deneme

25 Nisan 2015 Cumartesi

YEMEN SAVAŞI - ARAP YARIMADASINDA BÖLGESEL REKABET VE JEOPOLİTİK OYUNLAR


YEMEN SAVAŞI...

ARAP YARIMADASINDA BÖLGESEL REKABET VE JEOPOLİTİK OYUNLAR

Amerikan emperyalizmi Ortadoğu'nun Arap Yarımadası ayağında yeni bir savaşı kışkırttı ve başlatılması işaretini verdi. Bu savaşın da jeopolitik mimarı Amerikan emperyalizmidir. Daha öncesinde bir dizi ülkede askeri müdahalelere girişti ve geriye yıkılmış, talan edilmiş ülkeler ve devam eden savaşlar bıraktı. “Teröre karşı savaşı”nı başlatmasından bu yana işgal ettiği, savaştığı ülkelerde ve bölgelerde kaos ve yıkımdan başka bir sonuç alamadı. 2001'de Afganistan'ı işgal etti; 2003'te Irak'ı işgal etti; 2011'de Libya havadan bombalandı, Gaddafi rejimi yıkıldı; 


keza 2011'de Suriye'de iç savaşa sürüklendi. Şimdi de Yemen'de savaşılıyor. Bu ülkelerin hiçbirinde barış sağlanamadı; Afganistan'da savaş devam ediyor; Irak'ta savaş devam ediyor; Libya'da savaş devam ediyor; Suriye'de savaş devam ediyor ve şimdi de Yemen'de savaş devam ediyor. Bu savaşlarda yüzbinlerce insan katledildi, milyonlarca insan göç etmek zorunda bırakıldı. Sahada savaşan aktörler değişti ama amaç değişmedi. Öyle ki, pragmatizm “dost-düşman” arasındaki farkı sildi. Irak'ta İslam Devleti'ne (İD) karşı mücadelede ABD ve İran aynı cephede yer alırlarken Yemen'de karşı karşıya geliyorlar.

Yemen'de savaşın patlak vermesi sadece bir zaman veya zamanlama meselesiydi. Bu bakımdan şaşırtıcı bir yanı da yoktur. Yemen ve daha birçok Arap ülkesi, aşiretlerden örülmüş bir ağ gibidir. Bu, sömürgeci geçmişten kalma bir mirastır. Yapay olarak, masa başında cetvelle çizilmiş sınırlar; aynı topluma ait olanların sınırlarla farklılaştırılmaya çalışılması bugün çatışmalara zemin hazırlamıştır. Tabii tek neden bu değildir.. Dün İngiliz ve Fransız emperyalizmine hizmet eden egemenler, bugün Amerikan emperyalizminin hizmetindeler. Emperyalizmin böl ve yönet yöntemi Yemen'de de sonuç vermektedir. Emperyalizm bölmüş, yoksulluk yaratmış, kaos oluşturmuş ve yönetmiştir; talan etmiştir, stratejik amaçları için kullanmıştır. Öyle ki, hiç bitmeyen iç çelişkileri ve iç savaşları körüklemiştir; bunları bilerek yapmıştır; bugünü on yıllar öncesinde hazırlamıştır. Örneğin Sykes-Picot Anlaşması (1916) Ortadoğu'yu yapay olarak parçalayan bir Fransız-İngiliz anlaşmasıdır. Emperyalizmin böl ve yönet taktiği, azami kar getiren çok yönlü bir işletme gibi çalışmaktadır. Dümen her dönem, o dönemin en güçlü olan emperyalist ülkesinin elindedir. Bütün amaç zenginlikleri talan etmek, acımasızca sömürmek, katletmek ve köleleştirmektir. Bugün küreselleşmiş savaş ağası ülkeler, kendi adlarına savaşacak ülkeler örgütlüyorlar, vekalet savaşları sürdürüyorlar.

Ortadoğu'da sürdürülen vekalet savaşları oldukça karmaşıktır, kimin elinin kimin cebinde olduğu pek belli olmaz, ama söz konusu bu vekalet savaşlarının maddi zemini belli bir mantığa dayanır. Etnik gruplar, dinsel farklılıklar karşılıklı olarak kışkırtılıyor ve emperyalist güçler bunları kendi çıkarları doğrultusunda savaştırıyorlar. Karşımıza kin ve intikam dolu bir mezhep savaşları çıkıyor. Yemen'e karşı savaş, ABD ve Batılı emperyalist ülkeler tarafında fiilen veya sözel olarak destekleniyor, S. Arabistan öncülüğündeki koalisyon tarafından yönetiliyor. Görünüşte bir tarafta Sünniler, diğer tarafta da Şiiler duruyor. Görünüşte bu bir Sünni-Şii mezhepleri arasında acımasız bir savaş. Ama her birinin arkasında destekleyen; finanse eden, silah veren, yönlendiren, eğiten, akıl veren başka güçler duruyor. El Kaide, IŞİD, Suriye'de yaşanan iç savaş, Irak'ta IŞİD, bütün bunlar bize uygulanan planı ve onun sonuçlarını göstermektedir.

Yemen'deki çatışmalarda IŞİD ve El Kaide de bir taraftır. Bunlar başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin sahaya sürdükleri terör ordularıdır. Dönem dönem desteklenirler ve dönem dönem de hizaya getirilirler. Bir taraftan Irak ve Suriye'de olduğu gibi havadan bombalanırlar, ama diğer taraftan da her bakımdan desteklenirler. Önemli olan vekalet savaşlarının sürdürülmesi, emperyalistlerin çıkarlarına uygun olan kaos ortamının devam ettirilmesidir.

Yemen Savaşı, Ortadoğu veya Yakındoğu olarak bildiğimiz coğrafya'daki savaşların, yaratılan kaos ortamının bir parçasıdır, Ortadoğu fotoğrafının bir karesidir. Amerikan emperyalizmi dünya hegemonyası için bağlayıcı önemi olan bu bölgede hakimiyet sağlamanın Rusya ve Çin yanlısı rejimlere karşı mücadeleden geçtiğini biliyor ve ona göre hareket ediyor. Ona göre hareket etme pratiğinin ne olduğun da Irak ve Suriye'de yaşananlar göstermektedir. Yemen de bu pratiğin doğrudan bir parçasıdır.

Arap Yarımadasının güney ucunu oluşturan Yemen, karşı yakada bulunan Cibuti, Afrika Boynuzu'nu oluşturan Somali, Ortadoğu ve Basra Körfezi ülkelerini kontrol etmek için S. Arabistan'dan daha önemsiz değildir. İsterseniz soruna askeri açıdan bakabilirsiniz. Bu körfeze hakimiyet olmaksızın ve askerileştirilmeksizin Hint Okyanusu'ndaki Diego Garcia adasında bulunan üs ile bağı veya Hint Okyanusunu askerileştirilmesini; bu açıdan Afrika'nın, Avustralya'nın, Hindistan'ın, Arap Yarımadasının ve özel olarak da Basra Körfezi'nin kontrolünü sağlamada süreklilik olamaz.

Yemen'de körüklenen ve başlamış olan iç savaşın Suriye'deki iç savaştan farkı yoktur. Suriye'de olduğu gibi Yemen'de de dış güçlerin desteğiyle sürdürülen bir iç savaş; bir vekalet savaşı söz konusudur. Suriye'deki iç savaş aktörleri yer değiştirmiş olarak Yemen'de de işbaşındalar.


Suriye'de gerici, katliamcı Esad rejiminin yerinde Yemen'de gerici ve katliamcı Hadi rejimi var; ilki Nusayri azınlık, ikincisi Sünni çoğunluk. Her iki ülkede de muhalefetin bütünselliği yok; Suriye'de her bir muhalif güç kendi doğrultusunda rejime karşı mücadele ederken, birbirlerine karşı da amansız bir mücadele içindedir. Yemen'de de muhalefetin bütünselliği yok; gerek Husiler, gerekse de El Kaide/İD kendi doğrultularında rejime karşı mücadele ederken, birbirlerine karşı da mücadele ediyor. Suriye'de Esad rejimini Rusya ve İran desteklerken IŞİD'in arkasında Türkiye ve S. Arabistan ve Körfezdeki Arap ülkeleri durmakta ve “ılımlı” İslami örgütler de ABD ve yine Türkiye tarafından destelenmektedir. Sadece Kürtler bu gerici “it dalaşı”nın dışında kalarak, Rojava'nın özgürlüğü için mücadele etmekteler. Belki Yemen'in güneyinde bağımsızlıkçı hareket de böyle bir yol izleyebilir.

Yemen Savaşı, aynen Suriye'de de olduğu gibi iki amaçlı bir vekalet savaşı olarak gelişmektedir. Bir taraftan S. Arabistan ve İran mezhepsel (Sünni-Şii) görünümde karşı karşıya gelmekteler. Ama aslında söz konusu olan, her iki ülkenin bölgede üzerine hakimiyet dalaşıdır. Bu, dinsel ögelerin kullanıldığı bir rekabettir. Diğer taraftan Yemen'in deniz ulaşımındaki stratejik konumundan dolayı ABD ve İran (Rusya) karşı karşıya gelmekteler. Burada ise jeopolitik kaygılardan dolayı bir karşı karşıya geliş, bir “it dalaşı” söz konusudur.

