deneme

19 Nisan 2016 Salı

AVRUPA BİRLİĞİ'NİN DERİNLEŞEN KRİZİ - BÜYÜYEN GÖÇ AKIMININ VE YAŞANAN FACİANIN SORUMLUSU KİM?


AVRUPA BİRLİĞİ'NİN DERİNLEŞEN KRİZİ -
BÜYÜYEN GÖÇ AKIMININ VE YAŞANAN FACİANIN SORUMLUSU KİM?*

AB, görünür ve henüz görünmeyen yönleriyle tarihinin en büyük krizi ile boğuşma sürecindedir. Bu yüzyılın başında hedefi büyüktü; öncelikle dünyanın en dinamik ekonomisine sahip olacaktı. Bu dinamik ekonomiyle, pek dillendirilmese de, jeopolitik açılımlar yapacak; dünya hegemonyası için rekabet edecekti. Bunun gerçekleştirilmesi için Lizbon Anlaşmaları ve Avrupa Anayasası bütün Avrupa kıtasını ekonomik, siyasi, sosyal olarak bütünleştirecekti; yani AB devletleşme sürecinde bayağı ilerlemiş olacaktı.


Bütün Avrupa kıtasının bütünleştirilmesi, AB'nin doğu, orta Avrupa ve Balkan genişlemesinin tamamlanmasını önkoşul yapmaktaydı. Berlin Duvarının yıkılmasından sonra AB, Fransız, ama özellikle de Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bu amacına da ulaştı. AB, ekonomik olarak bütün kıtayı nüfuzu altına almıştı; para birimi olarak avronun da kullanıma sokulmasıyla AB yapılanması güçlenmiş, dünya çapında rekabet için ABD karşısında eskiye nazaran daha güçlü bir rakip oluşmuştu. ABD buna AB'nin genişleme alanlarında NATO'yu genişleterek; yeni AB üyelerini NATO üyesi yaparak cevap verdi.

Hegemonya hayali kuranlar, kapitalizmin nesnel, yok edilemez kahredici bazı özelliklerini hep göz ardı ederler: 2008 ekonomik krizi ve arkasından hala devam etmekte olan inişli çıkışlı durgunluk süreci bütün planları; projelendirilmiş hayalleri alt üst etti; AB'nin bir siyasal birlik olmadığı, tam tersine bir çıkarlar ortaklığı olduğu ve bu ortaklıkta güçlü olanın zayıf olanı sürekli ezdiği ve siyasi olarak da yönlendirdiği bir kez daha görüldü. Alman emperyalizmi, AB'nin en zayıf ülkelerine; özellikle de Güney Avrupa ülkelerine krizin yükünü sırtlattı. 2008 krizi, daha öncekilerden farklı olarak, AB'nin, aynı zamanda üye ülkeler arasında eşitsizliği büyüten ve derinleştiren bir sistem olduğunu gösterdi. AB adına özellikle Alman emperyalizmi, Güney Avrupa ülkelerindeki “borçlanma krizi”ni ve Yunanistan'ın bir AB-protektoratına dönüşmesini yönetti, İtalya, Portekiz, İspanya gibi ülkelere AB'nin Alman ve Fransız çıkarlarına hizmet eden politikasını dayattı.

AB krizi dış ilişkilerinde de kendini göstermektedir. AB-Ukrayna, AB-Ortadoğu ilişkilerinde AB adlı bu ekonomik entegrasyonun bütünlüklü ve aktif bir dış politika geliştiremediği; en azından Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda geliştiremediği görülmektedir.
Ukrayna'da Amerikan emperyalizmi iç çatışmaları kullanarak Rus emperyalizmiyle yeni bir çatışma sürecini, diyelim ki, yeni bir “soğu savaş”ı başlatacak politikalar geliştirme olanağına sahip olmuştur. Böylece bir bütün olarak AB'nin ve özellikle de Alman emperyalizminin Rusya ile stratejik anlam taşıyabilecek bir ortaklık geliştirmesini engellemiştir. Ortadoğu'da ise durum daha da kötüdür; Cenevre görüşmeleri konusunda ABD, Rusya ile anlamış olmalarına rağmen Suriye ve Ortadoğu genelinde ortaklaşmış bir politikaları yoktur, böyle bir politikayı beklemek de saflıktan başka bir anlam taşımaz. Ortadoğu'da ABD yanında yer alan AB, göçmen krizinin de gösterdiği gibi, Alman emperyalizmi öncülüğünde Amerikan politikasına pek sıcak bakmamakta, göçmen sorunundan dolayı Türkiye'nin açık ve gelecekteki dayatmalarına boyun emiş durumdadır.

