deneme

2 Eylül 2016 Cuma

DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I)



DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I)

15 Temmuz'da canlı yayın eşliğinde Türkiye tarihinde ilk defa görülen bir darbe girişimi yaşandı. Canlı, görsel yayın eşliğinde bir darbe girişimini ve sonucunu izlemek her zaman mümkün olmasa gerek. Niyetin deşifre olmasından dolayı sabaha karşı gerçekleştirilmesi gereken darbenin erkene alınması bu girişimin seyrini de doğrudan etkiledi.

İki karşıdevrimci güç karşı karşıya geldi: Kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak tanımlayan darbeciler ve ona karşı gelen örgütlü güç. Toplumda karşılık bulamayan darbeciler orduyu neredeyse ele geçirmiş olan Gülenci subaylardan ve sayısal olarak önemsiz de olsa kendine Atatürkçü diyen, kendine göre nedenlerden dolayı Erdoğan karşıtı olan subay takımından oluşmaktaydı.


Darbe girişimine karşı gelenler kavramı tabii oldukça geniştir ve düşündürücüdür. Kimler bu girişime karşı gelmişti? Saray, hükümet, ordu ve polisin iktidara bağlı güçleri ve en önemlisi hemen harekete geçirilebilen ve süreç içinde binler, onbinler, yüzbinler ve Yenikapı'da milyonlarla ifade edilen hemen hemen tamamı işçi sınıfı ve emekçilerden; yani ezilenlerden oluşan kitleler.

12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi sürecinde “sol” olarak, “tek kurşun” atmamıştık, ama darbenin aynı zamanda ve daha ziyade devrimci harekete karşı yapıldığını saptamasını yapmıştık. Bu sefer ise “sol” olarak, “tek kurşun” atmak bir yana iktidar mücadelesi veren hakin sınıfların iki kliği arasındaki iktidar mücadelesini seyretmekle yetindik. Seyrederek laf ürettik.
Lenin, RSDİP'-MK'sına yazdığı 30 Ağustos (12 Eylül) 1917 tarihli mektubunda (“Kerenski'yi devirmek için Kornilov'a karşı mücadele etmek”) şöyle der:
Kerenski hükümetini şimdi dahi desteklememeliyiz. Bu ilkesizlik olur. Şu sorulur: Yani Kornilov'a karşı mücadele etmeyelim mi? Tabii ki, edelim. Ama bu bir ve aynı şey değil. Burada bir sınır var; bu sınır “uzlaşma politikasına” gömülmüş, kendini olayların seyrine kaptırmış bazı Bolşevikler tarafından aşılmaktadır.

Mücadele edeceğiz. Kornilov'a karşı olduğu gibi, Kerenski'nin ordularına karşı da mücadele edeceğiz. Ama biz Kerenski'yi desteklemiyoruz, aksine onun zayıflığını teşhir ediyoruz. Fark budur. Bu, unutulmaması gereken oldukça ince ama çok önemli bir farktır.

Şimdi, Kornilov darbesinden sonra taktiğimizdeki değişim neden ibarettir?

Kerenski'ye karşı mücadelemizin biçimini değiştirmemizden ibarettir. Ona karşı düşmanlığımızı bir gıdım dahi hafifletmeden, ona karşı söylediklerimizden bir kelime dahi geri almadan, Kerenski'yi devirme görevinden vazgeçmeden şunu söylüyoruz: Durum hesaba katılmalıdır; şimdi Kerenski'yi devirmeyeceğiz; şimdi ona karşı mücadele etme görevine başka açıdan yaklaşacağız ve (Kornilov'a karşı mücadele eden) halkı Kerenski'nin zayıflığı ve yalpalamaları üzerine aydınlatacağız. Bunu önceleri de yapıyorduk, şimdi bu, esas sorun (aç. Lenin) olmuştur; değişim bundan ibarettir” (Lenin; C. 25, s. 292, 295).

