ORTADOĞU'YU
NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?
Amerika (sonraları
İngiltere ve Fransa da) Ağustos 2014'ten bu yana Irak'ta belli
hedefleri, somutta da IŞİD'i bombalamaya başladı. 2011 sonunda
terk etmek zorunda kaldığı Irak'a yeniden 3000'den fazla asker
gönderme kararı alan ABD, bu ülkede yıkıma kaldığı yerden
devam edecek. Sorunun sadece Irak ile sınırlı kalmadığını,
ABD'nin, müttefiki olan ülkelerle birlikte IŞİD mevzilerini,
bazende El Nusra'yı bombalamak için Suriye topraklarında da faal
olduğunu görüyoruz. ABD öncülüğünde emperyalist ülkeler hep
İslam ülkelerini bombalıyorlar; Afganistan, Somali, Yemen,
Pakistan Libya, Irak ve Suriye. Bu yedi ülke, barış ödülü almış
B. Obama'nın emriyle bombalanıyor.
İlk seçildiğinde
“barışçıl” gözükerek Amerikan emperyalizminin çıkarlarını
savunacağı mesajını veren Obama, kendisinden önceki Başkanlardan
pek de farklı olmadığını göstermekte gecikmemişti. Bu seferki
bombalamada ABD ve müttefiki olan ülkelerin işini kolaylaştıran
gelişmeler oldu! Şengal'de Êzîdîler
katledilirken, Musul işgal edilirken seyreden ABD, Fransa ve
İngiltere ne zaman ki IŞİD sürüleri Hewlêr
ve Bağdat kapılarına dayandılar, petrol şirketleri IŞİD
silahlarının etki alanına girdi işte o zaman insani değerleri
hatırladılar.
Batılı
emperyalist ülkeler ve bölgedeki işbirlikçileri devletlerle
birlikte IŞİD'e karşı savaşıyorlardı; en azından havadan bu
faşist çetelerin mevzilerin bombalıyorlardı. Sanki bu örgüt
yeniydi, ne yapacağını, gücünün ne olduğunu bilmiyorlardı.
IŞİD, Suriye'de kaldığı, Esad rejimine karşı mücadele ettiği
müddetçe bugün ona karşı mücadele eden güçler tarafından her
bakımdan desteklendi. Ama ne zaman ki IŞİD, Suriye sınırlarını
aşarak Irak'a yöneldi; Kürt Otonom bölgesini, petrol şirketlerini
tehdit etmeye başladı, işte o zaman IŞİD canavar olarak
tanımlanmaya başlandı. Irak'a saldıran IŞİD, artık “şişeden
çıkmış cin”idi.
Çok yönlü
araç
IŞİD, önce Esad
rejimine karşı kullanıldı, ama Irak'a saldırdığında da
ABD'nin çıkarlarına hizmet etmeye devam etti; IŞİD çok yönlü,
farklı amaçlar için kullanılabilecek bir yapılanmadır:
*Irak'ta
bombardımanla emperyalist ülkeler “şişeden çıkan cin”i
hizaya getirmeye; yeniden kendi kontrollerinde olan bir yapılanmaya
dönüştürmeye çalışıyorlar.
*Amerikan
emperyalizmi IŞİD'e karşı mücadelesiyle Bağdat rejiminin
kendisi açısından kabul edilebilir bir istikrara kavuşmasını
sağlamaya çalışıyor.
*Böylece Irak'ta
özellikle İran lehine kaybettiği nüfuzunu yeniden geçerli
kılmayı amaçlıyor.
Tabii bu arada,
IŞİD'in Irak'a saldırmasıyla istenmeyen Maliki gitmek zorunda
kalmış, yerine El Abadi getirildi. Abadi'nin Başbakan olması ile
Irak'ta çok fazla bir değişim olmamış, ama IŞİD'e karşı
mücadelenin kullanım değeri de düşmemiştir; IŞİD'e karşı
mücadele, Irak rejimine; Amerikan işgali döneminde oluşturulan
işgal rejimine karşı halkın mücadelesinin üstünü örtmüş,
görünmez, duyulmaz, bilinmez hale getirmiştir. Irak merkezi
hükümet güçlerinin, onlarla birlikte hareket eden Şii
milislerin, İran askeri güçlerinin (özel kuvvetlerin)
IŞİD'inkinden hiç de geri kalmayan vahşeti hep hasır altı
edilmiştir. “Baş düşman” IŞİD olduğu için tali
düşmanların faaliyeti her halde geri planda kalmış oluyordu!
Diğer taraftan,
Irak'ta IŞİD'e karşı mücadele, onu Suriye'ye doğru
püskürtürken, bu çeteler Suriye'ye müdahale, Esad rejimine karşı
mücadele için kamuoyu oluşturmaya da “yardımcı” oluyorlar,
bir vesile oluşturuyorlar.
Suriye'de de,
Kobane direnişinde olduğu gibi, “koalisyon güçleri”, IŞİD
mevzilerini, ara sıra da El Nusra'yı bombalarken aynı zamanda bir
taraftan havadan bombalamayla Suriye altyapısını tahrip ediyorlar,
diğer taraftan da Esad rejimine karşı mücadele eden “ılımlı”
güçleri destekliyorlar. Şimdilerde ise bu destek Türkiye ve ABD
tarafından eğit-donat-sahaya sür aşamasına getirilmiştir.
