YEMEN
SAVAŞI...
ARAP
YARIMADASINDA BÖLGESEL REKABET VE JEOPOLİTİK OYUNLAR
Amerikan emperyalizmi Ortadoğu'nun Arap Yarımadası ayağında yeni bir savaşı kışkırttı ve başlatılması işaretini verdi. Bu savaşın da jeopolitik mimarı Amerikan emperyalizmidir. Daha öncesinde bir dizi ülkede askeri müdahalelere girişti ve geriye yıkılmış, talan edilmiş ülkeler ve devam eden savaşlar bıraktı. “Teröre karşı savaşı”nı başlatmasından bu yana işgal ettiği, savaştığı ülkelerde ve bölgelerde kaos ve yıkımdan başka bir sonuç alamadı. 2001'de Afganistan'ı işgal etti; 2003'te Irak'ı işgal etti; 2011'de Libya havadan bombalandı, Gaddafi rejimi yıkıldı;
keza 2011'de Suriye'de iç savaşa sürüklendi. Şimdi de Yemen'de savaşılıyor. Bu ülkelerin hiçbirinde barış sağlanamadı; Afganistan'da savaş devam ediyor; Irak'ta savaş devam ediyor; Libya'da savaş devam ediyor; Suriye'de savaş devam ediyor ve şimdi de Yemen'de savaş devam ediyor. Bu savaşlarda yüzbinlerce insan katledildi, milyonlarca insan göç etmek zorunda bırakıldı. Sahada savaşan aktörler değişti ama amaç değişmedi. Öyle ki, pragmatizm “dost-düşman” arasındaki farkı sildi. Irak'ta İslam Devleti'ne (İD) karşı mücadelede ABD ve İran aynı cephede yer alırlarken Yemen'de karşı karşıya geliyorlar.
Yemen'de
savaşın patlak vermesi sadece bir zaman veya zamanlama meselesiydi.
Bu bakımdan şaşırtıcı bir yanı da yoktur. Yemen ve daha birçok
Arap ülkesi, aşiretlerden örülmüş bir ağ gibidir. Bu,
sömürgeci geçmişten kalma bir mirastır. Yapay olarak, masa
başında cetvelle çizilmiş sınırlar; aynı topluma ait olanların
sınırlarla farklılaştırılmaya çalışılması bugün
çatışmalara zemin hazırlamıştır. Tabii tek neden bu değildir..
Dün İngiliz ve Fransız emperyalizmine hizmet eden egemenler, bugün
Amerikan emperyalizminin hizmetindeler. Emperyalizmin böl ve yönet
yöntemi Yemen'de de sonuç vermektedir. Emperyalizm bölmüş,
yoksulluk yaratmış, kaos oluşturmuş ve yönetmiştir; talan
etmiştir, stratejik amaçları için kullanmıştır. Öyle ki, hiç
bitmeyen iç çelişkileri ve iç savaşları körüklemiştir;
bunları bilerek yapmıştır; bugünü on yıllar öncesinde
hazırlamıştır. Örneğin Sykes-Picot Anlaşması (1916)
Ortadoğu'yu yapay olarak parçalayan bir Fransız-İngiliz
anlaşmasıdır. Emperyalizmin böl ve yönet taktiği, azami kar
getiren çok yönlü bir işletme gibi çalışmaktadır. Dümen her
dönem, o dönemin en güçlü olan emperyalist ülkesinin elindedir.
Bütün amaç zenginlikleri talan etmek, acımasızca sömürmek,
katletmek ve köleleştirmektir. Bugün küreselleşmiş savaş ağası
ülkeler, kendi adlarına savaşacak ülkeler örgütlüyorlar,
vekalet savaşları sürdürüyorlar.
Ortadoğu'da
sürdürülen vekalet savaşları oldukça karmaşıktır, kimin
elinin kimin cebinde olduğu pek belli olmaz, ama söz konusu bu
vekalet savaşlarının maddi zemini belli bir mantığa dayanır.
Etnik gruplar, dinsel farklılıklar karşılıklı olarak
kışkırtılıyor ve emperyalist güçler bunları kendi çıkarları
doğrultusunda savaştırıyorlar. Karşımıza kin ve intikam dolu
bir mezhep savaşları çıkıyor. Yemen'e karşı savaş, ABD ve
Batılı emperyalist ülkeler tarafında fiilen veya sözel olarak
destekleniyor, S. Arabistan öncülüğündeki koalisyon tarafından
yönetiliyor. Görünüşte bir tarafta Sünniler, diğer tarafta da
Şiiler duruyor. Görünüşte bu bir Sünni-Şii mezhepleri arasında
acımasız bir savaş. Ama her birinin arkasında destekleyen;
finanse eden, silah veren, yönlendiren, eğiten, akıl veren başka
güçler duruyor. El Kaide, IŞİD, Suriye'de yaşanan iç savaş,
Irak'ta IŞİD, bütün bunlar bize uygulanan planı ve onun
sonuçlarını göstermektedir.
Yemen'deki
çatışmalarda IŞİD ve El Kaide de bir taraftır. Bunlar başta
ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin sahaya sürdükleri
terör ordularıdır. Dönem dönem desteklenirler ve dönem dönem
de hizaya getirilirler. Bir taraftan Irak ve Suriye'de olduğu gibi
havadan bombalanırlar, ama diğer taraftan da her bakımdan
desteklenirler. Önemli olan vekalet savaşlarının sürdürülmesi,
emperyalistlerin çıkarlarına uygun olan kaos ortamının devam
ettirilmesidir.
Yemen
Savaşı, Ortadoğu veya Yakındoğu olarak bildiğimiz coğrafya'daki
savaşların, yaratılan kaos ortamının bir parçasıdır, Ortadoğu
fotoğrafının bir karesidir. Amerikan emperyalizmi dünya
hegemonyası için bağlayıcı önemi olan bu bölgede hakimiyet
sağlamanın Rusya ve Çin yanlısı rejimlere karşı mücadeleden
geçtiğini biliyor ve ona göre hareket ediyor. Ona göre hareket
etme pratiğinin ne olduğun da Irak ve Suriye'de yaşananlar
göstermektedir. Yemen de bu pratiğin doğrudan bir parçasıdır.
Arap
Yarımadasının güney ucunu oluşturan Yemen, karşı yakada
bulunan Cibuti, Afrika Boynuzu'nu oluşturan Somali, Ortadoğu ve
Basra Körfezi ülkelerini kontrol etmek için S. Arabistan'dan daha
önemsiz değildir. İsterseniz soruna askeri açıdan
bakabilirsiniz. Bu körfeze hakimiyet olmaksızın ve
askerileştirilmeksizin Hint Okyanusu'ndaki Diego Garcia adasında
bulunan üs ile bağı veya Hint Okyanusunu askerileştirilmesini; bu
açıdan Afrika'nın, Avustralya'nın, Hindistan'ın, Arap
Yarımadasının ve özel olarak da Basra Körfezi'nin kontrolünü
sağlamada süreklilik olamaz.
Yemen'de
körüklenen ve başlamış olan iç savaşın Suriye'deki iç
savaştan farkı yoktur. Suriye'de olduğu gibi Yemen'de de dış
güçlerin desteğiyle sürdürülen bir iç savaş; bir vekalet
savaşı söz konusudur. Suriye'deki iç savaş aktörleri yer
değiştirmiş olarak Yemen'de de işbaşındalar.
Suriye'de
gerici, katliamcı Esad rejiminin yerinde Yemen'de gerici ve
katliamcı Hadi rejimi var; ilki Nusayri azınlık, ikincisi Sünni
çoğunluk. Her iki ülkede de muhalefetin bütünselliği yok;
Suriye'de her bir muhalif güç kendi doğrultusunda rejime karşı
mücadele ederken, birbirlerine karşı da amansız bir mücadele
içindedir. Yemen'de de muhalefetin bütünselliği yok; gerek
Husiler, gerekse de El Kaide/İD kendi doğrultularında rejime karşı
mücadele ederken, birbirlerine karşı da mücadele ediyor.
Suriye'de Esad rejimini Rusya ve İran desteklerken IŞİD'in
arkasında Türkiye ve S. Arabistan ve Körfezdeki Arap ülkeleri
durmakta ve “ılımlı” İslami örgütler de ABD ve yine Türkiye
tarafından destelenmektedir. Sadece Kürtler bu gerici “it
dalaşı”nın dışında kalarak, Rojava'nın özgürlüğü için
mücadele etmekteler. Belki Yemen'in güneyinde bağımsızlıkçı
hareket de böyle bir yol izleyebilir.
Yemen
Savaşı, aynen Suriye'de de olduğu gibi iki amaçlı bir vekalet
savaşı olarak gelişmektedir. Bir taraftan S. Arabistan ve İran
mezhepsel (Sünni-Şii) görünümde karşı karşıya gelmekteler.
Ama aslında söz konusu olan, her iki ülkenin bölgede üzerine
hakimiyet dalaşıdır. Bu, dinsel ögelerin kullanıldığı bir
rekabettir. Diğer taraftan Yemen'in deniz ulaşımındaki stratejik
konumundan dolayı ABD ve İran (Rusya) karşı karşıya
gelmekteler. Burada ise jeopolitik kaygılardan dolayı bir karşı
karşıya geliş, bir “it dalaşı” söz konusudur.