İngiltere'nin, AB üyesi olmasına rağmen süreklilik kazanmış sıra dışılığı, AB'den çıkarım tehdidi, artık tehdit olmaktan çıkmış, gerçeklik olma sürecine girmiştir. AB'de Alman-Fransız çıkar ortaklığı, İngiltere'nin bu “özel konum“ dayatmalarından, Amerikancı tavrından bıktığı için, birkaç yıl öncesinde bu ülkenin AB'den çıkmasından memnun kalabilirdi. Ama bugün durum tamamen değişmiştir. İngiltere'nin AB'den ayrılmasıyla üç ayaklı (Almanya, Fransa, İngiltere) AB'nin bir ayağı kopmuş olacak. Yakın geçmişteki “şaşalı” yıllarında AB bunu kaldırabilirdi, ama bugün Avrupa mali sermayesi bunu kaldıracak durumda değildir. Kim bilir, İngiltere çıkarsa onun yerini Türkiye doldurabilir. Bu yönde bir fikir jimnastiği boşa zaman harcamak anlamına gelmez.
Gelecek bakımdan, stratejik yapılanma açısında AB ve tabii ki, avronun gidişatı hiç iyi değil. 2008 krizi ve sonrasında AB, Lizbon Anlaşmaları ve Avrupa Anayasası perspektiflerine göre hemen her alanda bütünleşmede ilerleme sağlayamamış, tam tersine çelişkili, çıkarlar dengesine göre bir ekonomik entegrasyon olduğunu göstermiştir. Bu süreçte AB, ABD'yi geçme, dünya çapında ilk sırada yer alan bir güç olma yerine ABD ve Çin'in de gerisine düşmüştür. Bu durum Alman, Fransız ve İngiliz tekelci burjuvazisi, tekelci sermayesi için önemli bir endişe olmaktadır. Dünya çapında rekabet edebilmek için AB içinde ve dünya çapında yeni bir yönelişe, yeni bir stratejiye ihtiyaç duyulmaktadır. İngiltere böyle yeni bir yapılanmanın pek olamayacağından hareketle AB'den çıkmayı düşünürken, Almanya ve Fransa, tek başına fazla bir şey yapamayacakları için, dünya çapında rekabet edebilmek için AB'yi “tazelemek” zorunda olduklarını görüyorlar.

AB'nin doğu, orta ve Balkan genişlemesinden sonra, az üyeliyken pek görünmeyen ülkeler arasındaki ulusal çıkar çelişkileri şimdi AB'nin sürekli aşmak zorunda olduğu engeller olarak karşısına çıkmaktadır. Bunu en açık bir biçimde göçmen krizinde yaşıyor. Unutmayalım ki AB, motor rolü oynayan güçlü emperyalist ülkeler (özellikle Almanya ve Fransa) arasında çıkar dengesinin sağlanması üzerine kurulmuştur. Bu dengenin bozulması demek, yeni bir üstünlük rekabeti ve yeni bir dengenin kurulması anlamına gelir. Kapitalizmde bu hep böyle olmuştur; çıkarların gerçekleştirilmesi güce bağlıdır. Güçlü olan, daha az güçlü olanı kendine bağlayarak veya birliğe bağlayarak entegrasyonu devam ettirebilir. Güncel olarak göçmen krizinde yaşanan da özellikle Alman emperyalizminin, diğer, güçsüz üyeleri baskı altına alarak bu krizi kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye çalışmasıdır. Ama kolay olmamakta.

