, yeni sömürge ve emperyalizme bağımlı ülkeler yükselmeye başladılar ve değişen güçler dengesinin bir tarafını oluşturdular. 1993'te dünya ihracatının yüzde 66,4'ünü Avrupa ve Kuzey Amerika kontrol ediyordu. Asya ve ABD'nin dünya ihracatındaki payı da yüzde 52,1 idi. 2011'de Avrupa ve Amerika'nın dünya ihracatındaki payı yüzde 54,1'e gerilerken ABD ve Asya'nın payı da yüzde 59,5'e çıkıyordu. Bu değişimin sonucudur ki, 2011 yılında ABD, ihracatının yüzde 27,8'ini Asya'ya, ancak yüzde 21,3'ünü de Avrupa'ya yaparken, Amerikan ithalatında Asya'nın payı yüzde 37,1 ve Avrupa'nın payı da yüzde 18,4 olarak gerçekleşiyordu (Bkz.: WTO International Trade Statistics 2012).

Soruna tekil ülkeler açısından baktığımızda güçler dengesindeki değişim, bazı ülkelerin gelişmesindeki devasa dinamik daha bariz görülmektedir.
Sanayi üretiminde klasik emperyalist ülkeler, üretimin kriz öncesindeki en yüksek seviyesini hala aşamamışlardır. Ama “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkeler ya krize girmediler ya da kısa zamanda krizden çıkarak sanayi üretimini önemli boyutlarda artırdılar. Örneğin 2005=100 bazında 2012'de sanayi üretimi Kore'de yüzde 48,7, Polonya'da yüzde 45,4, Meksika'da yüzde 13,6, Türkiye'de yüzde 29,9, Hindistan'da yüzde 60,4, Brezilya'da yüzde 12,3, Rusya'da yüzde 20,7 oranlarında artmıştır. Çin'de ise büyüme oranlarında sadece küçülme olmuştu.

Dünyanın en büyük 500 tekeli (süper tekeller) arasında Çin'e ait olanların sayısı 2000'de 12'den 2012'de 73'e çıkıyor, 6,6 misli bir artış. Aynı dönemde Hindistan tekellerinin sayısı 1'den 8'e, Kore tekellerinin sayısı 11'den 13'e çıkarken AB ülkeleri tekellerinin sayısı da 141'den 138'e düşüyor.
Bütün bu ve yukarıdaki veriler hakim emperyalist güçler arasındaki güçler dengesinin değiştiğini göstermektedir; kapitalist dünya üretiminin merkezi ABD-AB-Japonya üçgeninden Asya'ya kaymıştır. ABD ve Avrupa arasındaki transatlantik ekseninin yerini ABD-Asya arasındaki pasifik ekseni almaya başlamıştır.

Aşağıdaki grafikte bu gelişmeyi görüyoruz:

Dünyanın en büyük 500 tekeli arasında Amerikan, AB ve Japon menşeli olanların sayısı azalırken Çin tekellerinin sayısı oldukça hızlı artmıştır. 2012'de 500 en büyük tekel arasında Japonya'nın değil, Çin'in daha çok tekeli vardı.

Yaşanmakta olan kriz bu süreci sadece hızlandırmıştır.
Bu ülkeler arasındaki mevcut sessizliğe bakarak güçler dengesindeki bu değişimin barışçıl olduğunu sanmak siyasal körlüktür. Bu güçler dünyanın her yerinde; Latin Amerika'da, Afrika'da, Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Hazar Havzası'nda, Orta Asya'da; hammadde kaynaklarının bulunduğu her herde, enerji koridorları bölgelerinde hepsi birbirinin kuyusunu kazmakla meşguller. Jeopolitika üretme yeteneğine ve dünya hakimiyeti potansiyeline sahip birkaç ülke dar bir alanda itişip kakışmaktadır. Bu dar alan Avrasya'dır. Bu alanda Rusya, Çin ve Hindistan'ın yanı sıra dış bir güç olarak ABD yer almaktadır. Bu ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi ve bütün dünya üzerinde sürdürülen rekabet, savaş tehlikesini güçlendirmektedir.