Yemen'de
savaşın başlamasından önce Amerikan emperyalizmi sürekli
ülkenin iç işlerine karıştı;2012'de çekilmek zorunda kalan
diktatör Salih, Amerikan emperyalizminin uşağıydı. Onun yerine
gelen Hadi de ABD ile işbirliğinden, insansız hava araçlarını
kullanılmasına izin verdiğinden dolayı halk tarafından nefret
edilen birisidir. Önce Salih, sonrasında da Hadi önderliğindeki
bu rejim çözülmeye-dağılmaya başladığında bütün Yemen'de
çeşitli milisler ve vekalet görevi olan güçler arasında dinsel
motifli çatışmalar alevlendi. Bu çatışmanın bir tarafında
Husilere karşı Fas, Ürdün, Bahreyn, Sudan, Kuveyt, Katar, Mısır,
BAE ve en azından sözel olarak Türkiye ve ABD (İsrail) tarafından
desteklenen S. Arabistan yer alırken, diğer tarafında da İran
başta olmak üzere, merkezi Irak hükümeti, Esad rejimi, Hizbullah
(Lübnan) ve bunları destekleyen Rusya (Çin) yer almaktadır.
*
En
yakın geçmişi hatırlatmak gerekirse: Aralık 2010'da
protestolarla başlayan (Tunus, Mısır) Arap ayaklanmaları Yemen'e
de sıçramıştı. Salih, 1990'da o zaman Güney-Kuzey olarak ikiye
bölünmüş Yemen'in yeniden birleştirilmesinde;1994'de her iki
taraf arasında süren iç savaşın Kuzey'in askeri başarısıyla
sonuçlanmasında ve böylece Güney'in ayrılıkçı çabalarının
sonuçsuz kalmasında önemli bir rol oynamıştı. 30 yıldan beri
ülkeyi diktatörlükle yöneten Ali Abdullah Salih, 2012 yılında
istifa etmek ve yerini tek aday ve aynı zamanda yardımcısı olan
A. R. Mansur Hadi'ye bırakmak zorunda kalmıştı. Salih'in istifası
onun artık Yemen politikasında önemsizleştiği anlamında
algılanmamalıdır. Ordunun belli kesimleri (örneğin Cumhuriyet
muhafızları, hava kuvvetlerinin önemli bölümleri) Salih'e
bağımlı hareket etmekteler. Bunun nedeni de kendi aşiretinden
unsurların bu kurumlarda önemli konumlara getirilmiş olmalarıdır.
Diğer
taraftan Yemen'de ve benzeri ülkelerde iktidara (hükümete) oynayan
hakim sınıf partilerinin sınıfsal karakteri yanlış algılamaya
neden olabilir. Bu bakımdan Yemen'de politikada söz sahibi olanlar
partiler değil, aşiretlerdir. Yani belli aşiretlerin çıkarlarını
savunan ve savunmayan partiler vardır. Aşiretler de çıkarlarını
sürekli değişim arz eden bir ittifak çerçevesinde geçerli
kılmaya çalışırlar ve partiler de aşiretlerin bu politika
değişimine ayak uydurmak zorunda kalırlar. Bu politikanın
oluşumunda pragmatizm, o andaki çıkara göre hareket etmek
belirleyicidir.
Hadi'nin
başkanlık döneminde Yemen'de gözü olan dış güçler ve onlarla
işbirliği içinde olanlar açısından umut verici bir gelişme ve
ortam oluşturulamamıştı. Örneğin ülkenin Kuzeyinde örgütlü
olan Zeydi-Şii Ansar Allah (“Allah'ın Askerleri”) -Husi-
hareketinin güçlenmesi durdurulamamıştı. Ama daha öncesinde,
kendisi de bir Zeydi olan Salih, 2004-2012 arasında Husilere karşı
mücadelesinde başarılı olmuş, bu hareketin gelişmesini nispeten
önleyebilmişti. Ama Salih'in Husi hareketini tamamen yok etmek gibi
bir derdi yoktu. Hadi döneminde giderek artan El Kaide ve İD
terörüne karşı da fazla bir şey yapılamamıştı. Daha
öncesinde Salih bu İslami terörü hoşgörü ve insansız hava
araçları kullanarak (ABD) yok etme taktiği ile belli sınırlar
çerçevesinde tutabilmişti.
Sonuçta
Salih'e sadık ordu birlikleri ve Husiler, ülkenin Güney'inde taban
bulan ve örgütlü olan El Kaide/İD'ne karşı mücadelede
birleşirler ve Eylül 2014'te başkent Sana'a'ya girerek iktidarı
ele geçirirler. Ocak 2015'te istifa ettiğini açıklayan Hadi,
memleketi Aden'e varınca istifasını geri çekti ve Aden'i yeni
başkent olarak ilan etti. Mart sonunda Aden'e doğru ilerleyen
Husiler karşısında Hadi bu sefer S. Arabistan'a kaçtı. Tam da bu
dönemde Hadi yönetiminin üst düzey yetkililerinin Arap Birliği
ve uluslararası topluma acil askeri müdahale çağrısının
ardından “Kararlı Fırtına” adı altında S. Arabistan
önderliğindeki koalisyonun Husi ve Salih birliklerinin mevzilerine
ve depolarına karşı hava saldırıları başladı.
S.
Arabistan'a göre Yemen'e karşı savaşın esas nedeni, meşru
cumhurbaşkanı olan Hadi'nin görevine yeniden dönmesini
sağlamaktır. Yani Husilerle Salih ittifakı sunucunda Hadi'nin
görevden uzaklaştırılması bir darbedir. S. Arabistan ve onunla
koalisyon kuran diğer Arap devletleri Yemen'de meşruiyetin yeniden
sağlanmasını talep etmiş oluyorlar. Ama buna inanmak da ayrı bir
saflık olur. Çünkü S. Arabistan “iyi darbe-kötü darbe”
ayrımı yapıyor: Mısır'da meşru Cumhurbaşkanı seçilen M.
Mursi'yi devirmek için Sisi önderliğindeki darbeyi her bakımdan
destekleyenlerin başında S. Arabistan gelmekteydi. S. Arabistan
açısından 3 Temmuz 2013'de gerçekleştirilen Mursi'yi devrime
darbesi meşruydu, ama 2014 sonunda Husilerin Hadi'yi devirme darbesi
meşru değildi. Savaş nedenini darbe meşruiyetinde değil de,
başka yerde aramak gerekir.
Bölgesel
ve jeopolitik nedenler:
Bu
savaşın iç içe geçmiş belli başlı iki nedeni var: Birisi
İran'ın bölgedeki yayılmasının tehdit olarak algılanması.
İkincisi ise Yemen'in jeopolitik önemi. Her iki neden de bölgesel
ve uluslararası güçleri bu savaşın tarafı yapmaktadır.
S.
Arabistan İran'dan korkuyor. Bu korkuyu iç ve dış nedenli olarak
ikiye ayırabiliriz. İç nedenli korku: S. Arabistan'ın Basra
Körfezi kıyıları petrol yataklarının olduğu bölgedir. Aynı
zamanda burada yaşayanların çoğunluğu Şii inançlıdır. Bunlar
da merkezi hükümetin kendilerini baskı altında tutuğuna, temel
haklarının ihlal edildiğine inanmaktalar. Bu bölgede bir
ayaklanmanın olması durumunda S. Arabistan'ın parçalanacağı
düşüncesi Suudilerin korkusudur. S. Arabistan, İran'ın böyle
bir ayaklanma politikası güttüğüne inanmaktadır. Bu anlayışa
göre (dış nedenli korku) S. Arabistan'ın varlığı veya
parçalanacağı, İran'ın bölgedeki Şii gruplar üzerindeki
etkisine bağımlı kılınmaktadır. Bu nedenden dolayı olsa gerek
S. Arabistan, Bahreyn'de (2012) nüfusun çoğunluğunu oluşturan
Şiilerin, azınlığı oluşturan ama aynı zamanda iktidarı elinde
tutan Sünnilere karşı ayaklanmalarını askeri güç kullanarak
bastırmıştır.
Diğer
taraftan 2003'ten bu yana ABD ve İngiltere tarafından Irak'a karşı
yürütülen ve S. Arabistan tarafından da yoğun olarak desteklenen
savaşlar, beklenenin tam tersi sonuçlar ortaya çıkartmıştır:
Saddam rejiminin yıkılması, aynı zamanda Sünnilerin politikadan
ve ordudan uzaklaştırılması anlamına geliyordu. Ayrıca, El
Kaide ve İD'ne karşı Şiilerden oluşan Irak ordusunun yanı sıra
ve belirleyici olarak İran devrim muhafızları savaşmaktadır.
Aynı zamanda Suriye'de Esad rejimi, Lübnan'da Hizbullah, İran
tarafından yoğun olarak desteklenmektedir. Bu durumda ne Irak
savaşları ve ne de Suriye savaşı S. Arabistan'ın beklentisi
doğrultusunda sonuçlar vermiştir; tam tersine bu savaşlar
nedeniyle İran'ın bölgedeki gücü artmış ve yaygınlamıştır.
Şimdi
buna bir de Yemen eklenmiştir. Gerçekten de Husi-Şiilerinin Aden
kapılarına dayanması Suudilerin ödünü patlatmış olması
gerekir. Bu durumda S. Arabistan süreklilik arz eden bir iç korku
(Şii nüfus ve İran tehlikesi) ve dış korku (Irak, Suriye,
Bahreyn, Lübnan ve Yemen'de Şiiler ve İran) arasında ve içinde
kıvranmaktadır.
