deneme

17 Ocak 2015 Cumartesi

“İSLAMOFOBİ” - “KÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASI” - JEOPOLİTİKA



İSLAMOFOBİ” - “KÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASI” - JEOPOLİTİKA

Huntington'ın 1990'lı yılların ilk yarısında (1993, 1996) gündeme getirdiği “Medeniyetler Çatışması” veya “Kültürler Mücadelesi” o zaman başka sorunların daha gündemde olmasından dolayı pek dikkati çekmese de sürekli jeopolitika tartışmalarının bir parçası olarak kalmıştı. Şimdi bu konu jeopolitika tartışmasının önüne geçti, özellikle de 7 Ocakta gerçekleştirilen Paris saldırısından sonra yoğun bir “medeniyetler çatışması” tartışması sürdürülüyor. Taraflar belli; bir taraftan Batı medeniyetinin temsilcisi olduğundan hareket eden ABD ve AB'nin emperyalist ülkeleri, diğer taraftan da İslamı temsil ettiğini söyleyenler ve İslamcılığı savunanlar. İslam dünyasında bir bütünlük olmadığı için bu dinin toplumsal yapıyı (üst yapı) güya biçimlendirdiği ülkelerde böyle bir iddia sesi yükselmemekte.


Tabii ortada kalanlar da var. Bunların önemli bir kısmı sorunu maddi zemininden kopartarak salt bir üst yapı çatışması olarak ele almakta. Oysa Hungtington'ın “medeniyetler çatışması” son kertede Batı'nın dünya hakimiyeti için mücadelesinin bir yasıma biçimidir. Bunun nasıl bir mücadele olduğunu Amerikan emperyalizmi ve onun jeopolitika uzmanları, ideologları yeteri açıklıkta sürekli yazıp çizmekteler. Dolayısıyla bugün dillendirilen “medeniyetler çatışması” aslında ABD öncülüğünde Batı emperyalizminin dünya hakimiyeti için mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu mücadele II. Dünya Savaşından sonra sosyalist Sovyetler Birliği'ne; iktidarın Kruşçev revizyonistleri tarafından gasp edilmesinden (SBK(B)'nin 20. Kongresi, (1956) sonra revizyonist Sovyetler Birliği'ne karşı ve 1990'lı yılların başında Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun yıkılmasından sonra da Batı destekli Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti için mücadelesi olarak sürdürüldü. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra iki kutuplu dünyanın yerini tek kutuplu (ABD) ama çok rekabet merkezli (AB, Japonya, Çin, Rusya) dünya aldı. Kapitalizm ve emperyalizmin en azından II. Dünya Savaşına kadar tanıdığımız sömürge savaşları, 1990'dan sonra yeni sömürgeleri ve bağımlı ülkeleri Amerikan emperyalizminin “yeni dünya düzeni”ne entegre etme, bu düzenin bir parçasına dönüştürme savaşları olarak sürdürüldü. Savaşmak için açıktan düşman “kalmadığı” için “dünya çapında terörizme karşı mücadele” adı altında stratejik olarak tek tek seçilmiş ülkelerin işgaline girişildi. Bugün gündemde olan bu işgal savaşlarının sonuçlarıdır. Ama bu sefer demokrasi götürmekten, kitle imha silahlarından pek bahseden yok. Diğer taraftan Batı'dan binlerce km uzakta savaşılıyor. Dolayısıyla bu savaşın Batı'daki toplumsal yapıları doğrudan etkilemesi diye bir durum da yoktu. Çok uzaklardaki milyonlarca insan katlediliyor, yurdundan ediliyor, göçmenliğe, mülteciliğe sürükleniyordu. Her ne kadar Batı sınırlarını kapasa da bu “medeniyet” alanına bir biçimde gelebilen binlerce Müslüman, “Batı medeniyeti” içinde yer almaya başladılar. Daha öncesinde işçi olarak gelenler ve mülteciler de hesaba katılırsa Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika, Danimarka gibi Batı medeniyetinin medar-ı iftiharı olan ülkelerde Batı medeniyetinin dışladığı kalabalık bir nüfus yoğunlaşması oldu. Şimdi bu medeniyetin temsilcileri, ekonomik ve toplumsal yaşamda karşı karşıya kaldıkları ve kapitalist sistemin “fıtratı”nda olan çelişkileri -örneğin işsizlik, yoksulluk, sosyal hakların geri alınması veya kuşa çevrilmesi vs.- çözemedikleri ve sistemden kaynaklı olduğu için de çözemeyecekleri için işin içinden yeni nedenler, hedefler göstererek çıkmaya çalışıyorlar. Bu nedenle İslamın doğuşundan ve Batı medeniyetinin oluşmasından bu yana süregelen “medeniyetler çatışması” Batı'daki Müslüman nüfus bahane edilerek yeniden gündemleştirilmiştir.

Samuel P. Huntington'ın “Medeniyetler Çatışması”

Samuel P. Huntington “Kültürlerin Mücadelesi”nde bugünkü ve yarınki dünyanın “iç yapısı”nın nasıl olacağını açıklamaya çalışmaktadır. Bunu da dünya çapında tarihsel yakınlık, ortak değerler sistemi, yaşam tarzları, dünyaya bakış ve bunlara tekabül eden toplumsal ve siyasi düşünce tarzları tarafından belirlenen büyük kültürlerinin gelişmesi ve ayrışmasıyla; birbirine karşı sınırlanmasıyla yapabileceğinden hareket ediyor. Bu nedenle 21. yüzyılda çatışmaların büyük devletler ve büyük kültürler arasında olabileceğini ve bunların dünya savaşlarıyla sonuçlanabileceğini savunmaktadır Huntington. Bu şahsa göre 20. yüzyıl sekülerlik ve ideolojiler dünyasıyken 21. yüzyıl dinlerin yüzyılı olacaktır. Huntington, özellikle ABD'de “politika yapmayı” oldukça etkileyen düşünce okulunun teorik temelini oluşturan yeni savları formüle ediyordu. Oluşturuğu teori oldukça anlaşılır; iktidar sorunu, toplumsal, siyasi çelişkiler kültür alanına kaydırılıyor ve birer kültür sorunu olarak açıklanıyor. Böylece sömürgecilik, tahakküm, talan, ekonomik ve stratejik nedenlerden dolayı işgal, ilhak vb. karşımıza birer kültür sorunu olarak çıkartılıyor.

Huntington'ın 1993 yılında Foreign Affairs adlı akademik dergide yayınlanan makalesini genişleterek 1996'da yayımladığı “Kültürlerin Mücadelesi“” kitabının ana tezi şudur:
İnsanlığın büyük ayrım hatları ve çatışmanın hakim kaynağı kültür türünden olacaktır. Ulus-devletler dünya politikasında en güçlü aktörler olarak var olacaklardır, ama dünya politikasının ana çatışmaları uluslar ve medeniyetlerin çeşitli grupları arasında oluşacaktır. Medeniyetlerin çatışması dünya politikasına hakim olacaktır. Medeniyetler arasında kırılma noktaları geleceğin cepheleri olacaklar”.

Amerikan emperyalizminin ve onun şemsiyesi altında Batı kültürünün savunucusu olan Huntington'a göre sınırlar, devletleri ve ittifak güçlerini değil de kültür çevrelerini birbirinden ayıran ayrım çizgileri olacaktır. İnsanların en önemli kimlik özelliği sınıfsal olmayacaktır (yani işçi, köylü, kapitalist vs.), aksine belli bir kültür çevresinde insanların en temel özelliği, kökeninin yanı sıra dili, tarihi, toplumsal değerleri, gelenekleri ve özellikle de dini tarafından belirlenmiş olacaktır. Öyle ki, insanlar arasında en önemli ayrım, en önemli kimlik, en önemli motivasyon kaynağı din olacaktır. Bu nedenle Huntington, “din, insanlar arasında olabilecek küçük bir farkı değil, muhtemelen en derin farktır” der. Bu anlamda Huntington, önce yedi kültür çevresinden bahseder. Sonradan buna yeni bir kültür çevresi daha ekler (1). Ama bu kültür çevreleri siyasi-sahipsiz, kontrolsüz değildir; siyasi birlik oluşturmayan bu kültür çevrelerinde siyasi eyleyişi “çekirdek devletler” üstlenmişlerdir. Bu “çekirdek devletler” değişkendir. Tam da bu noktada Samuel Phillips Huntington jeopolitik düşünmektedir, daha doğrusu Amerikan jeopolitikacısı Zbigniew Kazimierz Brzezinski'nin izini sürmektedir.