Yemen'de savaşın başlamasından önce Amerikan emperyalizmi sürekli ülkenin iç işlerine karıştı;2012'de çekilmek zorunda kalan diktatör Salih, Amerikan emperyalizminin uşağıydı. Onun yerine gelen Hadi de ABD ile işbirliğinden, insansız hava araçlarını kullanılmasına izin verdiğinden dolayı halk tarafından nefret edilen birisidir. Önce Salih, sonrasında da Hadi önderliğindeki bu rejim çözülmeye-dağılmaya başladığında bütün Yemen'de çeşitli milisler ve vekalet görevi olan güçler arasında dinsel motifli çatışmalar alevlendi. Bu çatışmanın bir tarafında Husilere karşı Fas, Ürdün, Bahreyn, Sudan, Kuveyt, Katar, Mısır, BAE ve en azından sözel olarak Türkiye ve ABD (İsrail) tarafından desteklenen S. Arabistan yer alırken, diğer tarafında da İran başta olmak üzere, merkezi Irak hükümeti, Esad rejimi, Hizbullah (Lübnan) ve bunları destekleyen Rusya (Çin) yer almaktadır.

*
En yakın geçmişi hatırlatmak gerekirse: Aralık 2010'da protestolarla başlayan (Tunus, Mısır) Arap ayaklanmaları Yemen'e de sıçramıştı. Salih, 1990'da o zaman Güney-Kuzey olarak ikiye bölünmüş Yemen'in yeniden birleştirilmesinde;1994'de her iki taraf arasında süren iç savaşın Kuzey'in askeri başarısıyla sonuçlanmasında ve böylece Güney'in ayrılıkçı çabalarının sonuçsuz kalmasında önemli bir rol oynamıştı. 30 yıldan beri ülkeyi diktatörlükle yöneten Ali Abdullah Salih, 2012 yılında istifa etmek ve yerini tek aday ve aynı zamanda yardımcısı olan A. R. Mansur Hadi'ye bırakmak zorunda kalmıştı. Salih'in istifası onun artık Yemen politikasında önemsizleştiği anlamında algılanmamalıdır. Ordunun belli kesimleri (örneğin Cumhuriyet muhafızları, hava kuvvetlerinin önemli bölümleri) Salih'e bağımlı hareket etmekteler. Bunun nedeni de kendi aşiretinden unsurların bu kurumlarda önemli konumlara getirilmiş olmalarıdır.

Diğer taraftan Yemen'de ve benzeri ülkelerde iktidara (hükümete) oynayan hakim sınıf partilerinin sınıfsal karakteri yanlış algılamaya neden olabilir. Bu bakımdan Yemen'de politikada söz sahibi olanlar partiler değil, aşiretlerdir. Yani belli aşiretlerin çıkarlarını savunan ve savunmayan partiler vardır. Aşiretler de çıkarlarını sürekli değişim arz eden bir ittifak çerçevesinde geçerli kılmaya çalışırlar ve partiler de aşiretlerin bu politika değişimine ayak uydurmak zorunda kalırlar. Bu politikanın oluşumunda pragmatizm, o andaki çıkara göre hareket etmek belirleyicidir.

Hadi'nin başkanlık döneminde Yemen'de gözü olan dış güçler ve onlarla işbirliği içinde olanlar açısından umut verici bir gelişme ve ortam oluşturulamamıştı. Örneğin ülkenin Kuzeyinde örgütlü olan Zeydi-Şii Ansar Allah (“Allah'ın Askerleri”) -Husi- hareketinin güçlenmesi durdurulamamıştı. Ama daha öncesinde, kendisi de bir Zeydi olan Salih, 2004-2012 arasında Husilere karşı mücadelesinde başarılı olmuş, bu hareketin gelişmesini nispeten önleyebilmişti. Ama Salih'in Husi hareketini tamamen yok etmek gibi bir derdi yoktu. Hadi döneminde giderek artan El Kaide ve İD terörüne karşı da fazla bir şey yapılamamıştı. Daha öncesinde Salih bu İslami terörü hoşgörü ve insansız hava araçları kullanarak (ABD) yok etme taktiği ile belli sınırlar çerçevesinde tutabilmişti.

Sonuçta Salih'e sadık ordu birlikleri ve Husiler, ülkenin Güney'inde taban bulan ve örgütlü olan El Kaide/İD'ne karşı mücadelede birleşirler ve Eylül 2014'te başkent Sana'a'ya girerek iktidarı ele geçirirler. Ocak 2015'te istifa ettiğini açıklayan Hadi, memleketi Aden'e varınca istifasını geri çekti ve Aden'i yeni başkent olarak ilan etti. Mart sonunda Aden'e doğru ilerleyen Husiler karşısında Hadi bu sefer S. Arabistan'a kaçtı. Tam da bu dönemde Hadi yönetiminin üst düzey yetkililerinin Arap Birliği ve uluslararası topluma acil askeri müdahale çağrısının ardından “Kararlı Fırtına” adı altında S. Arabistan önderliğindeki koalisyonun Husi ve Salih birliklerinin mevzilerine ve depolarına karşı hava saldırıları başladı.

S. Arabistan'a göre Yemen'e karşı savaşın esas nedeni, meşru cumhurbaşkanı olan Hadi'nin görevine yeniden dönmesini sağlamaktır. Yani Husilerle Salih ittifakı sunucunda Hadi'nin görevden uzaklaştırılması bir darbedir. S. Arabistan ve onunla koalisyon kuran diğer Arap devletleri Yemen'de meşruiyetin yeniden sağlanmasını talep etmiş oluyorlar. Ama buna inanmak da ayrı bir saflık olur. Çünkü S. Arabistan “iyi darbe-kötü darbe” ayrımı yapıyor: Mısır'da meşru Cumhurbaşkanı seçilen M. Mursi'yi devirmek için Sisi önderliğindeki darbeyi her bakımdan destekleyenlerin başında S. Arabistan gelmekteydi. S. Arabistan açısından 3 Temmuz 2013'de gerçekleştirilen Mursi'yi devrime darbesi meşruydu, ama 2014 sonunda Husilerin Hadi'yi devirme darbesi meşru değildi. Savaş nedenini darbe meşruiyetinde değil de, başka yerde aramak gerekir.

Bölgesel ve jeopolitik nedenler:
Bu savaşın iç içe geçmiş belli başlı iki nedeni var: Birisi İran'ın bölgedeki yayılmasının tehdit olarak algılanması. İkincisi ise Yemen'in jeopolitik önemi. Her iki neden de bölgesel ve uluslararası güçleri bu savaşın tarafı yapmaktadır.

S. Arabistan İran'dan korkuyor. Bu korkuyu iç ve dış nedenli olarak ikiye ayırabiliriz. İç nedenli korku: S. Arabistan'ın Basra Körfezi kıyıları petrol yataklarının olduğu bölgedir. Aynı zamanda burada yaşayanların çoğunluğu Şii inançlıdır. Bunlar da merkezi hükümetin kendilerini baskı altında tutuğuna, temel haklarının ihlal edildiğine inanmaktalar. Bu bölgede bir ayaklanmanın olması durumunda S. Arabistan'ın parçalanacağı düşüncesi Suudilerin korkusudur. S. Arabistan, İran'ın böyle bir ayaklanma politikası güttüğüne inanmaktadır. Bu anlayışa göre (dış nedenli korku) S. Arabistan'ın varlığı veya parçalanacağı, İran'ın bölgedeki Şii gruplar üzerindeki etkisine bağımlı kılınmaktadır. Bu nedenden dolayı olsa gerek S. Arabistan, Bahreyn'de (2012) nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiilerin, azınlığı oluşturan ama aynı zamanda iktidarı elinde tutan Sünnilere karşı ayaklanmalarını askeri güç kullanarak bastırmıştır.

Diğer taraftan 2003'ten bu yana ABD ve İngiltere tarafından Irak'a karşı yürütülen ve S. Arabistan tarafından da yoğun olarak desteklenen savaşlar, beklenenin tam tersi sonuçlar ortaya çıkartmıştır: Saddam rejiminin yıkılması, aynı zamanda Sünnilerin politikadan ve ordudan uzaklaştırılması anlamına geliyordu. Ayrıca, El Kaide ve İD'ne karşı Şiilerden oluşan Irak ordusunun yanı sıra ve belirleyici olarak İran devrim muhafızları savaşmaktadır. Aynı zamanda Suriye'de Esad rejimi, Lübnan'da Hizbullah, İran tarafından yoğun olarak desteklenmektedir. Bu durumda ne Irak savaşları ve ne de Suriye savaşı S. Arabistan'ın beklentisi doğrultusunda sonuçlar vermiştir; tam tersine bu savaşlar nedeniyle İran'ın bölgedeki gücü artmış ve yaygınlamıştır.

