DÜNYA
EKONOMİSİNİN KRİZ SEYRİ VE GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞİM (II)
(Transatlantik Ekseninin Yerini
Transpasifik Ekseni Alıyor)
IV-
İŞSİZLİK
İşsizlik
sorununa geçmeden önce bir eksikliği gidermek veya bir yanlışı
düzeltmek gerekiyor. İşçi sınıfının tarihsel rolünün
önemsizleştirilmesi konusunda hep Negri'ye saldırıyoruz, ama bu
anlayışın fikir babalarından birisinin de Troçki olduğunu
unutuyoruz. İşçi sınıfının tarihsel rolünü artık yerine
getiremeyecek durumda olduğunu, zihinsel- kültürel olarak
tükendiğini, artık sayısal olarak da çoğalmadığını iddia
etmeye kalkışanlar bu cüreti Troçki'den almışlardır. “Çürüyen
kapitalizm koşullarında proletarya ne sayısal olarak ne de
kültürel olarak büyümektedir”
diyen, Troçki'den başkası değildir (L. Trotzki; “Verteidigung
des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” - “Das Proletariat und seine
Führung” alt başlığı altında.
www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).
Troçki
bunu 1939'da söylüyor. Sayısal olarak çoğalmayan, kültürel
olarak tükenen işçi sınıfı ile nasıl sosyalist devrim -üstelik
bir de dünya çapından “sürekli tarzda” yapılır ortasını
bilemem (Belki de Negri gibi herkesi sermaye karşısında
ezilen-sömürülen konumuna getirerek işçi sınıfını sosyalist
devrimin öznesi olmaktan çıkartıp sermaye karşısında herkesi
özne yapmak istemiş de olabilir), ama durum hiç de Troçki'nin
iddia ettiği gibi değil.
Aşağıdaki
veriler Troçki'nin yanlış yolda gitmiş ve öğretmiş olduğunu
göstermektedir.
Önce
dünya çapında şehirleşmenin gelişmesine bakalım:
Yukarıdaki grafikte 1950'den bu yana dünya çapında nüfusun kır ve şehir nüfusu bazında demografik yapısındaki değişimi görüyoruz. Şehirleşme her şeyden önce sonuç itibariyle proleterleşme demektir. Bizi burada ilgilendiren gelişen ülkelerdeki durumdur. Geçen yüzyılın son çeyreğinden veya daha esnek ifade edecek olursak 1960'lardan bu yana gelişen ülkelerde kırsal nüfus, artış hızı 21. yüzyıla kadar yavaşlayarak çoğalıyor. Aynı dönemde şehirleşme oldukça hızlı gelişiyor. 2000-2030 dönemi gelişen ülkelerde kırsal nüfusun artışının durduğu ve azalma sürecine girdiği dönemdir. Aynı dönemde şehir nüfusu oldukça hızlı artıyor.
Konumuz
açısından bu gelişme iki olguya işaret eder: Kapitalizm hızla
geliştiği gelişen ülkelerde devasa bir göç dalgasına neden
oluyor ve kısal alandan şehirlere nüfus akışı hızlanıyor.
Şehirleşen nüfusun ezici çoğunluğu da proleterleşiyor.
Aşağıdaki
grafikte de yukarıdaki eğilimi bazı ülkeler nezdinde görüyoruz:
1970-2000 arasında ABD ve AB'de nüfusun şehirleşmesi oldukça
yavaşlıyor, biraz abartırsak durma noktasına geliyor. Buna karşın
1950'den itibaren Brezilya'da, 1980'lerden itibaren de Çin ve Güney
Asya toplamında şehir nüfusunun toplam nüfus içindeki payı
oldukça hızlı artıyor.
İşçi sınıfının sayısal çoğalması:
Sayısal
bakımdan işçi sınıfı
|
|||||||||
Dönemler
|
Gelişmiş
ülkeler
|
Gelişen
ülkeler
|
Dünya
toplamı
|
||||||
1980
|
Tarım
|
Tarım
dışı
|
Toplam
|
Tarım
|
Tarım
dışı
|
Toplam
|
Tarım
|
Tarım
dışı
|
Genel
toplam
|
Sayı
(milyon)
|
73
|
440
|
513
|
719
|
474
|
1.193
|
792
|
914
|
1706
|
%
|
14
|
86
|
100
|
60
|
40
|
100
|
|||
2010
|
|||||||||
Sayı
(milyon)
|
30
|
604
|
635
|
855
|
1.363
|
2.218
|
885
|
1967
|
2853
|
%
|
5
|
95
|
100
|
39
|
61
|
100
|
|||
1980-2010
arası sayısal artış/eksiliş
|
-43
|
164
|
122
|
136
|
889
|
1025
|
93
|
1053
|
1147
|
1980-2010
arası oransal artış/eksiliş
|
−58,9 |
137,3
|
123,8
|
118,9
|
287,6
|
185,9
|
111,7
|
215,2
|
167,2
|
Veri
tabanı: McKinsey Company, McKinsey Global Institute, The world at
work: Jobs, pay, and skills
for 3.5
billion people, June 2012, s. 4. |
Gelişmiş
ülkelerde:
1980'den
2010'a gelişmiş ülkelerde tarım proletaryasının sayısı 73
milyondan 30 milyona düşerek (43 milyon eksiliş) yüzde 58,9
oranında azalıyor. Böylece gelişmiş ülkelerde tarım
proletaryasının toplam işçi sınıfı bileşenindeki payı yüzde
14'ten yüzde 5'e düşüyor.
Aynı
dönemde tarım dışı proletaryanın sayısı 440 milyondan 604
milyona çıkarak (164 milyon artış) yüzde 37,3 oranında artıyor.
İşçi sınıfının bileşeninde tarım dışı işçi sınıfının
payı da 1980'de yüzde 86'dan 2010'da yüzde 95'e çıkıyor.
Gelişmiş
ülkelerde toplam işçi sınıfı sayısal olarak 1980'de 513
milyondan 2010'da 635 milyona çıkarak (122 milyon artış) yüzde
23,8 oranında çoğalıyor.
Gelişmiş
ülkelerde tarım proletaryası 1980'de dünya çapında tarım
proletaryasının yüzde 9,2'ne, 2010'da da ancak yüzde 3,4'üne
denk düşüyordu.
Gelişen
ülkelerde:
Tarım
proletaryasının sayısı 1980'de 719 milyondan 2010'da 855 milyona
çıkarak (136 milyon çoğalma) yüzde 18,9 oranında artıyor. Aynı
dönemde tarım dışı proletaryanın sayısı da 474 milyondan 1363
milyona çıkarak (889 milyon çoğalma) yüzde 187,6 oranında
artıyor.
Bu
ülkelerde toplam işçi sayısı ise 1980'de 1193 milyondan 2010'da
2218 milyona çıkarak (1025 milyon çoğalma) yüzde 85,9 oranında
artıyor.
Gelişen
ülkelerde tarım proletaryasının işçi sınıf bileşeni içindeki
payı 1980'de yüzde 60'dan 2010'da yüzde 39'a düşüyor.
Dünya
çapında toplam tarım proletaryası sayısı 1980'de 792 milyonda
2010'da 885 milyona çıkarak (93 milyon çoğalma) ancak yüzde 11,7
oranında artıyor. Tarım dışı proletaryanın sayısı da 1980'de
914 milyondan 2010'da 1967 milyona çıkarak (1053 milyon çoğalma)
yüzde 115,2 oranında artıyor.
Dünya
çapında toplam işçi sayısı ise 1980'de 1706 milyondan 2010'da
2853 milyona çıkarak (1147
milyon çoğalma) yüzde
67,2 oranında artıyor.
Açık
ki Troçki'nin iddia ettiğinin tersine, proletarya sayısal olarak
çoğalmıştır, çoğalmaktadır.
Bir
de aşağıdaki verilere bakalım:
Ne
görüyoruz? Troçki'nin tespitinin tam terini. Troçki, işçi
sınıfı sayısal olarak çoğalmıyor diyor. Ama işçi sınıfı
sayısal olarak çoğalmış. Belki de daha“çürüyen
kapitalizm koşullarında”
yaşıyor olmayabiliriz! Her halükarda dünya çapında işçi
sınıfı 1990'da 2 milyar 143 milyondan 2010'da 2 milyar 849 milyona
çıkıyor ve 2030'da da 3 milyar 464 milyona çıkacağı tahmin
ediliyor.
Gelişen
ülkelerde işçi sınıfı sayısal olarak 1990'da bir milyar 726
milyondan 2010'da 2 milyar 355 milyona çıkıyor (yüzde 36,4
oranında artış). 2030'da da 2 milyar 940 milyona çıkacağı
tahmin ediliyor.
Gelişmiş
ülkelerde proletaryanın sayısal olarak ayış oranlarının
oldukça düşük olması anlaşılır. Gelişen ülkelerde bu oranın
yüksek olması, bu ülkelerde de kapitalizmin devasa boyutlarda
gelişmiş olduğunu gösterir.
Sonuç
itibariyle: Troçki yanlış bir değerlendirme yapmıştır!
Son
olarak işçi sınıfının bileşiminin bölgesel dağılımına
bakalım:
Dünya
çapında işçi sınıfının sektörel dağılımı:
Tarım
ülkesi olmaktan sanayi ülkesi olmaya geçişle veya kapitalizmin
vartikal (derinlemesine) gelişmesiyle işçi sınıfının
bileşiminin değişimi arasında sıkı bir bağ vardır. Yukarıdaki
tabloda bu değişimin 21. yüzyılın başında nasıl olduğunu
görüyoruz.
Sadece
11 yıl içinde, 2000'den 2011'e dünya çapında tarım
proletaryasının işçi sınıfı bileşeni içindeki payı yüzde
40,5'ten yüzde 33,3'e düşüyor. Bunun diğer anlamı milyonlarca
tarım işçisinin aileleriyle birlikte şehirlere göç etmesidir.
Doğu
Asya ve Güneydoğu Asya/Pasifik bölgelerinde kırdan şehre akım
oldukça güçlü; Doğu Asya'da tarım proletaryasının işçi
sınıfının bileşimindeki payı 2000'den 2001'e yüzde 47,7'den
yüzde 33,4'e düşüyor. Güneydoğu Asya/Pasifik bölgesinde de
yüzde 49,6'dan yüzde 40,8'e düşüyor. Güney Asya'da da benzer
bir gelişme söz konusu.