Bu
durumda S. Arabistan kendi açısından yapılması gerekeni
yapmıştır: Kararlılık göstermek! “Kararlı Fırtına” adı
altında saldırıya geçmiştir. Tabii bu saldırının zamanlaması
da oldukça ilginç! Yemen'e hava saldırılarının Lozan'da İran
ve BM'de veto hakkına sahip diğer ülkeler ve Almanya arasında
nükleer müzakerelerde anlaşmanın sağlanmasından tamı tamına
beş dakika öncesinde başlamış olması oldukça düşündürücüdür.
Birilerinin haber vermiş olması gerekir! Bu anlaşmanın
Ortadoğu'da hangi gelişmelere neden olabileceğini göreceğiz. Ama
açık olan şu ki, başka hiçbir açıdan olmasa da uygulanan
ambargonun kaldırılmasıyla ve Batı dünyasıyla ilişiklerin
normalleşme sürecine girmesiyle İran'ın Ortadoğu üzerinde
siyasi etkisi daha da artacaktır. Bu nüfuz artışı bölgenin en
güçlü devletleri olan Mısır, Türkiye, S. Arabistan ve İran
arasındaki ilişkileri ve rekabeti doğrudan etkileyecektir. Tabii
ki Ortadoğu, bu dört devletin bölgesel güç olma dürtülerine
teslim edilemeyecek kadar önemli olduğu için, bir taraftan ABD ve
AB, diğer taraftan Rusya ve Çin bu jeopolitik oyunu kendi
çıkarlarına göre yönlendirmeye devam edeceklerdir. Şimdi Yemen
bu oyunun birçok faktöründen sadece birisidir; en güncel
olanıdır.
Yemen
Savaşının beraberinde getireceği tehlike ve sorunlar, Irak ve
Suriye savaşlarının beraberinde getirdiğinden hiç de daha
önemsiz değildir.
Yemen
Savaşı ve Ortadoğu'da stratejik denge ve jeopolitik kaygılar
Husilerin
Yemen'de iktidarı ele geçirdikleri zaman dilimi, aynı zamanda
İran'ın Ortadoğu'da giderek güçlendiği, Lozan'da nükleer
müzakerelerde anlaşmanın sağlandığı ve böylece ambargonun
kaldırılmasının yolunun açıldığı sürece denk düşmektedir.
İran, Hizbullah'la Doğu Akdeniz'e açılıyor, Suriye'de Esad
rejimini doğrudan destekliyor ve Irak'ta İran varlığı olmaksızın
İD'e karşı mücadele yürütülemiyor; bütün bunlar ABD başta
olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin gözü önünde
yapılıyor. Amerikan emperyalizminin oluşturduğu kaos ve
güvensizlik karşısında İran bir güven ve istikrar faktörü
olarak görülüyor. İran'ın Bağdat'ta, Şam'da, Beyrut'ta ve
şimdi de Sana'a'da etkili olması ne Türkiye'nin ne S. Arabistan'ın
ne Mısır'ın ne İsrail ve ne de başka Arap ülkelerinin işine
gelmektedir.
Gelişmenin
veya Ortadoğu'da stratejik dengenin İran lehine değişmesinde
Amerikan emperyalizminin oynadığı rol oldukça önemlidir.
Amerikan emperyalizmi Ortadoğu'yu uzun vadede enerji ve dünya
hakimiyeti stratejisi açısından öneminden dolayı kendi
hakimiyeti altında tutmaya çalışıyor. Bu amaçlı yürüttüğü
savaşlar sonuçta bölgenin oldukça istikrarsızlaşmasına neden
olmuştur. Bu istikrarsızlık sonucunda bir taraftan İran'ın,
diğer taraftan da El Kaide ve İD gibi İslamcı faşist çetelerin
siyasi nüfuzu artmıştır. Öyle ki, Amerikan emperyalizminin
politikaları sonucunda bölgede hem İran'ın hem de İslami
örgütlerin siyasi etkisinin artmanın ötesinde azamileştiğini
söyleyebiliriz. ABD'nin sergilediği tavır, çelişkili durumunu,
belli bir çıkmaz içinde olduğunu en açık biçimde
göstermektedir: Irak'ta İD'ne karşı merkezi Irak devletinin ve
onu doğrudan destekleyen ve bizzat savaşan İran ile fiilen aynı
cephede yer alırken, Suriye'de Esad rejimine karşı fiilen İslamcı
örgütleri destekler durumdadır. Şimdi Lozan'daki çerçeve
anlaşmasından sonra İran'ın, ABD ve diğer Batılı emperyalist
ülkelerle politik, ekonomik, ticari ilişkilerini geliştirme
olasılığı, Amerikan emperyalizminin Türkiye ve S. Arabistan
yerine İran üzerinden stratejik amaçlarını gerçekleştirmeye
yöneleceği oldukça uzak bir ihtimal olduğu için, bölgede
İran'ın güçlenmesi ABD'nin çelişkili tavrından yararlanmak
olarak algılanmalıdır.
Amerikan
emperyalizminin ve işbirlikçisi S. Arabistan'ın Yemen'deki
amaçları ne olabilir? Bu sorunun cevabı Yemen'in stratejik
önemini açıklar. S. Arabistan açısından Yemen, hakim olunması
gereken bir bölge, bir nüfuz alanıdır. S. Arabistan, Yemen'in
İran'ın kontrolü altına girmesini bir Şii ablukası altına
alınmak olarak algılıyor ve yanı sıra Arap Yarımadasında
kışkırtıcılık yapacağından ve Suudi rejimine karşı
ayaklanmalara yol açacağından korkmaktadır. Amerikan emperyalizmi
de tedirgindir. Rusya, Çin veya İran, Yemen'de söz sahibi olmaları
durumunda Bab'ul Mendep ("Hüzün Kapısı“) boğazının ve
Aden Körfezinin kontrolü elden çıkmış olacaktır. Yemen
ordusunun sahip olduğu füzeler de bu nüfuz kavgasında önemli bir
rol oynamaktadır. Yemen'den atılacak bu füzeler Bab'ul Mendep
boğazından ve Aden Körfezinden geçen her gemiyi vurabilir. Bu
nedenle ve füzelerin Rusya, Çin ve İran'ın eline geçmemesi için
hava saldırıları öncelikle bu füzelerin bulunduğu depolara
düzenlenmiştir.
Kısaca:
Amerikan emperyalizmi veya hegemonya iddiası olan bütün
emperyalist ülkeler için Bab'ul Mendep
boğazının ve Aden Körfezinin (1) kontrol edilmesi oldukça
önemlidir. Bu durumda ABD'nin Yemen'e duyduğu ilginin merkezinde bu
boğazın rakip emperyalist güçlerin (Rusya ve Çin) kontrolüne
geçmemesidir. Bu boğaz deniz ticaretinde ve petrol nakliyatında
oldukça önemli bir stratejik konuma sahiptir. Bu boğazı kontrol
eden Avrupa-Afrika ve Asya arasındaki ticareti ve dolayısıyla
deniz trafiğin de kontrol ediyor demektir. Bu boğazı kontrol eden
aynı zamanda İsrail'in denizaltılarının Basra Körfezine
geçişini ve böylece İran için bir tehdit oluşturmasını da
engellemiş veya teşvik etmiş olur.
S.
Arabistan'ın Yemen Savaşı, hangi açıdan bakılırsa bakılsın
İran'a karşı sürdürülen bir savaştır. Burada Yemen üzerinden
İran'la bir hesaplaşma söz konusu. Ortadoğu ve özelde de Basra
Körfezi üzerine hegemonya rekabetinde S. Arabistan, Irak'ın devre
dışı bırakılmasından sonra İran karşısında tutunacak hali
kalmamıştı. S. Arabistan ancak ve ancak başta ABD olmak üzere
Batılı emperyalist ülkelerin ve bir biçimde İsrail'in desteğiyle
İran karşısında bir varlık gösterebilirdi. Yemen Savaşında
S. Arabistan, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin,
İsrail'in, Türkiye'nin başkaca Sünni çoğunluklu Arap
ülkelerinin desteğinden emindir. Tek başına İran ile askeri
olarak boy ölçüşecek durumda olmadığı için Sünni eksenli bir
bölgesel müttefiklik ilişkisi arayışı içindedir (2).
S.
Arabistan'ın Yemen Savaşı aynı zamanda ABD'nin de İran'a karşı
bir savaşıdır. İsrail, Yemen'e karşı S. Arabistan'ın bu
savaşını desteklediğini 27 Martta açıkladı. Bu açıklama
Amerikan emperyalizminin de işin içinde olduğunun doğrudan bir
ifadesidir. Nitekim ABD, doğrudan savaşa katılmasa da lojistik
destek sunmakta ve istihbarat bilgisi vermektedir (3). Bunun ötesinde
GCC (Körfez
Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi)
ABD'nin baskısıyla Yemen'e saldırı kararı almıştır. Böylece
ABD bir taraftan İran ile Lozan'da nükleer müzakere yaparken,
diğer taraftan da S. Arabistan'ı Yemen'e karşı savaşta,
dolayısıyla İran'a (Rusya ve Çin'e) karşı savaşta
desteklemektedir.