Şimdi buna bir de Yemen eklenmiştir. Gerçekten de Husi-Şiilerinin Aden kapılarına dayanması Suudilerin ödünü patlatmış olması gerekir. Bu durumda S. Arabistan süreklilik arz eden bir iç korku (Şii nüfus ve İran tehlikesi) ve dış korku (Irak, Suriye, Bahreyn, Lübnan ve Yemen'de Şiiler ve İran) arasında ve içinde kıvranmaktadır.
Bu durumda S. Arabistan kendi açısından yapılması gerekeni yapmıştır: Kararlılık göstermek! “Kararlı Fırtına” adı altında saldırıya geçmiştir. Tabii bu saldırının zamanlaması da oldukça ilginç! Yemen'e hava saldırılarının Lozan'da İran ve BM'de veto hakkına sahip diğer ülkeler ve Almanya arasında nükleer müzakerelerde anlaşmanın sağlanmasından tamı tamına beş dakika öncesinde başlamış olması oldukça düşündürücüdür. Birilerinin haber vermiş olması gerekir! Bu anlaşmanın Ortadoğu'da hangi gelişmelere neden olabileceğini göreceğiz. Ama açık olan şu ki, başka hiçbir açıdan olmasa da uygulanan ambargonun kaldırılmasıyla ve Batı dünyasıyla ilişiklerin normalleşme sürecine girmesiyle İran'ın Ortadoğu üzerinde siyasi etkisi daha da artacaktır. Bu nüfuz artışı bölgenin en güçlü devletleri olan Mısır, Türkiye, S. Arabistan ve İran arasındaki ilişkileri ve rekabeti doğrudan etkileyecektir. Tabii ki Ortadoğu, bu dört devletin bölgesel güç olma dürtülerine teslim edilemeyecek kadar önemli olduğu için, bir taraftan ABD ve AB, diğer taraftan Rusya ve Çin bu jeopolitik oyunu kendi çıkarlarına göre yönlendirmeye devam edeceklerdir. Şimdi Yemen bu oyunun birçok faktöründen sadece birisidir; en güncel olanıdır.
Yemen Savaşının beraberinde getireceği tehlike ve sorunlar, Irak ve Suriye savaşlarının beraberinde getirdiğinden hiç de daha önemsiz değildir.

Yemen Savaşı ve Ortadoğu'da stratejik denge ve jeopolitik kaygılar
Husilerin Yemen'de iktidarı ele geçirdikleri zaman dilimi, aynı zamanda İran'ın Ortadoğu'da giderek güçlendiği, Lozan'da nükleer müzakerelerde anlaşmanın sağlandığı ve böylece ambargonun kaldırılmasının yolunun açıldığı sürece denk düşmektedir. İran, Hizbullah'la Doğu Akdeniz'e açılıyor, Suriye'de Esad rejimini doğrudan destekliyor ve Irak'ta İran varlığı olmaksızın İD'e karşı mücadele yürütülemiyor; bütün bunlar ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin gözü önünde yapılıyor. Amerikan emperyalizminin oluşturduğu kaos ve güvensizlik karşısında İran bir güven ve istikrar faktörü olarak görülüyor. İran'ın Bağdat'ta, Şam'da, Beyrut'ta ve şimdi de Sana'a'da etkili olması ne Türkiye'nin ne S. Arabistan'ın ne Mısır'ın ne İsrail ve ne de başka Arap ülkelerinin işine gelmektedir.

Gelişmenin veya Ortadoğu'da stratejik dengenin İran lehine değişmesinde Amerikan emperyalizminin oynadığı rol oldukça önemlidir. Amerikan emperyalizmi Ortadoğu'yu uzun vadede enerji ve dünya hakimiyeti stratejisi açısından öneminden dolayı kendi hakimiyeti altında tutmaya çalışıyor. Bu amaçlı yürüttüğü savaşlar sonuçta bölgenin oldukça istikrarsızlaşmasına neden olmuştur. Bu istikrarsızlık sonucunda bir taraftan İran'ın, diğer taraftan da El Kaide ve İD gibi İslamcı faşist çetelerin siyasi nüfuzu artmıştır. Öyle ki, Amerikan emperyalizminin politikaları sonucunda bölgede hem İran'ın hem de İslami örgütlerin siyasi etkisinin artmanın ötesinde azamileştiğini söyleyebiliriz. ABD'nin sergilediği tavır, çelişkili durumunu, belli bir çıkmaz içinde olduğunu en açık biçimde göstermektedir: Irak'ta İD'ne karşı merkezi Irak devletinin ve onu doğrudan destekleyen ve bizzat savaşan İran ile fiilen aynı cephede yer alırken, Suriye'de Esad rejimine karşı fiilen İslamcı örgütleri destekler durumdadır. Şimdi Lozan'daki çerçeve anlaşmasından sonra İran'ın, ABD ve diğer Batılı emperyalist ülkelerle politik, ekonomik, ticari ilişkilerini geliştirme olasılığı, Amerikan emperyalizminin Türkiye ve S. Arabistan yerine İran üzerinden stratejik amaçlarını gerçekleştirmeye yöneleceği oldukça uzak bir ihtimal olduğu için, bölgede İran'ın güçlenmesi ABD'nin çelişkili tavrından yararlanmak olarak algılanmalıdır.

Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçisi S. Arabistan'ın Yemen'deki amaçları ne olabilir? Bu sorunun cevabı Yemen'in stratejik önemini açıklar. S. Arabistan açısından Yemen, hakim olunması gereken bir bölge, bir nüfuz alanıdır. S. Arabistan, Yemen'in İran'ın kontrolü altına girmesini bir Şii ablukası altına alınmak olarak algılıyor ve yanı sıra Arap Yarımadasında kışkırtıcılık yapacağından ve Suudi rejimine karşı ayaklanmalara yol açacağından korkmaktadır. Amerikan emperyalizmi de tedirgindir. Rusya, Çin veya İran, Yemen'de söz sahibi olmaları durumunda Bab'ul Mendep ("Hüzün Kapısı“) boğazının ve Aden Körfezinin kontrolü elden çıkmış olacaktır. Yemen ordusunun sahip olduğu füzeler de bu nüfuz kavgasında önemli bir rol oynamaktadır. Yemen'den atılacak bu füzeler Bab'ul Mendep boğazından ve Aden Körfezinden geçen her gemiyi vurabilir. Bu nedenle ve füzelerin Rusya, Çin ve İran'ın eline geçmemesi için hava saldırıları öncelikle bu füzelerin bulunduğu depolara düzenlenmiştir.

Kısaca: Amerikan emperyalizmi veya hegemonya iddiası olan bütün emperyalist ülkeler için Bab'ul Mendep boğazının ve Aden Körfezinin (1) kontrol edilmesi oldukça önemlidir. Bu durumda ABD'nin Yemen'e duyduğu ilginin merkezinde bu boğazın rakip emperyalist güçlerin (Rusya ve Çin) kontrolüne geçmemesidir. Bu boğaz deniz ticaretinde ve petrol nakliyatında oldukça önemli bir stratejik konuma sahiptir. Bu boğazı kontrol eden Avrupa-Afrika ve Asya arasındaki ticareti ve dolayısıyla deniz trafiğin de kontrol ediyor demektir. Bu boğazı kontrol eden aynı zamanda İsrail'in denizaltılarının Basra Körfezine geçişini ve böylece İran için bir tehdit oluşturmasını da engellemiş veya teşvik etmiş olur.

S. Arabistan'ın Yemen Savaşı, hangi açıdan bakılırsa bakılsın İran'a karşı sürdürülen bir savaştır. Burada Yemen üzerinden İran'la bir hesaplaşma söz konusu. Ortadoğu ve özelde de Basra Körfezi üzerine hegemonya rekabetinde S. Arabistan, Irak'ın devre dışı bırakılmasından sonra İran karşısında tutunacak hali kalmamıştı. S. Arabistan ancak ve ancak başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin ve bir biçimde İsrail'in desteğiyle İran karşısında bir varlık gösterebilirdi. Yemen Savaşında S. Arabistan, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin, İsrail'in, Türkiye'nin başkaca Sünni çoğunluklu Arap ülkelerinin desteğinden emindir. Tek başına İran ile askeri olarak boy ölçüşecek durumda olmadığı için Sünni eksenli bir bölgesel müttefiklik ilişkisi arayışı içindedir (2).

S. Arabistan'ın Yemen Savaşı aynı zamanda ABD'nin de İran'a karşı bir savaşıdır. İsrail, Yemen'e karşı S. Arabistan'ın bu savaşını desteklediğini 27 Martta açıkladı. Bu açıklama Amerikan emperyalizminin de işin içinde olduğunun doğrudan bir ifadesidir. Nitekim ABD, doğrudan savaşa katılmasa da lojistik destek sunmakta ve istihbarat bilgisi vermektedir (3). Bunun ötesinde GCC (Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi) ABD'nin baskısıyla Yemen'e saldırı kararı almıştır. Böylece ABD bir taraftan İran ile Lozan'da nükleer müzakere yaparken, diğer taraftan da S. Arabistan'ı Yemen'e karşı savaşta, dolayısıyla İran'a (Rusya ve Çin'e) karşı savaşta desteklemektedir.