Sadece
Sahra altı ülkeler işçi sınıfının bileşimi bakımından
tarım ülkeleri özelliğini korumaktalar. Bu bölgede tarım
proletaryasının işçi sınıfı bileşeni içindeki payı 2000'de
yüzde 66,4'ten 2011'de yüzde 61,8'e düşüyor. (Yukarıdaki tablo
için bkz.: ”Global Employment Trends 2013”, s. 40. International
Labour Office, Geneva).
Tarım
sektöründen çıkan proletarya yok olmuyor, sanayi ve hizmet
sektörlerine akıyor. Tabloda bu akışın boyutlarını görüyoruz.
Bu
verileri Troçki'nin “Çürüyen kapitalizm koşullarında
proletarya ne sayısal olarak ne de kültürel olarak büyümektedir”
ne denli yanlış olduğunu göstermek için sunduk.
Şimdi
işsizlik sorununa bakalım.
Devam
eden dünya krizi Avrupa'da işsizliğin rekor seviyeye çıkmasına
neden olmuştur. Krizin başlangıç yılı olan 2008 ile
karşılaştırıldığında Avrupa'da işsizlik yüzde 50 oranında
artarak 2012 ortalaması olarak 25,2 milyona çıkmıştır.
Aşağıdaki
grafikte hem Avro Alanı'nda (17 ülke) hem de AB'de (27 ülke)
2000-2012 arasında işsizliğin boyutlarını görüyoruz.
Mevsim
etkisinden arındırılmamış bu veriler neyi gösteriyor? 2002-2005
arasında işsiz sayısı AB'de 20 milyonun ve Avro Alanı'nda da 12
milyonun altına düşmüyor. Ancak ekonomik büyümenin hissedilir
olduğu ve kriz öncesinde doruk noktasına ulaştığı 2006-2008
döneminde işsiz sayısı AB'de 16,77 ve Avro Alanı'nda da 11,77
milyona düşüyor ve krizin dibe vurduğu 2009'da 2012'ye kadar da
sürekli artıyor.
İşsizlerin
sayısındaki artışın işsizlik oranlarına yansımasını da
aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Verili
dönemde işsizlik oranı AB'de yüzde 7,1 ve Avro Alanı'nda da
yüzde 7,6 ile 2008'de en düşük seviyede kalıyor. Ama sonraki
yıllarda yeniden artıyor. 2012 yılında işsizlik oranı Avro
Alanı'nda yüzde 14,4 ve AB'de de 10,5 ile doruk noktasına
ulaşıyor.
Aşağıdaki
grafikte göstermek istediğimiz her bir ülkede ve her bir yılda
işsizliğin boyutlarından ziyade 21. yüzyılda emperyalist
ülkelerde işsizliğin belli oranlarda kronikleşmiş olmasıdır.
Almanya, Kanada ve özellikle Japonya'da işsizlik oranı ortalama
olarak yüzde 7,5 oranının altında, Fransa, İtalya, İngiltere,
ABD, Avro Alanı ve OECD toplamında da ortalama olarak yüzde 7,5
oranının üzerinde kronikleşmiştir (Grfik için
bkz.:www.finanz-links.de/frames/fr_indizes_aktien_welt_wirtschaft_fr.htm?http://www.finanz-li).
Şimdi bir de işsizliğin bölgesel gelişme boyutlarına bakalım:
Dünya
çapında işsizliğin gelişme eğilimi:
Tahmin
verileri dünya ekonomisinin krizde olan kesiminde durgunluğa
girdiğini ve krizde olmayan kesiminde de büyüme oranlarının
küçüldüğünü ve bunun da işsiz sayısına yansıyacağını
göstermektedir.
Dünya
çapında işsizliğin bölgesel dağılımı:
Tabloda
dikkati çeken birkaç nokta:
1-Tahminler
de dahil verili dönem içinde işsizlik oranları belli seviyelerde
kronikleşiyor.
2-Krizden
dolayı işsizlik oranını, diğerleriyle karşılaştırıldığında
“gelişmiş ekonomiler”de ve AB'de oldukça belirgin artıyor.
3-Dünya
çapında krize rağmen Güneydoğu Asya ve Pasifik bölgesinde
işsizlik oranı geriliyor.
4-İşsizlik
oranlarının en yüksek olduğu bölgeler Ortadoğu ve Kuzey
Afrika'dır.
Tekil
ülkelerde durum:
Hindistan'da
işsizlik oranı 2010'da yüzde 10'dan 2011'de yüzde 9,8'e düşüyor
ve 20112de de yüzde 9,9'a çıkıyor (Bkz.:Central
Intelligence Agency, CIA).
Çin'de
işsizlik oranı 2003 2013 arasında yüzde 4 ila yüzde 4,3 oranları
arasında kalıyor (Bkz.: International Monetary Fund, IMF).
Arjantin'de
işsizlik oranı 2003'te yüzde 17,25'ten 2010'da yüzde 7,75'e kadar
düşüyor (Bkz.: Argentinien; International Monetary Fund, IMF).
Brezilya'da
işsizlik oranı 2003'te yüzde 12,3'den 2011'de yüzde 5,97'ye
düşüyor (Bkz.: International Monetary Fund, IMF).
ABD'de
işsizlik oranı 2003'te yüzde 5,99'dan 2006'da yüzde 4,61'e kadar
düşüyor, 2010'da yüzde 9,63'e kadar çıkıyor ve sonraki
yıllarda yeniden düşmeye başlıyor. 2013'te ABD'de işsizlik
oranının yüzde 8,13 olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).
Fransa'da
işsizlik oranı 2003'te yüzde 8,89'dan 2006'da yüzde 9,24'e kadar
çıkıyor ve 2008'de de yüzde 7,82'ye kadar düşüyor. 2009'da
yüzde 9,5'e fırlayan işsizlik oranının 2013'te yüzde 10,52
olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).
Endonezya'da
işsizlik oranı 2003'te yüzde 9,5'ten 2005'te 11,24'e fırlıyor
ve sonraki yıllarda sürekli düşüyor. 2013'te işsizlik oranının
yüzde 6,10 olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).
Meksika'da
işsizlik oranı 2003'te yüzde 3,4'ten 2004'te yüzde 3,92'ye
çıkıyor, 2005-2006 yıllarında yüzde 3,59 oranında kalıyor.
Yeniden yükselmeye başlayan işsizlik oranı 2007'de yüzde
3,72'den 2009'da 5,45'e kadar çıkıyor ve sonraki yıllarda yeniden
düşüyor. 2013'te 4,80 olacağı tahmin edilmektedir (Bkz.: IMF).
Türkiye'de
işsizlik oranı 2003-2008 arasında yüzde 10,21 ila yüzde 10,95
arasında kalıyor. 2009'da 14,03'e fırlayan işsizlik oranı
2011'de yüzde 9,79'a kadar düşüyor (Bkz.: IMF).
İşsizlik
oranlarının en yüksek olduğu ülkeler:
Zimbabwe
(2009); yüzde 95.
Nauru
(Güney Pasifik'te bir ada ülkesi) (2004); yüzde 90.
Liberya
(2003); yüzde 85.
Burkia
Faso (2004); yüzde 77.
Türkmenistan
(2004); yüzde 60.
Çibuti
(2007); yüzde 59.
Namibya
(2008); yüzde 51,2.
Senegal
(2007); yüzde 48.
Nepal
(2008); yüzde 46.
Kosovo
(2011); yüzde 45,3.
Lesotho
(2002); yüzde 45.
Bosna
Hersek (2011); yüzde 43,3.
Dünya
çapında genç işsiz sayısı:
Yukarıdaki
veriler gençlik arasında işsiz sayısının oldukça yüksek
olduğunu göstermektedir. Genç işsiz sayısının dünya
ekonomisinin seyrine göre gelişmesi, verili dönemde 70 milyonun
altına düşmemesi sorunun bir yönü. Sorunun diğer ve vahim yönü
dünya çapında işsiz sayısıyla gençlik arasındaki işsiz
sayısını karşılaştırdığımızda ortaya çıkıyor. Dünya
çapında genel işsizler ve genç işsizler verileri dünya çapında
işsizlik içinde genç işsizlerin payı bakımından ele alınırsa
aşağıdaki sonuca varılır:
Her
ne kadar, genel işsizler içinde genç işsizlerin payı giderek
azalsa da, 2007 yılında işsizlerin yarıya yakını (yüzde 41,7)
ve diğer yıllarda da üçte birinden fazlası genç işsizlerden
oluşmaktadır.
Bu
veriler kapitalizmin gençliğe sunduğu perspektifin işsizlik
olduğunu göstermektedir.
Dünya
çapında genç işsizliğin bölgesel dağılımı:
Dikkati
çeken birkaç nokta:
1-
Genel işsizlik oranlarıyla karşılaştırıldığında gençler
arasında işsizlik oranlarının oldukça yüksek olduğunu
görüyoruz.
2-Sadece
Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da gençler arasında işsizlik oranı
yüzde 20'nin üzerinde ve giderek artmaktadır.
3-Güneydoğu
Asya ve Pasifik bölgesi hariç diğer bütün bölgelerde gençler
arasında işsizlik oranları
2007'den
2009'a veya 2010'a kadar sürekli artmıştır.
Tabii
bu türden genellemenin yanıltıcı, tekil ülkelerde gerçek durumu
gizleyici bir yönü de var.
Kasım
2012 itibariyle AB ülkelerinde 5,799 ve Avro Alanı ülkelerinde de
3,733 milyon genç (25 yaş altı) işsizdi. Gençlik arasında
işsizlik oranı Kasım 2012 itibariyle AB ülkelerinde yüzde 23,7
ve Avro Alanı ülkelerinde de yüzde 24,4 oranındaydı. Yine Kasım
2012 itibariyle gençler arasında işsizlik oranı Almanya'da yüzde
8,1; Avusturya'da yüzde 9; Hollanda'da yüzde 9,7; Yunanistan'da
(Eylül 2012) yüzde 57,6 ve İspanya'da da yüzde 57,6 oranındaydı
(Bkz.: Eurostat-Pressemitteilung
4/2013
- 8. Januar 2013).