John Biden’ın
‘itirafları’ ışığında
IŞİD'in Batının
bir ürünü olduğu; başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler
ve bölgede Türkiye, S. Arabistan vb. ülkeler tarafından
desteklendiği; eğitildiği, finanse edildiği ve donatıldığı
artık “Mısır'da sağır sultanın da duyduğu” bir olgudur.
Hele hele NATO eski Genel Sekreteri Wesley Clark, IŞİD “En
yakın müttefiklerimiz” tarafından oluşturulmuştur, “IŞİD
daha başından beri dostlarımızın ve müttefiklerimizin parasıyla
oluşturulmuştur“ diyorsa, bu dinci faşist örgütün
oluşumu konusunda söylenecek fazla bir şey kalmıyor demektir.
Yine onun deyimiyle IŞİD, artık bir “Frankenstay Canavarı”
olmuştur ve ona karşı mücadelenin nedeni de herhalde bu olsa
gerek!
IŞİD “Amerikan
yapımı” cihatçılardan oluşmaktadır. NATO'nun Libya'ya
karşı savaşı ve Suriye'de de Esad rejimine karşı muhalefetin
desteklenmesi, İslami örgütlerin güçlenmesine zemin
hazırlamıştır. Libya'da Gaddafi rejimine karşı savaşmaları
için Amerikan, Fransız ve İngiliz ordusu ve istihbarat örgütleri
tarafında eğitilen ve donatılan binlerce İslamcı savaşçının
eline, Gaddafi rejimi yıkıldıktan sonra büyük miktarlarda silah
geçmiştir. Bu salahların önemli bir kısmı ve binlerce savaşçı
Ürdün ve özellikle de Türkiye üzerinden Suriye'ye geçmiştir.
Bu savaşçılar, Libya dışında Türkiye'den, Afganistan'dan,
Çeçenistan'dan, Irak'tan ve başkaca ülkelerden geliyorlardı.
Amaçları da Esad rejimine karşı mücadeleydi. ABD, Türkiye, S.
Arabistan, Körfez ülkeleri görünüşte veya resmi olarak “ılımlı”
İslamcı örgütleri mali, silah ve mühimmat bakımdan
destekleniyorlardı. Ama çok yönlü destek, gönderilen silah ve
mühimmat daha ziyade El Nusra ve artık Suriye'de de faal olan
IŞİD'in eline geçiyordu. Bu mücadelede önplana çıkan IŞİD,
diğer örgütlerden cihatçılar için de çekim kayağı oluyor ve
binlercesi ona katılıyordu. Bunun böyle olduğunu Harvard
Üniversitesinde öğrencilere konuşma yaparken açıklamalarda
bulunan ABD Başkan yardımcısı J. Biden'dan öğreniyoruz:
“Türkiye, S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri Esad
rejimini mutlaka devirmek istedikleri için Sünniler ve Şiiler
arasında bir vesayet savaşını da göze alarak yüz milyonlarca
doları, onbinlerce ton tutan silahı El Nusra'ya, El Kaide'ye ve
dünyanın her bir köşesinde gelen radikal cihatçılara verdiler”.
Bu açıklamalarından dolayı J. Biden Arap Emirlikleri'nden ve
Türkiye'den güya özür dilemişti (6.10.2014 tarihli haberler).
Sünniliğin
yalnızlaşması ve IŞİD'in zemini
Irak'ta
istikrarsızlığın kaynağı Amerikan emperyalizminin ve başkaca
Irak dışı güçlerin politikasıdır: Tabii bununla Saddam Hüseyin
döneminde Irak'ta her şeyin yolunda olduğunu söylemiyorum.
Amerikan emperyalizmi müttefikleriyle birlikte iki defa Irak'a
saldırmıştır. İlkinde (I. Körfez Savaşı) Saddam Irak'ının
kolu-bacağı kırılmış, bölgede etkisiz bir güç haline
getirilmişti. Bu savaş sonucunda Irak'ın devlet yapısı neredeyse
tamamen dağılma noktasına gelirken, Amerikan emperyalizminin
bölgede etkisi artmış ve Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme
politikasının önü açılmıştı.
İkinci Irak
Savaşı (20 Mart 2003'te ABD ve İngiltere önderliğinde başlayan,
“çok uluslu koalisyon harekatı” olarak sürdürülen ve Irak'ın
işgaliyle sonuçlanan savaş) sonucunda Irak fiilen merkezi yapılı
bir devlet olmaktan çıkmıştı; Dayatılan Amerikan politikası
sonucunda Irak'ta Güney Kürdistan, Şii ve Sünni diye bölünme
körüklemiştir. Şii ağırlıklı hükümetler ve ABD'nin
Sünnileri cezalandırma politikası, keza aynı zamanda İran'ın
Şiiler üzerinden Irak'ta güçlenmesi; Güneyde Kürtlerin eski
dönemlere nazaran devletleşme yapılarını geliştirmeleri
sonuçta Sünnilerin her iki kesim tarafından kıskaca alınmalarını
beraberinde getirmişti. Sünniler bu politikanın aynı zamanda bir
Amerikan politikası olduğunun bilincindeydiler. Baskı altında
tutulan, merkezi iktidardan dışlanan Sünniler arasında direnişin
örgütlenmesi beklenmeyen bir gelişme olamazdı. Bu direnişçi
örgütler, Sünni aşiretlere dayanan, onlarla iç içe olan daha
ziyade İslami yapılardı. Bu süreçte örgütlenen Irak El
Kaide'si, sonraları karşımıza IŞİD olarak çıkacaktı.