Lenin'in bu taktiğine göre hareket edenler proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirme görevinden vazgeçmiş olmazlar, tam tersine bu görevi yerine getirmeye daha da yakınlaşmış olurlar. Bu göreve “doğrudan değil de yandan” yaklaşmış olurlar diyen Lenin kadar “oportünist “olalım demiyorum. Sadece şunu söylüyorum: Böylesi dönemler eyleyiş dönemleridir; kitleleri mücadeleye çekme, onları harekete geçirme, yani mücadeleyi devrimci sürdürme dönemleridir (Lenin; agy.). Yapamadığımız da bu; darbe girişiminden “demokrasi nöbetleri” sonuna kadar siyasi iktidarı ele geçirmek için örgütlemek zorunda olduğumuz yığınlar; devrimin öznesi işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, karşıdevrimin iktidardaki kliği tarafından darbe girişiminde bulunulanlara karşı harekete geçirildi, örgütlendi; karşıdevrim içinde karşıdevrimci özne yapıldılar. Yoksa öyle olmadı mı?

Tamam, bu zorbalar, savaş politikasının suç ortakları birbirlerine düştüler. Bunların veya birbirlerine düşmelerinin işçi sınıfı ve emekçilerin; haklarımızın demokrasi ve özgürlük talepleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Darbe girişimi, bu iki klik arasında bir iktidar mücadelesidir. Biri diğerinden daha az veya daha çok demokrat ve özgürlükçü değildir. Ama Lenin'in dediği gibi değişen “durumu hesaba katmak” bu dönemde en devrimci taktik olurdu. Yoksa değil mi? Veya “sol”, “değişen durumu” nasıl hesaba kattı?
“Ne darbe ne tek adam diktatörlüğü”, “Ne dinci-gerici AKP iktidarı ne de darbe”, “Ne askeri darbe, ne de saray darbesi”, “Askeri Darbeye de, Sivil Faşist Diktatörlüğe de Hayır!”, “Ne Darbe, Ne Diktatörlük”, “Halkın seçeneği darbe veya tek adam diktatörlüğü değil”, “Ne Askeri Darbe, Ne Sivil Darbe!” türünden darbe girişimine karşı “mücadele” ortalığı kaplayınca ister istemez Lenin'in yukarıya aktardığım “ince taktiği” aklıma geldi.

Saray ve faşist AKP hükümeti tarafından darbe girişimine karşı harekete geçirilen ve son kertede milyonlarla ifade edilen kitlenin siyasal yapısı da oldukça ilginç; AKP, MHP, CHP, yer yer HDP tabanı bu kitleyi oluşturuyordu. Tamam, AKP'nin ne denli faşist, ırkçı, İslamcı, İslami faşist olduğu açık. Buna MHP'yi de katalım. Peki, CHP ve HDP tabanı da mı öyle? Andy-Ar'ın 19 Temmuz'da yaptığı bir ankete göre "CHP'lilerin yüzde 37.7'si, MHP'lilerin yüzde 65'i ve HDP'lilerin ise yüzde 58'i sokağa çıktıklarını söylüyor"larsa bunun üzerine; kitleler üzerindeki etkimiz üzerine biraz düşünmemiz gerekmez mi? Devrimin öznesi olan kitlelerin karşıdevrim safında yer almış olması oldukça düşündürücü değil mi? “Sol” denen kavram içine girenler (isteyen kendini bu kavramın dışında tutabilir) laf üretirken, bu yığınların darbe girişiminin akıbetinde belirleyici bir rol oynamalarını açıklamak zorundayız. Devrimin öznesinin karşıdevrim safında yer almasında ne derece sorumlu olduğumuz üzerine düşünmek gerekir. Bunu belirtmek istiyorum, çünkü nesnel gerçeği görmemek veya kendi dışımızda görmek için adeta elimizden geleni yaptık: Devrimin öznesi olması gereken o yığınları neredeyse çapulcu ilan ettik. Darbe girişimine karşı tankların üzerine çıkan, önüne, altına yatan o insanların sayısını az göstermeyi siyasi marifet saydık. Karşıdevrim arasındaki çatışmayı resmen seyrettik; bununla da yetinmedik bolca laf ürettik. Bu kadar lafı nerede buluyoruz, bir türlü anlamadım! Aslında herkes yaptığı iş kadar laf üretmek zorundadır. Bu, siyasette bir ciddiyet sorunudur. Devrimin öznesinin 'bunlar da sürekli laf üretiyorlar, başka iş yapmıyorlar' düşüncesine varıp varmaması 'Sol'un eylemine, yaptığı işe bağlıdır. Marksist Leninist Komünistler bunu söylediklerinde hiç kimse çok görmez, çünkü yapıyorlar ve söylüyorlar. Bu bir ayırım çizgisidir. 'Sol', yaptığı işin kat be katı laf üretiyor, akıl dağıtıyor. Sanıyorlar ki, insanlar bunların bir işaretini bekliyorlar. İşaret çaka çaka, yol göstere göstere bir hal oldular, ama arkalarından gelen yok. Bu düşündürücü değil mi?