Ekonomik
büyüme ile işsizlik arasındaki bağ:
Aşağıdaki
grafikte ekonomik büyüme ile işsizlik arasındaki diyalektik bağı
görüyoruz. Gerçi bu bağ teknolojinin bugünkü gelişme
seviyesinde artık “diyalektik” olmaktan çıkmaya başlamıştır.
Ama bağın kendisi yok olmamıştır. Ekonomi büyürse, çalışan
sayısı artar, işsizlik azalır; ekonomi küçülürse, yani kriz
söz konusuysa çalışan sayısı azalır; işçiler sokağa atılır.
Yani ekonomide büyüme ile işsizlik arasında bir ters orantı
vardır. Aşağıdaki grafikte bu ters orantılı gelişmeyi
görüyoruz. 2000-2003 arasında ve 2009'da ekonomik krizin doğrudan
etkisinden dolayı işsizlik oranı yükseliyor.
V- “KAPİTALİZMİN AGONİSİ” Mİ, SİSTEM KRİZİ Mİ, KENDİLİĞİNDEN
ÇÖKÜŞ MÜ YOKSA GÜÇLER DENGESİNDE
DEĞİŞME Mİ?
Yaşanmakta
olan ekonomik krizin patlak vermesinden bu yana kapitalist üretim
biçiminin geleceğiyle ilgili olarak değerlendirmelerde Troçki'den
pek bahsedilmez. Sistemin varlığını sürdüremeyeceği,
varoluşunun son sınırına geldiği, kendiliğinden çökeceği
türünden görüşlere karşı ya güncel yazarların görüşleri
veya da R. Luksemburg'un görüşü ele alınarak cevap verilmiştir.
Bunlardan birisi de benim. Yapılanın yanlış olduğunu
söylemiyorum, ama büyük bir eksikliğin olduğunu söylemek
zorundayım. Bu konular ele alınırken Troçki'nin görüşleri de
ele alınmalı ve kapitalist sistemin geleceğine “sistem krizi”,
“kendiliğinden çöküş” açısından bakanlarla Troçki
arasında bir bağ kurulmalıydı. Bu yazıda bu eksikliği
gidermeye çalışacağım.
Troçki'nin
ekonomi üzerine yol gösterici, belli başlı bir çalışması
olmamıştır. Var olan yazıları ve savunduğu anlayışları da
onun ekonomiden anlamadığını gösterir. Kapitalizmin geleceğiyle
ilgili tespitleri buna bir örnektir.
“Marksizmin
Savunulması, SSCB Savaşta” yazısında Troçki, diğer şeylerin
yanı sıra şu tespiti yapar:
“Kapitalizmin
çöküşü, keza eski hakim sınıfın da çöküşü en son
sınırlarına varmıştır. Bu sistemin varlığını sürdürmesi
imkansızdır”
(L. Troçki; “Verteidigung des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” -
“Und was, wenn die sozialistische Revolution nicht vollendet wird?”
alt başlığı altında.
www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).
Bu
iki cümlede kapitalizmin varoluş krizi içinde olduğu
anlatılmaktadır.
Aynı
yazısında Troçki “(II.
Dünya Savaşının) toplumun kapitalizm temelinde
yaşayabilemeyeceğini itiraz edilemez bir biçimde kanıtladığını“
savunur (L.
Troçki; “Verteidigung des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” - “Der
gegenwärtige Krieg und das Schicksal der modernen Gesellschaft”
alt başlığı altında.
www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).
Troçki
burada da kapitalizmin son sınırına dayandığını, var oluş
krizi içinde kıvrandığını anlatır. “IV. Enternasyonal”in
programı “Kapitalizmin
Can Çekişme Mücadelesi ve IV. Enternasyonal'in Görevleri”
başlığını
taşır. “Geçiş
Programı”
kavramı
parantez içinde ve
ikinci sırada yer alır. Bir kısım Troçkistin, anlaşılan o ki,
kapitalizm çöküyor, can çekişiyor anlamında heyecanla
kullandığı “agoni” kavramıyla var oluş krizi içinde
kıvranan, sistem krizi içinde olan kapitalizm kastedilmektedir.
İşçi
sınıfının tarihsel rolünü artık yerine getiremeyecek durumda
olduğunu, artık sayısal olarak da çoğalmadığını iddia eden
Troçki'dir. “Çürüyen
kapitalizm koşullarında proletarya ne sayısal olarak ne de
kültürel olarak büyümektedir”
diyordu Troçki (L. Trotzki;
“Verteidigung
des Marxismus - Die UdSSR im Krieg” - “Das Proletariat und seine
Führung” alt başlığı altında.
www.marxists.org/deutsch/archiv/trotzki/1939/09/vdm-ussrkrg.html).
Burada
da Troçki dolaylı olarak, “Çürüyen
kapitalizm koşullarında proletarya sayısal olarak büyümemektedir”
diyerek
kapitalizmin yok oluş içinde olduğunu söylemiş olur.
“Kapitalizmin
çöküşü, keza eski hakim sınıfın da çöküşü en son
sınırlarına varmış“ ve
kapitalist
”sistemin varlığını sürdürmesi imkansız“ olabilir.
Bunun ötesinde
“(II.
Dünya Savaşı) toplumun kapitalizm temelinde yaşayabilemeyeceğini
itiraz edilemez bir biçimde kanıtlamış“ olabilir
ve
“Çürüyen
kapitalizm koşullarında proletarya sayısal olarak da
büyümeyebilir”.
Bu anlayışlar Troçkistler tarafından bir biçimde bugün de
savunulmaktadır. Burada bu anlayışların teorik arka planını ele
almayacağım. Daha önceki bu türden yazılarda yeteri kadar ele
alındı. Sadece kapitalist sistemin yaşanmakta olan gerçekliğinden
birkaç örnek vererek kapitalist ekonominin gelişme seyrini ve
açığa çıkan eğilimleri eşitsiz gelişme yasası çerçevesinde
göstermeye çalışacağım.
DÜNYA
EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU VE GÜÇLER DENGESİNDE DEĞİŞİM
Kapitalizm
çöküyor, sistem krizi dendiğine göre maddi değerlerin
üretiminde ve ticaretinde artışın olmaması, yerinde saymanın,
dolayısıyla üretimsizliğin ve ticari faaliyetsizliğin olmaması
gerekir. Ama aşağıdaki grafik bunun tam tersini gösteriyor.
2000'den
2012'ye dünya ticareti yüzde 40'dan fazla, somutlaştırırsak Ocak
2000'den Ocak 2013'e yüzde 64,3 oranında ve dünya sanayi üretimi
de 2000'den 2012'ye yüzde 46 oranında veya Ocak 2000'den Ocak
2013'e yüzde 54,9 oranında artıyor (“World trade monitor”
verilerine göre hesaplanmıştır).
Yani
soruna neresinden ve nasıl bakarsak bakalım, dünya sanayi üretimi
ve dünya ticareti kapitalist ekonominin konjonktürel seyrine göre
(kriz, canlanma, yükseliş, durgunluk) inişli-çıkışlı bir
gelişme sergilemektedir. “Kapitalizmin agoni”si falan denince
insanın aklına ister istemez -ekonomik kriz dönemleri hariç-
sanayi üretiminin ve ticaretin sürekli geriliyor olduğu geliyor.
Bu durumda dünya sanayi üretimi ve ticareti 2000 yılındaki
seviyesinin gerisine doğru “gelişmesi“ gerekirdi. Ama tam tersi
bir durumla karşı karşıyayız.
Mademki
kapitalizm, Troçki'nin dediği gibi bir kriz, bir “agoni” içinde
o zaman, üretimin artması bir yana, süreklilik arz eden bir
“üretememe“ sürecine girilmiş olması gerekir. Değmediği
için yatırımların yapılamadığı ve dolayısıyla artı
değerin elde edilemediği bir sürece girilmiş olması gerekir.
Troçki'nin anlatımından bu sonuç çıkar.
Peki
gerçek durum nasıl? Dünya çapında brüt üretim (çıktı)
değeri 2004'te 42,178 trilyon dolardan 2008'de 61,222 trilyon dolara
çıkıyor, böylece dört sene içinde yüzde 45,2 oranında
artıyor. Krizden dolayı da 2009'da 57,846 trilyon dolara düşerek,
2008'e göre yüzde 5,5 oranında mutlak geriliyor, ama 2010'da
63,180 ve 2011'de de 69,899 trilyon dolara çıkıyor. Bu durumda
dünya çapında brüt üretim değeri 2012 yılında 2004'deki
seviyesinden geriye gitmiyor, tam tersine 2004'e göre 2012'de yüzde
65,7 oranında artmış oluyor (World Economic Outlook, October 2012
verilerine göre hesaplanmıştır, s. 190).
Bu
durumda şunu söyleyebiliriz: Şu veya bu ülkede ekonomi krizde
olabilir ve bundan dolayı da dünya ekonomik krizinden
bahsedebiliriz. Ama dünya ekonomik krizi bütün ülkelerin krizde
olduğu anlamına gelmez, bu nedenden dolayı da bazı ülkeler dünya
çapında krize rağmen üretebilirler, ekonomileri gelişebilir.
Böylesi gelişme kapitalizmin doğasında vardır.
Aşağıdaki
grafik bu anlamda oldukça aydınlatıcıdır.
Dünya
ticareti ülke gruplarının ticaretinin gelişmesine bağımlı
olarak gelişiyor. Sanayi ülkelerinin ticareti “gelişen”
ülkelerin ticaretine göre daha yavaş gelişiyor, öyle ki 2012'de
2007'deki seviyesine ulaşmakta güçlük çekiyor. Ama buna karşın
“gelişen” ülkelerin ticareti 2007'deki seviyesini oldukça
aşıyor. Bunun anlamı şudur: Bu dönemde “gelişen” ülkelerin
ticareti dünya ticaretinin dinamiğini oluşturmuştur. Bu durumda
gelişen ülkelerde kapitalizm “agoni”de değil.
Sanayi
üretimine göre dünya ekonomisinde farklı eğilimler - Durgunluk
eğilimi ve yükseliş eğilimi
Krizin
patlak vermesinden önceki üretimin en yüksek olduğu aya göre
dünya ve OECD-ülkeleri sanayi üretiminin seyri dünya ekonomisinde
farklı eğilimlerin oluğunu göstermektedir.