Huntington'a göre gelecekte dünya politikasını iki gelişme belirleyecektir; Batı'nın giderek kaybolan, etkisizleşen gücü ve başka kültür çevrelerinin yeniden güçlenmesi. Batı ile kastedilen Avrupa ve Kuzey Amerika merkezli hakimiyet gücü (kültür çevresi) ve diğer kültür çevreleriyle kast edilen de Asya ve İslam dinidir. Batı kültür çevresi geçmişte hakim konumdaydı ve 21. yüzyılda da haki konumda kalacaktır. Batı kültürü ekonomik ve teknik ilerleme ve gelişmeyle, bu kültüre sahip ülkelerin güçlü olmasıyla ve askeri gücüyle hakim konuma gelmiştir. Ama Batının iktidar/hakimiyet kaybı artık durdurulamaz. Diğer kültür çevreleri Batıya yetişecekler ve onu geçecekler. Özellikle Çin 21. yüzyılda dünyanın en büyük ekonomik gücü olacak; Asya Avrupa'yı geçecek. Burada kültürü çıkartıp yerine sermayeyi korsak Huntington'ın geçmişte kapitalizmin öncelikle geliştiği Batı Avrupa ülkeleri ve biraz gecikmeli olarak ABD dünyanın geriye kalan kısmını (Asya, Latin Amerika, Afrika) sömürdü, talan etti, katletti ve kendi kültür anlayışını hakim kılmaya çalıştı, ama şimdi başka ülkeler de gelişti ve Batıyla rekabet etmekteler ve Batı'yı geçecek duruma geldiler demek istediğini anlarız.

Huntington'a göre Batı'nın emperyal hakimiyeti döneminde dünyanın geriye kalan kısmında Batı'ya karşı kin ve öfke birikmiştir. Şimdi bu kin ve öfke köktencilik ve Batı'nın dünya düzenine karşı sert eleştiriler biçiminde ortaya çıkmaktadır. Batı kültürüne karşı saldırı, güçler dengesi Batı'nın aleyhine değiştikçe daha da artacaktır. İslam ve Çin kültür çevreleri Batı'ya meydan okuyanların başında gelecektir. Özellikle İslam, nüfus artışıyla, kendi değerlerinin yeniden güçlenmesiyle Batı için tehlike oluşturmaktadır. Huntington, “İslamın Rönesans”ndan, yani siyasi güç olarak İslam'dan bahsetmektedir. İslam derken de köktenciliği değil, İslam'ın bizzat kendisini kastetmektedir. Huntington, Batı ile İslam arasında tekrarlanan bir çatışmadan bahsetmektedir ve bunun nedenlerini de iktidar ve kültürün temel sorunlarında aramaktadır. Onun düşüncesine göre İslam ve demokrasi arasından uyumluluk yoktur; Müslümanlar din ve politika arasında bir ayrımı kabullenemezler. Diğer taraftan Müslümanlar, başka dinlere karşı anlayışlı değillerdir; İslam inancı, başka dinlere inananları gerekirse zor kullanarak kendi hakimiyeti altına almayı vaaz eder.

Huntington'a göre yeni dünya düzeni nasıl şekillenmelidir? Kültür çevreleri arasındaki ilişkiler kooperatif, işbirliği, anlayış, uzlaşma temelinde olmayacaktır; aksine aralarında düşmanca ilişkiler sık sık görülecektir. Böylece Hungtinton, bildiğimiz kapitalist sömürü ve talanı, rekabeti; bunlardan kaynaklı savaşları kültür çevreleri arasında savaşlara dönüştürmektedir.

Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve onunla birlikte revizyonist blokun dağılması sonucunda düşman anlayışı da değişti; Huntington'a göre artık yeni düşmanlar, İslam ve Çin olmuştu. Askeri harcamaları, yeni saldırıları, savaşları, enerji kaynaklarını ele geçirme savaşlarını, dünya hakimiyeti için rekabeti ve sonununda ortaya çıkan çatışmaları; yani Amerikan emperyalizminin ve Avrupalı emperyalist ülkelerin hakimiyetini haklı çıkartmak için eski düşman anlayışının yerini kültürün siyasi çıkarlar için araçlaştırılması almış oluyor. Farklı kültürler çevreler anlayışıyla Huntington, dünyayı fiilen ikiye bölüyor; Batı ve Doğu. Batıda ABD ve Batı Avrupa yer alırken doğuda Çin ve İslam önplana çıkartılıyor. Bu perspektifle Huntington, aynen Brzezinski gibi, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını korumaya çalışmanın ötesinde 21. yüzyılda dünya hakimiyeti için jeopolitik anlayışını ve uygulamasını (Afganistan, Irak savaşları, Yugoslavya savaşı vb.) meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Huntington'ın tezi dünyadaki birçok gelişme için “makul” bir açıklama getirmektedir. Aynı zamanda Amerikalıların ve Batı Avrupalıların korkularına tercüman olmaktadır; İslam köktenciliği, asyatik ekonomi gücünün yükselişi ve bu yükselen gücün “Asya değerleri” ile birleşmesi ve Batılı değerlerin karşısına dikilmesi. Tam da bu nedenle önümüzdeki görülebilir zaman içinde çatışmanın odak noktasını Batı ile “çok sayıda İslami-Konfüçyüsçü devletler” arasındaki karşı karşıya geliş oluşturacaktır diyor Huntington.

Huntington bir şema oluşturuyor, güya medeniyetlerden oluşan bir liste çıkartıyor. Ama bu listede söz konusu olan, medeniyetlerden ziyade önemli devletler ve çıkar gruplarıdır: Kuzey Amerika (ABD), AB, Rusya, Japonya, Çin, Hindistan. İslam sadece bir çekirdek devlet tarafından temsil edilmiyor; Bosna-Hersek, Türkiye, Çin, Hindistan, Malezya, Endonezya, Orta Asya, Ortadoğu, Kuzey Afrika, vs. Açık ki, Huntington medeniyetleri siyasi birimler olarak ele almaktadır.

Huntington'ın İslama bakışı:
20. yüzyılın ilk yarısı dünya savaşları, ikinci yarısı ise Soğuk Savaşın çağıydı. 21. yüzyılda Müslüman-Savaşı çağı başladı. Bunlar Müslümanların Müslüman olmayanlara karşı ve Müslümanların kendi aralarındaki bütün savaşları kapsamaktadır. Buna ek olarak, İslam kanlı sınırlara sahiptir. Kana susamış olduğundan dolayı değil, birçok faktörden dolayı. Bunlardan birisi Müslümanlar, özellikle de Araplar arasında Batı tarafından boyunduruk altına alınma ve sömürülme üzerine tarihsel histir. Diğer biri ise Batının somut politikası; özellikle Amerika'nın İsrail'i desteklemesi üzerine nefret...Üçüncüsü ise iş bulamayan genç erkekler. Bunlar ya Avrupa'ya geçmeye çalışıyorlar veya da Müslüman olmayanlara karşı savaşa katılıyorlar. El Kaide'nin ödemesi çok iyi” (2).

Huntington, gelecekte savaşlar, medeniyetler arasında çatışmalara yol açacaktır diyerek savaşların nedenini siyasi ve ekonomik alandan kültürel alana kaydırmaktadır. Bu durumda -gelecekteki çatışmalar kültürün doğasında aranmalıdır- savaşlar ve çatışmalar için bir çözüm bulmak mümkün olmayacaktır. Çünkü Müslümanlar, Müslüman oldukları için Avrupalıların ölümcül düşmanlarıdır. Japonlar, Japon oldukları için Avrupalıların ve dolayısıyla Amerikalıların düşmanıdır. Bu durumda bir medeniyete aitlik uzlaşmasızlıktır; seçilemez. Müslüman Müslüman, Avrupalı Avrupalı, Amerikalı Amerikalı olarak kalmak zorundadır.

Burada Huntington, Brzezinski'nin yolundan gitmekte, bir jeopolitikacı, bir jeostratejist gibi düşünmekte ve Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası planlarını gerçekleştirmesinde sorunlar görmektedir. Bu nedenle de ABD'yi iktidar kaybı bakımından uyarmakta ve bu kaybı engellemek ve Batı kültürünü muhafaza etmek için Avrupa ile birliğini, ortak hareket etmesini talep etmektedir. Huntington bu iktidar kaybının önlenmesi için veya dünya hakimiyetinin gerçekleştirilmesi için savaşın kaçınılmaz olduğunu görmekte, ama bunu hakimiyet için savaş olarak değil de medeniyetler, kültürler arası savaş olarak anlatmayı yeğlemektedir.