Burada belirtmek
istediğimiz, Amerikan ataması merkezi Irak hükümetlerinin sürekli
sorun üreten modern teknolojiye dayanan birer makine gibi
çalışmalarıydı. Bunun en tipik örneğini El Maliki hükümeti
oluşturur. Irak'ta sorun, Sünniler IŞİD'i destekliyor mu, yoksa
desteklemiyor mu olmaktan çıkmış ve Sünniler silah temin
edenlerin, kendilerinden yana olanların tarafında yer almaya
başlamışlardı. Genel anlamda Sünnilerin IŞİD'i
desteklemelerinin altında yatan budur ve bu anlayışa Irak'taki
Amerikan ve Maliki hükümeti uygulamaları sonucunda gelinilmiştir.
IŞİD'in Sünnilerin yegane müttefiki olmalarının esas nedeni
budur.
Tabii Irak'ta
istikrarsızlığın nedeninin Maliki'nin yönetim tarzında
aranması, sorunun onun sırtına yıkılmak istenmesinden başka bir
şey değildi. Maliki'nin gitmesiyle sorunun çözülmeyeceği
bilinmesine rağmen bir imaj yenilenmesi yapıldı. IŞİD'in
beklenmeyen yükselişi, bilinen işgalleri ve katliamları, Maliki
hükümetinin yeteneksizliği olarak değerlendirildi. Oysa Irak'ı
bu duruma getiren esas neden Amerikan işgalinin sonuçlarından
başka bir şey değildi; 2003 Savaşından önce Irak'ta cihatçı
örgütler yoktu. Amerikan emperyalizmi görünüşte bir Şii-Sünni
hükümeti kurdu. Ama bu hükümet, Irak'ı Baasçılıktan arındırma
adına Sünni karşıtı, Şii yanlısı hareket etti. Böylelikle
bir taraftan genel direniş zayıflatılırken, diğer taraftan da
Sünnilere karşı -aynı zamanda “bağımsız” aydınlara karşı
da- kirli savaş körüklendi. 2007'den bu yana bu politika Maliki
önderliğinde uygulandı.
Maliki
önderliğinde kurulan rejim, aslında ABD ve İran arasındaki
doğrudan bir uzlaşmanın ürünüdür. ABD ve İran, Irak'ta Arap
ulusalcılığı temelinde bir Irak devletinin yeniden kurulmasını
engelleme noktasında hemfikirleri ve ona göre hareket ediyorlardı.
Bu politikalarında şimdiye kadar başarılı olmadıkları
söylenemez. Maliki'nin yerine getirilen Abadi de aynı partidendir.
Ve onun hükümet başkanı olması da aynen Maliki'de olduğu gibi
ABD-İran uzlaşmasının doğrudan bir sonucudur. Bu nedenle Irak'ın
istikrarsızlaştırılması olgusunda fazla bir şey
değişmeyecektir. Abadi'nin Maliki'den geri kalır bir yanı yok;
halkın çoğunluğunun çıkarlarına karşı bir politika ancak zor
kullanılarak geçerli kılınabilir. Abadi de bunu yapıyor; dini
kimlikler önplana çıkartılıyor, etnik, dinsel ve mezhepsel
düşmanlıklar körükleniyor, Şii eksenli fanatik milis
yapılanmaları teşvik ediliyor vs.
ABD-İran
arasındaki uzlaşma ve bu uzlaşma üzerinde yükselen bu politika
devam ettiği müddetçe merkezi Irak rejiminin Sünnilerin ve
bunların dışında seküler ayaklanmacıların taleplerini dikkate
alması söz konusu olamaz. Bu da IŞİD ve benzeri örgütlerin
varlıklarını sürdüreceklerini; silahlı çatışmaların devam
edeceğini göstermektedir.
Sünniliğin
yalnızlaşması ve IŞİD'in zemini
Amerikanın,
merkezi hükümet tarafında yer alarak yoğun askeri müdahalesi,
Şii milislerin faaliyeti ve Peşmergelerin mücadelesi, hepsinin
karşısında da IŞİD'in varlığı, Irak'ta istikrarsızlığı
adeta sürekli kılmaktadır.
Abadi, “ılımlı”
Sünni liderlerle görüş, onların taleplerini daha çok dikkate al
baskısı karşısında düşünelim demesine, bazı Sünni
şehirlerinin bombalanmasını durdurmasına rağmen; Sünni
muhalefetin, temel taleplerimiz dikkate alınırsa merkezi hükümete
karşı mücadeleyi durdururuz ve IŞİD'e karşı savaşırız
demesine rağmen, Abadi şimdiye kadar bu talepler yönünde fiilen
bir adım atmış değildir. Bu nedenle devam eden Tikrit
operasyonunun ve olası Musul operasyonunun ne denli başarılı
olacağı oldukça düşündürücüdür.