Bu
gelişmeyi aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Dünya
sanayi üretimi-OECD ülkeleri toplamında sanayi üretimi bazında
iki eğilim:
Kriz
öncesinde üretimin en yüksek ay olduğu Ocak/Şubat) 2008'e göre
OECD ülkeleri toplamında aylık sanayi üretimi Mart 2009'da yüzde
17,5 oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor. Sonraki dönemde
kriz öncesi en yüksek seviyesine ulaşma durumu olmuyor ve Kasım
2012 itibariyle en yüksek seviyesinden yüzde 5,8 oranında geride
kalıyor.
Dünya
sanayi üretimi kriz öncesinde en yüksek seviyesine Şubat 2008'de
ulaşıyor ve Şubat 2009'da yüzde 12,5 oranında mutlak küçülerek
dibe vuruyor, ama Mayıs 2010'da da krizden çıkıyor.
Bu
gelişmeyi nasıl açıklayabiliriz? Kapitalist sistem kendi kendine
çöküyor, üretimin, yatırımların koşulları kalmadı diyemeyiz
veya Troçki gibi düşünemeyiz, aksi taktide bir bütün olarak
dünya sanayi üretimindeki artışı, Mayıs 2010'dan bu yana mutlak
büyüme sürecinde oluşunu açıklayamayız.
Açık
ki dünya sanayi üretiminde, bu üretimi olumlu-olumsuz etkileyen
birbirine zıt iki eğilim, iki dinamik söz konusu: Bunlardan birisi
kriz başlangıcında bütün dünya sanayi üretimini krize çekecek
kadar güçlüydü. Bu emperyalist merkezlerde (ABD, AB ve Japonya)
patlak veren fazla üretim krizidir. Bu krizin şiddetinden dolayı
bütün dünya sanayi üretimi onun etkisinde kalmış ve mutlak
küçülmüştür. Krizden sadece büyüme oranlarının küçülmesiyle
etkilenen, kısa zamanda toparlanarak krizden çıkan ülkelerde
sanayi üretimi, krizin başlangıcında üretimi mutlak küçülten
dinamikten daha güçlü olmaya başlamış ve dünya sanayi
üretiminin seyrini etkileyen eğilim olmuştur.
Açık
ki dünya sanayi üretiminde birbirini dışlayan iki eğilim var:
Birisi krizde olmayışı, üretimin artışını ifade eden eğilim.
Diğeri de krizde oluşu, üretimde durgunluğu temsil eden eğilim.
Yukarıdaki grafik bu her iki eğilimi göstermektedir.
Bir
taraftan kapitalizmin “agoni”si diğer taraftan da
“anti-agoni”si! Böyle diyeceğiz?
Dünya
sanayi üretimi,
gelişen ülkeler ve gelişmiş ülkeler sanayi üretimi bazında iki
eğilim:
Ülke
olarak dünya sanayi üretiminin, yaşanmakta olan krizin ve krizde
olmayışın dinamiklerini belirlemek için ülkeleri gelişmiş ve
gelişen ülkeler olarak ele alalım. Sorunu böyle ele alırsak
sonucun ne olacağını aşağıdaki iki grafikte görüyoruz.
Kriz
öncesi yıl bazında dünya sanayi üretimi, gelişmiş ve gelişen
ülkeler:
Kriz
öncesi yıl bazından gelişmiş ülkelerde sanayi üretimi 2012'de
2007'deki seviyesine dahi ulaşamıyor. Ama dünya sanayi üretimi en
azından yüzde 10 artıyor. Hangi faktör üretimi artırıyor?
Gelişen
ülkelerde sanayi üretimi, dünya sanayi üretimini yönlendirecek
derecede önemli bir faktör olmuştur. Bu nedenle emperyalist
ülkelerde ve başkaca sanayileşmiş (gelişmiş) ülkelerde sanayi
krizde olmasına rağmen dünya sanayi üretiminin büyümesini
sağlayan dinamik gelişen ülkeler olmuştur.
Açık
ki emperyalist ülkeler krizi temsil eden eğilimi ve gelişen
ülkelerde krizden çıkmış olma eğilimini temsil etmektedir.
Kriz
öncesinde üretimin en yüksek seviyede olduğu aya göre iki
eğilim:
Aşağıdaki
grafiği okumaya çalışalım.
Ne
görüyoruz? Krizden önce üretimin en yüksek olduğu aya göre
dünya çapında sanayi üretimi Şubat 2009'da yüzde 12,5 oranında;
gelişen ülkelerde Ocak 2009'da yüzde 7,2 oranında ve gelişmiş
ülkelerde de Nisan 2009'da yüzde 18,7 oranında mutlak küçülüyor.
Dünya sanayi üretimi Mayıs 2010 itibariyle; gelişen ülkelerde
de Haziran 2009'da krizden çıkıyor. Gelişmiş ülkelerde ise
sanayi üretimi Ocak 2013 itibariyle kriz öncesi en yüksek
seviyesine ulaşamamış, o seviyeden yüzde 8,6 oranında geride.
Burada dünya ve gelişen ülkelerde sanayi üretimi bazında
kapitalizmin “agoni”si falan yok, en fazlasıyla “anti-agoni”si
söz konusu. Grafikte üretim açısı bunu gösteriyor.
Peki
bu durumda hangi dinamikler (ülke olarak) dünya sanayi üretiminin
krizden çıkmasını sağlıyor ve hangi dinamikler sanayi krizinin
devam ettiğini gösteriyor? Açık ki gelişen ülkelerde sanayi
üretimi motor rolünü oynuyor, gelişmiş ülkelerin böyle bir
özelliği yok. Bu durumda dünya sanayi üretimini olumlu/olumsuz
etkileyen; krizde çıkmasına veya çıkmamasına neden olan
dinamikleri, eğilimleri gelişmiş ülkeler ve gelişen ülkeler
oluşturmaktadır. Bu nedenle dünya ekonomisinde iki eğilimden
bahsediyoruz: Gelişmeyi, üretim artışını temsil eden gelişen
ülkeler ve ve durgunluğu, devam eden krizi temsil eden gelişmiş
ülkeler.
Büyüme
performansına göre ülke grupları ve dünya ekonomisinde iki
eğilim:
Yukarıdaki
grafik, bir önceki grafiğe iki ülke grubunun daha eklenmiş
halidir. Asya'nın gelişen ülkeleri (bunlar arasında Çin,
Hindistan, Malezya, Vietnam ve Endonezya gibi oldukça hızlı
gelişen ülkeler var) krizden sonra da kapitalizmin en hızlı
gelişme eğilimini, Avro Alanı (17 ülke) ülkeleri de kapitalizmin
gerileme, durgunluk eğilimini temsil etmekteler.
Ne
görüyoruz?
Ocak
2009'da Asya'nın gelişen ülkelerinde sanayi üretimi yüzde 4,3
oranında küçülerek en derin noktasına düşüyor, ama aynı
yılın Mart ayında da krizden çıkıyor (%101).
Avro
Alanı ülkelerinde sanayi üretimi Nisan 2009'da yüzde 19,5
oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor ve Aralık 2012 itibariyle
(kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu aya göre yüzde 12,3
mutlak küçülme) kriz devam ediyor.
Kriz
öncesinde üretimin en yüksek olduğu aya göre sanayi üretimi
Ocak 2013'te Asya'nın gelişen ülkelerinde yüzde 52,3, gelişen
ülkelerde yüzde 34,2 oranında büyürken gelişmiş ülkelerde
yüzde 8,6 ve Avro Alanı ülkelerinde de (Aralık 2012) yüzde 12,3
oranında küçülüyor.
Bu
durumda dünya sanayi üretiminin Ocak 2013 itibariyle yüzde 10,9
oranında büyümesini nasıl açıklayacağız veya bunda hangi
faktör etkili olmuştur? Gelişen ülkelerde, bu ülkeler arasında
da Asya'nın gelişen ülkeleri dünya sanayi üretimini krizden
çıkartan faktör olmuşlardır. Kapitalizmin “agoni”si dünyanın
bu bölgesine uğramıyor!
Demek
ki, öyle Troçki'nin, şunun bunun dediği gibi bir sistem krizi,
bir yok oluş krizi, bir kendi kendine çöküş yok. Kapitalist
ekonomi bir taraftan (öncelikle Batının emperyalist ülkelerinde)
gerileme, çöküş eğilimi içindeyken, diğer taraftan da gelişme
eğilimi (gelişen ülkeler) içindedir.
Kapitalist
sistemde bu iki eğilim, eşitsiz gelişme yasasının doğrudan bir
ifadesidir, bir sonucudur.
Büyüme
performansına göre ülke kategorileri:
Dünyanın
en büyük mali denetleme şirketlerinden Pricewaterhouse (PwC)
tarafından hazırlanan bir rapora göre önümüzdeki dönemde dünya
çapında güçler dengesi değişecek. Yapılan tahmine göre
E-7 olarak adlandırılan ülkeler (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya,
Meksika, Endonezya ve Türkiye),
2020
yılında şu andaki G-7 ülkelerini (ABD, Japonya, Almanya, Fransa,
İngiltere, İtalya ve kanada) geçecek.
Değişen
güçler dengesi
|
||||||
2011
|
2030
|
2050
|
||||
Satın
alma gücü paritesine göre sıralama
|
Ülkeler
|
Satın
alma gücü paritesine göre GSMH (2011, 1000 dolar)
|
Ülkeler
|
Tahmin-
Satın
alma gücü paritesine göre GSMH (2011, 1000 dolar)
|
Ülkeler
|
Tahmin-
Satın
alma gücü paritesine göre GSMH (2011, 1000 dolar)
|
1
|
ABD
|
15
094
|
Çin
|
30
634
|
Çin
|
53
856
|
2
|
Çin
|
11
347
|
ABD
|
23
376
|
ABD
|
37
998
|
3
|
Hindistan
|
4
531
|
Hindistan
|
13
716
|
Hindistan
|
34
704
|
4
|
Japonya
|
4
381
|
Japonya
|
5
842
|
Brezilya
|
8
825
|
5
|
Almanya
|
3
221
|
Rusya
|
5
308
|
Japonya
|
8
065
|
6
|
Rusya
|
3
031
|
Brezilya
|
4
685
|
Rusya
|
8
013
|
7
|
Brezilya
|
2
305
|
Almanya
|
4
118
|
Meksika
|
7
409
|
8
|
Fransa
|
2
303
|
Meksika
|
3
662
|
Endonezya
|
6
346
|
9
|
İngiltere
|
2
287
|
İngiltere
|
3
499
|
Almanya
|
5
822
|
10
|
İtalya
|
1
979
|
Fransa
|
3
427
|
Fransa
|
5
714
|
11
|
Meksika
|
1
761
|
Endonezya
|
2
912
|
İngiltere
|
5
598
|
12
|
İspanya
|
1
512
|
Türkiye
|
2
760
|
Türkiye
|
5
032
|
13
|
G.