Diğer taraftan Huntington, medeniyetlerin, kültürlerin birbirine karışmasına, entegrasyonuna da oldukça karşıdır. Bu nedenle Batı'nın politik güçlerinin başka kültürleri Batıya göre biçimlendirme isteğine karşı gelmektedir: “Batının önde gelen politikacılarının esas görevi, başka kültürleri Batı örneğine göre biçimlendirmek isteği olmamalıdır... Esas olan, Batı kültürünün kendine özgü niteliklerini muhafaza etmek, korumak ve yenilemektir“.

Huntington’a göre eski düşman Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra “diğer kültürler” arasında Batı kültürünü/medeniyetini en sert/yoğun biçimde tehdit eden Müslümanlık veya medeniyet olarak İslamlık olmuştur.

Huntington, “biz” ve “öteki” ayrımının teorisini de yapmıştır. Ona göre din ayrıştırıcı bir güce sahiptir. “İnsanlar, kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımladıkça, farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirine karşı ‘biz’ ve ‘onlar’ ilişkisinin var olduğunu muhtemelen göreceklerdir”.

Ona göre insanların sınıflara göre ayrımının yerini dine göre ayrımı almıştır; din “biz” ve “öteki” yapmanın temel faktörüdür. Öyleyse 21. yüzyılda savaşların ve çatışmaların kaynağında “biz” ve “öteki”, yani din duracaktır.
Sosyal psikolojiye göre “biz” duygusu “öteki” duygusunu veya da “öteki” duygusu “biz” duygusunu zorunlu olarak beslerler ve güçlendirir. Böylece farklılık güçlendirilmiş, derinleştirilmiş olur.

Huntington'a göre Batı karşısında diğer kültürler/medeniyetler “öteki” olanlardır, “onlar”dır; yani Batıya göre farklı olanlardır. Huntington bu farkın tamamen silinmeyeceğinden, yok olmayacağından hareket etmektedir ve bundan dolayı da Batı kimliği (kültürü-medeniyeti) ile diğerleri arasına kesin bir “ayrım çizgisi” çekmektedir. Açık ki Huntington, “öteki” olanlara şunu söylemektedir: Bize göre “siz farklısınız, farklı kalmalısınız”, size göre biz farklıyız, farklı kalmalıyız, bize bulaşmayın. Bu durumda Batı kültürü ve medeniyeti, “öteki”ler için erişilemezdir; yani tektir, biriciktir, dolayısıyla “muhafaza edilmelidir, korunmalıdır ve yenilenmelidir”.

Huntington bu anlayışlarıyla neyi savunuyor, neyi kışkırtıyor?
Mackinder’ın, Spykman’in, Haushofer’in, Hessler’in; bu faşist Amerikan ve Alman jeopolitikacılarının anlayışlarının günümüze savunulmasını Brzezinski’nin yanı sıra Huntington'da görüyoruz. Brzezinski ve Samuel P. Huntington, günümüz koşullarının Mackinder’i, Spykman’ı, Haushofer’i, Ratzel’i ve Hessler’leridir.

Amerika’nın dünya hakimiyetinin, dolayısıyla Avrasya hakimiyetinin neden gerekli olduğunu, 20. yüzyılın ilk yarısındaki faşist, ırkçı jeopolitikacılara, sosyologlara adeta nazire yaparcasına Samuel Huntington şöyle açıklıyor:

ABD’nin hakimiyeti olmaksızın dünyada, Birleşik Devletlerin, uluslararası politikanın şekillenmesi üzerinde üstün etkisi altında olduğundan daha çok zor ve düzensizlik ve daha az demokrasi ve iktisadi büyüme olacaktır. Amerikan hakimiyetinin devamı, hem Amerikalıların refah ve güvenliği için hem de dünyada özgürlüğün, demokrasinin, serbest pazarın ve uluslararası düzenin geleceği için merkezi önemi haizdir” (3).

Brzezinski, S. Huntington’un bu “cesur iddiası”na hak verir. Böylece anlıyoruz ki, insanlığın geleceği için Amerika’nın dünya hakimiyeti şart! İnsanlık kendi geleceği için Amerikan emperyalizminin, özgürlük, demokrasi, iktisadi büyüme, zordan kaçınma, anarşiden kaçınma adına talanına boyun eğmek, onu selamlamak zorundadır!

Demek oluyor ki küresel refah, küresel demokrasi ekonominin küresel büyümesi isteniyorsa, Amerikan hegemonyası kabul edilmelidir. Aksi taktirde dünya şiddetten, istikrarsızlıktan, özgürsüzlükten kurtulamaz. Dünyanın geleceğini sadece Amerika şekillendirmelidir!

S. P. Huntington’ın bu anlayışı aynı zamanda Amerikan emperyalizminin küresel hegemonya için mücadele ettiğini de ifade ediyor. Küresel hegemonya Avrasya’ya hakim olmaktan geçiyor.

Afganistan Savaşı, tek başına, salt Afganistan ile sınırlı olarak ele alındığında anlamsızdır. Anlamsızdır, çünkü böyle bir savaş için Amerikan emperyalizmi fiilen savaşa girmez. Bunun yerine yerli işbirlikçilerini savaştırır. Nitekim Sovyet işgalcilerine ve yerli işbirlikçilerine karşı mücahitleri örgütleyen ve silahlandıran, yani kendi adına savaştıran Amerikan emperyalizmiydi. Mücahitlere karşı Taliban’ı da örgütleyen, Usame Bin Ladin’i de yetiştiren Amerikan emperyalizmiydi.

Amerikan emperyalizmi, Samuel P. Huntington’ın “Kültürlerin Mücadelesi”nden etkilenerek de Afganistan’daki çağ dışı rejimi yıkmak için harekete geçmemiştir. Amerikan emperyalizminin en gerici rejimlerle en “iyi” ilişkileri geliştirdiği bilinmeyen bir gerçeklik değildir. O halde sorun, ne Afganistan’daki çağ dışı rejime, İslam kültürüne karşı bir “haçlı seferi”dir, ne de “uluslararası teröre karşı savaş”tır. Amerikan emperyalizmi de biliyor ki, “terörizm”e karşı bu tarzda bir savaş, “terörizm”i yok etmez, tam tersine gelişmesi ve yaygınlaşması için zemin hazırlar.

S. P. Huntington ve jeopolitika

Huntington (18 Nisan 1927 – 24 Aralık 2008) kimdir ve görüşünün kıymeti harbisi nedir?
Bu şahıs Amerikalı bir siyaset bilimcisi. Harvard Üniversitesi’nde Stratejik Araştırmalar John-M.-Olin-Enstitüsü yöneticisi ve aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanıydı. Çoğu yazısında 21. yüzyıl dünya politikası sorunlarını, 21. yüzyılın nasıl şekillendirileceğini ele alan Huntington, Amerikan emperyalizminin stratejik sorunlarına, jeopolitik arayışlarına kafa yoran, bunun için görevlendirilmiş bir ideologdur, bir Amerikan jeopolitikacısıdır. Aynen Z. Brzezinski gibi bu şahıs da jeopolitikanın temel sorunlarını analiz etmekte ve Amerikan emperyalizmine yol göstermektedir.

Z. Brzezinski’nin “Yegane Dünya Gücü, Amerika’nın Hakimiyet Stratejisi” kitabında ele aldığı temel konular, S. P. Huntington’ın “Medeniyetler Mücadelesi” veya “Kültürlerin Mücadelesi, 21. Yüzyılda Dünya Politikasının Yeniden Şekillendirilmesi” kitabında da ele alınıyor. Tabii ki, tıpatıp aynılık yok. Brzezinski, sorunu doğrudan siyasi-ekonomik açıdan ele alırken, Huntington, aynı sorunu kültürlerin/medeniyetlerin sorunu olarak ele alıyor.