Amerikan
emperyalizmi IŞİD'i önplana çıkartarak, esas hedef göstererek,
Irak merkezi rejimi üzerinde İran lehine gerileyen nüfuzunu
yeniden kazanmayı amaçlıyor. Ama Sünnilerin geri plana itilmesi
de IŞİD'in varlığını güçlendiriyor. Amerikan emperyalizmi
merkezi hükümeti kontrol etmek, İran'ın etkisini kırmak istiyor.
Bunu da ancak ve ancak Sünnilerin taleplerini görmezlikten gelerek
yapabilir. Sünnilerin taleplerini görmezlikten gelmekle de IŞİD'in
varlığını ve mücadelesini hesaba katmış oluyor.
Batılı
emperyalist güçler ne Irak'ta ne de Suriye'de savaşın
sonlandırılmasından yana değiller
Burada dile
getirmek istediklerimizin komplo teorileriyle karşılaştırılması
olasılığının olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan da Irak ve
Suriye'de iç savaşın nasıl körüklendiğini, savaşın
taraflarının, en azından savaş olsun diye güya muhalefetin -bu
durumda İslami örgütlerin- nasıl oluşturulduklarını, her
bakımdan desteklendiklerini ve sahaya sürüldüklerini de
biliyoruz. Ortadoğu'yu yeniden biçimlendirmek isteyen Amerikan
emperyalizminin, İsrail'e karşı mücadele edebilecek potansiyel
devletsel yapıların kalmamasını da göz önünde tutarak,
Ortadoğu'yu etnik ve dinsel kimlikler, mezhepler ayrımıyla
birbirine düşman ve bir araya gelemeyecek toplumlar oluşturarak
tamamen ve oldukça kolay kontrol altında tutma anlayışının,
yayımlanan haritaların da gösterdiği gibi ne denli güçlü
olduğu açıktır. (Ortadoğu'nun küçük devletçiklere bölünme
planı üzerine konuya ilişkin daha önceki makalelerde yeteri kadar
durmuştuk).
Her iki ülkede
savaşın sonlandırılması veya devam ettirilmesi sorunu tabii ki,
sadece Batılı emperyalist ülkelerle sınırlı değildir. Burada
bu Batı cephesinin karşısında yer alan (arkadan Çin destekli)
bir Rusya-İran ittifakı var. Bu ittifak dikkate alınmaksızın
savaşın geleceği konusunda sağlıklı düşünülemez.
Irak'ta İran
etkisi, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını tehdit ettiği veya
Amerikan emperyalizmi İran'ı, Irak'ta kendi çıkarları açısından
bir tehdit olarak gördüğü müddetçe Irakt'a istikrarsızlık ve
bir biçimde savaş hali devam edecektir.
Suriye'de ise Esad
rejimi İran ve Rusya tarafından desteklendiği müddetçe bu ülkede
savaş hali devam edecektir.
İran'ın Irak
merkezi rejimi ve Esad rejimi üzerinden Levant bölgesinde (Hatay,
Suriye, Ürdün, Filistin, İsrail ve Sina Yarımadasını kapsayan
bölge. Burası aynı zamanda “Şii hilali”nin Doğu Akdeniz'e
açılan kısmıdır) hakimiyet kurmaya çalışması; Irak ve Suriye
üzerinden Hizbullah güçleriyle Lübnan'a ve dolayısıyla Doğu
Akdeniz'e inmesi, diğer taraftan Yemen'de Hursiler üzerinden
hakimiyet kurması ne ABD'nin ne İngiltere'nin, Fransa'nın ve ne de
Türkiye, S. Arabistan,İsrail gibi yerel güçlerin kabul
edebileceği bir durum olacaktır. Bu her şeyden önce Amerikan
emperyalizminin dünya hakimiyet anlayışına ve “yeni Osmanlıcı”
Türk burjuvazisinin “arka bahçe” jeopolitikasına tamamen
terstir.
Ukrayna sorunundan
dolayı Rusya'nın Suriye veya genel anlamda Ortadoğu'da bugünlerde
biraz sessiz kalıyormuş görüntüsü, onun bu ülke ve bölge
üzerinde rekabet etmediği anlamına gelmez.
Söz konusu bu
güçler birbirini dengelemek için savaşı devam ettirmekten başka
bir çıkar yol görmemekteler; yani her bir taraf sahada savaşacak
güçlerini desteklemeye devam edecekler. Nitekim Türkiye'nin
Suriye'de “ılımlı” muhalefeti eğitmek, donatmak ve sahaya
sürmek çerçevesindeki planı, ABD tarafından da kabul edilince bu
yöndeki hazırlıklar hızlandırıldı.
Neden böyle bir
politika izleniyor sorusunun cevabı Ortadoğu'nun veya da
“Genişletilmiş Ortadoğu”nun emperyalist güçlerin dünya
hakimiyeti stratejilerinde oynadığı rolde aranmalıdır. Burada
ise çok sayıda dünya ve bölgesel güç devreye girmektedir.
Örneğin Almanya'nın, Fransa ve İngiltere'nin çıkarları,
ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarlarına genel anlamda şimdilik ters
düşmüyor. Ortadoğu'yu 100 sene önce Sykes-Picot Anlaşmasıyla
(1916) kendi aralarında ve kendi çıkarlarına göre yapay olarak
bölen İngiltere ve Fransa, bugün aynı alanda etkili olmaya
çalışırken karşılarında Rusya ve İran'ın yanı sıra
müttefikleri olan ABD'yi görmekteler. ABD ise Ortadoğu'yu bugün
yeniden biçimlendirecek, haritaları yeniden çizecek tek güç
olarak kendisini görmektedir.