Diğer
taraf
Husilerin
İran ile ittifakı nasıl algılanmalıdır? Husi Ensarullah
hareketi (4), anti-batıcı yönü olan, İran “İslam Devrimi”ne
olumlu yaklaşan bir Şii-İslami harekettir. Bu hareketi
oluşturanların büyük çoğunluğu Şiiliğin Zeydiye koluna
mensuptur. Husilerin iddiası, ülke nüfusunun yüzde 65'ini
oluşturan, çoğunluğu Şafi, Hanbeli ve Maliki mezheplerinden
Sünniler tarafından sistematik olarak ayrımcılığa
uğradıklarıdır.
Bu
Şii-Zeydi milis gücü oldukça önemli stratejik konumu olan
Yemen'de rekabet eden güçler arasında “üçüncü” bir yol
izleme yerine İran yanlı politikasıyla açıktan safını
belirlemiş ve yerel başat bir oyuncu olmuştur.
İran'da
devrimden sonra kurulan Molla rejiminin temel bir özelliği, yakın
bölgesinde Şii nüfusu desteklemesi, örgütlemesi ve iktidar
mücadelesi için sahaya sürmesidir. Bu nedenle İran, Hüseyin
Bedreddin el-Husi'yi (Husi kavramı buradan gelmektedir) sürekli
desteklemiştir. 2004'te Yemen güvenlik güçleri tarafından
öldürülen Hüseyin Bedreddin el-Husi'nin yerine geçen (2006)
kardeşi Abdülmelik Bedreddin el-Husi'yi de İran sürekli
desteklemiştir. Resmi bir açıklama olmasa da Husilere silah ve
mühimmat sağlayan ülke İran'dır. En azından 2011’den bu yana
İran'ın Husilere silah, para ve danışmanlık sağladığı
bilinmektedir.
Yemen'de
yaşananlar bölge üzerinde rekabet eden ve doğrudan etkileyici
olan S. Arabistan ve İran gibi ülkelerin ve onların arkasında
durun ABD ve Rusya gibi emperyalist ülkelerin politikaları ve
rekabetleri-çıkarları doğrultusunda şekillenmektedir. 1979 İran
devriminden bu yana İran ve S.Arabistan arasında gizli kapaklı
sürdürülen bu rekabet bugün bütün çıplaklığıyla açığa
çıkmıştır.
Husiler
Yemen'de doğrudan İran adına vekalet savaşı sürdürüyor
denemez. Ama ortada her iki tarafın çıkarına olan bir pragmatizm
ve dini motifli bir yardımlaşma ve ilişki var. Vekalet savaşı da
aynı zamanda pragmatizmin bir ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında
Yemen'de bir vekalet savaşının sürdürüldüğünü söylemek
gerekir. Husilerin, İran'ın yanı sıra özellikle Rusya ve Çin
ile de ilişki kurmaya çalışmaları, Sana'a'yı ele geçirdikten
sonra geçiş hükümetinin İran ve Rusya'ya delegasyonlar
göndererek enerji alanında yatırım olanakları üzerine
görüşmesi, 2 Marttan itibaren Tahran-Sana'a arasında günlük
yardım uçuşlarının gerçekleşiyor olması, Hursilerin eğilimi
hakkında yeteri kadar aydınlatıcı olmaktadır. Diğer taraftan
İran'ın Husi sevdası, Aden Körfezine iki savaş gemisi gönderecek
ve uluslararası alanda Husi sözcülüğü yapacak derecede güçlü
olduğuna göre, bu konu üzerinde biraz düşünmek gerekir.
Özellikle
Batı kaynaklı değerlendirmelerde bir taraf olma eğilimi var.
Bütün sorunu, S. Arabistan ve başta ABD olmak üzere Batılı
emperyalist ülkelere yıkmak ve İran (arkasından dolaylı olarak
Rusya ve Çin) ve Husileri temize çıkartmak. Soruna böyle bakınca
İD'ne karşı Irak ve Suriye'de ABD'nin, Irak merkezi hükümetinin,
Suriye'de Esad rejiminin; nihayetinde İran ve Rusya'nın yanında
yer almak gerekiyor. Şablon çok basit: Husiler ilericidir, rejim ve
El Kaide ve İŞİD gericidir. Yemen Savaşının bu denklem üzerinde
patlak vermediği böyle düşünenlerin umurunda değildir. Yemen'de
Müslüman Kardeşlere karşı mücadelede Husileri S. Arabistan ve
ABD'nin sahaya sürmesi, Kuzey Yemen'de cumhuriyetçilere ve Güney
Yemen Cumhuriyetine karşı kışkırtması; yani o zaman belli bir
işbirliğinin olması göz ardı edilmektedir. Pragmatizmlerinden
dolayı Husiler, bir o tarafta, bir bu tarafta yer almışlardır;
dün ABD ve S. Arabistan çıkarları doğrultusunda hareket ederken,
bugün de İran'ın çıkarları doğrultusunda hareket
edebilmekteler.
Husilerin
oldukça güçlenmeleri ve yerel oyuncu konumuna gelmeleri, onların
tek silahlı güç oldukları anlamına gelmez. Husiler dışında,
Güney Yemen'de Abyan ve Şabvah’da şeriata dayalı İslam
emirlikleri ilan eden Ensar el Şeria (Yemen El Kaidesi veya da
Arabistan Yarımadası El Kaidesi) bir yandan Yemen hükümetine ve
diğer yandan da S. Arabistan’a karşı mücadele ediyor.
Aşağıdaki
haritada Yemen'in mezheplere göre ve bu anlamda da siyasi
parçalanmışlığını görüyoruz.
Husilerin
başarısı El Kaide ve İD'nin de işine yarayabilir. Husi zaferini
El Kaide, Şii-Sünni çatışmasını körüklemek için
kullanabilir ve kendini Şiiler karşısında Sünnilerin koruyucusu
olarak gösterebilir. Diğer taraftan Yemen'de mücadele eden
aktörler arasında sadece Husiler, El Kaide'ye karşı silahlı
mücadeleye hazır olandır. Husilerin rejim güçlerine karşı
savaşı, El Kaide'nin yayılmacılığını kolaylaştırabilir.
El Kaide'nin son dönemlerdeki faaliyetindeki yoğunlaşma tesadüfi
değildir. Örneğin birkaç gün öncesinde 300 kadar mahkumu
hapishaneden kaçırması S. Arabistan ve rejim güçleri ile
bağlantının olmaması durumunda pek mümkün gözükmemektedir.
ABD
ve S. Arabistan açısından Husilere ve İran'a karşı savaşan bir
El Kaide iyi bir El Kaide olacaktır. Bu türden örnekleri
Afganistan, Irak ve Suriye'de yeteri kadar gördük.
Yemen’in
stratejik önemi ve bölgesel ve emperyalist ülkeler arası
rekabetteki yeri
26-27
km genişliğinde olan Bab'ul Mendep boğazı, Kızıldeniz'i Aden
Körfezi’ne ve Hint Okyanusu ile Güneydoğu Asya’yı Süveyş
Kanalıyla Akdeniz’e ve Avrupa’ya bağlar. Bu boğaz, Afrika ile
Arap Yarımadasını birbirinden ayırır; kuzeydoğu kıyısında
Yemen, güneybatı kıyısında ise Cibuti yer alır.
Kuzeyde
Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz'e, dolayısıyla Avrupa ve
Amerika'ya, Rusya'ya, Güneyde ise Aden Körfezi üzerinden Basra
Körfezi'ne, Hint Okyanusuna, bütün olarak Asya'ya, Batı Afrika'ya
açılan Bab'ul Mendep boğazı, iktisadi ve askeri açıdan oldukça
stratejik bir öneme sahiptir. Basra Körfezi'nden Avrupa ve
Amerika'ya ihraç edilen petrolün önemli bir kısmı bu boğazdan
geçmektedir. Bu rotada Bab'ul Mendep boğazı bağlayıcı bir önem
taşımaktadır. Dünya deniz ticaretinde bir tıkanma noktasıdır.
Bu boğazdan her yıl 20 binin üzerinde gemi geçmektedir. Dünya
deniz ticaretinde belirleyici yeri olan boğazlar arasında Hürmüz,
Malakka boğazlarından ve Süveyş Kanalından sonra dördüncü
sırada yer alan bu boğazda günlük taşınan petrol miktarı
2009'da 2,9 milyon varilden 2013'te 3,8 milyon varile çıkmıştır.
Bu
boğazın kapanması durumunda petrol tankerleri Afrika'yı dolaşmak
(Ümit Burnu) zorunda kalacaklardır. Asya ve Avrupa arasındaki bu
en kısa deniz yolunun kapanması durumunda Afrika kıyılarını
dolaşmak zorunda kalan gemilerin kaybettikleri zaman yüzde 58 ila
yüzde 70 arasındadır. Bu kadar bir zaman kaybı gemicilik
tekelleri ve nakil masrafları açısından kabul edilebilir
değildir.
Buna
ek olarak savaş gemileri de bu boğazdan geçmektedir. Hint
Okyanusu ile Akdeniz arasındaki en kısa yol bu boğazdan
geçmektedir. Dünyanın hemen her tarafında üsler kuran, ordular
görevlendiren ve bunu dünya hakimiyeti jeopolitikasına göre
örgütleyen Amerikan emperyalizmi için bu boğaz askeri açıdan da
mutlaka kontrol edilmesi gereken bir bölge konumundadır. Açık ki,
bu savaşta söz konusu olan dünya hakimiyeti için jeopolitik
avantajlara sahip olmaktır.