Göçmen krizi, AB'de var olan iç çelişkilerin giderek derinleştiğini ve kapsamlaştığını göstermenin ötesinde AB'nin bir ekonomik entegrasyon olmanın ötesine geçemediğini; üye devletler üstü bir devlet de hiç olmadığını göstermiştir. Göçmen krizi aynı zamanda, Almanya'nın AB' içinde belirleyici hakim durumuna rağmen, bu krizi tek başına çözemeyeceğini de göstermektedir. Alman Başbakanı, kısa bir dönem içinde dördüncü kez Erdoğan'ı ziyarete gitmektedir. Şimdiye kadarki Almanya-Türkiye diplomasisinde böylesi bir ziyaret trafiği görülmemiştir. Merkel'in her ziyareti faşist AKP hükumetini, Erdoğan'ı ve bir bütün olarak faşist diktatörlüğü güçlendirmeye, Kuzey Kürdistan'da katlamaları desteklemeye yaramaktadır. Merkel, göçmen sorununda Türkiye'nin oynadığı anahtar rolü görmekte, Türkiye üzerinden bu krizi çözmeye; bu krizin AB içinde çelişkilerin kesinleşmesine bir vesile olmasını engellemeye, dolayısıyla AB'yi kurtarmaya çalışmaktadır. Ama buna rağmen, AB'nin küçük ülkeleri Merkel'in bu çözüm arayışına ulusal çıkarlarından dolayı karşı çıkmaya devam etmekteler.

Almanya'nın göçmen krizini çözme çabasını sadece AB içi çelişkileri yatıştırmayla sınırlandırmak da yanlış olur. Almanya göçmen krizi üzerinden Türkiye ile anlaşmayı Ortadoğu'nun yeniden paylaşımında rol almanın bir aracına da dönüştürmek istiyor. Öyle ki, göçmen krizini çözeyim, Türkiye üzerinden de Ortadoğu'da olayım diye Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyinde önerdiği “güvenlikli bölge” politikasını benimsiyor, destekliyor.

*

2012'den bu yana olağanüstü yoğunlaşan göçmen hareketi ve özellikle Türkiye-Eğe Denizi-Yunanistan ve Balkan ülkelerinde yaşanan göçmen dramı, bu sorunla karşı karşıya kalan ülkelerde iç ve dış politikada araçsallaştırıldı. Genel anlamda burjuva medya, bir taraftan insanların savaştan ve yoksulluktan kaçtığını açıklarken diğer taraftan da savaş ve yoksulluğun nedenini özenle gizlemektedir. Savaştan ve yoksulluktan kaçan milyonlarca insanın dramı iç ve dış politikada, ekonomide ve toplumsal alanda acımasızca ve çok yönlü kullanılmaktadır. İç politikada bir taraftan “onlardan daha iyi koşullarda yaşıyorsunuz, halinize şükredin ve susun” mesajı verilirken ırkçılık, faşizm, yabancı düşmanlığı körükleniyor, diğer taraftan da neredeyse bedava işgücü geliyor diyerek ücret politikasını yönetmek ve işçi sınıfını bölmek için ve dış politikada göçü jeopolitik amaçlar doğrultusunda kullanmak için göç hareketi yönetiliyor.

BM verilerine göre 2014'te göçmen/mülteci sayısı yaklaşık 60 milyon. Bunun yarısı çocuklardan oluşuyor. Bir sene öncesine göre en büyük artış 2013'te oluyor. Bunun nedeni de Suriye'de iç savaş. Bu savaştan dolayı yaklaşık 4 milyon Suriyeli ülke dışına kaçmış ve ülke içinde göç etmek zorunda kalanların sayısı da 7,6 milyon.
Aşağıdaki verilerde 2005-2014 arasında dünya çapında göçmen sayısındaki gelişmeyi göstermekteyiz.


Göçmen sayısında 2012'den itibaren hızlı bir artış görülmektedir. Bunda Suriye iç savaşının belirleyici bir rolü olmuştur. Göçmen sayısı 2012'den 2013'e yüzde 13,3; 2013'ten 2014'e yüzde 16,2 oranında artarken 2012-2014 arasında 31,6 oranında artıyor. 2005-2011 arasında böyle bir artış yok; hatta 2010'dan 2011'e göçmen sayısında 2,7 oranında bir azalma söz konusu.

Yukarıdaki veriler, II. Dünya Savaşından bu yana dünya tarihinde yaşanmamış bir göç hareketini gösteriyor. 2014 sonu itibariyle dünya çapında her 122 insandan birisi göçmen, iç göçe zorlanan veya sığınma başvurusu yapan konumundaydı.

