AVRUPA
BİRLİĞİ'NİN DERİNLEŞEN KRİZİ -
BÜYÜYEN
GÖÇ AKIMININ VE YAŞANAN FACİANIN SORUMLUSU KİM?*
AB,
görünür ve henüz görünmeyen yönleriyle tarihinin en büyük
krizi ile boğuşma sürecindedir. Bu yüzyılın başında hedefi
büyüktü; öncelikle dünyanın en dinamik ekonomisine sahip
olacaktı. Bu dinamik ekonomiyle, pek dillendirilmese de, jeopolitik
açılımlar yapacak; dünya hegemonyası için rekabet edecekti.
Bunun gerçekleştirilmesi için Lizbon Anlaşmaları ve Avrupa
Anayasası bütün Avrupa kıtasını ekonomik, siyasi, sosyal olarak
bütünleştirecekti; yani AB devletleşme sürecinde bayağı
ilerlemiş olacaktı.
Bütün
Avrupa kıtasının bütünleştirilmesi, AB'nin doğu, orta Avrupa
ve Balkan genişlemesinin tamamlanmasını önkoşul yapmaktaydı.
Berlin Duvarının yıkılmasından sonra AB, Fransız, ama özellikle
de Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bu amacına da
ulaştı. AB, ekonomik olarak bütün kıtayı nüfuzu altına
almıştı; para birimi olarak avronun da kullanıma sokulmasıyla AB
yapılanması güçlenmiş, dünya çapında rekabet için ABD
karşısında eskiye nazaran daha güçlü bir rakip oluşmuştu. ABD
buna AB'nin genişleme alanlarında NATO'yu genişleterek; yeni AB
üyelerini NATO üyesi yaparak cevap verdi.
Hegemonya
hayali kuranlar, kapitalizmin nesnel, yok edilemez kahredici bazı
özelliklerini hep göz ardı ederler: 2008 ekonomik krizi ve
arkasından hala devam etmekte olan inişli çıkışlı durgunluk
süreci bütün planları; projelendirilmiş hayalleri alt üst etti;
AB'nin bir siyasal birlik olmadığı, tam tersine bir çıkarlar
ortaklığı olduğu ve bu ortaklıkta güçlü olanın zayıf olanı
sürekli ezdiği ve siyasi olarak da yönlendirdiği bir kez daha
görüldü. Alman emperyalizmi, AB'nin en zayıf ülkelerine;
özellikle de Güney Avrupa ülkelerine krizin yükünü sırtlattı.
2008 krizi, daha öncekilerden farklı olarak, AB'nin, aynı zamanda
üye ülkeler arasında eşitsizliği büyüten ve derinleştiren bir
sistem olduğunu gösterdi. AB adına özellikle Alman emperyalizmi,
Güney Avrupa ülkelerindeki “borçlanma krizi”ni ve
Yunanistan'ın bir AB-protektoratına dönüşmesini yönetti,
İtalya, Portekiz, İspanya gibi ülkelere AB'nin Alman ve Fransız
çıkarlarına hizmet eden politikasını dayattı.
AB
krizi dış ilişkilerinde de kendini göstermektedir. AB-Ukrayna,
AB-Ortadoğu ilişkilerinde AB adlı bu ekonomik entegrasyonun
bütünlüklü ve aktif bir dış politika geliştiremediği; en
azından Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda
geliştiremediği görülmektedir.
Ukrayna'da
Amerikan emperyalizmi iç çatışmaları kullanarak Rus
emperyalizmiyle yeni bir çatışma sürecini, diyelim ki, yeni bir
“soğu savaş”ı başlatacak politikalar geliştirme olanağına
sahip olmuştur. Böylece bir bütün olarak AB'nin ve özellikle
de Alman emperyalizminin Rusya ile stratejik anlam taşıyabilecek
bir ortaklık geliştirmesini engellemiştir. Ortadoğu'da ise durum
daha da kötüdür; Cenevre görüşmeleri konusunda ABD, Rusya ile
anlamış olmalarına rağmen Suriye ve Ortadoğu genelinde
ortaklaşmış bir politikaları yoktur, böyle bir politikayı
beklemek de saflıktan başka bir anlam taşımaz. Ortadoğu'da ABD
yanında yer alan AB, göçmen krizinin de gösterdiği gibi, Alman
emperyalizmi öncülüğünde Amerikan politikasına pek sıcak
bakmamakta, göçmen sorunundan dolayı Türkiye'nin açık ve
gelecekteki dayatmalarına boyun emiş durumdadır.