Kızıldeniz
ve Aden Körfezi üzerinden deniz trafiğinin ne denli önemli
olduğunu burada uzunu uzun anlatmaya gerek yok. Coğrafi keşiflere
ve aynı paralelde dünya ticaretinin, sömürgeciliğin gelişmesine
ve nihayetinde emperyalist çağda dünya ekonomisinin oluşmasına
paralel olarak bu bölge, somutta da Bab'ul Mendep boğazı, Aden
Körfezi, Kızıldeniz ve inşa edildikten sonra da Süveyş Kanalı,
bölge ülkeleri ve dünya hegemonyasında jeopolitika geliştirme
yeteneğine sahip olan emperyalist ülkeler (başlangıçta
İngiltere, Fransa, sonraları ABD ve sosyal emperyalist Sovyetler
Birliği) tarafından Avrupa-Asya, Avrupa-Afrika, Asya-Afrika
ticaretini kontrol etmek için mutlaka elde tutulması gereken
stratejik alanlar olarak görülmüştür.
2000'li
yılların başındaki verilere göre Süveyş Kanalından geçen
deniz trafiğinin yüzde 60 kadarı Kuzey ve Güney Avrupa
limanlarından gelmekteydi ve gidiş yerleri de Çin, Kore ve Japon
limanlarıydı. Bu demektir ki, Avrupa-Asya arasındaki her türlü
meta sevkıyatının yüzde 60 kadarı bu bölgeden geçmektedir.
Kızıldeniz aynı zamanda Basra Körfezi ve Doğu Afrika'yı da
Avrupa ile bağlayan en kısa deniz yoludur.
Dünya
ekonomisi için elzem olan enerji kaynağı petrol de bu bölgeden
geçmektedir. Bunun ötesinde dünya çapında mevcut petrol
yataklarının büyük bir kısmı da Basra Körfezi ülkelerinde
bulunmaktadır. Basra Körfezinde çıkartılan petrolün yüzde
90'ından fazlasının tankerlerle, yani deniz yoluyla taşındığı
düşünülürse Kızıldeniz'in bu taşımacılıkta ne denli önemli
olduğu anlaşılır. Sudan'dan çıkartılan petrolün de Port
Sudan limanı (Kızıldeniz) üzerinden sevkıyatı bu trafiği daha
da önemlileştirmektedir.
Böyle
bir bölgenin kontrol edilmesi bugünkü dünya ekonomisinde söz
sahibi olan emperyalist ülkeler için “olmazsa olmaz” öneme
sahiptir. Ortadoğu'yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden
biçimlendirmek amacını güden Amerikan emperyalizmi, bu
rekabetinde karşı güç konumunda olan Rusya ve Çin karşısında
avantajlı olmak; Rusya, Çin ve bu ülkelerle beraber hareket eden
İran'ı bölgeden uzak tutmak için yapması gerekeni şimdilik S.
Arabistan üzerinden gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Ama bu
planın uygulanması o kadar da kolay olmayacaktır.
İran
karşısında S. Arabistan'ın ve Yemen'e savaş açan diğer Arap
ülkelerinin sığınacağı tek liman Amerikan emperyalizmidir.
Görünüşte bu bölgede bir Sünni-Şii çatışması; yani İran'ın
Şiilik üzerinden yayılması ve buna karşı Sünni Arap
ülkelerinin tepkisi söz konusudur. Bu anlamda İran ve S. Arabistan
arasında bir bölgesel güç gösterisi söz konusu olmaktadır.
Husilerin Sana'a'yı tamamen kontrol etmeleri ve Aden kapılarına
dayanmalarını ciddi bir ulusal güvenlik sorunu olarak algılayan
S. Arabistan'ın kaygıları ABD emperyalizmi tarafından
kullanılmaktadır.
Sadece
Yemen bağlamında değil, bütün Ortadoğu'da ABD’nin 2003 Irak
işgaliyle birlikte İran’ın Bağdat, Şam ve Beyrut üzerindeki
etkisini arttırması ve Yemen’i de kapsamına alması, başta S.
Arabistan olmak üzere Körfez ve Arap ülkelerini oldukça tedirgin
etmiştir ve etmektedir.
Bu
gelişmeler Ortadoğu’da İran’ın genişleyen nüfuzuna karşı
bölgesel bir ortak hareket etme zemin hazırlar. Şimdiye kadar
Körfez ve Arap ülkelerinde İran’ın nüfuzuna karşı tepki
genellikle yaptırım gücü olmayan siyasi söylem çerçevesinde
kalmış ve enerji ağırlıklı konuların dışına çıkmamıştır.
İran,
Arap ayaklanmalarından kaynaklı olarak Tunus, Mısır, Libya,
Suriye, Irak, Bahreyn ve Yemen gibi ülkelerdeki siyasi
istikrarsızlığı Ortadoğu’da etkisini arttırmak için
kullanmıştır. Yemen, İran'ın bölgedeki etkisini arttırma
konusunda son noktayı oluşturmaktadır.
Ortadoğu'da
İran'ın nüfuz alanını genişletmesi karşısında S. Arabistan
öncülüğündeki koalisyon bir denge faktörü olabilir mi, bunu
göreceğiz. Bu durum Ortadoğu'da Şii-Sünni kutuplaşmasının
derinleşmesi anlamına gelir. Yemen'e hava saldırılarıyla
gündemleşen bu koalisyon, bu kutuplaşmaya açık zemin hazırlamış
oluyor.
Her
halükarda İran'ın Husilerden vazgeçmesi veya S. Arabistan ve
koalisyon ortaklarının ve bunun ötesinde Batılı emperyalistlerin
Husilerin iktidarını kabul etme anlamında Yemen'den vazgeçmeleri
en son düşünülmesi gerekendir. Çünkü Yemen'in sahip olduğu
stratejik konum onu bölgesel ve emperyal rekabette vazgeçilmez
kılmaktadır.
Amerikan
emperyalizminin dünya çapında “terörizme karşı savaşı”nda
Yemen de nasibini aldı. ABD, Yemen'in S. Arabistan üzerinden
kontrolünün sağlanmasının kendi çıkarları için yeterli
olmayacağından hareketle Yemen'de teröre karşı mücadeleye,
somutta da Yemen El Kaidesi'ne karşı mücadeleye girişti. Bölgeyi
tamamen kontrol etmek için bu bir bahaneydi. Aynı bahanelerle
Afganistan'a, Irak'a saldırdı, bu ülkeleri işgal etti. Unutmamak
gerekir ki, Yemen'in karşı yakası Afrika'dır; Somali'dir,
Cibuti'dir,
Etiyopya'dır, Sudan'dır. Bu ülkeler yeraltı zenginlikleri
bakımında önemlidir ve orada Çin emperyalizmi küçümsenemeyecek
bir etkiye sahiptir. Amerikan emperyalizmi Yemen üzerinden de
Afrika'ya bakmaya çalışmaktadır. Bu bakışa Rusya'nın, Çin'in,
bu ülkelerle beraber hareket eden İran'ın engel olmaması gerekir.
Aden
Körfezi'nin askerileştirilmesi ve emperyalistler arası rekabet
Bu
körfezin askerileştirilmesi revizyonist blokun var olduğu dönemde
iki süper güç (ABD ve Sovyetler Birliği) arasında büyük
jeopolitik oyunun bir parçasıydı. Körfezin askerileştirilmesinde
Sokotra adası önemli bir rol oynamaktadır. “Soğuk Savaş”
döneminde Güney Yemen'e ait olan bu adada sosyal emperyalist
Sovyetler Birliği'nin askeri bir üssü vardı. O zaman dünya bu
körfezde de ABD ve Sovyetler Birliği arasında nüfuz alanına
bölünmüştü. Sonraki dönemde, adanın önemini bilen Rus
emperyalizmi yeni bir üs kurmak için Yemen hükümetiyle konuşmalar
sürdürdü. 2010'da Salih ve Amerikan generali Petraeus arasındaki
görüşmeden sonra Rusya bu adada bir üs kurma anlayışından
vazgeçmediğin açıkladı. Yani Salih-Petraeus görüşmesi ABD
lehine sonuçlanmıştı.
Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından sonraki dönemde Amerikan emperyalizmi,
dünya hakimiyeti jeopolitikasının bir yansıması olarak Sokotra
adasında üs kurma faaliyetini sürdürdü. Daha 1999'da bu ada
“ABD'nin istihbarat sistemi kuracağı yer olarak” görülüyor
ve Yemen hükümetinin Sokotra'da Amerikan ordusuna liman ve
havaalanı verme konusunda hemfikir olduğundan bahsediliyordu.
Sokotra
adası, Aden Körfezi'nden Kızıldeniz'e girişin ağzında
bulunmaktadır. Bu adada kurulacak bir üs ile Kızıldeniz üzerinden
Akdeniz-Asya bağlantısı askeri olarak da kontrol altına alınmış
oluyor. Aden Körfezi petrol tankerleri için oldukça önemli bir
geçiş güzergahıdır. Bunun ötesinde Çin-Avrupa dış
ticaretinin büyük bir kısmı bu deniz yolu kullanılarak
gerçekleştirilmektedir. Doğu ve Güney Afrika'dan Avrupa'ya
ticaret de bu körfez üzerinden yapılmaktadır. Sokotra bu deniz
trafiğinin ortasında kalmaktadır.
Askeri
açıdan bakıldığında Sokotra adasında bir üs, uluslararası
deniz trafiğinin doğrudan kontrolü için en uygun olan yerdir.