15 Temmuz darbe girişimi veya darbe karakterli “renkli devrim” (1) girişimi üzerine 16 Temmuz'dan bu yana yoğunluğundan bir azalma olmaksızın burjuva medyada sürüdürülen tartışmalar, bir taraftan komplo teorisyenlerini coştururken, diğer taraftan da ne kadar müneccim varsa hepsini açığa çıkardı. Bu da işin başka bir “renkli” tarafı. Bu insanlar her şeyi yıllar, aylar öncesinden bilmişler, söylemişler, yazmışlar ama onları dinleyen olmamış. Sadece darbe gününü ve saatini önceden bilememişler. İlginç değil mi? Aslında burada “sol” açısından da bir gerçeklik payı var: Devlet ve hükümet katında derinleşen bir krizden, hakim sınıfların artık eskisi gibi yönetememesinden bahsediyorsak, ki “sol” bundan bahsetmektedir, o zaman bu darbe girişiminin olabileceğini ve buna karşı veya bu girişimden yararlanarak devrim yapmanın hesap ve planlamalarının yapılması; “değişen durumun hesaba katılması” gerekirdi. Yoksa bu gereksiz miydi?

Bu darbe girişimi pek çok gerçeği de ortaya dökmüştür. En sıradan gerçek diyebileceğimiz olgu, hakim sınıflar arasındaki iktidar savaşıdır; burjuvazinin militarist, faşist klikleri arasındaki iktidarı ele geçirme mücadele darbe biçiminde sürdürülmüştür. Diktatör Erdoğan önderliğinde İslamcı AKP hükümeti, memleketi ırkçı ve aynı zamanda faşist yumrukla idare ediyordu; faşist bir rejimden beklenebilecek yol ve yöntemlerle idare ediyordu. Bu anlamda darbecilerle siyasi iktidar arasında bir çelişki yoktu. Darbeciler devletin bütün kurumlarında belirleyici konumdalardı, istedikleri kararları devlet adına alabiliyorlardı. Yani faşist rejimi ortaklaşa biçimlendiriyorlardı. AKP'nin hükümet olmasından bu yana bütün baskılarda, iş cinayetlerinde, Kuzey Kürdistan'daki sayısız katliamlarda suç ortağıydılar. Ne zaman ki, darbeciler, bağlı oldukları emperyalist güçlerin yönlendirmesiyle iktidara ortak olmakla yetinmemeye başladılar ve bizzat iktidarı talep eder oldular, işte o zaman bu cinayet, katliam ortakları arasında açıktan çatışma çıktı. İlk çatlak 7 Şubat 2012'de MİT müsteşarı Hakan Fidan'ın tutuklanma girişimiyle alenen ortaya çıktı. “Paralel yapıyı ilk 7 Şubat 2012'deki MİT olayında fark ettik” diyen o zamanki Başbakan T. Erdoğan, işin sonunda kendinin durduğunu anlayınca harekete geçti. Artık öküz ölmüş, ortaklık bozulmuştu.