İngiltere'nin,
AB üyesi olmasına rağmen süreklilik kazanmış sıra dışılığı,
AB'den çıkarım tehdidi, artık tehdit olmaktan çıkmış,
gerçeklik olma sürecine girmiştir. AB'de Alman-Fransız çıkar
ortaklığı, İngiltere'nin bu “özel konum“ dayatmalarından,
Amerikancı tavrından bıktığı için, birkaç yıl öncesinde bu
ülkenin AB'den çıkmasından memnun kalabilirdi. Ama bugün durum
tamamen değişmiştir. İngiltere'nin AB'den ayrılmasıyla üç
ayaklı (Almanya, Fransa, İngiltere) AB'nin bir ayağı kopmuş
olacak. Yakın geçmişteki “şaşalı” yıllarında AB bunu
kaldırabilirdi, ama bugün Avrupa mali sermayesi bunu kaldıracak
durumda değildir. Kim bilir, İngiltere çıkarsa onun yerini
Türkiye doldurabilir. Bu yönde bir fikir jimnastiği boşa zaman
harcamak anlamına gelmez.
Gelecek
bakımdan, stratejik yapılanma açısında AB ve tabii ki, avronun
gidişatı hiç iyi değil. 2008 krizi ve sonrasında AB, Lizbon
Anlaşmaları ve Avrupa Anayasası perspektiflerine göre hemen her
alanda bütünleşmede ilerleme sağlayamamış, tam tersine
çelişkili, çıkarlar dengesine göre bir ekonomik entegrasyon
olduğunu göstermiştir. Bu süreçte AB, ABD'yi geçme, dünya
çapında ilk sırada yer alan bir güç olma yerine ABD ve Çin'in
de gerisine düşmüştür. Bu durum Alman, Fransız ve İngiliz
tekelci burjuvazisi, tekelci sermayesi için önemli bir endişe
olmaktadır. Dünya çapında rekabet edebilmek için AB içinde ve
dünya çapında yeni bir yönelişe, yeni bir stratejiye ihtiyaç
duyulmaktadır. İngiltere böyle yeni bir yapılanmanın pek
olamayacağından hareketle AB'den çıkmayı düşünürken,
Almanya ve Fransa, tek başına fazla bir şey yapamayacakları için,
dünya çapında rekabet edebilmek için AB'yi “tazelemek”
zorunda olduklarını görüyorlar.
AB'nin
doğu, orta ve Balkan genişlemesinden sonra, az üyeliyken pek
görünmeyen ülkeler arasındaki ulusal çıkar çelişkileri şimdi
AB'nin sürekli aşmak zorunda olduğu engeller olarak karşısına
çıkmaktadır. Bunu en açık bir biçimde göçmen krizinde
yaşıyor. Unutmayalım ki AB, motor rolü oynayan güçlü
emperyalist ülkeler (özellikle Almanya ve Fransa) arasında çıkar
dengesinin sağlanması üzerine kurulmuştur. Bu dengenin bozulması
demek, yeni bir üstünlük rekabeti ve yeni bir dengenin kurulması
anlamına gelir. Kapitalizmde bu hep böyle olmuştur; çıkarların
gerçekleştirilmesi güce bağlıdır. Güçlü olan, daha az güçlü
olanı kendine bağlayarak veya birliğe bağlayarak entegrasyonu
devam ettirebilir. Güncel olarak göçmen krizinde yaşanan da
özellikle Alman emperyalizminin, diğer, güçsüz üyeleri baskı
altına alarak bu krizi kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye
çalışmasıdır. Ama kolay olmamakta.
Göçmen
krizi, AB'de var olan iç çelişkilerin giderek derinleştiğini ve
kapsamlaştığını göstermenin ötesinde AB'nin bir ekonomik
entegrasyon olmanın ötesine geçemediğini; üye devletler üstü
bir devlet de hiç olmadığını göstermiştir. Göçmen krizi aynı
zamanda, Almanya'nın AB' içinde belirleyici hakim durumuna rağmen,
bu krizi tek başına çözemeyeceğini de göstermektedir. Alman
Başbakanı, kısa bir dönem içinde dördüncü kez Erdoğan'ı
ziyarete gitmektedir. Şimdiye kadarki Almanya-Türkiye
diplomasisinde böylesi bir ziyaret trafiği görülmemiştir.