Batılı
emperyalist güçlerin kendi aralarındaki Ortadoğu üzerine
rekabetleri pek su yüzüne çıkmazken, bu güçlerin, özellikle de
Amerikan emperyalizminin güdümünde hareket eden; bir bütün
olarak Batılı emperyalist güçlerin müttefiki olan yerel güçler
arasındaki çıkar çatışmaları en ufak, en önemsiz bir durumda
dahi görülmektedir: Suriye'de Esad rejimine karşı muhalefetin
örgütlenmesinden muhalefetin desteklenmesine kadar bu yerel
güçlerin attıkları her adım karşılıklı olarak izlenmekte ve
her bir durma göre karşılıklı pozisyonlar alınmaktadır:
Türkiye-İsrail, Türkiye-Mısır, Türkiye-S. Arabistan,
Türkiye-İran, İran-S. Arabistan, İsrail-Arap ülkeleri ilişkileri
hep birbirini kollama ilişkileridir.
Ortadoğu'yu
sadece bir enerji kaynağı olarak (petrol ve doğal gaz) görmek de
yanlış olur. Bölgenin bu özelliği dönem dönem önplana
çıkmıştır. Örneğin petrolün bulunmasından ve kapitalist
dünya ekonomisi için önemli olmasından Sovyetler Birliği'nin
yıkılmasına kadar (diyelim ki I. Dünya Savaşından 1990'lı
yılların başına kadar) uzanan dönemde Ortadoğu, daha ziyade
enerji kaynağı olduğu için sürekli rekabet edilen alandı. Bunda
yanlış olan bir şey de yok. Ama Sovyetler Birliği'nin
dağılmasından sonra, Amerikan emperyalizminin “yeni dünya
düzeni” çıkışının; Avrasya jeopolitikasının kaçınılmaz
bir ayağı olarak Ortadoğu, stratejik bakımdan da vazgeçilemez
bir alan olmuştur. Amerikan emperyalizmi, cari olarak Ortadoğu'da
petrol kaynaklarını kontrol için mücadelenin yanı sıra veya
bundan daha ziyade bölgenin stratejik öneminden dolayı mücadele
etmektedir. Yarın bu anlayış değişebilir; Ortadoğu her iki
bakımdan da ABD için eşit önemde olabilir. Ama bugün böyle.
Diğer taraftan
“belalı” coğrafya Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın
emperyalistler arası rekabette sahip olduğu stratejik konumunu; bu
alanın Doğu-Batı (Asya-Avrupa); Kuzey-Güney (Rusya-Afrika,
Okyanuslar) ekseninin merkezini oluşturmasını; Doğu Akdeniz'de
bulunan enerji kaynakları, Doğu Akdeniz ve Süveyş Kanalı
üzerinden Okyanuslara açılan kapı olmasını (özellikle Avrupa
açısında deniz ulaşımı) ve burada ele almadığımız açıklama
gerektiren başka nedenleri göz önünde tutarsak, Ortadoğu'da
atılan her adımın, her rekabet girişiminin hangi ülke veya
müttefik ülke grupları tarafından nasıl karşılanabileceğinin
çerçevesini daha net görebiliriz.
Vekalet
savaşları sürecek
Bu çelişkiler ve
dolayısıyla çıkarlar, Suriye ve Irak örneğinde olduğu gibi
Ortadoğu'nun fiilen bölünmüşlüğünün devam edeceğini
göstermektedir: Birbirlerine karşı mücadele eden dinamiklerin
gelişme seyrine; birbirine üstünlük sağlama durumuna göre
bölünme ve bölünmeme eğilimleri değişkenlik göstermeye devam
edecektir. Burada konjonktürel, cari olanla olmayanı ayırt edersek
resmin bütününü görebiliriz. Irak ve Suriye'nin maruz kaldığı
sosyal ve ekonomik tahribat; her iki ülkede toplumun etnik, dinsel
ve mezhepsel olarak birbirlerini boğazlayacak duruma getirilmesi
veya gelmesi, bu ülkelerde eski sınırlar çerçevesinde birliğin
yeniden sağlanmasını zorlaştırdığı kadar ayrışmanın da
kolay olmayacağını göstermektedir. Bu ülkelerde toplumsal
bütünlüğü ve ayrışmayı güçlendiren belirleyici iç ve dış
dinamiklerin kendi aralarındaki mücadelesi devam etmektedir.
Hal böyle olunca
Ortadoğu'da mevcut savaş durumunun sonlanacağını beklemek bir
hayal olur. Belki de dünyanın başka bir bölgesinde Ortadoğu'ya
baskın bir gelişme Ortadoğu'daki “sürekli savaş” durumunun
sonlandırılması için bir neden olabilir. Belki Ukrayna'da
çelişkilerin savaş boyutuna varması ve Rusya'nın daha fazla
angaje olması, İran'ın Batılı güçler tarafından daha sıkı
kıskaca alınmasıyla Ortadoğu'da dengeler tamamen Batılı
emperyalistler lehine değişebilir.