Kore
|
1
504
|
İtalya
|
2
629
|
Nijerya
|
3
964
|
14
|
Kanada
|
1
398
|
G.
Kore
|
2
454
|
İtalya
|
3
867
|
15
|
Türkiye
|
1
243
|
İspanya
|
2
327
|
İspanya
|
3
612
|
16
|
Endonezya
|
1
131
|
Kanada
|
2
148
|
Kanada
|
3
549
|
17
|
Avustralya
|
893
|
S.
Arabistan
|
1
582
|
G.
Kore
|
3
545
|
18
|
Polonya
|
813
|
Avustralya
|
1
535
|
S.
Arabistan
|
30
90
|
19
|
Arjantin
|
720
|
Polonya
|
1
415
|
Vietnam
|
2
715
|
20
|
S.
Arabistan
|
686
|
Arjantin
|
1
407
|
Arjantin
|
2
620
|
Pricewaterhouse
(PwC); World 2050, s. 2.
|
Aslında burada önemli olan E-7 ülkelerinin G-7 ülkelerini verilen tarihte geçip geçmemeleri değildir. Burada önemli olan kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının işleyişidir. Bugün geri olan, emperyalizme bağımlı olan, yeni sömürge olan ülkelerin gelişme koşulları olunca pekala geliştikleri, rekabet edecek duruma geldikleri ve böylece de dünya çapında güç dengelerinin değiştiğidir.
ABD,
İngiltere, Japonya, Fransa, İtalya, Almanya gerileyen, çöken
ülkeleri temsil ediyorlar, ama Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika,
Türkiye, Endonezya da gelişen ülkeleri temsil ediyorlar.
Kapitalist dünya sisteminde bazı bölgeler (ülkeler) gerilerken,
bazıları yükseliyor; merkez çevre, çevre de merkez oluyor.
Öznenin,
bu durumda işçi sınıfının mücadelesi dışında bu sistemin
yıkılacağını, kendi kendine çökeceğini düşünmek bir
hayaldir. Ama Troçki ve Troçkistler bunu düşünebiliyorlar, bu
hayali görebiliyorlar.
Bir
de G-7 ve E-7 karşılaştırması yapalım
(satın
alma gücü paritesine ve piyasa döviz kurlarına göre)
Yukarıdaki
göstergeyi satın alma paritesine göre açıklayalım:
20011'de
G-7 ülkelerinin (ABD, Japonya, Kanada, Almanya, Fransa, İtalya ve
İngiltere) toplam GSYİH tutarı 30,663 trilyon dolar. E-7
ülkelerinki de 25,249 trilyon dolar. Bu durumda E-7 üretimi, G-7
üretiminin yüzde 82,7'ne denk düşüyor.
2030'da
G-7 ülkeleri toplam üretimi 42,410 trilyon dolara, E-7 ülkeleri
toplam üretimi de 63,677 trilyon dolara çıkıyor. Bu durumda G-7
üretimi E-7 üretiminin yüzde 66,6'na denk düşüyor.
2050'de
G-7 ülkeleri üretimi 66,746 trilyon dolara, E-7 üretimi de
124,185 trilyon dolara çıkıyor. Bu durumda G-7 ülkelerinin toplam
GSYİH, E-7 ülkelerinin toplam GSYİH'Nın yüzde 53,7'ne denk
düşüyor.
Bu
verilere göre özne (işçi sınıfı ve müttefikleri) faktörünün
etkisiz kaldığı koşullarda kapitalizm çökmüyor, kendi kendine
yıkılmıyor, sadece ve sadece güçler dengesi değişiyor; merkez
ülkelerin yerini “çevre” ülkeler alıyor.
Troçki
bu gerçeği göremedi.
Emperyalist
çağ boyunca güçler dengesinde değişim:
Emperyalist
çağda güçler dengesinde değişim
(GSYİH
bazında ve 1980 ve 2001 sabit fiyatlarına göre)
|
||||||||
Sıralama
|
1900
|
1913
|
1950
|
1980
|
1990
|
2011
|
2030
|
2050
|
1
|
ABD
|
ABD
|
ABD
|
ABD
|
ABD
|
ABD
|
Çin
|
Çin
|
2
|
İngiltere
|
İngiltere
|
İngiltere
|
Japonya
|
Japonya
|
Çin
|
ABD
|
ABD
|
3
|
Fransa
|
Almanya
|
Almanya
|
Almanya
|
Almanya
|
Hindistan
|
Hindistan
|
Hindistan
|
4
|
Almanya
|
Fransa
|
Fransa
|
SSCB*
|
SSCB**
|
Japonya
|
Japonya
|
Brezilya
|
5
|
Rusya
|
Rusya
|
SSCB*
|
SSCB**
|
Fransa
|
Almanya
|
Rusya
|
Japonya
|
6
|
Japonya
|
Japonya
|
Japonya
|
İngiltere
|
İngiltere
|
Rusya
|
Brezilya
|
Rusya
|
Kaynak:
1990-1990
verileri:
1)
İbrahim Okçuoğlu; Emperyalist
Küreselleşme ve Jeopolitika, s.130.
2) İbrahim
Okçuoğlu; Rekabetin Tarihi, kitap 2, 3, 4 ve 5.
2011-1050
verileri için:
Pricewaterhouse
(PwC); World 2050, s. 2.
*)
Sosyalist SSCB.
**)Revizyonist/sosyal
emperyalist SSCB.
|
Ne
görüyoruz?
1900-1990
arasında dünyanın en güçlü altı ülkesi hep aynı ülkeler
(ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Japonya). Sadece sıralama
değişiyor.
21.
yüzyılda dengeler değişmeye başlıyor. En güçlü ülkeler
arasına üç yeni ülke giriyor: Çin, Hindistan ve Brezilya.
Bunun,
kapitalizmin “agoni”si dışında bir izahının olması gerekir!
Neyse.
Dünya ekonomisinde güçler dengesindeki değişim ve iki eğilimle
devam edelim.
Ekonomide
büyüme oranlarının seyri bakımından:
Gelişen
ülkelerde ekonominin büyüme oranlarının gelişmiş ülkelerdekine
nazara daha büyük olması geçen yüzyılın son çeyreğinden bu
yana izlenen bir süreçtir. Bu neden böyledir sorusu bu yazının
konusu olmadığı için girmeyeceğim.
Aşağıdaki
grafikte durumu görüyoruz. 1994-2003 arasında ortalama büyüme
oranı gelişen ülkelerde yüzde 4,4, Asya'nın gelişen
ülkelerinde yüzde 7 ve gelişmiş ülkelerde ise ancak yüzde 2,8.
Büyüme oranları dünya ölçeğinde yüzde 3,4, AB'de yüzde 2,6
ve Avro Alanında da ancak yüzde 2,2. Sonraki yıllarda da
gelişmenin genel seyrinde değişen bir şey yok. Gelişen ülkelerde
büyüme oranları 2007'de olduğu gibi yüzde 8,7'ye kadar çıkıyor.
Asya'nın gelişen ülkelerinde ise yine 2007'de olduğu gibi yüzde
11,4'e kadar yükseliyor. Bu dönemde gelişen ülkelerde yıllık
büyüme oranı ortalaması yüzde 5,5'in altına düşmüyor.
Asya'nın gelişen ülkelerinde ise sadece 2012'de yüzde 7'nin
altına düşüyor (yüzde 6,7).
Buna
karşın gelişmiş ülkelerde yüzde 3,1'in üstüne çıkmıyor. AB
ve Avro Alanı'nda da durum pek farklı değil.
Açık
ki dünya ekonomisinde iki farklı eğilim söz konusudur; Bunlardan
birisi gelişen ülkelerin temsil ettiği büyüme eğilimi, ikincisi
de gelişmiş ülkelerin temsil ettiği durgunluk, ekonomik gerileme
eğilimi.
Hal
bu olmasına rağmen Troçki “Kapitalizmin
çöküşü, keza eski hakim sınıfın da çöküşü en son
sınırlarına varmıştır. Bu sistemin varlığını sürdürmesi
imkansızdır” dedi
diye günümüzde Troçkistler kapitalizmi “agoni” içinde
görüyorlar, gerçeğe gözünü yumup kendiliğinden çöküşü
bekliyorlar.
Gerçekte
ise olan şu: Bütün dünyayı talan eden, sömüren,
sömürgeleştiren 5-6 ülkenin dünya ekonomisi üzerindeki
hakimiyeti çöküş, gerileme aşamasına girmiştir. O ülkelerin
yerini düne kadar sömürge olan, emperyalizme bağımlı, yeni
sömürge olan, kapitalist dünya sisteminde çevre konumunda olan
ülkeler alıyorlar; bu ülkeler yükselmekte ve dünya ekonomisine
hakim olma sürecine girmekteler.
Resmi
döviz kurlarına göre 1920'de birkaç emperyalist, gelişmiş ülke
dışında ne kadar sömürge, bağımlı, geri kalmış ülke varsa
onların toplamının dünya ekonomisindeki payı ancak yüzde 5
civarındaydı. Bu pay 1990'da yüzde 20'ye, 2012'de de yüzde 40'a
çıkmıştır. Birkaç sene sonra da yüzde 50'nin üstüne
çıkacaktır.
Dünya
ekonomisinde pay bakımından 1990'dan bu yana bahsettiğimiz her iki
eğilimin gelişme seyrini aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Aşağıdaki
grafik bir yukarıdaki grafiğin AB ve Avro Alanı değerlerinin
eklenmiş biçimidir. Yukarıda sadece gelişmiş ve gelişen
ülkeleri ele almıştık. Burada gelişen ülkeleri, gelişen
Asya'yı ve gelişmiş ülkeleri de AB ve Avro Alanı'nı ekleyerek
biraz açmış olacağız. İsterseniz L. Amerika'yı, Afrika'yı ve
başka bölgeleri de ekleyebilirsiniz. Gelişmenin yönünü temsil
ettikleri için bunlarla yetiniyoruz.