Merkel'in her ziyareti faşist AKP hükumetini, Erdoğan'ı ve bir
bütün olarak faşist diktatörlüğü güçlendirmeye, Kuzey
Kürdistan'da katlamaları desteklemeye yaramaktadır. Merkel, göçmen
sorununda Türkiye'nin oynadığı anahtar rolü görmekte, Türkiye
üzerinden bu krizi çözmeye; bu krizin AB içinde çelişkilerin
kesinleşmesine bir vesile olmasını engellemeye, dolayısıyla
AB'yi kurtarmaya çalışmaktadır. Ama buna rağmen, AB'nin küçük
ülkeleri Merkel'in bu çözüm arayışına ulusal çıkarlarından
dolayı karşı çıkmaya devam etmekteler.
Almanya'nın
göçmen krizini çözme çabasını sadece AB içi çelişkileri
yatıştırmayla sınırlandırmak da yanlış olur. Almanya göçmen
krizi üzerinden Türkiye ile anlaşmayı Ortadoğu'nun yeniden
paylaşımında rol almanın bir aracına da dönüştürmek istiyor.
Öyle ki, göçmen krizini çözeyim, Türkiye üzerinden de
Ortadoğu'da olayım diye Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyinde önerdiği
“güvenlikli bölge” politikasını benimsiyor, destekliyor.
*
2012'den
bu yana olağanüstü yoğunlaşan göçmen hareketi ve özellikle
Türkiye-Eğe Denizi-Yunanistan ve Balkan ülkelerinde yaşanan
göçmen dramı, bu sorunla karşı karşıya kalan ülkelerde iç ve
dış politikada araçsallaştırıldı. Genel anlamda burjuva
medya, bir taraftan insanların savaştan ve yoksulluktan kaçtığını
açıklarken diğer taraftan da savaş ve yoksulluğun nedenini
özenle gizlemektedir. Savaştan ve yoksulluktan kaçan milyonlarca
insanın dramı iç ve dış politikada, ekonomide ve toplumsal
alanda acımasızca ve çok yönlü kullanılmaktadır. İç
politikada bir taraftan “onlardan daha iyi koşullarda
yaşıyorsunuz, halinize şükredin ve susun” mesajı verilirken
ırkçılık, faşizm, yabancı düşmanlığı körükleniyor, diğer
taraftan da neredeyse bedava işgücü geliyor diyerek ücret
politikasını yönetmek ve işçi sınıfını bölmek için ve dış
politikada göçü jeopolitik amaçlar doğrultusunda kullanmak için
göç hareketi yönetiliyor.
BM
verilerine göre 2014'te göçmen/mülteci sayısı yaklaşık 60
milyon. Bunun yarısı çocuklardan oluşuyor. Bir sene öncesine
göre en büyük artış 2013'te oluyor. Bunun nedeni de Suriye'de iç
savaş. Bu savaştan dolayı yaklaşık 4 milyon Suriyeli ülke
dışına kaçmış ve ülke içinde göç etmek zorunda kalanların
sayısı da 7,6 milyon.
Aşağıdaki
verilerde 2005-2014 arasında dünya çapında göçmen sayısındaki
gelişmeyi göstermekteyiz.
Göçmen
sayısında 2012'den itibaren hızlı bir artış görülmektedir.
Bunda Suriye iç savaşının belirleyici bir rolü olmuştur. Göçmen
sayısı 2012'den 2013'e yüzde 13,3; 2013'ten 2014'e yüzde 16,2
oranında artarken 2012-2014 arasında 31,6 oranında artıyor.
2005-2011 arasında böyle bir artış yok; hatta 2010'dan 2011'e
göçmen sayısında 2,7 oranında bir azalma söz konusu.
Yukarıdaki
veriler, II. Dünya Savaşından bu yana dünya tarihinde yaşanmamış
bir göç hareketini gösteriyor. 2014 sonu itibariyle dünya çapında
her 122 insandan birisi göçmen, iç göçe zorlanan veya sığınma
başvurusu yapan konumundaydı.
BM
verilerine göre dünya çapında sığınma talebinde bulunanların
sayısı son yıllar itibariyle; 2010'da 841.900'den 2011'de
864.800'e, 2012'de 929.700'e ve 2013'te de 1.067.500'e çıkarak
2010'dan 2011'e sadece 2,7 oranında, 2011'den 2012'ye yüzde 7,5
oranında ve 2012'den 2013'e de yüzde 14,8 oranında artmıştır.