Peki öküzü gerçekten öldüren neydi, kimdi? Öküzü öldüren AKP hükümetinin icraatları olamazdı. AKP icraatı, aynı zamanda darbecilerin, yani Gülencilerin de icraatıydı. Yani ülkede faşist diktatörlüğün uygulamaları konusunda AKP ve Gülenciler arasında kayda değer bir çelişki yoktu. “Allah şahittir, ne istediler de vermedik” diye (2013) o zaman Başbakan olan T. Erdoğan'dan başkası değildi. Danıştay Başkanlığı seçimini değerlendirirken “Kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor'” diyen de (2011) B. Arınç'tan başkası değildi.
Açık ki, ayrıları gayrıları yoktu. Kadrosuz hükümet olan AKP, devlet kurumlarını Gülencilerle doldurmuştu. AKP'nin sızma, bizi kandırdılar türünden açıklamaları hiç inandırıcı değildir. AKP, erken döneminde hükümet olduğu için yeteri kadar kadrosu yoktu; bu nedenle Gülencileri açıktan atamış, göreve getirmiştir. “Ne istediler de vermedik”, “kurban olduğum Allah'ım verdikçe veriyor” tanımlamaları sızmanın, aldatılmanın olmadığının açık ifadeleridir.

Peki, öküzü gerçekten kim ve hangi neden veya nedenlerden dolayı öldürdü?
Bu ortaklığın bozulmasında, demokrasi ve özgürlükle hiçbir ilişkisi olmayan bir dizi iç neden sayılabilir. En fazlasıyla Gülenciler iktidara tek başına sahip olmak istediler, 17-25 Aralık 2013'te rüşvet ve yolsuzluk davasında olduğu gibi T. Erdoğan ve yakın avaresini tutuklamak istediler; bunun için harekete geçtiler diyebiliriz. Bu yanlış da olmaz. Ama sadece bundan dolayı; iç dengelerden dolayı Türkiye gibi bir ülkede darbe yapılamaz. Bu görünüşte ve maddi temeli olan bir iç neden. Bence sorunun esas nedenini başka olgularda aramak gerekir. O olgular, öküzü öldürenlerin de kimler olduğunu ele vermektedir.

AKP'nin iktidar seyrine baktığımızda şunu görmekteyiz:
BOP Eşbaşkanı T. Erdoğan, ABD'nin icazeti olmaksızın partisi AKP'yi hükümet partisi yapamazdı, iktidara taşıyamazdı. T. Erdoğan'ı Amerikan emperyalizmi parlatmış ve bölgemizde kendi çıkarlarını en iyi bir biçimde yerine getirecek ve kollayacak güç olarak görmüştür. AKP'nin iktidar olması için önünü açan Amerikan emperyalizmi olmuştur. Ama Erdoğan, ABD'nin istediği Erdoğan olarak kalmamıştır. Bölgesel güç ve oyuncu olmakla yetinmemiş, küresel güç ve oyuncu olmaya soyunmuştur. Öyle ki, komşularla “sıfır sorun” politikası, komşularla kavgalı olma politikası olarak uygulanmıştır. “Mazlumun âhı”nı diline dolayan Erdoğan, Filistin'in ve başkaca ülkelerin, Müslüman toplulukların hamisi olduğunu söz ve hareketiyle bütün dünyaya ilan etmiştir. “Dünya 5'ten büyüktür” söylemiyle kendini dünya lideri yerine koymuştur. Tamam, bunlar, kendini daha güçlü kılmak için Erdoğan'ın iç kamuoyuna yönelik söylemleri olabilir ve Türkiye'deki gelişmeleri izleyen ülkeler de bunu böyle kabul edebilirler. Erdoğan önderliğinde AKP'nin iktidar süreci, bu söylemlerin öyle pek de içi boş, iç kamuoyuna yönelik söylemler olmadığını, bu söylemlere iddialı bölgesel ve küresel çıkarlar yüklendiğini göstermiştir.