Ne
görüyoruz?
Gelişen
ülkeler ve bu ülkeler içinde de özellikle “gelişen Asya”
ülkeleri dünya ekonomisini büyüme eğilimine doğru; gelişmiş
ülkeler ve bu ülkeler içinde de AB ve Avro Alanı ülkeleri dünya
ekonomisini durgunluk eğilimine doğru çekiyor. Birbirini dışlayan
iki eğilim. Bu eğilimlerden hangisinin üstün geleceği konusunda
söylenecek fazla bir şey yok; gelişmenin yönü belli.
Ama
buna rağmen Troçki'ye inanalım ve “Kapitalizmin
çöküşü(nün) ... en son sınırlarına varmış” olduğunu
ve kapitalist “sistemin
varlığını sürdürmesi(nin) imkansız” olduğunu,
yani “agoni” sürecinde olan kapitalizmi düşünelim.
Peki
bu çöküşün, bu “agoni”nin emareleri nedir? Proletaryanın
artık çoğalmaması mıdır? Veya sınıf olmaktan çıkması
mıdır? Veya ekonomide büyüme, yatırım olanaklarının artık
kalmaması mıdır? Yani bir biçimde bu çöküşün, bu genel
“agoni”nin göstergeleri olmalıdır.
Aşağıdaki
grafiği kapitalist dünya ekonomisi ne tarafa doğru gidiyor
perspektifiyle okuyalım.
1980-2000
döneminde veya 2000 öncesinde veya da 20. yüzyılda önceleri
İngiltere ve II. Dünya Savaşından sonra da ABD başta olmak üzere
dünya ekonomisinde emperyalist ülkeler motor rolünü
üstlenmişlerdi. 21. yüzyıldan itibaren roller değişiyor; dünya
ekonomisinde merkez, Avrupa ve ABD'den Asya'ya kayıyor.
Bu
güçler dengesindeki değişim kapitalist dünya ekonomisinin
dinamiğinin yok olması olarak yorumlanıyor. Troçki böyle
yorumlamıştır. Oysa kapitalist dünya ekonomisinin dinamiği yok
olmuyor; artık eski denebilecek Batının emperyalist ülkelerinde
bir bütün olarak ABD'de, AB'nin emperyalist ülkelerinde ve
Japonya'da kapitalist ekonominin dinamiği kayboluyor. Bu dinamik bu
bölgelerin dışında başta Asya'nın gelişen ülkeleri olmak
üzere bütün dünyaya yayılıyor.
Kapitalist
dünya ekonomisi geriye dönüşümü olmayan bir sürece girmiştir;
güçler dengesi değişmektedir.
Bir
Avrupalı, bir Amerikalı veya bir Japon için, soruna baktığı
yerden dolayı bu değişim anlaşılamaz olabilir ve bu nedenle
kapitalizm çöküyor, “agoni” içinde diyebilir. Bunu bir de
Çinliye, Afrikalıya veya Latin Amerikalıya veya Asyalıya sormak
lazım. Acaba onlar da aynı düşüncedeler mi?
1990'daki
OECD ülkelerine (23 ülke) göre 2007'den bu yana OECD'nin dünya
ekonomisine katkısı yüzde 20 civarındadır. Aynı dönemde
gelişen ülkelerde GSYİH dört misli daha hızlı büyümüştür.
Peki
“agoni” içinde olan ne burada?
Olmadıysa
bir de soruna 1970-2010 dönemi açısından bakalım.
Kapitalist
ekonominin temel direği sanayi üretimidir veya maddi değerlerin
makineli üretimidir. Bu alanda durum ne? Kapitalizm çöküyor
derken Troçki, artık üretmiyor mu demişti veya üretmenin olanağı
kalmadı mı demişti? Bunu bilemem ama kapitalizmin varlığından
bu yana “dünya fabrikası” olma özelliği taşıyan ülkelerin
değiştiğini biliyorum. Önce İngiltere böyle bir fabrikaydı,
sonra onun yerini ABD aldı ve şimdi ADB'nin yerini Çin alıyor.
Yukarıdaki
grafikte bu gelişmeyi görüyoruz. Sanayisel üretimde de şimdiye
kadar dünyayı sömüren ve kendi aralarında paylaşan ve bunun
için savaşan büyük güçler dünya pazarlarında pay
kaybediyorlar. Peki onların kaybettikleri paylar ne oluyor? Yok mu
oluyor, yoksa “agoni” sürecine mi giriyor? O payları gelişen
ülkeler kapıyor. Yani kapitalist merkezlerin kaybettiği payı
gelişen ülkeler ele geçiriyorlar.
Dünya
sanayi üretiminde pay bakımında Çin, 2000'den önce Almanya'yı,
2005'te Japonya'yı geçti. 2015'te de ABD'yi geçeceği hesap
ediliyor.
“1970-2008
arasında, 37-38 sene içinde önde gelen emperyalist ve bazı
gelişen ülkelerin sanayide elde edilen artı değerin GSYİH'daki
payı bakımından konumları tamamen değişmiştir. ABD ve Fransa,
sanayide elde edilen artı değerin GSYİH'daki payı bakımından
söz konusu bu gelişen ülkelerin hepsinden de geride durumdalar.
Japonya ve Almanya, ancak Hindistan, Brezilya ve Türkiye'nin
önünde.
Önde
gelen emperyalist ülkelerde sanayide üretilen artı değerin
GSYİH'daki payı
|
||||||
Yıllar
|
ABD
|
Japonya
|
Almanya
|
Fransa
|
İngiltere
|
Dünya
|
1970
|
35,2
|
46
|
48,1
|
34,9
|
42,1
|
38,3
|
2007
|
21,8
|
29,3
|
30,4
|
20,4
|
23
|
27,7
|
2008
|
-
|
-
|
30,2
|
20,4
|
23,7
|
-
|
Gelişen
ülkelerde sanayide üretilen artı değerin GSYİH'daki payı
|
||||||
Yıllar
|
Çin
|
Hindistan
|
Kore
|
Rusya
|
Brezilya
|
Türkiye
|
1970
|
40,5
|
20,8
|
26
|
-
|
38,3
|
22,5
|
2007
|
48,5
|
29,5
|
37,1
|
37,7
|
27,7
|
28,3
|
2008
|
48,6
|
28,8
|
37,1
|
37,2
|
28
|
27,6
|
Tarım
sektöründeki değişim de göz önünde tutulursa sanayi üretiminin
GSYİH'da artan payı gelişen bu ülkelerde ekonomide geriye
dönüşümü olmayan bir yapısal değişimin gerçekleşmiş
olduğunu gösterir” (Bu konu için bkz.: İbrahim
Okçuoğlu;
www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com.
“Kapitalizmde
Eşitsiz Gelişme Yasası - Ülke Ekonomilerinde Yapısal Değişim”,
Makale I ve II. 15.10. 2010).
Peki
bu gelişen ülkeler ürettikleri sanayi ürünlerine ne yaparlar
acaba? İç pazarda mı tüketirler? Veya dış pazara mı sürerler?
Tablodaki
veriler, önde gelen emperyalist ülkeler “agoni”
sürecindeyseler, gelişen ülkelerin de”anti-agoni” sürecinde
olduklarını gösteriyorlar.
Gelişmenin
bu yönde olduğunu başka veriler de göstermektedir.
Verili
dönemlerde işçi başına üretim (çıktı) değerinin yüksek
oranlarda olduğu iki-üç bölge dikkati çekiyor; Doğu Asya,
Güneydoğu Asya ve Pasifik alanı ve Güney Asya. Gelişmiş
ülkelerde ve AB'de çıktı artışı, oransal olarak, Sahra altı
ülkelerinden de geride kalıyor. Başta doğu ve güney bölgeleri
olmak üzere bütün Asya geleceğin dünya fabrikası olmuyor mu?
Gerileme
ve yükselme eğilimine bir de ülkeler açısından bakalım.
Aşağıdaki
grafiği bu açıdan okumaya çalışalım.
Yukarıda
ülke grupları bazında gördüğümüz eğilimi burada da
görüyoruz. İki grup ülke var: Bir grupta büyüme oranları
yüksek. Diğer grupta düşük. ABD, Almanya ve Japonya adeta büyüme
oranları bakımından birbirlerine sarılmışlar. Bu gruptaki
ülkeler dünya ekonomisinin büyüme hızını keserken (verili
dönem içinde ABD'de büyüme oranları -3,1 ila 3,5, Almanya'da
-5,1 ila 4, Japonya'da -5,5 ila 4,5 arasında gidip geliyor) başta
Çin olmak üzere Hindistan ve Brezilya'dan oluşan grup dünya
ekonomisinin hızlı büyümesinin motoru oluyor (aynı dönemde
Çin'de büyüme oranları 7,8 ila 14,2, Hindistan'da 4,9 ila 10,1 ve
Brezilya'da da -0,3 ila 7,5 arasında seyrediyor).
Aşağıdaki
grafik dünya ekonomisinde “işlerin tersine döndüğünü”
gösteriyor.
Ne diyordu Stalin? "...sömürge ve bağımlı ülkelerde pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet eden ve böylece pazarlar uğruna mücadeleyi keskinleştiren ve karmaşıklaştıran yerli, genç bir kapitalizmin doğması ve büyümesi..." (Stalin; XVI. Parti Kongresine Sunulan Siyasi Rapor; C.12, s. 217).
Yukarıdaki
grafik veya grafikler Stalin'in bu görüşünü doğruluyor.
Sömürge, yeni sömürge, emperyalizme bağımlı ülkelerde
kapitalizm gelişiyor “eski
kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor”;
kapitalizmin merkezi “eski
kapitalist ülkeler”den
“genç
kapitalizmin doğduğu ve büyüdüğü”
ülkelere kayıyor.
Kim
doğru söylemiş? Stalin mi, Troçki mi?