Bu sayı Suriye'de gerici savaşın başlamasından (2011) 2013'e
ise yüzde 23,4 oranında artar.
Bu
veriler çalışma nedeniyle göç edenler hakkında bir bilgi
vermiyor. BM'in Ekonomi ve Sosyal Meseleler Bölümüne göre
2013'te yurt dışında yaşayanların sayısı 232 milyondur. Buna
göre dünya nüfusunun yüzde 4'ü kendi ülkesi dışında yaşıyor.
Suriye'de
gerici savaş ve Ortadoğu'daki genel durum, göçün akış yönünü
değiştirmiştir: BM 2014 verilerine göre en çok göç alan ülke
Pakistan'dır; çoğunluğu Afganistan'dan gelen göçmen sayısı
1,6 milyon. İkinci sırada İran yer alıyor; Bu ülkedeki yine
çoğunluğu Afganistan'dan gelen göçmen sayısı 857.400'dür.
Lübnan'daki göçmen sayısı 856.500; Ürdün'deki göçmen sayısı
641.900 ve Türkiye'deki göçmen sayısı da 609.900'dür. Son üç
ülkedeki göçmenlerin ezici çoğunluğu Suriye'den gelmektedir.
Göçmenler
bu ülkeleri konaklama alanı olarak görüyorlar; göç edenlerin
ezici çoğunluğu AB'ye, AB içinde de Almanya, Fransa gibi ülkelere
gitmeyi amaçlıyor.
Hedefi
Avrupa olan en kalabalık göçme Suriye kaynaklı. İkinci sırada
Eritre var. Diğerleri Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nden, Somali'den,
Nijerya'dan, Güney Sudan'dan Libya'dan, Mali'den, Burundi'den,
Afganistan, Pakistan ve Doğu Ukrayna'dan gelmektedir.
Neden
göç ediyorlar sorusunun cevabını savaşlarda ve yoksullukta
aramak gerekir. Afganistan, Irak, Libya, Suriye emperyalist güçlerin
kendi aralarındaki rekabetinden dolayı işgal edilmiş,
parçalanmış, bunun sonucu olarak da milyonlarca insan evinden,
işinden olmuş ve göç etmek zorunda kalmıştır. Hiçbir insan
ülkesinden kopmak istemez. Ama o buna zorlanmıştır. Yaşanmakta
olan göç dramının esas sorumluları bu gerici savaşlara neden
olan ve bu savaşları sürdüren emperyalist ülkelerdir.
Bu
göç dramanın sorumlusu olan emperyalist ülkeler, şimdi, onbinler
kapılarına dayanınca birbirlerine düştüler, kim ne kadar göçmen
alacak kavgasına tutuştular; göçmen kabul eden ülkeler bazında
göçmen dağılımı oldukça dengesiz: 2014 itibariyle göçmenlerin
yüzde 86'sı iktisadi olarak nispeten az gelişmiş ülkelerde
bulunmakta. Gelişmiş ülkelerde bulunan göçmen sayısı ise
toplamın ancak yüzde 14'üne denk düşmektedir. Bu ülkeler
(AB'nin emperyalist ülkeleri ve ABD) bu yüzde 14'lük payı daha da
azaltmak; göçmen kabul etmemek için birbirlerine düşüyorlar,
sınırları kapatmak için “göçmen politikası” geliştirmeye
çalışıyorlar.
Bu
ülkeler göçün nedenleri üzerine susuyorlar, ama yaptıkları
sadece bir trajedi değil, esasen bir cinayettir. Cinayettir çünkü
göç, sürdürdükleri talan savaşlarının, işgallerin, kendi
çıkarlarına göre rejim değiştirmelerin doğrudan bir sonucudur.
Afganistan
ve Irak işgalleri, Libya'nın devlet olarak ortadan kaldırılması,
Suriye'de iç savaş şimdiye kadar yoksulluktan, milyonların
katledilmesinden ve kaçıştan başka bir sonuç vermemiştir.
Afganistan'da, Irak'ta, Libya'da, Suriye'de ve Afrika'nın birçok
başka ülkesinde bu savaşlar devam etmektedir. Amerikan
emperyalizmi ve müttefiklerinin dünya çapında “teröre karşı
savaşı” geriye şimdiye kadar milyonların katledilmesinden ve
göç yollarına düşmesinden başka bir şey bırakmamıştır.