Huntington, adı geçen kitabında şöyle diyor:
Soğuk savaştan sonra bütün dünyada halklar arasındaki en önemli farklılıklar artık ideolojik, siyasi ve ekonomik cinsten değildir... En önemli devlet grupları, artık, soğuk savaş döneminin üç bloğu değil, bilakis dünyanın yedi veya sekiz büyük kültürüdür”.
Soğuk savaştan sonraki dünya, yedi veya sekiz büyük kültür çevresinin veya ‘medeniyetler’in bir dünyasıdır”.
Şimdiki durumda Batı, yoğun olarak hakimdir ve 21. yüzyılın (önemli bir bölümünde de) güç ve nüfuz bakımından bir numara bir olarak kalacaktır. Ama kültürler arasındaki güç dengesi bugün tedricen, önü alınamaz bir şekilde ve kökten değişmektedir”.

Huntington, Amerikan eski Dışişleri Bakanı ve jeopolitikacı H. Kissinger’in “21. yüzyılın uluslararası sisteminde, bir dizi orta büyüklükte ve küçük ülkelerin yanı sıra, en azından altı büyük güç –ABD, Avrupa, Çin, Japonya ve muhtemelen Hindistan- olacaktır” tespitini aktarıyor ve ekliyor: “Kissinger’in altı büyük gücü, çok değişik beş kültüre aittir”. Benzeri tespiti Brzezinski de yapıyor.

Burada söz konusu olan, 21. yüzyılda jeopolitika üretebilecek yeteneği olan güçlerin tespitidir. Huntington’ın Çin (Sind), Hindi, İslam, Batı, Latin Amerika ve Afrika kültürleri ayrımı işin hikaye tarafı. Bu ayrım, emperyalistler arası rekabetin ötesinde 21. yüzyılda dünyanın hangi jeopolitik yetenekli güçler tarafından paylaşılacağının hesabıdır.

Huntington, emperyalist çıkar çatışmasını kültürler arası çatışma olarak göstererek, yığınların; dünya çapında emekçilerin, sınıf çıkarı temelinde birleşmelerini engellemeyi, ama kültür çatışması temelinde ayrı ayrı kümelenmelerini ve böylece kendi kültürü; kendi emperyalistinin/burjuvazisinin çıkarı için savaşmasını salık veriyor.

Huntington’ın çekirdek devlet modeline göre, her bir kültür çevresi içinde belli bir devlet, o kültür çevresine dahil olan devletler üzerinde otorite kurabilecek, bu kültür çevresinde belli bir düzeni geçerli kılabilecek güçte olmalıdır.

Kime karşı birlik? Diğer kültürlere karşı!
Huntington, medeniyet ve barbarlık arasındaki bir çatışmadan bahsediyor. Medeniyeti kim temsil ediyor ve neyin medeniyeti? Kendi çıkarları için dünyayı kana bulayanlar mı, işgalciler mi, talancıların mı, insanlığı açlık ve sefalete mahkum edenler mi medeniyeti temsil ediyorlar? Sonra ideolojiden, felsefeden, siyasetten bağımsız/kopuk bir medeniyet anlayışı, sınıfsal olmayan bir medeniyet anlayışı olur mu? Huntington açısından bunların hiç bir önemi yok. Önemli olan, Batı kültürünün 21. yüzyılda da hakimiyetini koruyabilmesidir ve bunun için mücadeledir.

“Kültürlerin çatışması”nda Huntington, güçlünün hakkını savunuyor. Yani diyelim ki Çin, Vietman’a saldırdığında buna müdahale edilmemelidir. Bu anlayış şöyle de yorumlanabilir. Batı kültürü veya bu kültüre dahil bir ülke, diyelim ki ABD, başka bir kültüre dahil bir ülkeye saldırırsa buna müdahale edilmemelidir. Onlar bu sorunu kendi aralarında, karşılıklı olarak birbirlerini boğazlayarak çözmelidirler. Yani çözümsüzlük devam etmeli ki, çözümü sağlamak için müdahale edebilelim!

Çıkarın gereğine göre politika:
Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırıyı yorumlama bağlamında Brzezinski, ABD'nin İslam dünyasıyla ilişkilerini mutlaka canlı tutması gerektiğinden bahseder. Tabii hangi İslam dünyasından bahsettiğini bilmiyoruz, ama tahmin ediyoruz:

Önce sosyalizme karşı İslam ile birlikte yürümeyi planladılar, sonra Rusya'ya karşı İslam ile birlikte yürümeye çalıştılar ve şimdi de İslama karşı İslam ile birlikte yürümenin maddi zeminini oluşturuyorlar. Bu, “medeniyetler çatışması”nı körüklemekten başka bir anlam taşımamaktadır. İkiyüzlülüğün boyutlarını göstermek için Brzezinski'ye bakmak yeter:

İslamı, Rusya'ya karşı araçsallaştırmak isteyen bu jeopolitikacı MSNBC ile yaptığı söyleşide (12 Ocak 2015) İslamın Amerikalıların düşmanı olmaması gerektiğini, ama gerektiğinde bütün araçlar kullanılarak Rusya'nın zayıflatılması için bütün Avrasya'nın istikrarsızlaştırılmasından yana olduğunu açıklar.

Afganistan'da Sovyet Ordusuna karşı mücahitleri her bakımdan desteklediklerini, İslam ile birlikte Rusya'ya karşı yürüdüklerini unutan Brzezinski, İslam dünyasında gelişen anti-amerikancılığın önünü almak için “en önemlisi, İslamın, yani dünyada Müslümanların gözünde bir numaralı düşmanı olmamızı engellememiz... İfade özgürlüğünü savunmalıyız ve aynı zamanda kışkırtıcı ve itici olmamalıyız. Örneğin Avrupa'da Peygambere karşı bazı yayınlarda yapılan mizahın bazı türleri oldukça kışkırtıcıydı... Oldukça aşağılayıcı şeyleri mizah olarak görmeye gerek yok“. Dinsel farklılığa bakış açısından Amerikan toplumunun Avrupa'dan daha iyi durumda olmasının nedenini de açıklar: “Avrupa devletleri etnik ve dinsel olarak şu veya bu biçimde homojendir. Ama ABD'de biz bir çeşitlilik dünyasında yaşıyoruz. Avrupalıların tepkileri kural olarak (genel olarak, çn.) tek yanlıdır. Bu nedenden dolayı inanıyorum ki, Avrupalı politikacıların böylesi sorunların çözümünde oldukça büyük zorlukları vardır”.

Medeniyetler Çatışması” ve Jeopolitika

Huntington'ın “Medeniyetler çatışması” ile Amerikan emperyalizminin jeopolitikası arasında sıkı bir bağın olduğunu Türkiye'den başlayarak İran üzerinden Afganistan ve Pakistan'a kadar uzanan Sovyetler Birliği'ni güneyinde çembere alan “Yeşil Kuşak” stratejisinde de görmekteyiz.
Bu çevreleme, çembere alma stratejisi Sovyetler Birliği ve revizyonist blok dağılana kadar devam etti. 1990'lardan itibaren Amerikan emperyalizmi Batı'nın da birlikte olması varsayımından hareket ederek Avrasya jeopolitikasını uygulamaya koydu. Bu jeopolitikanın en öneli ayaklarından birisi “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”dir. Bu proje içinde Kuzey Afrika'dan Pakistan'a kadar uzanan alandaki bütün ülkeler yer almaktadır (Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Suriye, Ürdün, S. Arabistan, Irak, Körfez ülkeleri). Kuzey Afrika'nın biraz altına inersek, karşımıza Mali, Çad, Moritanya, Nijerya gibi Fransız emperyalizminin cirit attığı ülkeler veya daha genel anlamda söylersek Çin emperyalizminin etkili olmaya başladığı ülkeler kuşağı çıkar. Bugün bu “yeşil kuşak” modifize edilmiş genişletilmiş olarak Avrasya jeopolitikasının önemli bir ayağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu alan hemen hemen tamamen Müslüman nüfusun yaşadığı alandır. Dünyanın hiçbir yerinde Batı medeniyetiyle Müslüman nüfus bu bölgede olduğu kadar yoğun bir biçimde karşı karşıya gelmemiştir. Batı medeniyetinin baş temsilcileri ABD, Fransa, İngiltere, Almanya gibi emperyalist devletler, bu bölgede yer alan Libya, Suriye, Irak gibi devletleri yıkmışlar ve sürüdürülen savaşlarla bu yıkıma devam etmekteler. Bundan dolayı ister istemez İslam ile Batı medeniyeti çatışmalı olarak karşı karşıya gelmektedir. Bu ülkelerin veya İslamın uzantısı olan önemli bir nüfusun Batı medeniyeti coğrafyasında bulunması -ezici çoğunluğunun yerleşik olması- sonuçta şimdi dillendirilen “medeniyetler çatışması”na zemin oluşturmaktadır. Böylece; “medeniyetler çatışması”yla sömürgecilik, emperyalist tahakküm ve talan sadece ve sadece perdelenmiş oluyor.