BM verilerine göre dünya çapında sığınma talebinde bulunanların sayısı son yıllar itibariyle; 2010'da 841.900'den 2011'de 864.800'e, 2012'de 929.700'e ve 2013'te de 1.067.500'e çıkarak 2010'dan 2011'e sadece 2,7 oranında, 2011'den 2012'ye yüzde 7,5 oranında ve 2012'den 2013'e de yüzde 14,8 oranında artmıştır. Bu sayı Suriye'de gerici savaşın başlamasından (2011) 2013'e ise yüzde 23,4 oranında artar.
Bu veriler çalışma nedeniyle göç edenler hakkında bir bilgi vermiyor. BM'in Ekonomi ve Sosyal Meseleler Bölümüne göre 2013'te yurt dışında yaşayanların sayısı 232 milyondur. Buna göre dünya nüfusunun yüzde 4'ü kendi ülkesi dışında yaşıyor.

Suriye'de gerici savaş ve Ortadoğu'daki genel durum, göçün akış yönünü değiştirmiştir: BM 2014 verilerine göre en çok göç alan ülke Pakistan'dır; çoğunluğu Afganistan'dan gelen göçmen sayısı 1,6 milyon. İkinci sırada İran yer alıyor; Bu ülkedeki yine çoğunluğu Afganistan'dan gelen göçmen sayısı 857.400'dür. Lübnan'daki göçmen sayısı 856.500; Ürdün'deki göçmen sayısı 641.900 ve Türkiye'deki göçmen sayısı da 609.900'dür. Son üç ülkedeki göçmenlerin ezici çoğunluğu Suriye'den gelmektedir.
Göçmenler bu ülkeleri konaklama alanı olarak görüyorlar; göç edenlerin ezici çoğunluğu AB'ye, AB içinde de Almanya, Fransa gibi ülkelere gitmeyi amaçlıyor.
Hedefi Avrupa olan en kalabalık göçme Suriye kaynaklı. İkinci sırada Eritre var. Diğerleri Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nden, Somali'den, Nijerya'dan, Güney Sudan'dan Libya'dan, Mali'den, Burundi'den, Afganistan, Pakistan ve Doğu Ukrayna'dan gelmektedir.

Neden göç ediyorlar sorusunun cevabını savaşlarda ve yoksullukta aramak gerekir. Afganistan, Irak, Libya, Suriye emperyalist güçlerin kendi aralarındaki rekabetinden dolayı işgal edilmiş, parçalanmış, bunun sonucu olarak da milyonlarca insan evinden, işinden olmuş ve göç etmek zorunda kalmıştır. Hiçbir insan ülkesinden kopmak istemez. Ama o buna zorlanmıştır. Yaşanmakta olan göç dramının esas sorumluları bu gerici savaşlara neden olan ve bu savaşları sürdüren emperyalist ülkelerdir.

Bu göç dramanın sorumlusu olan emperyalist ülkeler, şimdi, onbinler kapılarına dayanınca birbirlerine düştüler, kim ne kadar göçmen alacak kavgasına tutuştular; göçmen kabul eden ülkeler bazında göçmen dağılımı oldukça dengesiz: 2014 itibariyle göçmenlerin yüzde 86'sı iktisadi olarak nispeten az gelişmiş ülkelerde bulunmakta. Gelişmiş ülkelerde bulunan göçmen sayısı ise toplamın ancak yüzde 14'üne denk düşmektedir. Bu ülkeler (AB'nin emperyalist ülkeleri ve ABD) bu yüzde 14'lük payı daha da azaltmak; göçmen kabul etmemek için birbirlerine düşüyorlar, sınırları kapatmak için “göçmen politikası” geliştirmeye çalışıyorlar.
Bu ülkeler göçün nedenleri üzerine susuyorlar, ama yaptıkları sadece bir trajedi değil, esasen bir cinayettir. Cinayettir çünkü göç, sürdürdükleri talan savaşlarının, işgallerin, kendi çıkarlarına göre rejim değiştirmelerin doğrudan bir sonucudur. 
 