Diğer taraf
Husilerin İran ile ittifakı nasıl algılanmalıdır? Husi Ensarullah hareketi (4), anti-batıcı yönü olan, İran “İslam Devrimi”ne olumlu yaklaşan bir Şii-İslami harekettir. Bu hareketi oluşturanların büyük çoğunluğu Şiiliğin Zeydiye koluna mensuptur. Husilerin iddiası, ülke nüfusunun yüzde 65'ini oluşturan, çoğunluğu Şafi, Hanbeli ve Maliki mezheplerinden Sünniler tarafından sistematik olarak ayrımcılığa uğradıklarıdır.
Bu Şii-Zeydi milis gücü oldukça önemli stratejik konumu olan Yemen'de rekabet eden güçler arasında “üçüncü” bir yol izleme yerine İran yanlı politikasıyla açıktan safını belirlemiş ve yerel başat bir oyuncu olmuştur.

İran'da devrimden sonra kurulan Molla rejiminin temel bir özelliği, yakın bölgesinde Şii nüfusu desteklemesi, örgütlemesi ve iktidar mücadelesi için sahaya sürmesidir. Bu nedenle İran, Hüseyin Bedreddin el-Husi'yi (Husi kavramı buradan gelmektedir) sürekli desteklemiştir. 2004'te Yemen güvenlik güçleri tarafından öldürülen Hüseyin Bedreddin el-Husi'nin yerine geçen (2006) kardeşi Abdülmelik Bedreddin el-Husi'yi de İran sürekli desteklemiştir. Resmi bir açıklama olmasa da Husilere silah ve mühimmat sağlayan ülke İran'dır. En azından 2011’den bu yana İran'ın Husilere silah, para ve danışmanlık sağladığı bilinmektedir.

Yemen'de yaşananlar bölge üzerinde rekabet eden ve doğrudan etkileyici olan S. Arabistan ve İran gibi ülkelerin ve onların arkasında durun ABD ve Rusya gibi emperyalist ülkelerin politikaları ve rekabetleri-çıkarları doğrultusunda şekillenmektedir. 1979 İran devriminden bu yana İran ve S.Arabistan arasında gizli kapaklı sürdürülen bu rekabet bugün bütün çıplaklığıyla açığa çıkmıştır.

Husiler Yemen'de doğrudan İran adına vekalet savaşı sürdürüyor denemez. Ama ortada her iki tarafın çıkarına olan bir pragmatizm ve dini motifli bir yardımlaşma ve ilişki var. Vekalet savaşı da aynı zamanda pragmatizmin bir ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında Yemen'de bir vekalet savaşının sürdürüldüğünü söylemek gerekir. Husilerin, İran'ın yanı sıra özellikle Rusya ve Çin ile de ilişki kurmaya çalışmaları, Sana'a'yı ele geçirdikten sonra geçiş hükümetinin İran ve Rusya'ya delegasyonlar göndererek enerji alanında yatırım olanakları üzerine görüşmesi, 2 Marttan itibaren Tahran-Sana'a arasında günlük yardım uçuşlarının gerçekleşiyor olması, Hursilerin eğilimi hakkında yeteri kadar aydınlatıcı olmaktadır. Diğer taraftan İran'ın Husi sevdası, Aden Körfezine iki savaş gemisi gönderecek ve uluslararası alanda Husi sözcülüğü yapacak derecede güçlü olduğuna göre, bu konu üzerinde biraz düşünmek gerekir.

Özellikle Batı kaynaklı değerlendirmelerde bir taraf olma eğilimi var. Bütün sorunu, S. Arabistan ve başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelere yıkmak ve İran (arkasından dolaylı olarak Rusya ve Çin) ve Husileri temize çıkartmak. Soruna böyle bakınca İD'ne karşı Irak ve Suriye'de ABD'nin, Irak merkezi hükümetinin, Suriye'de Esad rejiminin; nihayetinde İran ve Rusya'nın yanında yer almak gerekiyor. Şablon çok basit: Husiler ilericidir, rejim ve El Kaide ve İŞİD gericidir. Yemen Savaşının bu denklem üzerinde patlak vermediği böyle düşünenlerin umurunda değildir. Yemen'de Müslüman Kardeşlere karşı mücadelede Husileri S. Arabistan ve ABD'nin sahaya sürmesi, Kuzey Yemen'de cumhuriyetçilere ve Güney Yemen Cumhuriyetine karşı kışkırtması; yani o zaman belli bir işbirliğinin olması göz ardı edilmektedir. Pragmatizmlerinden dolayı Husiler, bir o tarafta, bir bu tarafta yer almışlardır; dün ABD ve S. Arabistan çıkarları doğrultusunda hareket ederken, bugün de İran'ın çıkarları doğrultusunda hareket edebilmekteler.

Husilerin oldukça güçlenmeleri ve yerel oyuncu konumuna gelmeleri, onların tek silahlı güç oldukları anlamına gelmez. Husiler dışında, Güney Yemen'de Abyan ve Şabvah’da şeriata dayalı İslam emirlikleri ilan eden Ensar el Şeria (Yemen El Kaidesi veya da Arabistan Yarımadası El Kaidesi) bir yandan Yemen hükümetine ve diğer yandan da S. Arabistan’a karşı mücadele ediyor.
Aşağıdaki haritada Yemen'in mezheplere göre ve bu anlamda da siyasi parçalanmışlığını görüyoruz.

Husilerin başarısı El Kaide ve İD'nin de işine yarayabilir. Husi zaferini El Kaide, Şii-Sünni çatışmasını körüklemek için kullanabilir ve kendini Şiiler karşısında Sünnilerin koruyucusu olarak gösterebilir. Diğer taraftan Yemen'de mücadele eden aktörler arasında sadece Husiler, El Kaide'ye karşı silahlı mücadeleye hazır olandır. Husilerin rejim güçlerine karşı savaşı, El Kaide'nin yayılmacılığını kolaylaştırabilir. El Kaide'nin son dönemlerdeki faaliyetindeki yoğunlaşma tesadüfi değildir. Örneğin birkaç gün öncesinde 300 kadar mahkumu hapishaneden kaçırması S. Arabistan ve rejim güçleri ile bağlantının olmaması durumunda pek mümkün gözükmemektedir.
ABD ve S. Arabistan açısından Husilere ve İran'a karşı savaşan bir El Kaide iyi bir El Kaide olacaktır. Bu türden örnekleri Afganistan, Irak ve Suriye'de yeteri kadar gördük.

Yemen’in stratejik önemi ve bölgesel ve emperyalist ülkeler arası rekabetteki yeri 
 
26-27 km genişliğinde olan Bab'ul Mendep boğazı, Kızıldeniz'i Aden Körfezi’ne ve Hint Okyanusu ile Güneydoğu Asya’yı Süveyş Kanalıyla Akdeniz’e ve Avrupa’ya bağlar. Bu boğaz, Afrika ile Arap Yarımadasını birbirinden ayırır; kuzeydoğu kıyısında Yemen, güneybatı kıyısında ise Cibuti yer alır.

Kuzeyde Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz'e, dolayısıyla Avrupa ve Amerika'ya, Rusya'ya, Güneyde ise Aden Körfezi üzerinden Basra Körfezi'ne, Hint Okyanusuna, bütün olarak Asya'ya, Batı Afrika'ya açılan Bab'ul Mendep boğazı, iktisadi ve askeri açıdan oldukça stratejik bir öneme sahiptir. Basra Körfezi'nden Avrupa ve Amerika'ya ihraç edilen petrolün önemli bir kısmı bu boğazdan geçmektedir. Bu rotada Bab'ul Mendep boğazı bağlayıcı bir önem taşımaktadır. Dünya deniz ticaretinde bir tıkanma noktasıdır. Bu boğazdan her yıl 20 binin üzerinde gemi geçmektedir. Dünya deniz ticaretinde belirleyici yeri olan boğazlar arasında Hürmüz, Malakka boğazlarından ve Süveyş Kanalından sonra dördüncü sırada yer alan bu boğazda günlük taşınan petrol miktarı 2009'da 2,9 milyon varilden 2013'te 3,8 milyon varile çıkmıştır.




















Bu boğazın kapanması durumunda petrol tankerleri Afrika'yı dolaşmak (Ümit Burnu) zorunda kalacaklardır. Asya ve Avrupa arasındaki bu en kısa deniz yolunun kapanması durumunda Afrika kıyılarını dolaşmak zorunda kalan gemilerin kaybettikleri zaman yüzde 58 ila yüzde 70 arasındadır. Bu kadar bir zaman kaybı gemicilik tekelleri ve nakil masrafları açısından kabul edilebilir değildir.