Ayrıca bu ada Amerika'nın Diego Garcia adasındaki askeri üssünden
3 bin km uzaklıktadır.
Bu
nedenlerden dolayı, bu adaya kurulmuş bir üs, Aden Körfezi'ndeki
ticari ve askeri gemi trafiğini kontrol etmek için oldukça
önemlidir.
Diğer
taraftan Hint Okyanusu da Ortadoğu-Akdeniz-Avrupa-Amerika-Afrika ve
Asya (özellikle Doğu Asya) arasında önemli bir deniz
bağlantısıdır; bu yönlere açılan bir nevi merkez konumundadır.
Uluslararası ticarette önemli olan dört deniz bağlantısı bu
okyanusa açılmaktadır: Akdeniz-Süveyş, Kızıldeniz, Bab'ul
Mendep boğazından ve Aden Körfezinden Hint Okyanusuna açılış
veya tersi istikamet; Basra Körfezi açılışı; Endonezya ve
Malezya arasındaki Malakka boğazı.
Yemen'in
İran'ın kontrolüne geçmesi durumunda, Arap Yarımadası İran
tarafından kuşatılmış olacaktır. İran, bir taraftan kendi
çıkarları gereği ve diğer taraftan da Rusya-Çin kaynaklı
hegemonal nedenlerden dolayı Bab'ül Mendep boğazını kapatabilir.
Bu durumda Avrupa-Asya arasındaki ticaret, enerji akışı ve
özellikle de ABD uçak gemileri ve İngiliz donanmasına ait askeri
gücün stratejik bölgeler ulaşımı ve bölgede kalış zamanları
olumsuz yönde etkilenecektir. Bunun ötesinde İran'ın etki alanı,
Doğu Afrika kıyı ülkelerine kadar genişleyecektir. İşte başta
ABD olmak üzere Batılı emperyalistler, savaş pahasına da olsa
buna izin vermezler.
ABD'nin
Cibuti'de kurduğu askeri üs, bu boğazı doğrudan kontrol etmeye
ve kapatılması durumunda yeniden trafiğe açmaya hizmet
etmektedir.
Aden
Körfezi'nde İsrail
Aden
Körfezi'ni kontrol eden ülkelerden birisi de İsrail'dir. Amerikan
düşünce üretme kurumu Stratfor'a inanacak olursak “kararlı
fırtına” operasyonunun kurmay merkezi S. Arabistan'da değil,
Somali Ülkesi'ndedir. Somali Ülkesi, Somali'nin Aden Körfezine
bakan bölgesidir. Bu bölge 1960'dan bu yana birçok defa Somali'den
bağımsızlığını ilan etmiş, ama her seferinde yeniden
Somali'ye bağlanmıştır. En son 2002'de bağımsızlığını ilan
etti, ama hiçbir ülke bağımsızlığını tanımadı. Sadece
İsrail, ilk iki yıl içinde Somali Ülkesi'nin bağımsızlığını
tanıyan tek ülkedir. Burası 2010'dan bu yana bir İsrail üssüdür
ve İsrail buradaki varlığıyla Aden Körfezi'ni Bab'ul Mendep
boğazını, Kızıldeniz'i kontrol etmektedir.
Yemen'in
bölünme ihtimali
Emperyalizmin
böl ve yönet taktiği, bölmek için sayısız nedenler
bulabilmektedir. New York Times'ta (2013) yer alan bir öneriye
göre Suriye, Libya, Irak ve Yemen parçalanarak devletçiklere
ayrıştırılıyor. Özellikle ABD'de olmak üzere emperyalist
burjuvazinin “düşünce fabrikaları”nda bu türden haberler,
yorumlar sürekli yer alır ve bunlar jeopolitik, stratejik
kaygıların açık bir dillendirilmesi olarak görülmelidir. Güney
Yemen üzerinden örgütlenecek bir referanduma göre Yemen yeniden
ikiye bölünecek. Öyle ki, bu gazete bölünmeden sonra bütün
Güney Yemen'in veya bir parçasının S. Arabistan'a dahil
edilmesini önermektedir. Bunun bir mantığı var: S. Arabistan'ın
hemen hemen bütün ticareti deniz yoluyla yapıldığından bu ülke
Güney Yemen'e sahip olmakla Arap Denizi'ne ve Hint Okyanusuna
açılmış ve böylece İran'ın Hürmüz Boğazı'nı kapatma ve
Suudi ticaretine darbe vurma tehdidinden kurtulmuş olacak. S.
Arabistan'a bağlanmış Güney Yemen, aynı zamanda Amerikan
emperyalizminin Aden Körfezini ve Hint Okyanusunu kontrol etmek için
bir üs olacaktır.
İran
ve Husi korkusu o kadar büyük olmalı ki, Yemen'in ikiye
bölünmesiyle Husilerin bütün Yemen üzerindeki zaferi engellenmiş
ve böylece S. Arabistan'ın denize açılması garanti atına
alınmış oluyor.
Devletsel
yapıların, ordunun dağıldığı, tekil aşiretlerin söz sahibi
olduğu ve aralarındaki ilişkilerin rekabet ve hakimiyet ilişkileri
olduğu bir yerde bu türden bölünme senaryolarının uygulanması
pek de zor olmasa gerek. Bu politika Irak, Libya ve Suriye'de de
uygulanmaktadır; iç savaş senaryolarıyla toplum etnik ve dinsel
gruplara ayrıştırılmakta, birbirlerine karşı kışkırtılmaktadır;
ülke farklı milis güçlerinin hakimiyet alanlarına bölünmektedir.
Yemen de böyle bir gelişmenin eşiğine gelmiştir.
Yemen
bölünebilir mi? Şimdilik elçilikler ayrışmış, havayolları
bölünmüş. Iran, başkent Sana'a'ya uçak seferleri başlatmış.
Başta ABD olmak üzere Avrupa ülkeleri Yemen'deki elçiliklerini
kapatıyorlar, ama BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin
ve Güney Afrika) Sana'a'daki elçiliklerini açık tutuyorlar. Daha
şimdiden iki başkent ve iki farklı yönetim var. Daha şimdiden
Sana'a'yı elinde tutan Husiler, Kuzey Yemen'de İran, Rusya ve
Çin'in desteğine bağımlı. Buna karşın Güney Yemen'de Aden'i
başkent ilan eden Hadi rejimi de S. Arabistan ve ABD'nin desteğine
bağımlı. Şii-Sünni görünümlü iki eksen ve bu eksenleri
örgütleyen bir taraftan Husiler, İran, Rusya, Çin ve diğer
taraftan Hadi rejimi, S. Arabistan ve ABD.
Sünni-Şii
motifi ve rekabet
İran
dış politikasını sadece ekonomik gücüyle, örneğin petrol
politikasıyla veya nükleer denemeleriyle oluşturup
geliştirmemektedir. İran burjuvazisi dinsel ideoloji ihracına da
oldukça önem vermektedir ve etkili olabilmek için Şii olmayan
Müslümanları da desteklemektedir. Örneğin Filistin'de Hamas ile
ilişkileri bu çerçevede görülmelidir.
İran,
Ortadoğu'nun diğer ülkelerinde toplumun Şii kesimini kendi
çıkarları için desteklemekte ve yönlendirmektedir.
Örneğin
S. Arabistan ile rekabetinde bu ülkenin batı kesiminde yaşayan
Şiileri sürekli Sünni rejime karşı kışkırtmaktadır.
Bahreyn'de nüfusun çoğunluğu Şii olmasına rağmen bir Sünni
kesim diktatörlüğü var. İran, Bahreyn'de de Şiileri
kışkırtmaktadır. Suriye'de Nusayrilerin hakim olduğu Esad
rejimini ayakta tutmak için var gücüyle mücadele etmektedir.
Irak'ta ise merkezi iktidarın yanında doğrudan savaşmaktadır.
Ortadoğu'da
ve Yemen'de gündemde olan çatışmalarda dini motif, en azından
Sünni-Şii çatışması olarak önplana çıkmakta veya
çıkartılmaktadır. Ama bu çatışma bölgede hakimiyet kurmak
isteyen bölge ülkeleri ve onların arkasında yer alan emperyalist
ülkeler arasındaki bir rekabettir. Bu rekabetin Şii ekseninde İran
belirleyici önemi olan bir aktörken, Sünni ekseninde Türkiye, S.
Arabistan, Mısır belirleyici önemi olan aktörler olarak önplana
çıkmaktalar.
İran,
öncelikle geniş Ortadoğu'da Şii nüfusun var olduğu ülkelerde
etkili olmaya çalışmaktadır. Bu nüfus alanı bir yarım ay veya
hilal biçiminde olduğundan dolayı da bir “Şii Hilali”nden
bahsedilmektedir.
Şii-Sünni
çatışmasının aslında ne denli politik olduğunu Suriye
örneğinde görüyoruz. Suriye'de Esad rejimi, ülkede azınlık
konumunda olan (nüfusun ancak yüzde 12'si kadar) Nusrayilere
dayanmaktadır. İran, Suriye'de bu azınlık üzerinden hakimiyet
politikası sürdürebilmektedir. İran, Suriye'nin Irak üzerinden
Doğu Akdeniz'e uzanan hattın düğüm noktasını oluşturduğunu;
Suriye düştüğünde bu bağın da kopacağını bildiği için
bütün gücüyle Esad rejimini desteklemektedir.