Bu söylemleri anlamlandırmak için sorunun bir de ekonomik güç yönüne bakmak gerekir. Burada ekonomi analizi yapmayacağız. İsteyen bu konudaki makalelere bakabilir. Durum şu: Türk ekonomisi ve burjuvazisi emperyalizme bağımlıdır esprisiyle artık durdurulamıyor. Evet, Türk ekonomisi ve burjuvazisi emperyalizme bağımlıdır. Bunu tartışan yok. Ama söz konusu olan nasıl bir bağımlılıktır. Türkiye'de öyle, genel hatlarıyla 1950-2000 arasında bildiğimiz ve sürekli savunduğumuz anlamda emperyalizme bağımlı bir ekonomiden ve burjuvaziden bahsedemeyiz artık. Türk burjuvazisi, sermaye ihraç eden burjuvazi konumundadır. Sadece bölgesel değil, aynı zamanda uluslararası alanda “girip çıkmadığı” ülke kalmamıştır. Dünya ekonomik güç sıralamasında ilk 16-17 arasında yer alan bir ekonomidir. Ürettiği için de oldukça dinamik ülkelerden biridir (Bunun neden böyle olduğu için yayımlanan yazılara bakabilirsiniz).

Her halükarda Türk burjuvazisi, ekonomik gücüne dayanarak bölgesel dengelerde; jeopolitik gelişmelerde artık kesinlikle hesaba katılması gereken bir güç olduğunu “Mısır'daki sağır sultana” da duyurmuştur ve kendi çıkarları doğrultusunda adım atacağını göstermiştir. Bunun anlamı şudur: Erdoğan, Amerikan emperyalizminin Türkiye'de iktidara taşıdığı, iktidara gelmesinin yolunu açtığı “sevimli” Erdoğan olmaktan artık çıkmıştır. Bu oyunda Türkiye olarak biz de varız; jeopolitik değişimlere ancak ve ancak bizim çıkarlarımız da göz önünde tutulursa razı oluruz, oyunculuk görevimizi yerine getiririz demeye başlamıştır.

Amerikan emperyalizmi ve onun takip eden AB açısında Erdoğan, otoriter olduğundan, anti-demokratik olduğundan vb. değil, yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı artık gitmeliydi. Ama seçimle gitmesi, hem de görülebilir bir gelecek içinde gitmesi pek mümkün gözükmediği için en kısa yol, ancak darbe yolu olabilirdi. Bu darbe içinde Amerikan emperyalizminin beslemesi Gülen Hareketi hazırdı (İstiyorsanız bu günler için hazırlanmıştı da diyebilirsiniz). Öküzü öldüren Amerikan emperyalizmiydi, bir bütün olarak AB'ydi.
ABD'ye, onun çıkarlarına, kendi çıkarlarından dolayı direnen Erdoğan önderliğinde bir iktidarın gitmesi gerekiyordu. Amerikan çıkarları bunun gerektiriyordu. Buna AB de evet dedi.

Batı'nın emperyalist medyası; “ana akım” denen o medya, Erdoğan'ı parlatma ve yerin dibine sokma bakımından kendine verilen rolü oynamış ve oynuyor: Önceleri pek sevilen Erdoğan, sonraları sevilmez oldu. Oysa gözle görülür bir değişim yoktu: 2002'de olduğu gibi şimdi de aynı Erdoğan söz konusuydu: Faşisti ırkçı, İslamcı, baskıcı vs. Erdoğan, o zaman da demokrat değildi, bugün de değil.