Afganistan ve Irak işgalleri, Libya'nın devlet olarak ortadan kaldırılması, Suriye'de iç savaş şimdiye kadar yoksulluktan, milyonların katledilmesinden ve kaçıştan başka bir sonuç vermemiştir. Afganistan'da, Irak'ta, Libya'da, Suriye'de ve Afrika'nın birçok başka ülkesinde bu savaşlar devam etmektedir. Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin dünya çapında “teröre karşı savaşı” geriye şimdiye kadar milyonların katledilmesinden ve göç yollarına düşmesinden başka bir şey bırakmamıştır. Buna şimdi Suriye'de aktif rolüyle Rusya da katılmıştır. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük adına sürdürülen bu işgaller, vekalet savaşları kitlesel katliam ve kaçış demektir. Bu emperyalist güçler, Afganistan'da Taliban ve El Kaide'nin yanında yer alırken demokrasi ve özgürlük için mücadele ettiklerini söylüyorlardı; sonra aynı güçler Taliban'a karşı mücadele ederken yine özgürlükten ve demokrasiden bahsediyorlardı. Saddam rejimini devirirken ve Irak'ı işgal ederken de demokrasiden, kitle imha silahlarını yok etmekten bahsediyorlardı; IŞİD'i örgütlerken, finanse ederken ve sahaya sürerken de demokrasi ve özgürlük bayraktarlığı yapıyorlardı ve şimdi yarattıkları canavara karşı mücadelede de demokrasiden bahsediyorlar. Bu arada bu ülkeleri yaşanamaz hale getirmeleri, toplamda milyonlarca insanı katletmeleri ve göçe zorlamaları onları pek ilgilendirmedi. Ama dünyanın göçen bu “lanetlileri”, AB'nin sınır kapılarını zorlamaya ve içeri girmeye başlayınca “Batı değerler topluluğu”, iki yüzlülüğünü göstermekte gecikmedi. Her bakımdan ikiyüzlüdür: Sorunu görmek istemezken ikiyüzlüdür. Sorunu görmek zorunda kaldığında da ikiyüzlüdür. İnsancıl olmaya çalışırken de ikiyüzlüdür; göç edenler arasında seçicilik yaparken de ikiyüzlüdür; şu kadar doktor, şu kadar mühendis, şu kadar öğretmen kabul ederiz diyenler “Batı değerler topluluğu”nun temsilcileridir. Bunlar, insanları etnik ve dinsel ayrıma tabi tutarak hangi etnik ve dinsel gruptan insanları kabul edecelerini açıklayacak kadar alçaldılar.

Emperyalist ülkeler, göçmen sorununa çözüm politikalarıyla göçmen olgusunu jeopolitika açısından çok amaçlı kullanılmanın yol ve yöntemlerini geliştiriyorlar:
Türkiye'nin Suriye'den gelen göçmenleri kabul etmesi, faşist diktatörlüğün insancıl oluşuyla açıklanamaz. Kendi açıklamasına göre hükümet 6 milyar dolardan daha fazla bir miktar harcayarak yaklaşık iki milyon göçmeni Suriye sınırı boyunca kurduğu çadır kentlerde yaşamaya mahkum etmiş ve aynı zamanda maddi olanakları olanların ülkeye dağılmasına izin vermiştir. Bu kadar göçmenin sınırda tutulması Türkiye, ABD ve NATO'nun Suriye üzerine planlarından bağımsız değilidir; bu göçmenler jeopolitik silah olarak kullanılmak isteniyor. Türkiye ve şimdilerde de ABD ve NATO, bu Suriyeli göçmenleri, kurmaya çalıştıkları “güvenli bölge”ye yerleştirerek bu alanda nüfuz sahibi olmak istenmekteler. Bu bölge de sonraki aşamada Esad rejimini devirmek için kullanılacak bir üs olacaktır.

Diğer taraftan Türk burjuvazisi, bu göçmenlerin en azından bir kısmını vatandaşlığa kabul ederek sırın boyunca demografik yapıyı değiştirmeyi de planlamaktadır.

Türkiye'de Suriyeli göçmen demek talan edilebilecek işgücü demektir. Normal koşullarda yerli işçinin kabul etmediği ücretle çalıştırılan Suriyeli göçmen, böylece bir taraftan ücretler üzerinde baskı rolü üstlenmiş olurken, diğer taraftan da işçi sınıf ile rekabet eder konumda oluyor.