Her
ikisinin söylemi bir an tespiti değildir. Öyle olsaydı, kimin
doğru, kimin yanlış söylediğinin hiçbir önemi olmazdı, en
azından buraya aktarılacak, dayanak noktası olarak görülecek
derecede önemli olmazdı. Gerek Stalin'in ve gerekse de Troçki'nin
konuya ilişkin değerlendirmeleri perspektif karakteri taşımaktadır;
birisi (Stalin) kapitalizm şurada burada çökebilir, ama başka
alanlarda da gelişebilir, bu sistem “kaskatı bir kristal”
değildir, değişebilir ve ancak öznenin (işçi sınıfı ve
müttefikleri) bilinçli eylemiyle yıkılabilir derken, diğeri
(Troçki) kapitalizmin çöküşünün en son sınırına vardığını,
“agoni” sürecinde olduğunu, dolayısıyla kendiliğinden
çökeceğini vaaz etmektedir.
Kapitalizmi
ve onun geleceğini Avrupa-ABD merkezli görmenin ve o açıdan
bakmanın sonuçları ortada değil mi? Kapitalizmin “final krizi”,
yok olmaya yüz tutmuş kapitalizm, sistem krizi, Troçki'nin dediği
gibi “kapitalizmin agonisi”,“çöküşü
en son sınırlarına varmış kapitalizm”, “varlığını
sürdürmesi imkansız kapitalizm”!
Ne
kaldı bu değerlendirmelerden geriye? Laf yığını. Başka bir şey
değil. Doğru, kapitalizm klasik merkezlerinde geriliyor, güç
kaybediyor, evet çöküyor, ama dünyanın başka yerlerinde
gelişiyor; kapitalist dünya ekonomisinde merkez çevre olma, çevre
de merkez olma sürecine girmiş. Bu anlamda da güçler dengesi
değişmektedir.
Bu
veriler kapitalizmin geleceğinin kapitalist ekonominin nesnel
yasalarına göre değerlendirilmediğini, en fazlasıyla politik
kaygılara göre değerlendirildiğini gösterir. Ama politik
kaygılara göre değerlendirme en azından bugün açısından salt
teorik bir değerlendirmedir, kapitalist sistemin mevcut gelişme
seyrini açıklayamaz. Politik kaygılara göre değerlendirme bu
sistemi yıkacak olan işçi sınıfı ve müttefiklerinin
mücadelesinin yükseldiğini, kapitalizmin siyasal mücadele
sonucunda yıkılıyor olduğunu savunmak demektir. Ben de bunu
savunuyorum. Ama ortada bu sistemi yıkma ve sosyalizmi kurma
bilincinde olan ve ona göre örgütlenmiş bir işçi sınıfı
henüz yok.
Kapitalizmin
nesnel yasalarının işleyişiyle onun sonunun geldiğini birbirine
karıştırmanın sonuçları ortada değil mi?
Stalin
bu yasaları küçümsemiyor, Troçki ise hiçe sayıyor. Her ikisi
arasındaki fark, kapitalizmi mücadele sonucuyla yıkmakla, teorik
olarak çökertmek arasındaki farktır.
Yaşanmakta
olan krizden dolayı kapitalizmin merkez ülkelerde genişleme,
yayılma olanaklarının daralmasına veya oldukça sınırlanmış
olmasına bakarak kapitalizmin “final krizi”nden, “agoni”sinden
bahsedenler, krize rağmen dünyanın başka alanlarında
kapitalizmin genişleme, yayılma olanaklarına sahip olduğunu neden
görmek istemezler? Kapitalizmin nesnel yasalarını anlamadıkları
için. Sermayenin dönemsel olarak (kriz) büyümesinin sınırlarına
varması, sabit sermaye (fabrikalar, ürün vb.) yok edilmesi
(sermaye kıyımı) ve sonra da yeniden büyümeye, genişlemeye
başlaması yeni bir olgu değil. Kapitalizmin bütün dönemsel
krizlerinde (belli aralıklarla patlak veren fazla üretim krizleri)
böyle olmuştur. Yaşanmakta olan krizi, daha öncekilerden ayıran
nitelik nedir ki, “final kriz”den, “agoni”den bahsediliyor?
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının çok gelişmiş
olması mı? Ama yukarıdaki veriler (aşağıda da ayrıca
değineceğiz) sermaye ve üretimin en çok uluslararasılaşmış
olduğu günümüzde patlak veren krizin ülkelerin bir kısmında
üretimin durgunluk sürecine girmesine neden olurken, başka
ülkelerde kapitalizm “hiçbir şey olmamış” gibi geliştiğini,
büyüdüğünü göstermiyor mu? (Yukarıda bir yerde de belirttiğim
gibi, bu yazıda sorunun teorik yönünü ele almayacağım, daha
önceki yazılarda yeteri kadar ele alındı).
20.
yüzyılın ilk çeyreğinde veya 1929-32 krizine kadar olan dönemde
kendiliğinden çöküş teorisini savunanların mantığını
anlayabilirim. Ne de olasa o dönemde dünya ekonomisi veya
kapitalizm birkaç emperyalist ülkeyle sınırlıydı; dünya
ekonomisinin yüzde 95'ini Avrupa merkezli emperyalist (Almanya,
Fransa, İngiltere) ülkeler ve ABD oluşturmaktaydı. Bu merkezlerin
çökmesi kapitalist dünya ekonomisinin yüzde 95'inin çökmesi
anlamına gelirdi. Bu da sistemin çökmesi demek olurdu. Ama bugün
öyle mi? Dünya ekonomisinin yüzde 95'i bu merkez ülkelerden mi
ibaret? Yukarıdaki verilerin de gösterdikleri gibi durum tamamen
değişmiştir. Bu merkez ülkeler dünya ekonomisinin motoru
olmaktan çıkıyorlar, merkez özelliklerini ve ağırlıklarını
kaybediyorlar.
Dün,
o dönemde kapitalizmi Avrupa ve Kuzey Amerika kapitalizmiyle eş
anlamlı görebilirdik, ama bugün hiç de öyle değil. Bugün en
fazlasıyla “beyaz adamın kapitalizmi”nin gerilediğini, çöküş
sürecine girdiğini söyleyebiliriz, ama bunu söylerken öbür
tarafta “sarı adamın veya kara adamın kapitalizmi”nin
varlığını, güçlendiğini, merkez olma durumuna geldiğini;
güçler dengesinin değişiyor olduğunu neden göremiyoruz?
Yukarıdaki
görüşleriyle Troçki yanılmış, Stalin haklı çıkmıştır;
eski kapitalist ülkelerin -merkez ülkelerin- gerilemesiyle,
çöküşüyle yeni kapitalist ülkelerin yükselmesi “kapitalizmin
final krizi” anlayışını, “agoni içinde kapitalizm”
teorisini (kendiliğinden çöküş teorisinin bir tanımlama biçimi)
çürütüyor.
Gelişen
ülkelerde kapitalizmin sergilediği dinamik, örneğin BRIC
ülkelerinin yükselişi, şüphesiz ki yaşanmakta olan krizin
patlak vermesini geciktirememiştir ve aynı zamanda kapitalizmin
merkez ülkelerinde krizin kısa zamanda atlatılmasını da
sağlayamamıştır. Ama buna rağmen bu ülkelerdeki ekonomik
potansiyel dünya sanayi üretimini nispeten kısa bir zaman zarfında
krizden çekip çıkartacak kadar güçlü olduğunu göstermiştir.
Bu gerçeği görmek gerekir. Diğer taraftan şunu da görmek
gerekir: Bu ülkeler -Çin, Brezilya, Hindistan ve başkaca krize
girmeyen ve yüksek büyüme potansiyeli olan ülkeler- hep yükseliş
içinde olmayacaklardır. Bu kapitalizm gerçekliğine aykırıdır.
Süreç içinde bu ülkelerde de ekonomik krizler patlak verecektir,
bundan kurtuluş yok.
Önce
İngiltere, Japonya da dahil klasik emperyalist ülkelerin -Avrupa ve
Kuzey Amerika kapitalizminin- geleceğini gösteriyordu. Şimdi de
Japonya aynı geleceği gösteriyor. Japon kapitalizmi 1990'dan bu
yana durgunluk batağında debelenmesine rağmen bir türlü
çökmüyor, batmıyor. Acaba neden? Japon tekelci sermayesinin
faaliyeti sadece Japonya ile sınırlı olsaydı -sermaye sadece
Japonya sınırları içinde kalmış olsaydı- çoktan çökerdi
diyebiliriz. Sermaye Japon sınırları içinde adeta yerinde
sayıyor, ama bu sermaye yurt dışı yatırımlarından dolayı
oldukça aktif. Japon tekellerinin özellikle bütün Asya
ülkelerinde uzantıları, şubeleri var. Bu tekellerin üretim ve
ticari faaliyeti Japon sınırları içinde sürünüyor, ama Japonya
dışında kar getiriyor. Bu karlar aynı potada toplanıyor. Demek
ki, ülke içinde kar olanağı bulamayan Japon sermayesi ülke
dışında genişleme, yaygınlaşma olanağı bulabiliyor. Japon
emperyalizmi bu nedenle ayakta kalabiliyor.
Bu
durum farklı boyutlarda da olsa Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD
için de geçerlidir.
Sermaye
hareketinin bu özelliklerini, konjonktürün merkez ülkelerde
gerilemesini, çevre ülkelerde yükselmesini, bu iniş-çıkışların
diyalektiğini anlamayanın gerçekliği anlamama gibi bir sorunu var
demektir.
Aynı
şekilde, bu değişimleri, bu değişim diyalektiğini “modern
toplumun ekonomik hareket yasası” (Marks) veya daha somut anlamda
söyleyecek olursak “sermaye hareketi yasası” olarak
yorumlayamayanın da Marksist-Leninist politik ekonomi ile sorunu var
demektir.
Sermaye
ve üretim uluslararasılaşıyor. Bunun motoru da süper
tekellerdir. Bu bağlamda bir araştırmanın sonuçları ilginç
olguları açığa çıkartıyor.
Zürih
Teknik Yüksek Okulu uluslararası faaliyet sürdüren 43.000
işletmeyi mülkiyet ilişkileri açısında araştırıyor (Bkz.:
"The
network of global corporate control").
Bu işletmeler içinde 1318'i birbiriyle çok sıkı bağ içinde;
ortalama ağ sayısı 20. Bu 1318 işletme dünya çapında cironun
yüzde 20'sine ve üretim kapasitesinin de (üretim firmaları) büyük
bir kısmına sahipler. 1318 işletme içinde sadece 147 işletme
birbirine bağlı işletmelerin ürettikleri değerin yüzde 40'ını
kontrol ediyor. Aşağıdaki şekil “kimin elinin kimin cebinde”
olduğunun pek bilinmediği bir kapitalist dünya gerçekliğini veya
sermaye ve üretimin uluslararasılaşma gerçekliğini
göstermektedir.