Buna şimdi Suriye'de aktif rolüyle Rusya da katılmıştır. İnsan
hakları, demokrasi, özgürlük adına sürdürülen bu işgaller,
vekalet savaşları kitlesel katliam ve kaçış demektir. Bu
emperyalist güçler, Afganistan'da Taliban ve El Kaide'nin yanında
yer alırken demokrasi ve özgürlük için mücadele ettiklerini
söylüyorlardı; sonra aynı güçler Taliban'a karşı mücadele
ederken yine özgürlükten ve demokrasiden bahsediyorlardı. Saddam
rejimini devirirken ve Irak'ı işgal ederken de demokrasiden, kitle
imha silahlarını yok etmekten bahsediyorlardı; IŞİD'i
örgütlerken, finanse ederken ve sahaya sürerken de demokrasi ve
özgürlük bayraktarlığı yapıyorlardı ve şimdi yarattıkları
canavara karşı mücadelede de demokrasiden bahsediyorlar. Bu arada
bu ülkeleri yaşanamaz hale getirmeleri, toplamda milyonlarca insanı
katletmeleri ve göçe zorlamaları onları pek ilgilendirmedi. Ama
dünyanın göçen bu “lanetlileri”, AB'nin sınır kapılarını
zorlamaya ve içeri girmeye başlayınca “Batı değerler
topluluğu”, iki yüzlülüğünü göstermekte gecikmedi. Her
bakımdan ikiyüzlüdür: Sorunu görmek istemezken ikiyüzlüdür.
Sorunu görmek zorunda kaldığında da ikiyüzlüdür. İnsancıl
olmaya çalışırken de ikiyüzlüdür; göç edenler arasında
seçicilik yaparken de ikiyüzlüdür; şu kadar doktor, şu kadar
mühendis, şu kadar öğretmen kabul ederiz diyenler “Batı
değerler topluluğu”nun temsilcileridir. Bunlar, insanları etnik
ve dinsel ayrıma tabi tutarak hangi etnik ve dinsel gruptan
insanları kabul edecelerini açıklayacak kadar alçaldılar.
Emperyalist
ülkeler, göçmen sorununa çözüm politikalarıyla göçmen
olgusunu jeopolitika açısından çok amaçlı kullanılmanın yol
ve yöntemlerini geliştiriyorlar:
Türkiye'nin
Suriye'den gelen göçmenleri kabul etmesi, faşist diktatörlüğün
insancıl oluşuyla açıklanamaz. Kendi açıklamasına göre
hükümet 6 milyar dolardan daha fazla bir miktar harcayarak yaklaşık
iki milyon göçmeni Suriye sınırı boyunca kurduğu çadır
kentlerde yaşamaya mahkum etmiş ve aynı zamanda maddi olanakları
olanların ülkeye dağılmasına izin vermiştir. Bu kadar göçmenin
sınırda tutulması Türkiye, ABD ve NATO'nun Suriye üzerine
planlarından bağımsız değilidir; bu göçmenler jeopolitik silah
olarak kullanılmak isteniyor. Türkiye ve şimdilerde de ABD ve
NATO, bu Suriyeli göçmenleri, kurmaya çalıştıkları “güvenli
bölge”ye yerleştirerek bu alanda nüfuz sahibi olmak
istenmekteler. Bu bölge de sonraki aşamada Esad rejimini devirmek
için kullanılacak bir üs olacaktır.
Diğer
taraftan Türk burjuvazisi, bu göçmenlerin en azından bir kısmını
vatandaşlığa kabul ederek sırın boyunca demografik yapıyı
değiştirmeyi de planlamaktadır.
Türkiye'de
Suriyeli göçmen demek talan edilebilecek işgücü demektir. Normal
koşullarda yerli işçinin kabul etmediği ücretle çalıştırılan
Suriyeli göçmen, böylece bir taraftan ücretler üzerinde baskı
rolü üstlenmiş olurken, diğer taraftan da işçi sınıf ile
rekabet eder konumda oluyor.
Türk
burjuvazisi Suriyeli göçmenleri AB'ye karşı koz olarak da
kullanmaktadır. İstediği zaman onları toplayıp kamplara yeniden
götürdüğü gibi, gerekli gördüğü zaman AB'ye yönlendirmekte,
kaçış yollarını açık tutmakta ve böylece Batı dünyasının
nasıl bir sorunla karşı karşıya kalabileceği konusunda
uyarmaktadır. Belki de bundan dolayı Türkiye kapıları tamamen
açmasın diye Kürt ulusal mücadelesine saldırısına, tamamen
imha ve yok etme amaçlı bombalamasına sessiz kalmaktadır.