Benzer
bir durum Yemen'de de söz konusudur. Nüfusun çoğunluğu Sünnidir.
Zeydilerin çoğunluğu da İran Şii anlayışında değildir. Ama
buna rağmen İran, Ensarullah hareketinin yanında yer almaktadır.
İran'ın
bu faaliyeti karşısında en çok rahatsız olan bölge ülkelerinin
başında Türkiye, S. Arabistan ve Mısır gelmektedir. Bu ülkeler
de bölgesel güç olarak Şii eksenine karşı bir Sünni ekseni
oluşturma çabası içindeler. Bölge üzerinde çıkarları ve
karşılıklı ilişkileri, özellikle Türkiye-Mısır arasındaki
ilişkiler iyi olmaktan başka her şeye benzemesine rağmen, İran
faktörü bu ülkeleri ortak hareket etmeye sürükleyebilir.
Sonuç
olarak:
Yemen
Savaşıyla birlikte Ortadoğu'da savaş bölgeselleşmiştir. Irak,
Suriye ve şimdi de Yemen'de fiilen savaşılmaktadır. Bu savaşların
tarafları gericidir; gerek Irak'ta ve gerekse de Suriye'de IŞİD'e
karşı savaşanlar Irak'ta merkezi rejim güçleri ve İran'dır.
Bunları ABD önderliğinde İngiltere ve Fransa havadan bombalayarak
desteklemektedir. Suriye'de Esad rejimi yine başta IŞİD olmak
üzere diğer İslami örgütlere karşı savaşmaktadır. Esad
rejimini İran bütün gücüyle desteklemektedir. Şimdi bu gerici
savaşlara bir de Yemen Savaşı eklendi. Bu ülkede de S. Arabistan
ve koalisyonda yer alan Arap ülkelerinin ve Amerikan emperyalizminin
doğrudan desteğiyle Hadi rejimi, savaşı İran destekli Husilere
karşı sürdürmektedir. El Kaide de başka bir gerici cephe olarak
örgütlüdür.
Bu
gerici savaşların yanında sadece Rojava'da sürdürülen savaş,
IŞİD'e karşı Kobane ve Şengal direnişleri; bir bütün olarak
HPG ve PYD'nin sürdürdüğü bu enternasyonal katılımlı savaş
ilerici ve devrimcidir. Burada üç cephe söz konusudur; birbirini
boğazlayan iki gerici cephe ve bu cepheleşme dışında kalarak,
farklı, “üçüncü” bir yoldan ilerleyerek bölge halklarının
özgürlüğü için savaşan cephe. Rojava, özgürlükçü,
demokratik ve halkçı devrim olarak kurtuluşun yolunu
göstermektedir.
Rojava
devrimi aynı zamanda bölgeselleşen gerici savaşa karşı bölgesel
devrimin beşiğini de oluşturmaktadır.
Yemen
Savaşı da Irak, Suriye ve Libya'da görüldüğü gibi, kısa
zamanda sonuçlanacak bir savaş değildir; emperyalist
jeopolitikadaki stratejik öneminden dolayı hiçbir güç, bu
ülkeyi/bölgeyi rakibine bırakmayacaktır. Bu anlamda S.
Arabistan, İran'ın Ortadoğu'da kendi aleyhine olan etkinliğini
Yemen Savaşıyla geriletmeye çalışacaktır. Bu konuda S.
Arabistan açık veya kapalı Türkiye ve başta Mısır olmak üzere
Sünni Arap ülkelerinin ve başta ABD olmak üzere Batılı
emperyalist ülkelerin desteğinden yoksun kalmayacaktır.
Diğer
taraftan emperyalizm, somuta da Amerikan emperyalizmi, bölgede tam
hakimiyet kurmak için yönetimi zor olabilecek nispeten büyük
devletler yerine devletçiklerin oluşumunu körüklemektedir. Zaten
bu savaşların uzun sürmesi, ülkelerin bölünme ve devletçiklerin
oluşumu zeminini hazırlamaktadır. Emperyalist burjuvazinin
“düşünce fabrikaları”nda üretilen bu yönlü anlayışlar
hayal ürünü olarak görülemez.
*
Dipnotlar:
1)
Bab'ul Mendep ("Hüzün Kapısı“) boğazı ve Aden Körfezi,
tarih boyunca ve özellikle de kapitalizmin şafağından bu yana
uğruna savaşlar verilen stratejik bir öneme sahiptir. Bu boğazı
ve körfezi kontrol etmek için Devlet-i
Aliyye-i Osmaniyye (Osmanlı Devleti) ile İngiltere, Portekiz,
İspanya arasında savaşlar ve gerginlikler yaşanmıştır.
Emperyalist çağda ise buraların kontrolü için emperyalist
ülkeler (İngiltere, Fransa, ABD, sosyal emperyalist Sovyetler
Birliği) arasında rekabet dönem dönem şiddetlenerek
sürdürülmüştür. Bugün de bloklaşmış ülke grupları
arasında daha kapsamlı ve karmaşık bir rekabet söz konusudur.
Yemen,
esasen de Bab'ul Mendep boğazı ve Aden Körfezi, Osmanlı devleti
açısından ilk dönemlerde Hicazın güvenliği için önplana
çıkıyordu. Bu da Kızıldeniz'e mutlak hakimiyetten geçiyordu.
Kızıdeniz'e hakim olmak ise Yemene hakim olmak anlamına geliyordu.
1517’de Mısır'ın fethiyle Arap Yarımadası ve Haremeyn’in
(Mekke ve Medine bölgesi) idaresi Osmanlının hakimiyetine geçti.
Böylece Osmanlı devleti aynı zamanda İslam Halifeliği de
olmuştu. Bundan böyle Osmanlı Padişahları kendilerini, sadece
Osmanlı devletinin sınırlarını koruyan değil, aynı zamanda
İslam dünyasının hamisi olarak görmeye başladılar ve ona göre
de hareket ettiler. Osmanlının Yemen'i sömürgeleştirmesi,
Hicazın güvenliği için Yemen'deyiz diye açıklanır.
Aslında
her ne kadar Hicazın güvenliği önplana çıkartılsa da işin
esası ticaret alanındaki rekabetti ve sorun sadece bu bölge ile de
sınırlı değildi. Yemen demek aynı zamanda güneyden Basra
Körfezi ve Hindistan ticareti demektir. 1546'da Aden'in fethiyle
Güney Arabistan (Yemen) Osmanlı egemenliğine geçer. Arkasından
da Basra Körfezindeki Portekiz varlığına son vermek için savaş
hazırlıkları yapılır (II. Hint seferi).1550'lere gelindiğinde
Osmanlı Devleti ve Portekiz arasındaki Hint Okyanusu ve Basra
Körfezi üzerine rekabette üstünlük Osmanlının eline geçer.
Her ne kadar Portekiz bu gölgeden tamamen atılamasa da Osmanlı
ticaret hacmi 1450'lerdeki en üst rakamlara ulaşır.
Osmanlı
Devletinin Yemen'e verdiği önem, gönderilen talimatlarda ve
çıkartılan fermanlarda da görülmektedir.
Mısır
Beylerbeyine gönderilen 1574 tarihli kararnamede şöyle denir:
“Vilayet-i
Yemen Saltanat makamından uzak olmakla, düşman tarafından
herhangi bir hareket ve hucum olduğunda İstanbul'dan yardım
göndermek imkansız olduğundan sana emrediyorum ki Yemen Beylerbeyi
Behram Bey tarafından her ne talep olunursa – İstanbul'a
sorulmalıdır demeyip- eğer altın, eğer silah, eğer asker, eğer
zahire elinde imkanın dahilinde olan her şeyi en kısa zamanda
gönderdikten sonra makamıma tafsilatlı olarak arz edesin.
Vilayet-i Yemen’in güvenliği, düzen ve intizamı ehemm-i
mühimmattandır (en önemli konulardan daha önemlidir), bu mevzuda
ihmalden çok kaçınasın”.
Nisan
1568) tarihli kararnamede de Yemen'de olunmanın nedeni günümüz
Türkçesiyle şöyle açıklanır:
"...
Yemen Vilayetinin fethi ve elde tutulması konusu sadece gelir elde
etmek için değildir. Allah muhafaza etsin, Portekizlilerin
Müslümanlarda saldırması ve o bölgeyi tehdit etmesi dini gayret
ve hamiyetimize yakışmamaktadır. Ve özellikle de alemlerin
biricik Kiblegahı ve tavaf ettiği yer olan Kabe-i Mükerreme'nin
korunup muhafaza edilmesi her şeyden daha önemli olduğu ve her
türlü görevden önemli ve her vazifeden öncelikli vazife olduğu
açık ve tartışılmazdır..."
(Başbakanlık
Arşivi, Muhimme Defteri 7 Nr.: 2738 )
Osmanlının
asıl hedefi Hint Okyanusuna ve Afrika'ya açılmaktır. Bu da ancak
Mısır'ın ele geçirilmesiyle mümkün olabilirdi. Mısır'ın ele
geçirilmesi
Osmanlı devletine yeni yayılmacı olanaklar sağlamış oluyordu;
böylece karadan Nubya, Habeşistan, Zengibar gibi ülkelerin ve
denizden ise Aden
ve Hindistan ile doğrudan doğruya ilişkinin yolu açılıyordu.