Buna ek olarak savaş gemileri de bu boğazdan geçmektedir. Hint Okyanusu ile Akdeniz arasındaki en kısa yol bu boğazdan geçmektedir. Dünyanın hemen her tarafında üsler kuran, ordular görevlendiren ve bunu dünya hakimiyeti jeopolitikasına göre örgütleyen Amerikan emperyalizmi için bu boğaz askeri açıdan da mutlaka kontrol edilmesi gereken bir bölge konumundadır. Açık ki, bu savaşta söz konusu olan dünya hakimiyeti için jeopolitik avantajlara sahip olmaktır.
Kızıldeniz ve Aden Körfezi üzerinden deniz trafiğinin ne denli önemli olduğunu burada uzunu uzun anlatmaya gerek yok. Coğrafi keşiflere ve aynı paralelde dünya ticaretinin, sömürgeciliğin gelişmesine ve nihayetinde emperyalist çağda dünya ekonomisinin oluşmasına paralel olarak bu bölge, somutta da Bab'ul Mendep boğazı, Aden Körfezi, Kızıldeniz ve inşa edildikten sonra da Süveyş Kanalı, bölge ülkeleri ve dünya hegemonyasında jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip olan emperyalist ülkeler (başlangıçta İngiltere, Fransa, sonraları ABD ve sosyal emperyalist Sovyetler Birliği) tarafından Avrupa-Asya, Avrupa-Afrika, Asya-Afrika ticaretini kontrol etmek için mutlaka elde tutulması gereken stratejik alanlar olarak görülmüştür.


2000'li yılların başındaki verilere göre Süveyş Kanalından geçen deniz trafiğinin yüzde 60 kadarı Kuzey ve Güney Avrupa limanlarından gelmekteydi ve gidiş yerleri de Çin, Kore ve Japon limanlarıydı. Bu demektir ki, Avrupa-Asya arasındaki her türlü meta sevkıyatının yüzde 60 kadarı bu bölgeden geçmektedir. Kızıldeniz aynı zamanda Basra Körfezi ve Doğu Afrika'yı da Avrupa ile bağlayan en kısa deniz yoludur.

Dünya ekonomisi için elzem olan enerji kaynağı petrol de bu bölgeden geçmektedir. Bunun ötesinde dünya çapında mevcut petrol yataklarının büyük bir kısmı da Basra Körfezi ülkelerinde bulunmaktadır. Basra Körfezinde çıkartılan petrolün yüzde 90'ından fazlasının tankerlerle, yani deniz yoluyla taşındığı düşünülürse Kızıldeniz'in bu taşımacılıkta ne denli önemli olduğu anlaşılır. Sudan'dan çıkartılan petrolün de Port Sudan limanı (Kızıldeniz) üzerinden sevkıyatı bu trafiği daha da önemlileştirmektedir.

Böyle bir bölgenin kontrol edilmesi bugünkü dünya ekonomisinde söz sahibi olan emperyalist ülkeler için “olmazsa olmaz” öneme sahiptir. Ortadoğu'yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmek amacını güden Amerikan emperyalizmi, bu rekabetinde karşı güç konumunda olan Rusya ve Çin karşısında avantajlı olmak; Rusya, Çin ve bu ülkelerle beraber hareket eden İran'ı bölgeden uzak tutmak için yapması gerekeni şimdilik S. Arabistan üzerinden gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Ama bu planın uygulanması o kadar da kolay olmayacaktır.

İran karşısında S. Arabistan'ın ve Yemen'e savaş açan diğer Arap ülkelerinin sığınacağı tek liman Amerikan emperyalizmidir. Görünüşte bu bölgede bir Sünni-Şii çatışması; yani İran'ın Şiilik üzerinden yayılması ve buna karşı Sünni Arap ülkelerinin tepkisi söz konusudur. Bu anlamda İran ve S. Arabistan arasında bir bölgesel güç gösterisi söz konusu olmaktadır. Husilerin Sana'a'yı tamamen kontrol etmeleri ve Aden kapılarına dayanmalarını ciddi bir ulusal güvenlik sorunu olarak algılayan S. Arabistan'ın kaygıları ABD emperyalizmi tarafından kullanılmaktadır.
Sadece Yemen bağlamında değil, bütün Ortadoğu'da ABD’nin 2003 Irak işgaliyle birlikte İran’ın Bağdat, Şam ve Beyrut üzerindeki etkisini arttırması ve Yemen’i de kapsamına alması, başta S. Arabistan olmak üzere Körfez ve Arap ülkelerini oldukça tedirgin etmiştir ve etmektedir.

Bu gelişmeler Ortadoğu’da İran’ın genişleyen nüfuzuna karşı bölgesel bir ortak hareket etme zemin hazırlar. Şimdiye kadar Körfez ve Arap ülkelerinde İran’ın nüfuzuna karşı tepki genellikle yaptırım gücü olmayan siyasi söylem çerçevesinde kalmış ve enerji ağırlıklı konuların dışına çıkmamıştır.
İran, Arap ayaklanmalarından kaynaklı olarak Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Irak, Bahreyn ve Yemen gibi ülkelerdeki siyasi istikrarsızlığı Ortadoğu’da etkisini arttırmak için kullanmıştır. Yemen, İran'ın bölgedeki etkisini arttırma konusunda son noktayı oluşturmaktadır.

Ortadoğu'da İran'ın nüfuz alanını genişletmesi karşısında S. Arabistan öncülüğündeki koalisyon bir denge faktörü olabilir mi, bunu göreceğiz. Bu durum Ortadoğu'da Şii-Sünni kutuplaşmasının derinleşmesi anlamına gelir. Yemen'e hava saldırılarıyla gündemleşen bu koalisyon, bu kutuplaşmaya açık zemin hazırlamış oluyor.

Her halükarda İran'ın Husilerden vazgeçmesi veya S. Arabistan ve koalisyon ortaklarının ve bunun ötesinde Batılı emperyalistlerin Husilerin iktidarını kabul etme anlamında Yemen'den vazgeçmeleri en son düşünülmesi gerekendir. Çünkü Yemen'in sahip olduğu stratejik konum onu bölgesel ve emperyal rekabette vazgeçilmez kılmaktadır.

Amerikan emperyalizminin dünya çapında “terörizme karşı savaşı”nda Yemen de nasibini aldı. ABD, Yemen'in S. Arabistan üzerinden kontrolünün sağlanmasının kendi çıkarları için yeterli olmayacağından hareketle Yemen'de teröre karşı mücadeleye, somutta da Yemen El Kaidesi'ne karşı mücadeleye girişti. Bölgeyi tamamen kontrol etmek için bu bir bahaneydi. Aynı bahanelerle Afganistan'a, Irak'a saldırdı, bu ülkeleri işgal etti. Unutmamak gerekir ki, Yemen'in karşı yakası Afrika'dır; Somali'dir, Cibuti'dir, Etiyopya'dır, Sudan'dır. Bu ülkeler yeraltı zenginlikleri bakımında önemlidir ve orada Çin emperyalizmi küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Amerikan emperyalizmi Yemen üzerinden de Afrika'ya bakmaya çalışmaktadır. Bu bakışa Rusya'nın, Çin'in, bu ülkelerle beraber hareket eden İran'ın engel olmaması gerekir.

Aden Körfezi'nin askerileştirilmesi ve emperyalistler arası rekabet
Bu körfezin askerileştirilmesi revizyonist blokun var olduğu dönemde iki süper güç (ABD ve Sovyetler Birliği) arasında büyük jeopolitik oyunun bir parçasıydı. Körfezin askerileştirilmesinde Sokotra adası önemli bir rol oynamaktadır. “Soğuk Savaş” döneminde Güney Yemen'e ait olan bu adada sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'nin askeri bir üssü vardı. O zaman dünya bu körfezde de ABD ve Sovyetler Birliği arasında nüfuz alanına bölünmüştü. Sonraki dönemde, adanın önemini bilen Rus emperyalizmi yeni bir üs kurmak için Yemen hükümetiyle konuşmalar sürdürdü. 2010'da Salih ve Amerikan generali Petraeus arasındaki görüşmeden sonra Rusya bu adada bir üs kurma anlayışından vazgeçmediğin açıkladı. Yani Salih-Petraeus görüşmesi ABD lehine sonuçlanmıştı.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonraki dönemde Amerikan emperyalizmi, dünya hakimiyeti jeopolitikasının bir yansıması olarak Sokotra adasında üs kurma faaliyetini sürdürdü. Daha 1999'da bu ada “ABD'nin istihbarat sistemi kuracağı yer olarak” görülüyor ve Yemen hükümetinin Sokotra'da Amerikan ordusuna liman ve havaalanı verme konusunda hemfikir olduğundan bahsediliyordu.