Huntington'a göre Batının “baş düşman”ı İslam ve Çin olmaktadır. Esas çatışma Batının kibri/saldırganlığı, İslam dünyasının hoşnutsuzluğu ve Çin'in iddiacılığı arasındaki ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Bu çatışmada Batıya karşı bir İslam-konfüçus birliği de gündeme gelebilir. Açık ki, son kertede Huntington'ın dünya düzeni, Batıya karşı dünyanın geriye kalan kısmının oluşturduğu bir iki kutuplu eksen tarafından belirlenecektir.

Kültürlerin çarpışmasında Huntington her şeyden önce çatışmaların iki düzlemine işaret etmektedir. Bir taraftan mikro düzeyde -yerel, bölgesel- çatışma fay hattı görmekte; burada söz konusu olan, farklı kültür çevrelerinden her türden grupların birbirine girmesidir. Dün Bosna-Hersek'te, bugün Ortadoğu'da ve Afrika'da (örneğin Nijerya) olan budur. Bu türden savaşların nedeni çoğunlukla dinseldir veya etniktir. Bundan dolayı da oldukça vahşidir, sonlandırılması zordur. Bu türden savaşlar için Huntington “İslamın kanlı sınırları” diye Müslümanların yaşadıkları ülkeleri örnek gösterir.

Kültürlerin çarpışmasında makro düzeyde söz konusu olan ise, çekirdek devletlerin soruna müdahil olmalarıdır. Bu çekirdek devletler arasında bir çatışmaya neden olabilir. Diğer taraftan uluslararası çapta güç dengesindeki değişim, eksen kayması da çekirdek devletler arasında çatışmaya neden olabilir.

Huntington, bu mikro ve makro düzlemde kültürler çarpışması, kültürlerin zor kullanma anlamında karşı karşıya gelmeleri ile yerel/bölgesel savaşlar ve emperyalist ülkeler arasındaki savaş olasılıklarından bahsetmektedir. Bölgesel çelişkilerden ve uluslararası çaptaki çelişkilerden kaynaklanan bölgesel ve dünya savaşları olasılığı. Böylece Huntington, savaşların nedenini kültürler arası çelişkilere, çatışmalara bağlamış oluyor.

Huntington kitabını şu cümle ile sonlandırıyor: “Kültürlerin mücadelesinde Avrupa ve Amerika birlikte yürümek zorundadırlar veya tek tek (kendi başlarına hareket ettiklerinde, çn) yenileceklerdir. Medeniyet ve barbarlık arasındaki daha büyük mücadelede; o küresel 'esas mücadelede' din, sanat, edebiyat, felsefe, bilim ve teknik, ahlak ve merhamet alanlarındaki büyük katkılarıyla büyük dünya kültürleri keza birlikte yürümek zorundadırlar, aksi taktirde onlar da tek tek yenileceklerdir”.
Yani ABD ve Avrupa dünya hakimiyeti için birlikte hareket etmek zorundadırlar. Karşılarındaki düşman ise ya Çin'idir veya da İslamdır.
Bu “küresel daha büyük mücadelede”, “kültürlerin mücadelesi”nin nerede gerçekleşeceği veya da “kültürlerin mücadelesi”nin yerinin neresi olduğu oldukça açık: Bu mücadele toplumlar ve ülkeler arasında değil, toplumlar ve ülkeler içinde olacaktır. Bu çatışmalarla karşı karşıya kalan ülkenin nasıl hareket edeceği iç güç dengelerinin gelişmesine ve farklı yönler arasındaki koalisyonlara bağlı olacaktır.

Cerba, Bali, Madrid, Londra, Paris 2005 ve 2015, El Kaide (2001), El Kaide (Afganistan, Irak, Yemen ve Afrika ülkeleri), IŞİD, Boko Haram, ABD ve Avrupa'nın emperyalist ülkeleri veya da Batı kültürleri tarafından “kültürlerin mücadelesi”nde kışkırtıcı faktörler olarak kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Batı kültürü, İslamı, gericiliği ve faşizmi kışkırtmak için araçlaştırmaktadır. Burjuvazinin medar-ı iftiharı olan Batı kültürü ülkelerinde, örneğin Almanya'da Pegida gibi bir oluşumun temelinde yatan “kültürlerin mücadelesi”nden başka bir şey değildir.

Ekilen tohumlar yeşermeye başladı -Pegida

Pegida - “Batı'nın İslamlaştırılmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar” diye bir oluşum 20 Ekim 2014'ten bu yana Dresden'de gerçekleştirdiği haftalık yürüyüşlerle dikkati çekmeye başladı. Katılımcıların sayısı sürekli artmakta, anlatımlara inanacak olursak insanlar Pegida'ya koşmakta. Katılımcı sayısındaki artış doğrudur. Ama bunu, bu oluşumu örgütleyenlerin başarılı çalışmasıyla açıklayamayız. Geçmişi karanlık, kirli unsurlardan oluşan örgütleyicilere zamanın geldiği söylenmiş ve onlar da kendilerine verilen direktiflere göre hareket etmeye başlamışlardır. BND (Alman İstihbarat Servisi), siyasi partiler ve medya ortamı hazırladılar. Gösterilerin daha başlangıcında medya tarafından önplana çıkartılması, adeta insanların gözünün içine sokulması, merkezi ve eyalet hükümetleri, parti temsilcileri tarafından açıktan desteklenmesi bunu göstermektedir. Öyle ki, Alman parlamentosunda yer alan bütün partiler, yaptıkları çok sayıda yorumlarla bu “boz ayaktakımı”nı anlayışla karşıladıklarını, onlarla diyalog kurmak istediklerini açıklamışlardır. Bu yürüyüşlere faşist parti NPD'nin (Almanya Ulusal Demokratik Parti) ve keza faşist, muhafazakar parti “Almanya için Alternatif”in de çok sayıda görevlisi ve üyeleri katıldığına göre, bunlar da diyalog kurulması gerekenler arasında sayılmalıdır.
Sıradan, “normal” vatandaşlar katılsınlar diye Pegida'nın açık faşist bir karakter taşıması veya örgütlü faşistlerin bir projesi olarak görünmemesine oldukça dikkat edilmektedir.
Diğer taraftan bu gösterilerin Dresden'de – Saksyona Eyaleti başkenti- sahnelenmesi hiç de tesadüfi değildir; bu eyalet Almanya'da partilerin ve devlet kurumlarının sağ, faşist yapılanmalarla en çok iç içe geçtiği eyalettir.

Pegida'cılar, “sinsice sızan İslamlaşma”ya karşı kendilerini adadıklarını söylüyorlar. Aynı zamanda çok kültürlülük yerine hakim kültüre öncelik verilmesi gerektiğini de savunuyorlar. Tabii savundukları sadece bunlarla sınırlı değil. Ama düşüncelerinin merkezinde Batı medeniyetini (Almanya'da Alman kültürünü) savunmanın, bu kültürün kendisine yabancılaşmasına karşı; somutta da İslamlaşmasına karşı mücadele etmenin kaçınılmaz olduğundan bahsediyorlar. Bu türden düşünceler bir biçimde Huntington'ın “Medeniyetler Çatışması”nda da yer almaktadır. Ama sorun sadece onun anlayışıyla açıklanmamalı. Almanya'da özellikle sağ, muhafazakar çevrelerden yazar-çizer takımının, CSU/CDU (Hristiyan Sosyal Birlik/Hristiyan Demokratik Birlik), SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) gibi her dönem hükümet olan partilerin yapmış oldukları açıklamalar, bazen doğrudan faşist oluşumların gelişmesine yol açarken, bazen de Pegida örneğinde olduğu gibi faşistleri bağrında taşıyan ve sorunu doğrudan yabancı düşmanlığı temelinde ele almayan ama kültür uyuşmazlığını önplana çıkartarak İslam düşmanlığı ile politika yapmayan çalışan oluşumların hayat bulmasına neden olmaktadır. 1990'lı yıllarda Saksonya Eyaleti Adalet Bakanı (CDU) S. Heitmann'ın dile getirdiği “Bizim bu Batı toplumumuz için büyük endişe“ ile şimdi Pediga vesilesiyle dile getirdiği “Çok sayıda yabancı, Almanların kimliklerini korumaları hakkını yer yer tehlikeye sokmaktadır”, “Almanlar aşırı yabancı hakimiyetinden korunmalıdır” anlayışı arasında sadece zaman farkı vardır.