Bölgedeki
Portekiz varlığı veya Osmanlı-Portekiz rekabeti, Osmanlı
devletini bu rekabette üstün gelmek için adımlar atmaya
zorlamıştır: Portekizliler Kızıldeniz’deki adalara, Arap
Yarımadası kıyılarına ve Hindistan’a saldırıyorlardı. Yemen
bu saldırıların önünü almak için işgal edilmiştir.
Söz
konusu olan, hep ticarettir, o dönemde bölgede hakim olan güçler
arasındaki rekabettir ve bu rekabette üstün gelebilmek için
stratejik alanların tutulmasıdır. Bu nedenle olsa gerek Aden'i
işgal eden Süleyman Paşa, Hindistan’ın batısındaki
Portekizliler ile mücadeleyi Aden ve doğusunda kalan limandan
yürütmüştür. Aden merkezli olarak Yemen, Osmanlının Hindistan,
Afrika yayılmacılığında Basra Körfezi'nin güneyden
korunmasında vazgeçilemez bir öneme sahipti.
Gelişen
kapitalizm ve dünya ticareti, Kızıldeniz'i, sonraları inşa
edilen Süveyş Kanalını, Bab'ul Mendep boğazını, Aden Körfezini
ve Sokotra gibi bu körfezde bulunan irili ufaklı adaları, körfeze
açılan Somali kıyılarını stratejik önemli yapmıştır.
Örneğin Fransa'nın Mısır'a girmesi, İngiltere'nin Hint Okyanusu
ile Kızıldeniz arasındaki ticaretini güvence altına almak içim
Perim adasını (1799) işgal etmesine neden oldu. Bölgeden uzak
kalınamayacağını anlayan her güç, Yemen'e ve Kızıldeniz'e bir
biçimde sokulmanın yol ve yöntemlerini sürekli aramıştır. Bu
da güce dayanarak Osmanlı devletini bölgeden uzaklaştırmaktan
geçiyordu. Gelişen dünya ticareti; Avrupa-Asya (Hindistan-Çin)
arasında sürekli artan ticaret en kısa yoldan
gerçekleştirilmeliydi. Bu yol da Kızıldeniz'den geçiyordu. Bu
nedenle önemli olan Kızıldeniz ise güneyden ancak ve ancak
Bab'ul Mendep boğazı ve Aden Körfezinin elde tutulmasıyla kontrol
edilebilirdi.
İlerleyen
süreçte Aden Körfezinde ve Kızıldeniz girişindeki Sokotra ve
Perim gibi birçok ada İngiltere’nin kontrolüne girmişti.
Fransa'nın Mısır’a girmesi, Aden Körfezindeki Osmalı-İngiliz
rekabetini İngiltere lehine gelişmiştir.
Bu
bölgede Osmanlı devletine karşı rekabet eden tek güç İngiltere
değildi. Fransa, İtalya ve İspanya da bölgede nüfuz alanı
kurmaya çalışıyorlardı.
Süveyş
Kanalının açılmasıyla birlikte bölge üzerinde hala devam eden
rekabet daha kapsamlı ve karmaşık boyutlar almıştır. Süveyş
Kanalı, Kızıldeniz, Bab'ul Mendep ve Aden Körfezi üzerine
Avrupa'nın gelişmiş kapitalist, sonraları emperyalist ülkeleriyle
Osmanlı devleti arasındaki rekabet, I. Dünya Savaşında Osmanlı
devletinin yıkılmasıyla sonlanmış ama kendi aralarında devem
etmiştir.
2)
“Arap Natosu” diye tanımlanmaya çalışılan oluşum, esas
itibariyle Ortadoğu'da İran merkezli Şii hakimiyetine karşı
Sünni merkezli bir Pan-Arap silahlı güçlerin oluşturulmasıdır.
Arap devletleri böyle bir silahlı gücü İsrail'e karşı
oluşturamamışlardır ve Amerikan emperyalizmine bağımlılıktan
dolayı da oluşturamazlardı. Ama şimdi İsrail'i hedeflemeyen ama
İran'ı hedef alan, bu nedenle de Rusya'ya karşı mücadelede
kullanılabilecek olan bu türden bir oluşum Amerikan
emperyalizminin de işine yarar. Ama böyle bir oluşum önde gelen
Mısır ve S. Arabistan gibi ülkelerin bölgesel güç olma
dürtülerini kışkırtır ve kendi aralarındaki rekabeti de
keskinleştirir.
S.
Arabistan öncülüğünde Yemen'e saldıran bu Arap koalisyonu
içinde yer alan ülkeler, Ortadoğu'da İran merkezli bir Şii
hakimiyetine göz yumamazlar. Bu göz yumama beraberinde bir “Arap
Natosu” örgütlenmesini mi, yoksa Şii yayılmacılığına karşı
Sünni bir bölgesel blok oluşturmayı getirir, bunu göreceğiz.
Bu
konuda ABD Başkanı B. Obama'nın 6 Şubat 2015 tarihinde yayımlanan
Ulusal Güvenlik kuramında yer alan şu anlayış oldukça
açıklayıcıdır: Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da “uzun erimli
bir istikrar Amerikan silahlı kuvvetlerinin varlığından ve
görevlendirilmesinden daha fazlasını gerekli kılmaktadır. Bu
istikrar, kendini savunabilecek durumda olan ortakları gerekli
kılmaktadır. Bundan dolayı bir saldırganlığı engellemek için
İsrail'in, Ürdün'ün Körfezdeki ortaklarımızın yeteneğine
yatırım yapıyoruz ve aynı zamanda İsrail'in güvenliği için
sarsılma taahhüdümüzü” dile getiriyoruz.
Burada
söylenen oldukça açıktır: Amerikan emperyalizmi Ortadoğu'da
bekçilik görevi üstlenecek, söz konusu bu Arap ülkelerinden veya
şimdi Yemen'e saldıran koalisyon ülkelerinden ve İsrail'den
oluşan bir silahlı güç kurmak istiyor. Bunun adının “Arap
Natosu” veya başka bir şey olması meselenin özünde bir şey
değiştirmemektedir.
İsrail
ve Sünni Arap ülkeleri bakımından bölgesel güç olarak en
tehlikeli ülke İran'dır. Nitekim İsrail Cumhurbaşkanı Ş.
Peres'in Kasım 2013'te video konferans yoluyla Körfez Güvenlik
Konseyi'ne hitap etmesi ve İran'a karşı bir askeri pakttan
bahsetmesi ve bundan dolayı da uzun uzun alkışlanması meselenin
nerelere kadar uzanabileceğini göstermektedir.
Böyle
bir oluşuma önderlik etmeye S. Arabistan aday gözükmektedir.
Gerçekten de S. Arabistan “Arap ortak savunma gücünü”
oluşturmak için hazırlanmaktadır. Bu nedenle, SIPRI verilerine
göre 2014 yılında askeri bütçesini yüzde 17 oranında
arttırarak 13 milyar dolara çıkartmıştır.
S.
Arabistan mümkün olduğunca çok sayıda Arap ülkesini bu oluşuma
katmak istemekte ve Mısır'ı da razı etmek için 13 Martta Şarm
el Şeyh'ta düzenlenen Ekonomi Konferansı'nda Körfez ülkeleri,
Mısır'a yatırımlar için 12 milyar dolar verebileceklerini
açıklamışlardır.
3)
Türkiye'nin sözel çıkışlarını bir kenara korsak, ABD ve
Almanya dışında başka bir NATO ülkesi S. Arabistan öncülüğündeki
Yemen'e karşı savaşın yanında yer alındığını, savaşın
açık tarafı olduğunu açıklamamıştır. Sadece ABD'nin dışında
Türkiye ve Avrupa ülkeleri, Husilere karşı düzenlenen hava
operasyonlarına destek verdiklerini açıklamışlardır. Özellikle,
Libya'ya saldırıda ve IŞİD'e karşı Irak'taki hava
saldırılarında çok gayretkeş olan İngiltere ve Fransa bu sefer
sessiz kalmıştır. AB Dışişleri sorumlusu da Yemen sorununun
savaşla çözümlenemeyeceğini açıklamıştır. Alman Dışışleri
Bakanı ise “Suudilerin bu hareketini anlayışla”
karşıladıklarını açıklamıştır. Yani S. Arabistan'a ihraç
ettiği silahlarla Yemen'de katliam yapılmasını Almanya
“anlayışla” karşılamış oluyor. Son olarak BM de Husilere
karşı silah ambargosu kararı almıştır. Bu da bu çatışmada
açık taraf olmanın doğrudan ifadesidir.
4)
Şii Zeydi mezhebinin dört ana kolu var (Haduviye, Carudiye,
Salihiye ve Saleymani). Husiler, Carudiye mezhebine mensupturlar. Bu
mezhep de İran Şiiliği olarak kabul edilen Oniki İmam mezhebine
(Caferilik) yakındır. Zeydiler Yemen’de nüfusun (26 milyon)
yüzde 35-40’ını oluşturmaktalar. Husilerin ise nüfus içindeki
payı anca ve ancak yüzde 2 oranındadır. 1990'lı yılların
başında Genç İnananlar olarak kurulan örgüt 2004'te Ansar Allah
(Allah'ın Askerleri) silahlı milis gücüne dönüşmüştür.
Salih döneminde uygulanan baskı politikası sonucunda kısa zamanda
Kuzey Yemen'de önemli bir güce olan Husiler, açıktan S.
Arabistan'a karşı da mücadele etmişler ve böylece İran
politikasının yanında yer almışlardır.