Sokotra adası, Aden Körfezi'nden Kızıldeniz'e girişin ağzında bulunmaktadır. Bu adada kurulacak bir üs ile Kızıldeniz üzerinden Akdeniz-Asya bağlantısı askeri olarak da kontrol altına alınmış oluyor. Aden Körfezi petrol tankerleri için oldukça önemli bir geçiş güzergahıdır. Bunun ötesinde Çin-Avrupa dış ticaretinin büyük bir kısmı bu deniz yolu kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Doğu ve Güney Afrika'dan Avrupa'ya ticaret de bu körfez üzerinden yapılmaktadır. Sokotra bu deniz trafiğinin ortasında kalmaktadır.
Askeri açıdan bakıldığında Sokotra adasında bir üs, uluslararası deniz trafiğinin doğrudan kontrolü için en uygun olan yerdir. Ayrıca bu ada Amerika'nın Diego Garcia adasındaki askeri üssünden 3 bin km uzaklıktadır.
Bu nedenlerden dolayı, bu adaya kurulmuş bir üs, Aden Körfezi'ndeki ticari ve askeri gemi trafiğini kontrol etmek için oldukça önemlidir.
Diğer taraftan Hint Okyanusu da Ortadoğu-Akdeniz-Avrupa-Amerika-Afrika ve Asya (özellikle Doğu Asya) arasında önemli bir deniz bağlantısıdır; bu yönlere açılan bir nevi merkez konumundadır. Uluslararası ticarette önemli olan dört deniz bağlantısı bu okyanusa açılmaktadır: Akdeniz-Süveyş, Kızıldeniz, Bab'ul Mendep boğazından ve Aden Körfezinden Hint Okyanusuna açılış veya tersi istikamet; Basra Körfezi açılışı; Endonezya ve Malezya arasındaki Malakka boğazı.

Yemen'in İran'ın kontrolüne geçmesi durumunda, Arap Yarımadası İran tarafından kuşatılmış olacaktır. İran, bir taraftan kendi çıkarları gereği ve diğer taraftan da Rusya-Çin kaynaklı hegemonal nedenlerden dolayı Bab'ül Mendep boğazını kapatabilir. Bu durumda Avrupa-Asya arasındaki ticaret, enerji akışı ve özellikle de ABD uçak gemileri ve İngiliz donanmasına ait askeri gücün stratejik bölgeler ulaşımı ve bölgede kalış zamanları olumsuz yönde etkilenecektir. Bunun ötesinde İran'ın etki alanı, Doğu Afrika kıyı ülkelerine kadar genişleyecektir. İşte başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler, savaş pahasına da olsa buna izin vermezler.
ABD'nin Cibuti'de kurduğu askeri üs, bu boğazı doğrudan kontrol etmeye ve kapatılması durumunda yeniden trafiğe açmaya hizmet etmektedir.

Aden Körfezi'nde İsrail
Aden Körfezi'ni kontrol eden ülkelerden birisi de İsrail'dir. Amerikan düşünce üretme kurumu Stratfor'a inanacak olursak “kararlı fırtına” operasyonunun kurmay merkezi S. Arabistan'da değil, Somali Ülkesi'ndedir. Somali Ülkesi, Somali'nin Aden Körfezine bakan bölgesidir. Bu bölge 1960'dan bu yana birçok defa Somali'den bağımsızlığını ilan etmiş, ama her seferinde yeniden Somali'ye bağlanmıştır. En son 2002'de bağımsızlığını ilan etti, ama hiçbir ülke bağımsızlığını tanımadı. Sadece İsrail, ilk iki yıl içinde Somali Ülkesi'nin bağımsızlığını tanıyan tek ülkedir. Burası 2010'dan bu yana bir İsrail üssüdür ve İsrail buradaki varlığıyla Aden Körfezi'ni Bab'ul Mendep boğazını, Kızıldeniz'i kontrol etmektedir.


















Yemen'in bölünme ihtimali
Emperyalizmin böl ve yönet taktiği, bölmek için sayısız nedenler bulabilmektedir. New York Times'ta (2013) yer alan bir öneriye göre Suriye, Libya, Irak ve Yemen parçalanarak devletçiklere ayrıştırılıyor. Özellikle ABD'de olmak üzere emperyalist burjuvazinin “düşünce fabrikaları”nda bu türden haberler, yorumlar sürekli yer alır ve bunlar jeopolitik, stratejik kaygıların açık bir dillendirilmesi olarak görülmelidir. Güney Yemen üzerinden örgütlenecek bir referanduma göre Yemen yeniden ikiye bölünecek. Öyle ki, bu gazete bölünmeden sonra bütün Güney Yemen'in veya bir parçasının S. Arabistan'a dahil edilmesini önermektedir. Bunun bir mantığı var: S. Arabistan'ın hemen hemen bütün ticareti deniz yoluyla yapıldığından bu ülke Güney Yemen'e sahip olmakla Arap Denizi'ne ve Hint Okyanusuna açılmış ve böylece İran'ın Hürmüz Boğazı'nı kapatma ve Suudi ticaretine darbe vurma tehdidinden kurtulmuş olacak. S. Arabistan'a bağlanmış Güney Yemen, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin Aden Körfezini ve Hint Okyanusunu kontrol etmek için bir üs olacaktır.
İran ve Husi korkusu o kadar büyük olmalı ki, Yemen'in ikiye bölünmesiyle Husilerin bütün Yemen üzerindeki zaferi engellenmiş ve böylece S. Arabistan'ın denize açılması garanti atına alınmış oluyor.

Devletsel yapıların, ordunun dağıldığı, tekil aşiretlerin söz sahibi olduğu ve aralarındaki ilişkilerin rekabet ve hakimiyet ilişkileri olduğu bir yerde bu türden bölünme senaryolarının uygulanması pek de zor olmasa gerek. Bu politika Irak, Libya ve Suriye'de de uygulanmaktadır; iç savaş senaryolarıyla toplum etnik ve dinsel gruplara ayrıştırılmakta, birbirlerine karşı kışkırtılmaktadır; ülke farklı milis güçlerinin hakimiyet alanlarına bölünmektedir. Yemen de böyle bir gelişmenin eşiğine gelmiştir.
Yemen bölünebilir mi? Şimdilik elçilikler ayrışmış, havayolları bölünmüş. Iran, başkent Sana'a'ya uçak seferleri başlatmış. Başta ABD olmak üzere Avrupa ülkeleri Yemen'deki elçiliklerini kapatıyorlar, ama BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) Sana'a'daki elçiliklerini açık tutuyorlar. Daha şimdiden iki başkent ve iki farklı yönetim var. Daha şimdiden Sana'a'yı elinde tutan Husiler, Kuzey Yemen'de İran, Rusya ve Çin'in desteğine bağımlı. Buna karşın Güney Yemen'de Aden'i başkent ilan eden Hadi rejimi de S. Arabistan ve ABD'nin desteğine bağımlı. Şii-Sünni görünümlü iki eksen ve bu eksenleri örgütleyen bir taraftan Husiler, İran, Rusya, Çin ve diğer taraftan Hadi rejimi, S. Arabistan ve ABD.

Sünni-Şii motifi ve rekabet
İran dış politikasını sadece ekonomik gücüyle, örneğin petrol politikasıyla veya nükleer denemeleriyle oluşturup geliştirmemektedir. İran burjuvazisi dinsel ideoloji ihracına da oldukça önem vermektedir ve etkili olabilmek için Şii olmayan Müslümanları da desteklemektedir. Örneğin Filistin'de Hamas ile ilişkileri bu çerçevede görülmelidir.
İran, Ortadoğu'nun diğer ülkelerinde toplumun Şii kesimini kendi çıkarları için desteklemekte ve yönlendirmektedir.


Örneğin S. Arabistan ile rekabetinde bu ülkenin batı kesiminde yaşayan Şiileri sürekli Sünni rejime karşı kışkırtmaktadır. Bahreyn'de nüfusun çoğunluğu Şii olmasına rağmen bir Sünni kesim diktatörlüğü var. İran, Bahreyn'de de Şiileri kışkırtmaktadır. Suriye'de Nusayrilerin hakim olduğu Esad rejimini ayakta tutmak için var gücüyle mücadele etmektedir. Irak'ta ise merkezi iktidarın yanında doğrudan savaşmaktadır.

Ortadoğu'da ve Yemen'de gündemde olan çatışmalarda dini motif, en azından Sünni-Şii çatışması olarak önplana çıkmakta veya çıkartılmaktadır. Ama bu çatışma bölgede hakimiyet kurmak isteyen bölge ülkeleri ve onların arkasında yer alan emperyalist ülkeler arasındaki bir rekabettir. Bu rekabetin Şii ekseninde İran belirleyici önemi olan bir aktörken, Sünni ekseninde Türkiye, S. Arabistan, Mısır belirleyici önemi olan aktörler olarak önplana çıkmaktalar.
İran, öncelikle geniş Ortadoğu'da Şii nüfusun var olduğu ülkelerde etkili olmaya çalışmaktadır. Bu nüfus alanı bir yarım ay veya hilal biçiminde olduğundan dolayı da bir “Şii Hilali”nden bahsedilmektedir.


Şii-Sünni çatışmasının aslında ne denli politik olduğunu Suriye örneğinde görüyoruz. Suriye'de Esad rejimi, ülkede azınlık konumunda olan (nüfusun ancak yüzde 12'si kadar) Nusrayilere dayanmaktadır. İran, Suriye'de bu azınlık üzerinden hakimiyet politikası sürdürebilmektedir. İran, Suriye'nin Irak üzerinden Doğu Akdeniz'e uzanan hattın düğüm noktasını oluşturduğunu; Suriye düştüğünde bu bağın da kopacağını bildiği için bütün gücüyle Esad rejimini desteklemektedir.
Benzer bir durum Yemen'de de söz konusudur. Nüfusun çoğunluğu Sünnidir. Zeydilerin çoğunluğu da İran Şii anlayışında değildir. Ama buna rağmen İran, Ensarullah hareketinin yanında yer almaktadır.