Türk
burjuvazisi, ülkedeki göçmenleri AB'ye mesaj vermek için
kullanmaya devam edecektir; Onların Edirne'de yollarının kesilmesi
sadece bir gösteridir. Sadece Türkiye'de onbinlerce göçmen
Batı'ya, göçmenler tarafından “fethedilemez” AB-kalesine
doğru hareket içindedir. Bunun böyle olduğu bilindiği için
Kasım ayı sonunda “Türkiye - Avrupa Birliği Zirvesi”
düzenlendi. Bu zirvede daha önce dillendirilen 3 milyar Avro
tutarında bir yardım Türkiye'ye verilecek. Bunun ötesinde
AB-Türkiye ilişkilerinde yeniden düzenlemeye gidilecek; yeni
fasıllar açılacak ve Türk vatandaşlarına vize kolaylığı
sağlanacak. Bu anlaşma ile Türkiye, AB'nin sınır bekçisi olmayı
kabul etmiş oldu. Diğer taraftan, hazırlık süresi ve anlaşmanın
uygulanmaya başlanacağı tarih göz önünde tutulursa bu,
Türkiye'nin ağzına bir parmak bal çalmaktan öteye girmeyecektir.
Ortada
bir gerçeklik var: Bir taraftan AB göç korkusuyla yaşarken,
Türkiye de AB'den Suriye politikası için destek umuduyla
yaşamaktadır. Her iki taraf arasındaki ortak nokta budur. Açık
ki, AB'nin göçmen korkusu, Merkel'i Türkiye'ye getirebilmiştir;
seçim öncesi gerçekleşen bu ziyaret Erdoğan ve AKP'nin
güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Düne kadar eleştirilen AKP ve
Erdoğan şimdilerde AB'nin göçmen politikası için
vazgeçilemezlerden olmuşlardır. Tabii sorun sadece 3 milyar Avro
ile sınırlı kalmayacaktır; Türkiye, AB'den Suriye politikasına
destek talebin ve güvenlikli bölge oluşumuna katkı sağlamasını
kapalı kapıla ardında talep etmiştir. Bu da anlaşmanın
görünmeyen kalemini oluşturmaktadır. Aksi taktirde Türkiye,
AB'ye doğru sınırları doğrudan açmasa da, geçişleri
kolaylaştırabilir. Bu durumda AB ne yapabilir?
AB,
özellikle de Alman emperyalizmi göçe tamamen karşı değil!
İhtiyaç duyulan işgücü açığını göçmenlerle sağlamak
amacındadır. Örneğin Alman emperyalizminin “yüksek derecede
motife olmuş işgücüne” ihtiyacı var. Daimler tekelinin şefi
Dieter Zetsche, gelen göçmenleri kastederek “yüksek derecede
motife olmuş işgücüyle Almanya'da yeni bir ekonomik mucize“den
bahsetmektedir. İş arayan genç göçmen nesil ekonomi için
önemlidir. Dünya çapında göç halinde olanların toplam
sayısının yarısından fazlasının (yüzde 51) 18 yaş altında
olduğu düşünülürse Daimler şefinin düşüncesinin hiç de
yanlış olmadığı anlaşılır.
Tabii
sorun sadece “yüksek derecede motife işgücü”yle sınırlı
değildir. Almanya'da veya AB'nin başka ülkelerinde iş piyasasına
girecek olan bu göçmenler, bir taraftan ücretler üzerinde baskı
rolü oynayabilecekleri gibi, başkaları tarafında kaçınılan
çoğu iş alanlarında gerekli görülen istihdamı da
karşılayacaklardır. Bu durumda örneğin Almanya'da asgari ücret
talep etse dahi bir işsizin iş bulma olanağı oldukça
zorlaşacaktır.
“Batının
değerler topluluğu” için bu da yetmez: Göçmen yabancıdır ve
yeni gelenler üzerinden ırkçılık ve faşizm kışkırtılacak,
toplumun yerli-yabancı diye bölünmüşlük durumu
derinleştirilerek siyasal çıkarlar için kullanılacaktır. “Batı
değerleri”nin savunucuları ve koruyucuları bu konuda oldukça
tecrübelidirler.