Kırmızı
noktalar, başka işletmelerle oldukça çok/yaygın bağları olan
işletmeleri temsil ediyorlar. Sadece bu durum kapitalist ekonominin
uluslararası alanda ne denli iç içe geçmiş olduğunu
göstermektedir.
Buraya
kadar ilginç olan bir şey yok. Emperyalizm aynı zamanda dünya
ekonomisi demektir. Dünya ekonomisinde sermayeler, işletmeler
arasında ilişki kurulmuş olması da yeni değildir. Burada sorun
şu: Bu denli yoğun iç içe geçmişliğe, bağımlılık
ilişkilerine rağmen dünya ekonomisini kontrol eden bu işletmeler
nasıl oluyor da bazı ülkelerin krize girmesini engelleyemiyorlar
ve bazı ülkelerin de (örneğin Çin, Hindistan) krize girmesine
neden olamıyorlar. Bu işletmelerin çoğunluğu, bugün krizde olan
ABD, Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere gibi ülkelere ait. Nasıl
oluyor da bu uluslararası süper tekeller dünya ekonomisinin
krizden kaynaklı bütün yükünü veya krizin kendisini gelişen
ülkelere yıkarak kendi ülkelerini/ekonomilerini krizden uzak
tutamıyorlar?
Sadece
sormuş olayım?
Sonuç
itibariyle:
II.
Dünya Savaşından bu yana ABD önderliğinde ABD-Batı Avrupa
ekseni kapitalist dünya üzerinde hakimiyetini sürdürdü. 1990'lı
yılların başında revizyonist blokun ve SSCB'nin dağılmasıyla
kapitalist dünya çok rekabet merkezli ve güçler dengesinin
değişmeye başladığı bir sürece girdi. Güçler dengesindeki
değişimi 2008'den bu yana yaşanmakta olan ekonomik kriz
hızlandırdı ve oldukça görünür kıldı.
Avrupa'nın
emperyalist ve gelişmiş güçleri gerilerken, düne kadar sömürge,
yeni sömürge ve emperyalizme bağımlı ülkeler yükselmeye
başladılar ve değişen güçler dengesinin bir tarafını
oluşturdular. 1993'te dünya ihracatının yüzde 66,4'ünü Avrupa
ve Kuzey Amerika kontrol ediyordu. Asya ve ABD'nin dünya
ihracatındaki payı da yüzde 52,1 idi. 2011'de Avrupa ve
Amerika'nın dünya ihracatındaki payı yüzde 54,1'e gerilerken ABD
ve Asya'nın payı da yüzde 59,5'e çıkıyordu. Bu değişimin
sonucudur ki, 2011 yılında ABD, ihracatının yüzde 27,8'ini
Asya'ya, ancak yüzde 21,3'ünü de Avrupa'ya yaparken, Amerikan
ithalatında Asya'nın payı yüzde 37,1 ve Avrupa'nın payı da
yüzde 18,4 olarak gerçekleşiyordu (Bkz.: WTO International Trade
Statistics 2012).
Soruna
tekil ülkeler açısından baktığımızda güçler dengesindeki
değişim, bazı ülkelerin gelişmesindeki devasa dinamik daha bariz
görülmektedir.
Sanayi
üretiminde klasik emperyalist ülkeler, üretimin kriz öncesindeki
en yüksek seviyesini hala aşamamışlardır. Ama “yükselen
pazarlar” diye tanımlanan ülkeler ya krize girmediler ya da kısa
zamanda krizden çıkarak sanayi üretimini önemli boyutlarda
artırdılar. Örneğin 2005=100 bazında 2012'de sanayi üretimi
Kore'de yüzde 48,7, Polonya'da yüzde 45,4, Meksika'da yüzde 13,6,
Türkiye'de yüzde 29,9, Hindistan'da yüzde 60,4, Brezilya'da yüzde
12,3, Rusya'da yüzde 20,7 oranlarında artmıştır. Çin'de ise
büyüme oranlarında sadece küçülme olmuştu.
Dünyanın
en büyük 500 tekeli (süper tekeller) arasında Çin'e ait
olanların sayısı 2000'de 12'den 2012'de 73'e çıkıyor, 6,6 misli
bir artış. Aynı dönemde Hindistan tekellerinin sayısı 1'den
8'e, Kore tekellerinin sayısı 11'den 13'e çıkarken AB ülkeleri
tekellerinin sayısı da 141'den 138'e düşüyor.
Bütün
bu ve yukarıdaki veriler hakim emperyalist güçler arasındaki
güçler dengesinin değiştiğini göstermektedir; kapitalist dünya
üretiminin merkezi ABD-AB-Japonya üçgeninden Asya'ya kaymıştır.
ABD ve Avrupa arasındaki transatlantik ekseninin yerini ABD-Asya
arasındaki pasifik ekseni almaya başlamıştır.
Aşağıdaki
grafikte bu gelişmeyi görüyoruz:
Dünyanın
en büyük 500 tekeli arasında Amerikan, AB ve Japon menşeli
olanların sayısı azalırken Çin tekellerinin sayısı oldukça
hızlı artmıştır. 2012'de 500 en büyük tekel arasında
Japonya'nın değil, Çin'in daha çok tekeli vardı.
Yaşanmakta
olan kriz bu süreci sadece hızlandırmıştır.
Bu
ülkeler arasındaki mevcut sessizliğe bakarak güçler dengesindeki
bu değişimin barışçıl olduğunu sanmak siyasal körlüktür. Bu
güçler dünyanın her yerinde; Latin Amerika'da, Afrika'da,
Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Hazar Havzası'nda, Orta Asya'da;
hammadde kaynaklarının bulunduğu her herde, enerji koridorları
bölgelerinde hepsi birbirinin kuyusunu kazmakla meşguller.
Jeopolitika üretme yeteneğine ve dünya hakimiyeti potansiyeline
sahip birkaç ülke dar bir alanda itişip kakışmaktadır. Bu dar
alan Avrasya'dır. Bu alanda Rusya, Çin ve Hindistan'ın yanı sıra
dış bir güç olarak ABD yer almaktadır. Bu ülkeler arasındaki
çelişkilerin keskinleşmesi ve bütün dünya üzerinde sürdürülen
rekabet, savaş tehlikesini güçlendirmektedir.
Emperyalist
güçlerin politikasını veya neye göre politika belirlediklerini
anlamak istiyorsak eşitsiz gelişmenin kapitalist yasallığını
göz önünde tutmamız gerekir. Emperyalist güçlerin politikasında
tercih yoktur, kapitalist yasallığın gereği neyse o vardır.
Yukarıda bazen gereğinden fazla verilerle özellikle yaşanmakta
olan ekonomik kriz sürecinde emperyalist güçler arasındaki güçler
dengesinin güçlü bir biçimde değiştiğini gösterdik; Çin,
yükselen ve saldırgan emperyalist güç olarak ortaya çıkıyor,
dünya kapitalizminin merkezi ABD+Avrupa'dan Asya'ya kayıyor.
Transatlantik ekseninin yerini transpasifik ekseni alıyor. Bu
gelişme daha şimdiden Doğu Asya gibi dar bir alanda jeopolitika
üretme yeteneğine sahip emperyalist güçlerin gruplaşarak itişip
kakıştığını göstermektedir. Japonya ve Güney Kore gibi
müttefikleriyle bir taraftan ABD ve diğer taraftan da “Şanghay
İşbirliği Örgütü” şemsiyesi altında Çin, Rusya birçok
Orta Asya ülkesi (Hindistan, Pakistan ve İran bu örgüte gözlemci
üye statüsüyle katılıyorlar) karşı karşıya geliyor.
Bölgeyi
istikrarsızlaştıran ve çember altına alan esas güç ABD'dir.
2020'ye kadar savaş filosunun yüzde 60'nı bu bölgede
yoğunlaştıracağını açıklayan ABD resmen savaş kışkırtıcılığı
yapmaktadır. Gerileme sürecine girmiş olmasının etkisiyle ABD
daha da saldırgan olmaktadır. ABD'nin savaş bütçesi 633 milyar
dolara varmaktadır. Bu, bütün ülkelerin savaş bütçesinden daha
fazla olan bir miktardır. Bunun karşısında ne Rusya ne de Çin
masum güçlerdir. Çin, yükselen saldırgan güç olarak
silahlanmakta ve silah ihracatına büyük önem vermektedir.
Kendi
gelişmesi içinde kapitalizm yeni bir tarihsel dönemeç noktasına
gelmiştir. Devrimle bu sistem yok edilmezse İngiltere'nin dünya
çapında hakim konumunu kaybetmesi gibi ABD de hakim konumunu açık
ki Çin lehine kaybedecektir. Batı dünyasında kapitalizm gelişme
potansiyelini kaybetmiş olabilir ama bu, kapitalizmin ”agoni”
sürecinde, “final krizi”nde olduğu, çöküyor olduğu anlamına
gelmez. Kapitalizm Doğu'da gelişme potansiyeline sahip olduğunu
göstermektedir. Marks'ın dediği gibi, kapitalizm, “kaskatı
bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir
organizmadır” (Marks,
Kapital, C. I, s. 16).
Ama
bundan kapitalizm yıkılamaz sonucu çıkartılmamalıdır. Bu
sömürü ve talan sistemi ne denli güçlü olursa olsun her şeye
muktedir değildir. Tarih bunun böyle olduğunu gösteriyor ve
günümüzde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar her türden
dayatmaya boyun eğmeyeceklerini sürdürdükleri mücadele ile
gösteriyorlar. Yaşanmakta olan krizin de etkisiyle dünyanın her
tarafında günlerce süren genel grevler, devlet güçleriyle
çatışmalı protestolar, toplamda milyonların katıldığı başka
eylemler, yol kesmeler, işletme işgalleri gerçekleştiren, birçok
Arap ülkesinde diktatörlere karşı başarılı kalkışma
gerçekleştirmiş olan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar,
kapitalist sistemi yıkarak sosyalizmi kurmak için sınıf partisi
önderliğinde devrimi de gerçekleştirecektir.
Son
olarak 2012 itibariyle dünyanın mücadele haritasını verelim.
*