İran'ın bu faaliyeti karşısında en çok rahatsız olan bölge ülkelerinin başında Türkiye, S. Arabistan ve Mısır gelmektedir. Bu ülkeler de bölgesel güç olarak Şii eksenine karşı bir Sünni ekseni oluşturma çabası içindeler. Bölge üzerinde çıkarları ve karşılıklı ilişkileri, özellikle Türkiye-Mısır arasındaki ilişkiler iyi olmaktan başka her şeye benzemesine rağmen, İran faktörü bu ülkeleri ortak hareket etmeye sürükleyebilir.

Sonuç olarak:
Yemen Savaşıyla birlikte Ortadoğu'da savaş bölgeselleşmiştir. Irak, Suriye ve şimdi de Yemen'de fiilen savaşılmaktadır. Bu savaşların tarafları gericidir; gerek Irak'ta ve gerekse de Suriye'de IŞİD'e karşı savaşanlar Irak'ta merkezi rejim güçleri ve İran'dır. Bunları ABD önderliğinde İngiltere ve Fransa havadan bombalayarak desteklemektedir. Suriye'de Esad rejimi yine başta IŞİD olmak üzere diğer İslami örgütlere karşı savaşmaktadır. Esad rejimini İran bütün gücüyle desteklemektedir. Şimdi bu gerici savaşlara bir de Yemen Savaşı eklendi. Bu ülkede de S. Arabistan ve koalisyonda yer alan Arap ülkelerinin ve Amerikan emperyalizminin doğrudan desteğiyle Hadi rejimi, savaşı İran destekli Husilere karşı sürdürmektedir. El Kaide de başka bir gerici cephe olarak örgütlüdür.

Bu gerici savaşların yanında sadece Rojava'da sürdürülen savaş, IŞİD'e karşı Kobane ve Şengal direnişleri; bir bütün olarak HPG ve PYD'nin sürdürdüğü bu enternasyonal katılımlı savaş ilerici ve devrimcidir. Burada üç cephe söz konusudur; birbirini boğazlayan iki gerici cephe ve bu cepheleşme dışında kalarak, farklı, “üçüncü” bir yoldan ilerleyerek bölge halklarının özgürlüğü için savaşan cephe. Rojava, özgürlükçü, demokratik ve halkçı devrim olarak kurtuluşun yolunu göstermektedir.
Rojava devrimi aynı zamanda bölgeselleşen gerici savaşa karşı bölgesel devrimin beşiğini de oluşturmaktadır.

Yemen Savaşı da Irak, Suriye ve Libya'da görüldüğü gibi, kısa zamanda sonuçlanacak bir savaş değildir; emperyalist jeopolitikadaki stratejik öneminden dolayı hiçbir güç, bu ülkeyi/bölgeyi rakibine bırakmayacaktır. Bu anlamda S. Arabistan, İran'ın Ortadoğu'da kendi aleyhine olan etkinliğini Yemen Savaşıyla geriletmeye çalışacaktır. Bu konuda S. Arabistan açık veya kapalı Türkiye ve başta Mısır olmak üzere Sünni Arap ülkelerinin ve başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin desteğinden yoksun kalmayacaktır.

Diğer taraftan emperyalizm, somuta da Amerikan emperyalizmi, bölgede tam hakimiyet kurmak için yönetimi zor olabilecek nispeten büyük devletler yerine devletçiklerin oluşumunu körüklemektedir. Zaten bu savaşların uzun sürmesi, ülkelerin bölünme ve devletçiklerin oluşumu zeminini hazırlamaktadır. Emperyalist burjuvazinin “düşünce fabrikaları”nda üretilen bu yönlü anlayışlar hayal ürünü olarak görülemez.

*

Dipnotlar:
1) Bab'ul Mendep ("Hüzün Kapısı“) boğazı ve Aden Körfezi, tarih boyunca ve özellikle de kapitalizmin şafağından bu yana uğruna savaşlar verilen stratejik bir öneme sahiptir. Bu boğazı ve körfezi kontrol etmek için Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye (Osmanlı Devleti) ile İngiltere, Portekiz, İspanya arasında savaşlar ve gerginlikler yaşanmıştır. Emperyalist çağda ise buraların kontrolü için emperyalist ülkeler (İngiltere, Fransa, ABD, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği) arasında rekabet dönem dönem şiddetlenerek sürdürülmüştür. Bugün de bloklaşmış ülke grupları arasında daha kapsamlı ve karmaşık bir rekabet söz konusudur.

Yemen, esasen de Bab'ul Mendep boğazı ve Aden Körfezi, Osmanlı devleti açısından ilk dönemlerde Hicazın güvenliği için önplana çıkıyordu. Bu da Kızıldeniz'e mutlak hakimiyetten geçiyordu. Kızıdeniz'e hakim olmak ise Yemene hakim olmak anlamına geliyordu. 1517’de Mısır'ın fethiyle Arap Yarımadası ve Haremeyn’in (Mekke ve Medine bölgesi) idaresi Osmanlının hakimiyetine geçti. Böylece Osmanlı devleti aynı zamanda İslam Halifeliği de olmuştu. Bundan böyle Osmanlı Padişahları kendilerini, sadece Osmanlı devletinin sınırlarını koruyan değil, aynı zamanda İslam dünyasının hamisi olarak görmeye başladılar ve ona göre de hareket ettiler. Osmanlının Yemen'i sömürgeleştirmesi, Hicazın güvenliği için Yemen'deyiz diye açıklanır.

Aslında her ne kadar Hicazın güvenliği önplana çıkartılsa da işin esası ticaret alanındaki rekabetti ve sorun sadece bu bölge ile de sınırlı değildi. Yemen demek aynı zamanda güneyden Basra Körfezi ve Hindistan ticareti demektir. 1546'da Aden'in fethiyle Güney Arabistan (Yemen) Osmanlı egemenliğine geçer. Arkasından da Basra Körfezindeki Portekiz varlığına son vermek için savaş hazırlıkları yapılır (II. Hint seferi).1550'lere gelindiğinde Osmanlı Devleti ve Portekiz arasındaki Hint Okyanusu ve Basra Körfezi üzerine rekabette üstünlük Osmanlının eline geçer. Her ne kadar Portekiz bu gölgeden tamamen atılamasa da Osmanlı ticaret hacmi 1450'lerdeki en üst rakamlara ulaşır.
Osmanlı Devletinin Yemen'e verdiği önem, gönderilen talimatlarda ve çıkartılan fermanlarda da görülmektedir.
Mısır Beylerbeyine gönderilen 1574 tarihli kararnamede şöyle denir:
Vilayet-i Yemen Saltanat makamından uzak olmakla, düşman tarafından herhangi bir hareket ve hucum olduğunda İstanbul'dan yardım göndermek imkansız olduğundan sana emrediyorum ki Yemen Beylerbeyi Behram Bey tarafından her ne talep olunursa – İstanbul'a sorulmalıdır demeyip- eğer altın, eğer silah, eğer asker, eğer zahire elinde imkanın dahilinde olan her şeyi en kısa zamanda gönderdikten sonra makamıma tafsilatlı olarak arz edesin. Vilayet-i Yemen’in güvenliği, düzen ve intizamı ehemm-i mühimmattandır (en önemli konulardan daha önemlidir), bu mevzuda ihmalden çok kaçınasın”.

Nisan 1568) tarihli kararnamede de Yemen'de olunmanın nedeni günümüz Türkçesiyle şöyle açıklanır:
"... Yemen Vilayetinin fethi ve elde tutulması konusu sadece gelir elde etmek için değildir. Allah muhafaza etsin, Portekizlilerin Müslümanlarda saldırması ve o bölgeyi tehdit etmesi dini gayret ve hamiyetimize yakışmamaktadır. Ve özellikle de alemlerin biricik Kiblegahı ve tavaf ettiği yer olan Kabe-i Mükerreme'nin korunup muhafaza edilmesi her şeyden daha önemli olduğu ve her türlü görevden önemli ve her vazifeden öncelikli vazife olduğu açık ve tartışılmazdır..."
(Başbakanlık Arşivi, Muhimme Defteri 7 Nr.: 2738 )

Osmanlının asıl hedefi Hint Okyanusuna ve Afrika'ya açılmaktır. Bu da ancak Mısır'ın ele geçirilmesiyle mümkün olabilirdi. Mısır'ın ele geçirilmesi Osmanlı devletine yeni yayılmacı olanaklar sağlamış oluyordu; böylece karadan Nubya, Habeşistan, Zengibar gibi ülkelerin ve denizden ise Aden ve Hindistan ile doğrudan doğruya ilişkinin yolu açılıyordu.