Sorun sadece muhafazakar parti temsilcilerinin açıklamalarıyla sınırlı değildir. Örneğin Berlin'in Neukölln semti belediye başkanı H. Buschowsky (SPD) “İnsanların korkularını ve endişelerini içselleştirmeliyiz” diyerek Pediga'cıların “korku ve endişelerine” sahip çıkmaktadır. Bu “korku” ve “endişeler”in ne olduğunu yürüyüşlerde dile getirilen “Doladırıcı mülteciler yerine çocuklarımız için daha çok para”, “Avrupa'da şeriata yer yok”, “Alman topraklarında inanç savaşlarına yer yok” türünden sloganlarda da görmekteyiz.

Alman merkezi hükümeti İçişleri Bakanı T. De Maiziere (CDU) ve Başbakan yardımcısı ve SDP Başkanı S. Gabriel de kaygılarından dolayı Pegida gösterilerine katılan yürüyüşçülerle diyaloğa geçmenin gerektiğinden bahsetmekteler.

Pegida olgusunun zemini; hazırlanması ve örgütlenerek sahneye sürülmesi, Almanya'da yabancı düşmanlığının İslama karşı Batı kültürünü, medeniyetini savunma adı altında geliştirilmesinden başka bir şey değildir (4). Bu hareket burjuva partiler ve medya tarafından sistematik olarak desteklenmiş ve yönlendirilmiştir. Bu kampanya üniversitelerde de yürütülmektedir. Birçok tarih fakültelerinde tarihi yeniden yazmak; Alman emperyalizminin cinayetlerini masumlaştırmak ve nasyonalizm için zemin hazırlamak için sistematik olarak çalışılmaktadır.

Bu hareketin amacı açıldığında söz konusu olanın sadece göçmenler nezdinde İslamcılığa karşı olma adı altında bir yabancı düşmanlığı değil, aynı zamanda işçi sınıfının çıkarlarına da karşı olmaktır.

Pegida, sistematik olarak pompalanan işsizliğin, yoksulluğun, bundan doğan huzursuzluğun, endişenin kaynağı yabancılardır anlayışının ürünüdür. Ama bu pompalama bu sefer açıktan yabancı düşmanlığı biçiminde yapılmamaktadır; bu sefer Batı kültürünü, medeniyetini kurtarmak için mücadele sahneye sürülmüştür. Alman olmayana, Avrupalı olmayana karşı kimlik temelinde öfke, güvensizlik ve ırkçılık uyandırılmış ve örgütlenmiştir. “Ülkemde kendimi yabancı hissediyorum” Alman basınında, örneğin Bild gazetesinde “Almanlar Noel'de Müslüman şarkıları söylemek zorunda olacaklar”a (21.14.2014) dönüştürülmüştür. Pegida bir nevi “anti-islam ırkçılığı”nı temsil etmektedir. Pegida, Hristiyan-Yahudiliğin karakterize ettiği Batı kültürünü muhafaza etmek ve korumak için vardır anlayışı bu oluşumun temel görüşlerindendir. Buna karşı da toplumun “İslamlaşması”, sosyal bir demagoji olarak her fırsatta işlenmekte; gündemleştirilmektedir.

Pegida, topluma sistematik olarak burjuva partiler ve medya tarafından pompalanan korkuların önyargılara dönüştürülmüş yapılanmasıdır. Eskiden beri var olan yabancı düşmanlığı ve bu bağlamda üretilen önyargıların yerini ağırlıkta, anlaşılan yeterli olmadığı için, şimdi de Batı medeniyetinin İslamlaştırılmasına karşı mücadele almıştır. Şimdi bu örgütlenmektedir: İslamlaştırmak veya İslamlaşmak, selefilik, IŞİD! Sonuçta karşımıza İslamın şu veya bu görüngüsü değil, bir bütün olarak İslam çıkmaktadır. Pegida, İslamı bir bütün olarak Batı ile kültürel ve medeniyet olarak uyumsuzluk içinde görmektedir. İslamı, Batı medeniyetini tehlikeye sokan, dışarıdan gelen barbarlığın bir versiyonu olarak algılamakta ve ona karşı mücadeleyi esas almaktadır. Bu anlayışın nereye götüreceği açık: Yabancıları kovmak, yerli olanların baş başa kalmasını sağlamak. Yabancı olan gitmelidir; aynı kültürel kimlikte olanlar kalmalıdır; işte bu Batı toplumudur, Batı kültürüdür. Ancak bu kültürden, aynı medeniyetten olanlar toplumsal çelişkisiz, ahenk içinde yaşayabilirler. Yani toplumsal sorun, çelişkiler, örneğin işsizlik vb. bugün daha ziyade İslam adı altında tanımlanan yabancılardan kaynaklanmaktadır. Yani şu yabancılar, şu İslam olmasa! Öyleyse, Batı kültüründen medeniyetinden olanların Harikalar Diyarında” yaşayabilmeleri için İslama karşı savaşmak gerekir. Medeniyetler çatışmasının savunucuları bunu açıkça dile getirmekteler: “İslam medeniyeti Yahudi-Hristiyan medeniyeti ile savaş içindedir... Tanıdığımız İslama bağlı olanlar bizim düşmanlarımızdır“ (5).

Amerikan Siyonistlerinin ve yeni muhafazakarlarının (Neocon) icadı olan ve Mart 2006'da David Yerushalmi tarafından bir makalede dile getirilen bu anlayış ile Zbignew Brzesinski, Samuel P. Huntington vb. 1989'dan beri talep ettikleri “İslam barbarlığı”na karşı cephe anlayışı bir ve aynı anlayıştır.

Pegida, bu İslama, Batı kültürünün İslamlaşmasına karşı bütün Almanlar kararlı bir direniş sergilemelidirler diyor. Yani “ulusal gurur”, Batı medeniyetini, vatanı, yabancı etkilerden koruma cesareti örgütlenmektedir! Bu nedenle partiler ve dolayısıyla dünya görüşü ötesinde her Almanı kapsayacak biçimde hareket ederek yabancı etkilere, somuta da İslama karşı mücadele etmek gerekir! Salt bu anlayış burada söz konusu olanın bir “kültürler-medeniyetler çatışması”nın örgütlenmesi olduğunu göstermektedir. Sorun bu noktaya getirildikten ve toplum bu anlayışa göre örgütlendikten sonra gelecek savaşları meşrulaştırmak da pek zor olmasa gerekir. Artık Alman emperyalizmi, Afganistan'ın işgaline katılırken “Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'da savunmak gerekir” yerine, şimdi Almanya'nın çıkarlarını İslama karşı savaşarak savunmak gerekir diyebilir.
Orta tabakanın küçük burjuvalaşma korkusu, işçi sınıfının en geri bölükleri böylece Alman tekelci burjuvazisinin çıkarlarına koşulmuş olur.
Veya şöyle de tanımlayabiliriz:
Pegida, Batının İslamlaştırılmasına karşı olan herkesi bağrında toplayan heterojen bir yığındır. Bu yığının belki de yegane ortak özellikleri veya bu heterojen yığını kaynaştıran ideolojik nokta bir bütün olarak İslama karşı olmaktır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
1-Pegida, görebildim kadarıyla Almanya'da medeniyetler çatışmasının ilk kapsamlı örgütlenmesidir.
2-Pegida, burjuva partiler ve medya tarafından, Alman istihbarat servisi tarafından sahneye sürülen neonazi, ırkçı ve başkaca gerici güçler tarafından Almanya çapında ırkçı bir hareket oluşturmak için örgütlenmiştir.
3- Pegida, Alman toplumunda işçi sınıfı ve emekçi yığınlarda toplumsal, sınıfsal çelişkilerden dolayı oluşan “korku” ve “endişeler”in; işsizliğin ve yoksullaşmanın nedeni konusunda mevcut kapitalist düzeni temize çıkartmak, bütün bu sorunların kaynağı olarak yabancıları ve İslamı göstermek için bir örgütlenmedir.
4-Pegida, ne bir bütün olarak İslama ne de örneğin IŞİD'e karşı mücadele etmektedir. Aksine IŞİD baskısından ve katliamından kaçanlara karşı mücadele etmektedir.
5-Pegida, ırkçı, sağ popülist, faşist yönü ağırlıkta olan, ideolojik olarak medeniyetler çatışmasından beslenen bir oluşumdur.