Bu olasılıkları
bir kenara korsak, mevcut gerçeklik, vekalet savaşlarının devam
edeceğini göstermektedir.
İran'ın “Şii
Hilali” alanında (Basra Körfezinden başlayarak Irak-Suriye
üzerinden Lübnan'a uzanan alan) hakimiyet kurmaktan vazgeçeceğine
inanmak bir hayal olur; dolayısıyla bu alanda siyasi nüfuzunu
gerçekleştirmek için doğrudan katıldığı vekalet savaşını
sürdürmek için Şii güçleri örgütlemeye, eğitmeye, donatmaya
ve sahaya sürmeye devam edecektir.
Türkiye de
Ortadoğu'da bölgesel güç olma, Suriye'de Esad rejimini devirme
politikasını gerçekleştirmek için vekalet savaşını
sürüdürecek olan güçleri eğitmekten, donatmaktan ve sahaya
sürmekten vazgeçmeyecektir.
Bazen çelişkili
durumlar olsa da bölgesel işbirlikçileri ile birlikte başta ABD
olmak üzere Batılı emperyalist ülkeler ve Rusya da (arkasında
Çin'in desteğinden emin olarak) bölgede kendi çıkarlarını
hakim kılan güçleri desteklemekten geri kalmayacaklardır.
Bütün bu çıkar
çatışmaları Ortadoğu'da savaş durumunun devam edeceğini
göstermektedir.
Batılı
emperyalist güçlerin IŞİD'e karşı mücadelesi sahtedir
Batılı
emperyalist güçlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin IŞİD'e
karşı mücadeleleri, IŞİD'in kendi çıkarlarına zarar verdiği
noktada başlar ve bir dahaki kullanıma kadar onu etkisiz hale
getirmekle sonlanır. İslami hareket olarak ortaya çıkan bütün
bu örgütler, daha baştan Batılı güçler tarafından
desteklenmiştir. Bu destekte örneğin S. Arabistan, Katar ve
Türkiye gibi ülkelerin payı gözardı edilemez. Bu örgütlerin
oluşumu ve gelişmesi göz önünde tutulduğunda Batılı
emperyalist güçlerin oluşmuş fanatik, radikal İslami örgütlerle
ittifak ilişkileri içinde olmaktan ziyade onların oluşumuna
bizzat katıldıkları görülmektedir; bu anlamda hazırı, var
olanı kullanmak yerine, yeri geldiğinde kullanabilecekleri
örgütlerin kuruluşuna katılmışlar, doğrudan veya dolaylı
destek vermişler; finanse etmişler, eğiterek ve donatarak sahaya
sürülecek hale getirmişlerdir.
Bunun böyle
olduğu bu örgütlerin oluşumunda ve gelişmelerinde görülmektedir:
Afganistan'da
1980'li yıllarda Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği işgaline
karşı savaşsınlar diye Vahhabi kökenli cihatçıları S.
Arabistan desteğiyle toplayan, finanse eden, eğiten, silahlandıran
ve sahaya süren başta ABD olmak üzere Batılı güçlerden başkası
değildi.
Fanatik İslami
grupları oluşturan Batılı emperyalist ülkeler ve onların
istihbarat örgütleri, bunların çeşitli ülkelere geçişlerini
de sağlıyorlardı. Bunun en tipik örneğini El Kaide ve şimdilerde
de IŞİD oluşturmaktadır. El Kaide'nin oluşumunu, eğitimini ve
silahlanmasını dolaylı dolaysız destekleyen güçler IŞİD'in de
desteklediler. El Kaide Afganistan'da Sovyet işgaline karşı Batı
“değerleri” uğruna savaşması gerekirken, IŞİD'in de
Suriye'de Esad rejimine karşı başta ABD olmak üzere Batılı
emperyalist güçlerin “özgürlük ve demokrasi” değerleri için
savaşması gerekiyordu.
Bu fanatik,
radikal örgütler, Batılı emperyalist ülkeler ve istihbarat
örgütleri tarafından çok amaca hizmet eden makine olarak
kullanılmak için oluşturulmuşlardır. Ama bu amaçlarını her
zaman gerçekleştiremiyorlar. Bu örgütler, Batılı emperyalist
güçler adına vekalet savaşı yürütmek için; dünya hegemonyası
veya bölgesel stratejik alan için rekabet ettiği düşmanına
karşı kendi adına savaşsın diye kullanılmaktadır. Bu görevi
yerine getirdiklerinde veya gelişmelerinin belli bir aşamasında bu
radikal örgütler, yine El Kaide ve IŞİD örneklerinde olduğu
gibi kontrol dışına çıkıyorlar. Ama kullanım değerlerinde
bir eksilme olmuyor; bu sefer Batılı emperyalist ülkeler
yarattıkları bu canavarları, “teröre karşı savaş”larını
haklı çıkartmak için kullanıyorlar. Ezidiler katledilirken sesi
çıkmayan Batılı emperyalist ülkeler, Musul'un işgalinden sonra
Erbil ve Bağdat'a yönelince IŞİD'in ne denli çağdaşı
olduğunu, IŞİD terörüne karşı mutlaka ve mutlaka mücadele
edilmesi gerektiğini hatırlamadılar mı?
Küresel şamar
oğlanı!