Türk burjuvazisi Suriyeli göçmenleri AB'ye karşı koz olarak da kullanmaktadır. İstediği zaman onları toplayıp kamplara yeniden götürdüğü gibi, gerekli gördüğü zaman AB'ye yönlendirmekte, kaçış yollarını açık tutmakta ve böylece Batı dünyasının nasıl bir sorunla karşı karşıya kalabileceği konusunda uyarmaktadır. Belki de bundan dolayı Türkiye kapıları tamamen açmasın diye Kürt ulusal mücadelesine saldırısına, tamamen imha ve yok etme amaçlı bombalamasına sessiz kalmaktadır.

Türk burjuvazisi, ülkedeki göçmenleri AB'ye mesaj vermek için kullanmaya devam edecektir; Onların Edirne'de yollarının kesilmesi sadece bir gösteridir. Sadece Türkiye'de onbinlerce göçmen Batı'ya, göçmenler tarafından “fethedilemez” AB-kalesine doğru hareket içindedir. Bunun böyle olduğu bilindiği için Kasım ayı sonunda “Türkiye - Avrupa Birliği Zirvesi” düzenlendi. Bu zirvede daha önce dillendirilen 3 milyar Avro tutarında bir yardım Türkiye'ye verilecek. Bunun ötesinde AB-Türkiye ilişkilerinde yeniden düzenlemeye gidilecek; yeni fasıllar açılacak ve Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanacak. Bu anlaşma ile Türkiye, AB'nin sınır bekçisi olmayı kabul etmiş oldu. Diğer taraftan, hazırlık süresi ve anlaşmanın uygulanmaya başlanacağı tarih göz önünde tutulursa bu, Türkiye'nin ağzına bir parmak bal çalmaktan öteye girmeyecektir.

Ortada bir gerçeklik var: Bir taraftan AB göç korkusuyla yaşarken, Türkiye de AB'den Suriye politikası için destek umuduyla yaşamaktadır. Her iki taraf arasındaki ortak nokta budur. Açık ki, AB'nin göçmen korkusu, Merkel'i Türkiye'ye getirebilmiştir; seçim öncesi gerçekleşen bu ziyaret Erdoğan ve AKP'nin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Düne kadar eleştirilen AKP ve Erdoğan şimdilerde AB'nin göçmen politikası için vazgeçilemezlerden olmuşlardır. Tabii sorun sadece 3 milyar Avro ile sınırlı kalmayacaktır; Türkiye, AB'den Suriye politikasına destek talebin ve güvenlikli bölge oluşumuna katkı sağlamasını kapalı kapıla ardında talep etmiştir. Bu da anlaşmanın görünmeyen kalemini oluşturmaktadır. Aksi taktirde Türkiye, AB'ye doğru sınırları doğrudan açmasa da, geçişleri kolaylaştırabilir. Bu durumda AB ne yapabilir?

AB, özellikle de Alman emperyalizmi göçe tamamen karşı değil! İhtiyaç duyulan işgücü açığını göçmenlerle sağlamak amacındadır. Örneğin Alman emperyalizminin “yüksek derecede motife olmuş işgücüne” ihtiyacı var. Daimler tekelinin şefi Dieter Zetsche, gelen göçmenleri kastederek “yüksek derecede motife olmuş işgücüyle Almanya'da yeni bir ekonomik mucize“den bahsetmektedir. İş arayan genç göçmen nesil ekonomi için önemlidir. Dünya çapında göç halinde olanların toplam sayısının yarısından fazlasının (yüzde 51) 18 yaş altında olduğu düşünülürse Daimler şefinin düşüncesinin hiç de yanlış olmadığı anlaşılır.

Tabii sorun sadece “yüksek derecede motife işgücü”yle sınırlı değildir. Almanya'da veya AB'nin başka ülkelerinde iş piyasasına girecek olan bu göçmenler, bir taraftan ücretler üzerinde baskı rolü oynayabilecekleri gibi, başkaları tarafında kaçınılan çoğu iş alanlarında gerekli görülen istihdamı da karşılayacaklardır. Bu durumda örneğin Almanya'da asgari ücret talep etse dahi bir işsizin iş bulma olanağı oldukça zorlaşacaktır.

Batının değerler topluluğu” için bu da yetmez: Göçmen yabancıdır ve yeni gelenler üzerinden ırkçılık ve faşizm kışkırtılacak, toplumun yerli-yabancı diye bölünmüşlük durumu derinleştirilerek siyasal çıkarlar için kullanılacaktır. “Batı değerleri”nin savunucuları ve koruyucuları bu konuda oldukça tecrübelidirler.