AB
olarak “Batı değerler toplumu” savunucuları göçmen konusunda
sürekli tartışıyorlar: Tartışmalarının odağında göç veren
ülkelerde neden oldukları sorunlar değil, teröriste karşı
mücadele durmaktadır; bunların, oluşturdukları bataklığı
kurutma diye bir dertleri yok, sadece sivrisineklere karşı mücadele
ediyorlar. Örneğin Fransa, Paris saldırısından sonra bir
taraftan Suriye'de IŞİD'i bombalarken, aynı zamanda ülke içinde
özgürlüğü kısıtlayıcı, devlet zorunun önünü açıcı
yasalar çıkartmakla meşgul. Avro Bölgesi ülkeleri de Fransa'nın
bu politikasını takip etmekte geç kalmadılar.
Dış
düşmana karşı mücadele, bu ülkeler tarafından ülke içi
koşullardan; bu koşullar için sorumluluktan dikkatleri başka yöne
çekmeye yaramaktadır; Avrupa ve özellikle de AB ve Avro Bölgesi
2008'de başlayan ekonomik kriz ve onun beraberinde getirdiği
sorunlardan henüz kurtulamamıştır. Tam da burada İslami
teröristlere karşı mücadele halkın dikkatinin ülke içi
sorunlara değil de bu alana yönelmesini sağlayan bir manevra
imkanı olmaktadır ve bu imkan tepe tepe kullanılmaktadır.
Öyle
ki, hükümetler ve burjuva medya, yaratılan IŞİD-günah keçisi
olgusuyla, geniş yığınların duygularını örgütlemekteler ve
kendilerinden olmayanlara karşı kanalize etmekteler. Çoğu insanın
politika ve ekonomi arasındaki bağı kavramamalarından
yararlanarak ve kavramamaları için demagoji yaparak örneğin
işsizliğin ve evsizliğin sorumlusu olarak yabancıları
gösterebilmekteler ve böylece yabancı düşmanlığını bizzat
körüklemekteler.
Böylece
toplum içinde oluşan öfke, ülke sorunlarına neden olanlara karşı
değil, yabancılara karşı yöneltilmekte. Bu durum ırkçı ve
faşist örgütlerin güçlenmesine neden olmaktadır. Bunun en son
örneği Almanya'da PEGİDA'nın oluşumu ve güçlenmesidir.
“Batı
değerler topluluğu” neden olduğu bu sorundan kolay kolay
kurtulamaz. Göçmenlerin AB kapılarına dayanmaları bir
mücadeleyse, onlar binlerce ölüm pahasına da olsa bu mücadelede
başarılı olmuşlardır; en azından AB'ye girişi
meşrulaştırmışlardır. Gelenler, “öncü” göçmenlerdir;
bu savaşlar, göçün nedenleri devam ettiği müddetçe giderek
artan sayıda göçmenin AB'ye akacağından; şimdiki onbinleri
yarın yüzbinlerin, milyonların takip edeceğinden “Batı
değerleri” savunucularının hiç şüphesi olmasın. “Ektiklerini
biçiyorlar”! Afganistan'da Ortadoğu'da (Irak, Suriye), Libya'da
ve Afrika'nın başka ülkelerinde doğrudan veye vekalet
savaşlarıyla sürdürdükleri, ülke bölme, rejim değişikliği
amaçlı talan ve işgal savaşları onlara, evsiz, işsiz,
geleceksiz bırakılan insanların göçü olarak geri dönmektedir.
Savaş
kışkırtıcılarının, timsah gözyaşları dökerek göçmenleri
selamlamaları ile halkın sıcak duygularla göçmenleri sınır
kapılarında, yurtlarda selamlamaları ve ziyaret etmeleri
arasındaki fark açıklanmalı; savaş kışkırtıcılarının bu
ikiyüzlülüğü teşhir edilmelidir. Bu ikiyüzlüler, bir taraftan
göçmen olarak buralara kadar gelen insanların ülkelerini talan
ediyorlar, insanları evsiz, işsiz, geleceksiz bırakıyorlar ve
küstahça da “hoş geldiniz” diyebiliyorlar; bu, ülkenizi
yaktık, yıktık, talan ettik, insanları katlettik, sizi işsiz,
aşsız bıraktık, çocuklarınızın geleceğin ellerinden aldık,
bunun için hoş geldiniz demek anlamına gelir.