Charlie Hebdo

Mizah dergisi Charlie Hebdo saldırısı Avrupa'nın da Afganistan'dan, Irak'tan, Suriye'den, Yemen'den, Libya'dan, Mali'den, Nijerya'dan vs. pek de uzakta olmadığını göstermiştir. Bu saldırıyı kimin neden gerçekleştirdiğinden bağımsız olarak bu saldırının emperyalist ülkeler, somutta da AB ve ABD tarafından kullanılacağını, faturasının işçi sınıfı, emekçiler ve yabancılara çıkartılacağını söyleyebiliriz.

“Terörizme karşı mücadele”de artık ABD yalnız sayılmaz. Veya önümüzdeki dönemde “terörizme karşı mücadele”nin ABD'nin istediği bir biçimde genişletilmesi, yaygınlaştırılması gündeme gelecektir. Bu saldırının birleştirici gücüyle önümüzdeki dönemde Batının emperyalist güçleri veya Batı kültürünün savunucuları, bizzat finanse ettikleri, örgütledikleri, silahlandırdıkları İslamcı gruplar, örgütler avına çıkacaklardır.

Z. Brzezinski Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti için ne yapması gerektiğini, jeopolitik açılımının ne olması gerektiğini yazıp-çizerken hiç kimse bunu gerçek dışı olarak tanımlamamıştı, en fazlasıyla eleştirmişti. Ama Samuel P. Huntington'ın 1993'te makale olarak ve 1996'da da kitap olarak yayımlandığı “kültürler çatışması” gerçek dışı olarak tanımlandı. Ne var ki, kısa bir zaman sonra her iki jeopolitikacının ve sosyolog-jeopolitikacının aynı düşünceden hareket ettiklerini 2001'de Afganistan'ın işgalinde ve sonraki dönemde de Irak'ın işgalinde gördük. Demokrasi götürmek istiyorlardı! Belki de medeniyetler çatışması ruhlarını çağırıyorlardı!

Ne oldu sonra? Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgalinden bu yana Batı medeniyetinin temsilcileri olan emperyalist ülkelerle başta da ABD, İngiltere ve Fransa, İslam medeniyetinin “temsilcileri” S. Arabistan, Körfez ülkeleri, Türkiye ve mücahitler, El Kaide, IŞİD ortaklık içinde işgalci Sovyetler'e, sonrasında da Afgan rejimine, S. Hüseyin'e, Gaddafi'ye ve Esad'a karşı savaşıyorlar. Bu İslami ölüm mangalarını, bu çeteleri kendi çıkarları için örgütleyen, finanse eden, eğiten ve silahlandıran Batı emperyalizmi veya Batı medeniyetinin temsilcileri, şimdi bu savaşın kendi ülkelerine de sıçradığını ve bunun önünün alınamaz olduğunu görünce adeta şok oldular; Paris saldırısından dolayı bütün dünya şoka girmişti! Afganistan'da, Irak'ta, Libya'da, Suriye'de, Filistin'de milyonlar katledilirken ve göçmek zorunda kalırken, Şengal'de Ezidiler katledilirken Batı medeniyetinin temsilcileri olan bu emperyalist ülkeler hiç de şoka girmemişlerdi. Ne zaman ki, IŞİD Irak'ta Batılı şirketlerin petrol sahasına yaklaştı, işte o zaman Ezidilerin katledildiği akıllarına geldi. Ne diyorlar? “Dünya bu saldırıyı mahkum ediyor”. Peki Batı medeniyetinin temsilcilerinden oluşan aynı dünya, Afganistan, Irak, Libya, Suriye savaşlarını, Somali'ye, Yemen'e saldırıları, Ukrayna'ya müdahaleyi de mahkum ediyor mu? Etmiyor. Paris saldırısını protesto etmek için yürüyen 50 küsur devlet temsilcisinin içinde Filistin hariç hangisinin sicili temiz?

11 Ocakta Paris'te Alman faşizminden kurtuluştan sonra en kalabalık gösteri gerçekleşiyor. Bu gösteriye Paris'te 1,5 ve Fransa çapında da 3,7 milyon insan katılıyor. Bütün dünya katil sürüsünü yürüyüşün başında görüyor. Merkel, Netanyahu, Hollande, IMF temsilcisi Lagarde, Davutoğlu ve daha niceleri özgürlük savunucusu olarak karşımıza çıkıyor. Bunlar hangi özgürlüğün savunucuları?
Onların özgürlükten anladıkları sermayenin sınırsız özgürlüğüdür. Sınırsız sömürü, sınırsız talan, işkence, katletme onların özgürlük anlayışının temel taşlarıdır. Onlar için Filistinli çocukları katletmek, Libya'yı parçalamak, IŞİD'in önünü açmak, Suriye'de yüz binlerin ölümüne neden olmak, klerikal faşist örgütlenmeleri desteklemek özgürlüktür.

Şu rezalete! Paris'te Charlie Hebdo saldırısını protesto yürüyüşünde en önde yürüyenler Afganistan, Irak işgallerine, Libya, Suriye savaşlarına katılanlardan, El Kaide, IŞİD, El Nusra türünden klerikal faşist örgütleri destekleyenlerden, eğitenlerden, finanse edenlerden ve askeri olarak donatıp sahaya sürenlerden oluşmaktaydı. Sanki Afganistan'ı, Irak'ı, Libya'yı, Filistin'i bombalayanlar, yüz binlerin ölümüne neden olanlar, milyonları yerinden yurdundan edenler onlar değildi. Bunalar Paris saldırısında öldürülenlerin arkasında timsah göz yaşları döküyorlar.

Bunların hepsi suçlu. Tahakküm kurmak, işgal ettikleri ülkeleri talan etmek için Batı medeniyetinin savunucusu emperyalist ülkeler, öldürmekten ve yok olmaya mahkum etmekten çekinmediler. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra dünya hakimiyeti için ABD, Nato ve Nato-dışı ülkeleri bir biçimde (BM şemsiyesi altında) örgütleyerek demokrasi ve medeniyet taşıyıcılığı adı altında şımarıkça söz konusu ülkeleri taşı taş üstünde bırakmayacak derecede bombalayarak saldırılar, işgal ettiler. Bunların arasında en şımarık hareket edeni de Fransa'yı. Libya'yı bombalamak ve Gaddafi rejimini yıkmayı adeta sadece kendi özel görevi olarak gördü. Afrika'daki eski sömürgelerinde de ayni biçimde hareket etti. Sahra altı ülkelerde klerikal faşist çetelerin oluşmasında Fransa'nın bu ülkelere askeri müdahalesinin payı az değildir. Mali'nin, Çad'ın, Nijerya'nın, Burkina-Faso'nun, Moritanya'nın bu hale gelmesinde Fransa'nın askeri müdahalelerinin ve oralarda asker bulundurmasının payı az değildir. Anlaşılan o ki, silah geri tepmeye başladı.

Silahın geri tepeceğini bilmeleri gerekirdi. Bu emperyalist ülkeler kendi iç çelişkilerinden dolayı ürettikleri çelişkinin sonuçlarını pek görmek istemediler; işsizlik, sosyal güvensizlik, yükselen yabancı düşmanlığı, buna bağlı olarak yükselen faşist hareketler ve anti-islamcılık; bunun karşısında özellikle Müslüman yabancı kökenli gençlerde radikalleşme ve El Kaide, IŞİD vb. türden klerikal faşist örgütlerin İslam adına savaşının çekici olması... Batı medeniyetinin dışladığı, hor gördüğü, işsiz, eğitimsiz bıraktığı, ancak varoşlarda var olma şansı tanıdığı bu gençler var olmanın yolunu bu çetelere katılmakta buldular. Bu gençlerin cihada gitmesi önce teşvik edildi, ne de olsa kendi kontrolleri altındaki örgütlere gidiyorlar ve yıkmak istedikleri rejime karşı savaşıyorlardı. Ama ne zaman ki, “cin şişeden çıktı”, işte o zaman bu cihatçıların bir gün geri döneceklerini düşünmeye başladılar. Suriye ve Irak'taki toplam 15 bin civarındaki yabancı cihatçının 3-4 bininin Batıdan geldiği tahmin ediliyor. Sadece Fransa'da gidenlerin sayısı 900'den fazla.
Bu cihatçıların geri dönmeye başlamasıyla Batı medeniyetinin savunucuları da paniklemeye başladılar.