Bölgedeki Portekiz varlığı veya Osmanlı-Portekiz rekabeti, Osmanlı devletini bu rekabette üstün gelmek için adımlar atmaya zorlamıştır: Portekizliler Kızıldeniz’deki adalara, Arap Yarımadası kıyılarına ve Hindistan’a saldırıyorlardı. Yemen bu saldırıların önünü almak için işgal edilmiştir.
Söz konusu olan, hep ticarettir, o dönemde bölgede hakim olan güçler arasındaki rekabettir ve bu rekabette üstün gelebilmek için stratejik alanların tutulmasıdır. Bu nedenle olsa gerek Aden'i işgal eden Süleyman Paşa, Hindistan’ın batısındaki Portekizliler ile mücadeleyi Aden ve doğusunda kalan limandan yürütmüştür. Aden merkezli olarak Yemen, Osmanlının Hindistan, Afrika yayılmacılığında Basra Körfezi'nin güneyden korunmasında vazgeçilemez bir öneme sahipti.
Gelişen kapitalizm ve dünya ticareti, Kızıldeniz'i, sonraları inşa edilen Süveyş Kanalını, Bab'ul Mendep boğazını, Aden Körfezini ve Sokotra gibi bu körfezde bulunan irili ufaklı adaları, körfeze açılan Somali kıyılarını stratejik önemli yapmıştır. Örneğin Fransa'nın Mısır'a girmesi, İngiltere'nin Hint Okyanusu ile Kızıldeniz arasındaki ticaretini güvence altına almak içim Perim adasını (1799) işgal etmesine neden oldu. Bölgeden uzak kalınamayacağını anlayan her güç, Yemen'e ve Kızıldeniz'e bir biçimde sokulmanın yol ve yöntemlerini sürekli aramıştır. Bu da güce dayanarak Osmanlı devletini bölgeden uzaklaştırmaktan geçiyordu. Gelişen dünya ticareti; Avrupa-Asya (Hindistan-Çin) arasında sürekli artan ticaret en kısa yoldan gerçekleştirilmeliydi. Bu yol da Kızıldeniz'den geçiyordu. Bu nedenle önemli olan Kızıldeniz ise güneyden ancak ve ancak Bab'ul Mendep boğazı ve Aden Körfezinin elde tutulmasıyla kontrol edilebilirdi.
İlerleyen süreçte Aden Körfezinde ve Kızıldeniz girişindeki Sokotra ve Perim gibi birçok ada İngiltere’nin kontrolüne girmişti. Fransa'nın Mısır’a girmesi, Aden Körfezindeki Osmalı-İngiliz rekabetini İngiltere lehine gelişmiştir.
Bu bölgede Osmanlı devletine karşı rekabet eden tek güç İngiltere değildi. Fransa, İtalya ve İspanya da bölgede nüfuz alanı kurmaya çalışıyorlardı.

Süveyş Kanalının açılmasıyla birlikte bölge üzerinde hala devam eden rekabet daha kapsamlı ve karmaşık boyutlar almıştır. Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Bab'ul Mendep ve Aden Körfezi üzerine Avrupa'nın gelişmiş kapitalist, sonraları emperyalist ülkeleriyle Osmanlı devleti arasındaki rekabet, I. Dünya Savaşında Osmanlı devletinin yıkılmasıyla sonlanmış ama kendi aralarında devem etmiştir.

2) “Arap Natosu” diye tanımlanmaya çalışılan oluşum, esas itibariyle Ortadoğu'da İran merkezli Şii hakimiyetine karşı Sünni merkezli bir Pan-Arap silahlı güçlerin oluşturulmasıdır. Arap devletleri böyle bir silahlı gücü İsrail'e karşı oluşturamamışlardır ve Amerikan emperyalizmine bağımlılıktan dolayı da oluşturamazlardı. Ama şimdi İsrail'i hedeflemeyen ama İran'ı hedef alan, bu nedenle de Rusya'ya karşı mücadelede kullanılabilecek olan bu türden bir oluşum Amerikan emperyalizminin de işine yarar. Ama böyle bir oluşum önde gelen Mısır ve S. Arabistan gibi ülkelerin bölgesel güç olma dürtülerini kışkırtır ve kendi aralarındaki rekabeti de keskinleştirir.
S. Arabistan öncülüğünde Yemen'e saldıran bu Arap koalisyonu içinde yer alan ülkeler, Ortadoğu'da İran merkezli bir Şii hakimiyetine göz yumamazlar. Bu göz yumama beraberinde bir “Arap Natosu” örgütlenmesini mi, yoksa Şii yayılmacılığına karşı Sünni bir bölgesel blok oluşturmayı getirir, bunu göreceğiz.
Bu konuda ABD Başkanı B. Obama'nın 6 Şubat 2015 tarihinde yayımlanan Ulusal Güvenlik kuramında yer alan şu anlayış oldukça açıklayıcıdır: Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da “uzun erimli bir istikrar Amerikan silahlı kuvvetlerinin varlığından ve görevlendirilmesinden daha fazlasını gerekli kılmaktadır. Bu istikrar, kendini savunabilecek durumda olan ortakları gerekli kılmaktadır. Bundan dolayı bir saldırganlığı engellemek için İsrail'in, Ürdün'ün Körfezdeki ortaklarımızın yeteneğine yatırım yapıyoruz ve aynı zamanda İsrail'in güvenliği için sarsılma taahhüdümüzü” dile getiriyoruz.

Burada söylenen oldukça açıktır: Amerikan emperyalizmi Ortadoğu'da bekçilik görevi üstlenecek, söz konusu bu Arap ülkelerinden veya şimdi Yemen'e saldıran koalisyon ülkelerinden ve İsrail'den oluşan bir silahlı güç kurmak istiyor. Bunun adının “Arap Natosu” veya başka bir şey olması meselenin özünde bir şey değiştirmemektedir.

İsrail ve Sünni Arap ülkeleri bakımından bölgesel güç olarak en tehlikeli ülke İran'dır. Nitekim İsrail Cumhurbaşkanı Ş. Peres'in Kasım 2013'te video konferans yoluyla Körfez Güvenlik Konseyi'ne hitap etmesi ve İran'a karşı bir askeri pakttan bahsetmesi ve bundan dolayı da uzun uzun alkışlanması meselenin nerelere kadar uzanabileceğini göstermektedir.
Böyle bir oluşuma önderlik etmeye S. Arabistan aday gözükmektedir. Gerçekten de S. Arabistan “Arap ortak savunma gücünü” oluşturmak için hazırlanmaktadır. Bu nedenle, SIPRI verilerine göre 2014 yılında askeri bütçesini yüzde 17 oranında arttırarak 13 milyar dolara çıkartmıştır.

S. Arabistan mümkün olduğunca çok sayıda Arap ülkesini bu oluşuma katmak istemekte ve Mısır'ı da razı etmek için 13 Martta Şarm el Şeyh'ta düzenlenen Ekonomi Konferansı'nda Körfez ülkeleri, Mısır'a yatırımlar için 12 milyar dolar verebileceklerini açıklamışlardır.

3) Türkiye'nin sözel çıkışlarını bir kenara korsak, ABD ve Almanya dışında başka bir NATO ülkesi S. Arabistan öncülüğündeki Yemen'e karşı savaşın yanında yer alındığını, savaşın açık tarafı olduğunu açıklamamıştır. Sadece ABD'nin dışında Türkiye ve Avrupa ülkeleri, Husilere karşı düzenlenen hava operasyonlarına destek verdiklerini açıklamışlardır. Özellikle, Libya'ya saldırıda ve IŞİD'e karşı Irak'taki hava saldırılarında çok gayretkeş olan İngiltere ve Fransa bu sefer sessiz kalmıştır. AB Dışişleri sorumlusu da Yemen sorununun savaşla çözümlenemeyeceğini açıklamıştır. Alman Dışışleri Bakanı ise “Suudilerin bu hareketini anlayışla” karşıladıklarını açıklamıştır. Yani S. Arabistan'a ihraç ettiği silahlarla Yemen'de katliam yapılmasını Almanya “anlayışla” karşılamış oluyor. Son olarak BM de Husilere karşı silah ambargosu kararı almıştır. Bu da bu çatışmada açık taraf olmanın doğrudan ifadesidir.

4) Şii Zeydi mezhebinin dört ana kolu var (Haduviye, Carudiye, Salihiye ve Saleymani). Husiler, Carudiye mezhebine mensupturlar. Bu mezhep de İran Şiiliği olarak kabul edilen Oniki İmam mezhebine (Caferilik) yakındır. Zeydiler Yemen’de nüfusun (26 milyon) yüzde 35-40’ını oluşturmaktalar. Husilerin ise nüfus içindeki payı anca ve ancak yüzde 2 oranındadır. 1990'lı yılların başında Genç İnananlar olarak kurulan örgüt 2004'te Ansar Allah (Allah'ın Askerleri) silahlı milis gücüne dönüşmüştür. Salih döneminde uygulanan baskı politikası sonucunda kısa zamanda Kuzey Yemen'de önemli bir güce olan Husiler, açıktan S. Arabistan'a karşı da mücadele etmişler ve böylece İran politikasının yanında yer almışlardır.