“Batı
değerler topluluğu”nda göçün nedeni üzerine doğru
bilgilendirme yapılmaz. Bu konuda manipülasyon akıl almaz derinlik
ve kapsamda yürütülür; çıplak yalana başvurulabileceği gibi,
A ülkesindeki gelişme sanki B ülkesinde olmuş gibi
gösterilebilir; eski görseller yeni olarak sunulabilir. Bu ve
benzer önyargı oluşumuna karşı mücadele etmek gerekmektedir.
Göçmenlerin
ekonomide ve politikada burjuvazi tarafından araçsallaştırılmasına;
sınıfsal çıkarları için kullanılmasına karşı mücadelede
her bir ülkede devrimci ve komünist güçlere büyük görevler
düşmektedir.
Sorun
sadece ve sadece göçmenlerle dayanışma değildir. Dayanışmaya
evet, ama AB kalesinden içeri girmiş göçmenlerle dayanışmadan
bahsetmek onlara göçmen olarak, yabancı olarak “hoş geldin”
demekten farklı değildir. Unutmamak gerekir ki, göçmenlerin ezici
çoğunluğu emekçidir, işçidir. Yani içinde yaşamaya
başladıkları toplumda işçi sınıfı ve emekçilerinin yeni
bölüklerini oluştururlar. Devrimci ve komünist güçler bu
gerçeklikten hareket etmek zorundadırlar. Bu yapılmadığı
müddetçe söz konusu ülkede işçi sınıfı etnik kökenine göre
bölünmüş olur. Göçmenlerin ezici çoğunluğunun işçi
sınıfının bir parçası olduğu gerçeğinin kavranmaması
durumunda burjuvazinin işçi sınıfının yerli ve yabancı
(göçmen) bölüklerini birbirine karşı kışkırtması ve kendi
çıkarları için kullanılması da kavranamaz.
“Yerli”
işçi sınıfı, örneğin Almanya'da, Fransa'da işçi sınıfı,
göçmenlerin demokratik haklarını sorgusuz savunmadan burjuva
düzene karşı mücadele vermiş olamaz.
Göçün
tarihi de insanlığın tarihi kadar eskidir; veya göçün yer
almadığı bir insanlık tarihi yoktur. Kendi özgünlüğüyle
oluşan kültürlerin, göç hareketiyle kopmaz bir bağı vardır.
Bu nedenle, oluşan kültürler, bu anlamda insanlık tarihi, insan
topluluklarının sürekli göçü olmaksızın imkansı olurdu. İlk
insanlar göçebeydi; yerleşik yaşama geçmeleri; avcılıktan ve
toplayıcılıktan tarıma ve hayvancılığa geçmeleri,
şehirleşmeleri, birbirlerinden öğrenmeleri, göç eden insan
topluluklarının karışımının doğrudan bir ürünüdür.
Avrupa'nın ilk köylüleri çoğunlukla göçmenlerden oluşmaktaydı;
Mezopotamya'da büyük medeniyetlerin, örneğin Halep, Asur gibi
şehirlerin kurulması Milattan önce 4. ve 3. yüzyıllardaki
göçlerle doğrudan ilişkilidir. Aynı durum Orta Asya kültürleri
ve karşılıklı etkilenme için de geçerlidir.
Sermaye
ve üretimin uluslararasılaşmasının önemli boyutlar aldığı
günümüzde; emperyalist küreselleşme koşullarında göçsüz bir
dünya toplumsallaşması düşünülemez. Ama göçün, sömürü
sistemi koşullarında bir zorunluluk olduğu da göz ardı
edilmemelidir. Bu nedenle, göç sorunu bu sömürü, talan,
ötekileştirme, baskı sistemi var oldukça; kapitalist sistem var
oldukça gündemden düşmeyecektir. Bu sorunun ortadan kaldırılması;
insanların barış içinde yaşaması, etnik ve dinsel aidiyete göre
ayrıştırılmaması ancak ve ancak bu küresel kapitalist sistemin
yıkılması ve sosyalist dünyanın kurulmasıyla mümkün
olacaktır.
Emperyalizm,
böl ve yönet taktiğinin bir yansıması olan göçmen sorununu da
küreselleştirmiştir.
*)
Marksist Teori'nin 19. sayısında (Ocak-Şubat 2016) yayımlanan bu
yazıya ekleme yapılmıştır.