Batı medeniyetinin temsilcileri bu emperyalist ülkeler “lütfen bizim istediğimiz, uygun gördüğümüz yerde katledin ve bizden uzak durun“ diyorlar. Ama artık olmuyor. Bir kere “cin şişeden çıkmış”; Paris saldırısı bunun son örneğidir. Şengal'de, Kobane'de katleden faşist çeteler savaşlarını geldikleri ülkelere de taşımaya başladılar. Tam da bu gelişmeden tedirgin olan ABD, 6 Şubat 2014'te Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve Polonya İçişleri Bakanlarını, Avrupalı cihatçıların geri dönüşü artık bir ulusal güvenlik sorunu olmuştur diye Krakau (Polonya) toplama gereğini duymuştur (6).

Sonuç itibariyle:
Batı medeniyeti, önümüzdeki dönemde iç çelişkilerinden kaynaklanan sorunları baskılamak için bu sefer doğrudan İslamı kullanacak. Batı medeniyeti diye yerli halkı İslama, Müslümanlara karşı kışkırtmaya devam edecek ve burjuva düzenin geleceği için yeni baskı tedbirleri almaktan ve uygulamaktan geri kalmayacak. Daha şimdiden yasa önerilerinin gündeme getirilmesi, Fransa'da “askerin sokağa inmesi” ve son olarak da Belçika'da açıktan silahlı çatışmanın yaşanması gelecekte nelerle karşı karşıya olunacağına işaret etmektedir. Hiç şüphemiz olmasın ki, Batı medeniyetinin temsilcisi ülkelerde “anti-terör yasaları” ile Türkiye'yi aratmayacaklar. Hiç şüphemiz olmasın ki, “makul şüphe” Batı medeniyeti ülkelerinde de işlerlik kazanacaktır. Hiç şüphemiz olmasın ki, Batı medeniyeti polis ve jandarma güçleri “makul şüphe”den hareketle Müslüman gençlik avına çıkacaktır. Bütün bunlar Batı medeniyetinin “demokratik değerleri”ni korumak için yapılacaktır. Batı medeniyeti adına Müslüman nüfusa nefes aldırılmayacak ve İslamın, militanlığın ve vahşetin temsilcisi olarak gösterilmesine devam edilecektir.

Fırsat ortaya çıkınca liberal geçinen yazar-çizerler, yorumcu takımı gerçekten de liberal olmadıklarını ortaya koymaya başladılar; Batı medeniyeti ve Batı “değerleri”ni koruma adına dizginsizce anti-islamcılığa, evet biraz uydurma ama “anti-islam ırkçılığı”na sarıldılar. İslamın gericiliğini, kendini yenileme yeteneğinden yoksunluğunu anlatmaktan yorulmadılar, yorulmuyorlar. Farklı kültür, kültürler tartışmasının demagogları, El Kaide, IŞİD, son olarak da Paris saldırısını kullanarak bütün sorunları ve sorumluluğu İslama indirgemekten geri kalmamışlardır ve kalmamaktalar. Böylece dünya çapında sosyal ve politik arka plan gizlenmekte ve varılan sonuç, her şeyin sorumlusu İslamdır olmaktadır!

Batı medeniyetinin savunucusu devletlerin, burjuva partilerin ve medyanın yönledirme, destek ve kışkırtmasıyla sorun neredeyse salt “kültür mücadelesi”ne indirgenmiştir. Burada söz konusu olan sadece medeniyetler arasındaki bir kültür mücadelesi değil; burada söz konusu olan, Batı medeniyetinde çok kültürlü toplum anlayışının başarısız kaldığının ve bunun yegane sorumlusunun da İslam dininden olanlar olduğunun vurgulanmasıdır. Almanya'da, Fransa'da, Belçika'da veya Hollanda'da, yani Batı medeniyetinin temsilcisi olan bu ülkelerde çok kültürlü toplum anlayışının başarısızlığı yabancı etnik ve dinsel kökenden olanlarda aranmış, uyumsuzluk içinde olanların İslama inananlar olduğu öne çıkartılmıştır. Öyle ki İslam, ideolojik alanda da bilinçli olarak ırkçı ve milliyetçi, Batı medeniyeti yanlısı ruh halinin uyanması, gelişmesi ve örgütlenmesi için acımasızca kullanılmış ve kullanılmaktadır. Böyle bir ortamda sağcı, ırkçı, faşist hareketlerin gelişmesi için uygun zemin oluşturulmuştur. Batı medeniyetinin savunucusu olan şu veya bu ülkede mevcut faşist hareketler değil, örneğin Almanya'da Pegida gibi bir oluşum bu politikanın doğrudan bir sonucudur.

*
1) “Batı medeniyeti, Batı Avrupa (Avrupa Birliği) ve Kuzey Amerika merkezli, ama Avustralya ve Yeni Zelanda gibi Avrupalıların yerleşmiş olduğu ülkeler'de de etkinlik sürdürüyor. Huntington Pasifik Adaları, Doğu Timor, Surinam,Şablon:Facts Fransız Guyanası ile kuzey ve orta Filipinler de bu kültürün etkisinde.
Ortodoks ülkeler Ermenistan, Beyaz Rusya, Bulgaristan, Kıbrıs, Gürcistan, Yunanistan, Moldova, Karadağ, Makedonya, Romanya, Rusya, Sırbistan ve Ukrayna.
Latin Amerika. Batı medeniyetiyle yerel kültürlerin karışımından oluşmuştur. Arjantin gibi bazı Güney Amerika ülkeleri bazı kesimlerce batı medeniyetinin bir parçası olarak gösterilmiştir.
İslam medeniyeti Orta Asya, Kuzey Afrika, Güneybatı Asya, Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bangladeş, Endonezya, Malezya, Maldivler, Pakistan, Somali, Mindanao, Türkiye ve Hindistan'ın bir kısmında yaygın.
Hint medeniyeti, Hindistan, Nepal Hint diasporasının görüldüğü bölgelere yayılmıştır.
Çin medeniyeti Çin, Kore, Singapur, Tayvan ve Vietnam'da görülmekte. Bu grup Çin diassporasının gittiği yerlerde ve yakın ilişkili olduğu yerlerde, özellikle de Güneydoğu Asya'da da yayılmıştır.
Japon kültürü, Çin medniyetiyle Altay kökenli kültürlerin bir karışımıdır.
Sahra-ötesi Afrika medeniyeti Huntington'ın muhtemelen gösterdiği sekizinci büyük kültürdür.
Budist geleneklere sahip Bhutan, Kamboçya, Laos, Moğolistan, Myanmar, Sri Lanka, Tayland, Arunachal Pradesh, Kalmykia, Nepal'in bir kısmı, Sibirya'nın bir kısmı ve Tibet diğer medeniyetlerden ayrı bir yaşam sürüyorlar, ama Huntington onların diğer kültürlerden bağımsız, büyük bir uluslararası kültür olduğuna inanıyor.


Ülkeler bazında kültürleri gösteren bir harita. Açık mavi ortodoks, lacivert batı, mor latin amerika, yeşil islam, kahverengi afrika, turuncu hint, sarı budist, kırmızı japon, bordo çin medeniyetinin yayılma alanını gösteriyor. Yalnız ülkeler ise değişik renklerde gösterilmişler” (Vikipedia açıklaması).

2)Zeit gazetesi ile söyleşisinden: “İslamın kanlı Sınırları”, Eylül 2002 – 13 Ağustos 2007.
3) Aktaran: Z. Brzezinski; “Die einzige Weltmacht, Amerikas Strategie der Vorherrschaft”, s. 53/54. Weinheim-Berlin 1997.
4) Anti-islamlık, Pegida bağlamında bazı anket sonuçları için bkz.:
-http://www.uni-muenster.de/imperia/md/content/religion_und_politik/aktuelles/2010/12_2010/studie_wahrnehmung_und_akzeptanz_religioeser_vielfalt.pdf

- http://www.spiegel.de/media/media-35641.pdf

5) Aktaran: Knut Mellenthin; Broder siegt in Dresden. www.jungewelt.de/2014/12-22/026.php
6) Syrien wird "Frage der inneren Sicherheit" in den USA und in der EU,