Emperyalist güçlerin politikasını veya neye göre politika belirlediklerini anlamak istiyorsak eşitsiz gelişmenin kapitalist yasallığını göz önünde tutmamız gerekir. Emperyalist güçlerin politikasında tercih yoktur, kapitalist yasallığın gereği neyse o vardır. Yukarıda bazen gereğinden fazla verilerle özellikle yaşanmakta olan ekonomik kriz sürecinde emperyalist güçler arasındaki güçler dengesinin güçlü bir biçimde değiştiğini gösterdik; Çin, yükselen ve saldırgan emperyalist güç olarak ortaya çıkıyor, dünya kapitalizminin merkezi ABD+Avrupa'dan Asya'ya kayıyor. Transatlantik ekseninin yerini transpasifik ekseni alıyor. Bu gelişme daha şimdiden Doğu Asya gibi dar bir alanda jeopolitika üretme yeteneğine sahip emperyalist güçlerin gruplaşarak itişip kakıştığını göstermektedir. Japonya ve Güney Kore gibi müttefikleriyle bir taraftan ABD ve diğer taraftan da “Şanghay İşbirliği Örgütü” şemsiyesi altında Çin, Rusya birçok Orta Asya ülkesi (Hindistan, Pakistan ve İran bu örgüte gözlemci üye statüsüyle katılıyorlar) karşı karşıya geliyor.

Bölgeyi istikrarsızlaştıran ve çember altına alan esas güç ABD'dir. 2020'ye kadar savaş filosunun yüzde 60'nı bu bölgede yoğunlaştıracağını açıklayan ABD resmen savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır. Gerileme sürecine girmiş olmasının etkisiyle ABD daha da saldırgan olmaktadır. ABD'nin savaş bütçesi 633 milyar dolara varmaktadır. Bu, bütün ülkelerin savaş bütçesinden daha fazla olan bir miktardır. Bunun karşısında ne Rusya ne de Çin masum güçlerdir. Çin, yükselen saldırgan güç olarak silahlanmakta ve silah ihracatına büyük önem vermektedir.
Kendi gelişmesi içinde kapitalizm yeni bir tarihsel dönemeç noktasına gelmiştir. Devrimle bu sistem yok edilmezse İngiltere'nin dünya çapında hakim konumunu kaybetmesi gibi ABD de hakim konumunu açık ki Çin lehine kaybedecektir. Batı dünyasında kapitalizm gelişme potansiyelini kaybetmiş olabilir ama bu, kapitalizmin ”agoni” sürecinde, “final krizi”nde olduğu, çöküyor olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm Doğu'da gelişme potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. Marks'ın dediği gibi, kapitalizm, “kaskatı bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir organizmadır” (Marks, Kapital, C. I, s. 16).

Ama bundan kapitalizm yıkılamaz sonucu çıkartılmamalıdır. Bu sömürü ve talan sistemi ne denli güçlü olursa olsun her şeye muktedir değildir. Tarih bunun böyle olduğunu gösteriyor ve günümüzde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar her türden dayatmaya boyun eğmeyeceklerini sürdürdükleri mücadele ile gösteriyorlar. Yaşanmakta olan krizin de etkisiyle dünyanın her tarafında günlerce süren genel grevler, devlet güçleriyle çatışmalı protestolar, toplamda milyonların katıldığı başka eylemler, yol kesmeler, işletme işgalleri gerçekleştiren, birçok Arap ülkesinde diktatörlere karşı başarılı kalkışma gerçekleştirmiş olan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, kapitalist sistemi yıkarak sosyalizmi kurmak için sınıf partisi önderliğinde devrimi de gerçekleştirecektir.
Son olarak 2012 itibariyle dünyanın mücadele haritasını verelim.
 

*