El Kaide ve IŞİD
örnekleri, bu türden örgütlerin hem kontrol altındayken hem de
kontrol dışına çıktıklarında farklı amaçların
gerçekleştirmesinde sürekli “şamar oğlanı” olarak
kullanıldıklarını göstermektedir.
Bu örgütlerin
kulanım değeri sadece bununla sınırlı değildir; teröre karşı
mücadeleden dolayı askeri harcamaları arttırmak, demokratik
hakları makaslamak, yeni gerici yasalar çıkartmak vb. için de
kullanılmaktadır. İslam tarihi hakkında insanları karanlıkta
bırakan Batılı emperyalist ülkeler, 7'den 70'e herkesin IŞİD'i
“en iyi bir biçimde” tanıması için bu yönlü propagandayı
süreklileştirmiştir. Charlie Hebdo saldırısından sonra hemen
bütün Avrupa'da İslam'ın ne denli vahşi olduğu, buna karşı
mücadele edilmesi gerektiği örgütlenmiştir; bu saldırı bahane
edilerek demokratik hakları makaslamak, baskı mekanizmasını
güçlendirmek için yasalar çıkartılmaya başlanmıştır.
Batılı
emperyalist ülkelerin, yarattıkları bu canavarlara karşı
gerçekten savaşacaklarına inanmak saflık olmaz mı? Onların
savaşı göstermeliktir; bir yere kadardır. Bu nedenle Ortadoğu'nun
geleceğini belirlemede, bu klerikal (dinci) faşist çetelere karşı
mücadelede Batılı emperyalist ülkelerin amacının özgürlük
ve demokrasi olmadığını bilmek zorundayız.
Emperyalist
güçler ve yerel işbirlikçileri her şeye muktedir değiller
Mevcut
denklemde Kürtler
Ortadoğu'da bu
“it dalaşı”nın yanı sıra veya da bu sürecin içinde ve onun
bir parçası olarak Ortadoğu'nun geleceği bakımından umut
verici, Ortadoğu'nun geleceğinin nasıl olabileceğini gösteren
gelişmeler de olmaktadır. Burada söz konusu olan Kürdistan'ın
bütün parçalarında yükselen özgürlükçü ve demokrasi
içerikli mücadeledir. Kürtler bölgemizde halkçı, özgürlükçü,
demokratik devrimin ana dinamiğini oluşturmaktalar. Rojava Devrimi
bunun başlı başına bir yansımasıdır. Bu dinamiğin oynadığı
role, Kobane direnişinin ve Rojava Devriminin anlamına kısa da
olsa bir bakalım.
Suriye'de iç
savaşın başlamasından sonra Rojavalı Kürtler bu savaşa taraf
olmamışlar veya her iki taraf karşısında ayrı bir taraf olarak
kalmayı doğru bulmuşlar ve 19 Temmuz 2012'de de kendi kendilerini
yönetmek için adımlar atmışlardı. Art arda kurulan Kantonlarla
(Afrin, Kobane ve Cezire) Batı Kürdistan'da yönetimin ele
geçirildiği bu alanlarda, diğer etnik ve dinsel topluluklarla
(Araplar, Türkmenler, Süryaniler vb.) birlikte amaçladıkları
özyönetimi kurmuşlardır. Bu mücadele emperyalist güçleri ve
bölgede işbirlikçisi olan ülkeleri, özellikle de Türkiye'yi
rahatsız etmiştir. Öyle ki Rojava Devriminin Kanton örgütlenmesi
Türkiye tarafından kabule dilemez bir durum olarak görülmüştür.
IŞİD, bu devrimi boğmak için Kobane'ye saldırmıştır.
Rojava Devrimi ve
bu devrimi savunma bakımından Kobane direnişi, bölgemizde sadece
emperyalistlerin ve bölgesel gerici devletlerin iradesinin hakim
olmadığının açık ifadesidir.
Rojava'da Kürt
halkı gerçekleştirdiği devrimle kendi demokratik halk yönetimini;
özerk, konfederal içerikli yönetimlerini oluşturdu. Bu devrimin
en temel demokratik özelliği ve vazgeçilemez ilkesi, her etnik ve
dinsel topluluğun özerk, konfederal yönetimde yer almasıdır.
Burada söz konusu olan, Rojava'da, somutta da Kantonlarda yaşayan
etnik topluluklar arasında kardeşliğin ve eşitliğin
uygulanmasının ilkeselleştirilmesidir. Bunun böyle olduğunu,
toplumsal yaşamın örgütlenmesinde (kurumsallaşmada), özsavunmada
görmekteyiz. Devrimin kurumsallaşması henüz inşa halinde olsa
da, salt şimdiye kadar bu doğrultuda atılmış olan adımlar, bu
yönetimin Ortadoğu halkları için örnek alınabilecek bir yönetim
olduğunu, Ortadoğu'da halkların bu yoldan kendi geleceklerini
belirleyebilecek adımlar atabileceklerini göstermektedir. Salt bu
temel ögelerinden dolayı Rojava Devrimi, Ortadoğu'da emperyalist
ve yerel sömürgeci güçleri oldukça rahatsız etmektedir. Türkiye
rahatsız olan güçlerin başında gelmektedir. Bu nedenle de
emperyalist güçlerin yanı sıra en gayretli bir biçimde bu
devrimin boğulmasından yanadır. Onun bu gayretini Kobane direnişi
döneminde gördük; onun bu gayretini IŞİD'i desteklerken
görmekteyiz.