AB olarak “Batı değerler toplumu” savunucuları göçmen konusunda sürekli tartışıyorlar: Tartışmalarının odağında göç veren ülkelerde neden oldukları sorunlar değil, teröriste karşı mücadele durmaktadır; bunların, oluşturdukları bataklığı kurutma diye bir dertleri yok, sadece sivrisineklere karşı mücadele ediyorlar. Örneğin Fransa, Paris saldırısından sonra bir taraftan Suriye'de IŞİD'i bombalarken, aynı zamanda ülke içinde özgürlüğü kısıtlayıcı, devlet zorunun önünü açıcı yasalar çıkartmakla meşgul. Avro Bölgesi ülkeleri de Fransa'nın bu politikasını takip etmekte geç kalmadılar.

Dış düşmana karşı mücadele, bu ülkeler tarafından ülke içi koşullardan; bu koşullar için sorumluluktan dikkatleri başka yöne çekmeye yaramaktadır; Avrupa ve özellikle de AB ve Avro Bölgesi 2008'de başlayan ekonomik kriz ve onun beraberinde getirdiği sorunlardan henüz kurtulamamıştır. Tam da burada İslami teröristlere karşı mücadele halkın dikkatinin ülke içi sorunlara değil de bu alana yönelmesini sağlayan bir manevra imkanı olmaktadır ve bu imkan tepe tepe kullanılmaktadır.

Öyle ki, hükümetler ve burjuva medya, yaratılan IŞİD-günah keçisi olgusuyla, geniş yığınların duygularını örgütlemekteler ve kendilerinden olmayanlara karşı kanalize etmekteler. Çoğu insanın politika ve ekonomi arasındaki bağı kavramamalarından yararlanarak ve kavramamaları için demagoji yaparak örneğin işsizliğin ve evsizliğin sorumlusu olarak yabancıları gösterebilmekteler ve böylece yabancı düşmanlığını bizzat körüklemekteler.

Böylece toplum içinde oluşan öfke, ülke sorunlarına neden olanlara karşı değil, yabancılara karşı yöneltilmekte. Bu durum ırkçı ve faşist örgütlerin güçlenmesine neden olmaktadır. Bunun en son örneği Almanya'da PEGİDA'nın oluşumu ve güçlenmesidir.

Batı değerler topluluğu” neden olduğu bu sorundan kolay kolay kurtulamaz. Göçmenlerin AB kapılarına dayanmaları bir mücadeleyse, onlar binlerce ölüm pahasına da olsa bu mücadelede başarılı olmuşlardır; en azından AB'ye girişi meşrulaştırmışlardır. Gelenler, “öncü” göçmenlerdir; bu savaşlar, göçün nedenleri devam ettiği müddetçe giderek artan sayıda göçmenin AB'ye akacağından; şimdiki onbinleri yarın yüzbinlerin, milyonların takip edeceğinden “Batı değerleri” savunucularının hiç şüphesi olmasın. “Ektiklerini biçiyorlar”! Afganistan'da Ortadoğu'da (Irak, Suriye), Libya'da ve Afrika'nın başka ülkelerinde doğrudan veye vekalet savaşlarıyla sürdürdükleri, ülke bölme, rejim değişikliği amaçlı talan ve işgal savaşları onlara, evsiz, işsiz, geleceksiz bırakılan insanların göçü olarak geri dönmektedir.

Savaş kışkırtıcılarının, timsah gözyaşları dökerek göçmenleri selamlamaları ile halkın sıcak duygularla göçmenleri sınır kapılarında, yurtlarda selamlamaları ve ziyaret etmeleri arasındaki fark açıklanmalı; savaş kışkırtıcılarının bu ikiyüzlülüğü teşhir edilmelidir. Bu ikiyüzlüler, bir taraftan göçmen olarak buralara kadar gelen insanların ülkelerini talan ediyorlar, insanları evsiz, işsiz, geleceksiz bırakıyorlar ve küstahça da “hoş geldiniz” diyebiliyorlar; bu, ülkenizi yaktık, yıktık, talan ettik, insanları katlettik, sizi işsiz, aşsız bıraktık, çocuklarınızın geleceğin ellerinden aldık, bunun için hoş geldiniz demek anlamına gelir.

Batı değerler topluluğu”nda göçün nedeni üzerine doğru bilgilendirme yapılmaz. Bu konuda manipülasyon akıl almaz derinlik ve kapsamda yürütülür; çıplak yalana başvurulabileceği gibi, A ülkesindeki gelişme sanki B ülkesinde olmuş gibi gösterilebilir; eski görseller yeni olarak sunulabilir. Bu ve benzer önyargı oluşumuna karşı mücadele etmek gerekmektedir.

Göçmenlerin ekonomide ve politikada burjuvazi tarafından araçsallaştırılmasına; sınıfsal çıkarları için kullanılmasına karşı mücadelede her bir ülkede devrimci ve komünist güçlere büyük görevler düşmektedir.

Sorun sadece ve sadece göçmenlerle dayanışma değildir. Dayanışmaya evet, ama AB kalesinden içeri girmiş göçmenlerle dayanışmadan bahsetmek onlara göçmen olarak, yabancı olarak “hoş geldin” demekten farklı değildir. Unutmamak gerekir ki, göçmenlerin ezici çoğunluğu emekçidir, işçidir. Yani içinde yaşamaya başladıkları toplumda işçi sınıfı ve emekçilerinin yeni bölüklerini oluştururlar. Devrimci ve komünist güçler bu gerçeklikten hareket etmek zorundadırlar. Bu yapılmadığı müddetçe söz konusu ülkede işçi sınıfı etnik kökenine göre bölünmüş olur. Göçmenlerin ezici çoğunluğunun işçi sınıfının bir parçası olduğu gerçeğinin kavranmaması durumunda burjuvazinin işçi sınıfının yerli ve yabancı (göçmen) bölüklerini birbirine karşı kışkırtması ve kendi çıkarları için kullanılması da kavranamaz.

Yerli” işçi sınıfı, örneğin Almanya'da, Fransa'da işçi sınıfı, göçmenlerin demokratik haklarını sorgusuz savunmadan burjuva düzene karşı mücadele vermiş olamaz.
Göçün tarihi de insanlığın tarihi kadar eskidir; veya göçün yer almadığı bir insanlık tarihi yoktur. Kendi özgünlüğüyle oluşan kültürlerin, göç hareketiyle kopmaz bir bağı vardır. Bu nedenle, oluşan kültürler, bu anlamda insanlık tarihi, insan topluluklarının sürekli göçü olmaksızın imkansı olurdu. İlk insanlar göçebeydi; yerleşik yaşama geçmeleri; avcılıktan ve toplayıcılıktan tarıma ve hayvancılığa geçmeleri, şehirleşmeleri, birbirlerinden öğrenmeleri, göç eden insan topluluklarının karışımının doğrudan bir ürünüdür. Avrupa'nın ilk köylüleri çoğunlukla göçmenlerden oluşmaktaydı; Mezopotamya'da büyük medeniyetlerin, örneğin Halep, Asur gibi şehirlerin kurulması Milattan önce 4. ve 3. yüzyıllardaki göçlerle doğrudan ilişkilidir. Aynı durum Orta Asya kültürleri ve karşılıklı etkilenme için de geçerlidir.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının önemli boyutlar aldığı günümüzde; emperyalist küreselleşme koşullarında göçsüz bir dünya toplumsallaşması düşünülemez. Ama göçün, sömürü sistemi koşullarında bir zorunluluk olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle, göç sorunu bu sömürü, talan, ötekileştirme, baskı sistemi var oldukça; kapitalist sistem var oldukça gündemden düşmeyecektir. Bu sorunun ortadan kaldırılması; insanların barış içinde yaşaması, etnik ve dinsel aidiyete göre ayrıştırılmaması ancak ve ancak bu küresel kapitalist sistemin yıkılması ve sosyalist dünyanın kurulmasıyla mümkün olacaktır.
Emperyalizm, böl ve yönet taktiğinin bir yansıması olan göçmen sorununu da küreselleştirmiştir. 
 
*) Marksist Teori'nin 19. sayısında (Ocak-Şubat 2016) yayımlanan bu yazıya ekleme yapılmıştır.