Rojava Devrimiyle
başlayan süreç ve Kobane direnişi, Kürtlerde ulusal birlik zemin
ve bilincini sıçramalı geliştirmiştir.
Rojava Devrimiyle
başlayan süreç ve Kobane direnişi, Kürtlerin şimdiye kadar
Ortadoğu'ya sıkıştırılmış mücadelesini
uluslararasılaştırmıştır; bu anlamda da bu mücadele Ortadoğu
söz konusu olduğunda hesaba katılması gereken uluslararası bir
güç haline gelmiştir.
Rojava Devrimi
yolu gösterdi
Ortadoğu'da
toplumsal yaşamın iç içe geçmişliği; bir arada olarak
ayrışmışlığı; emperyalist, sömürgeci ilhak ve tahakkümün
farklı etnik ve dinsel toplumların sorunlarını ortaklaştırması
Ortadoğu'da bölgesel devrimin zeminini güçlendirmiştir. Rojava
Devrimi ve sonrasında Kobane ve Şengal direnişi, bu mücadelelere
katılan ve bu topraklardaki mücadeleyi kendi mücadelesi olarak
gören anlayışların pratiğe dökülmesi, Ortadoğu'da bölgesel
devrimin ilk filizleri olarak kabul edilmelidir.
Gelinen nokta,
Rojava devrimini içselleştirmeyenlerin veya içselleştiremeyenlerin
ne Türkiye'de ne Kürdistan'da ve genel olarak da Ortadoğu'da
yapabilecekleri fazla bir şeyin olmadığını göstermektedir. Öyle
ki, enternasyonal tugayların oluşturulduğu, aynen İspanya iç
savaşında olduğu gibi, cephelerde Almanca, İspanyolca, Fransızca,
İngilizce, Türkçe, Kürtçe konuşulduğu bir devrim aşamasından
geriye dönüş pek düşünülemez.
Rojava Devrimi
eskiden beri bilinen bir gerçeği güncellemiştir: İktidar
mücadelesinde karşı devrimci güçler arasındaki çelişkilerden
yararlanmak için birisine karşı diğerine göz yummak, ona
yedeklenmek zorunda değilsin veya düşmanımın düşmanı he zaman
dost olmayabilir. Bu anlamda Rojava Devrimi “üçünü yol”dan
ilerleme olarak gelişmiştir; ne Esad rejiminden yana ve nede onun
muhalefetinden yana tavır almıştır.
Şimdi gelinen
noktada bu devrimin gelişmesinde bir yol ayrımının olabileceğinin
işaretleri çoğalmaktadır. Bu yol ayrımı öznel niyetlerin
ötesinde nesnel gerçekliğin yansıması olabilir. Birincisi
Türkiye'de devlet ile PKK arasında sürdürülen “çözüm
süreci”nin nasıl gelişeceğidir. İkincisi başta ABD olmak
üzere Batılı emperyalist güçlerin Kobane direnişi ve Irak'ta
IŞİD'e karşı mücadelede PYD'ye verdikleri destektir.
“Çözüm
süreci”nin olumsuz gelişmesi veya “olumlu” gelişmesi, Rojava
Devriminin geleceğini doğrudan etkileyecektir. Türk
burjuvazisinin, yanı başında devrimci bir Kürt toplumsal
yapısıyla, özyönetim ve özsavunma ile barışık olması
düşünülemez. Aynı zamanda Esad rejiminin de -iktidarda kaldığı
koşullarda- Rojava'da Kanton yapılanmalarına olumlu yaklaşımı
da düşünülemez.
Diğer taraftan
ABD'nin ve diğer Batılı emperyalist ülkelerin, YPG nezdinde
mücadele eden Kürt dinamiğine desteğinin karşılığında neyi
isteyecekleri de üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir
konudur.
Bu sorunlar Rojava
Devriminin zorlukları olarak görülmelidir.
Nasıl bir
gelecek?
Ortadoğu'yu nasıl
bir gelecek bekliyor sorusunun en fazla iki cevabı var:
Ya mevcut veya
yeniden biçimlendirilmek istenen sömürgeci, işgalci köleci düzen
altında yaşamaya devam etmek veya da emperyalist tahakküm ve
işbirlikçi iktidarlara karşı ortaklaştırılmış özgürlük
ve demokrasi mücadelesini yükseltmek.
Seçim yapma
durumumuz yok. O halde Ortadoğu'nun geleceğini biz belirlemeliyiz,
kendi geleceğimizi kendi elimize almalıyız. Bunun için
ortaklaştırılmış devrim bilincini geliştirmeliyiz. Bunun adımı
Rojava Devrimiyle, Şengal ve Kobane direnişleriyle atılmıştır.
Rojava Devrimini, hepimizin, dünya halklarının devrimine
dönüştürme söylemi pratikte örgütlenmelidir.
Ortadoğu'nun,
sosyalizm ufuklu özgür ve demokratik geleceği, ilerici,
antiemperyalist, devrimci ve komünist güçlerin bölgemizi talan
eden, sömüren, kana boğan emperyalist güçlere ve
işbirlikçilerine karşı ortaklaştırılmış mücadelesinin ürünü
olacaktır.