Erdoğan, başlangıçta kendini destekleyen ve sonrasında da gitmesini isteyen ülkeler (öncelikle ABD ve AB) liderlerinden ne daha az ne de daha fazla demokrattı, dürüsttü, yalancıydı; en fazlasıyla biçimsel farklar vardı. Bu ülkeler, Erdoğan'ın demokrat, diktatör olup olmadığının kıstasını, kendi çıkarlarını ne derece savunup savunmadığına bağladılar: Sadece bölgemizde değil, Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlar üçgeninde ABD ve AB (öncelikle de Alman) çıkarlarını savunduğu, kolladığı oranda Erdoğan demokrattı, iktidarda kalabilirdi. Ama “benim çıkarlarım”; Türk burjuvazisinin, sermayesinin çıkarları ne olacak diyerek bu çıkarları savunmaya başladığında Erdoğan demokrat olmaktan çıkarıldı, diktatör konumuna getirildi ve gitme süreci başlatıldı. Şu Obama-Erdoğan, Merkil-Erdoğan ilişkilerine bakarsanız ABD-Türkiye, Almanya-Türkiye veya AB-Türkiye ilişkilerinin inişli-çıkışlı seyrini görürsünüz. Bu seyir öküzün öldürülme sürecidir ve öküz 15 Temmuz'da bu Batılı güçler tarafından öldürülmüştür. Fail sadece darbeci Gülenciler olmuştur.

Sorunun başka bir yönü de vardır: Bu da iktidarda kimin olduğundan tamamen bağımsız olarak Türkiye'nin jeopolitik konumudur; yaşadığımız coğrafyanın “belalı” özelliğidir. Oldukça zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Toplumların geleceğinde coğrafyanın oynadığı rol küçümsenemez. Coğrafya toplumların kültürünü, giyimini, mimarisini, müziğini, ticaretini; genel anlamda ekonomisini, ruhsal şekillenmesini, iktidarların politikasını vs. belirlemede ve bunların oluşumunda çok çok önemlidir. Bu coğrafyada yaşamak, devlet olarak var olmak kolay değildir. Devrim de yapsak, sosyalimi de kursak, kapitalist çevre var olduğu müddetçe bu coğrafyanın “belalı” jeopolitik özelliğinden kurtulamayacağız. Dünya ve bölgesel hakimiyete oynayan hiçbir güç, bu coğrafyada kendi çıkarlarının gerçekleşmesi doğrultusunda oynamayan bir gücü istemez. Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisi bu jeopolitik oyunu dünya ve bölgesel hakimiyet için rekabet eden şu veya bu gücün çıkarları için değil de, kendi çıkarları için oynayacağını; kendi çıkarlarını da gözeten bir oyun içinde olacağını daha açık bir biçimde ifade edemezdi.

Erdoğan'ı vazgeçilemez kılan nedir? 14 senelik iktidarı döneminde Erdoğan'ı iki kere vazgeçilemez ve bir kere de vazgeçilir kılan neydi? Burada Erdoğan'ın demokrat, diktatör, geçinilmesi zor, dik kafalı olup olmaması hiç önemli değil. Önemli olan, Batı'nın çıkarlarını savunup savunmadığıdır, Batı'nın belirlediği kurallar içinde hareket edip etmediğidir, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin belirlediği oyunu kurallarına göre oynayıp oynamadığıdır. İktidara geldiğinde belli bir dönem buna dikkat etti. Ne de olsa “demokrasi” otobüsüne binmişti; reformlardan, Kürt gerçekliğini kabulden, bu sorunun çözümünden bahsediyordu, öyle ki, birtakım akklıevvel avanak takımını “yetmez ama evet” dedirtecek duruma getirmişti ve ineceği durağı da kendisi belirleyecekti. Öyle de oldu. Ortadoğu politikasına fazlaca karışmaya, dünya 5'ten büyüktür demeye; bir bütün olarak başta ABD olmak üzere Batı'lı emperyalistlerin çıkarlarına ters düşen adımlar atmaya başlayınca işler değişti. Buna Türkiye'de artan baskı ve Kürt ulusunu inkar ve katletme politikasını da eklersek, Erdoğan'ın “demokrasi” otobüsünden inmiş olduğunu görürüz. ABD ve AB açısından Erdoğan, artık, bir biçimde gitmelidir. Demokratik yolla gitmeyeceği için zorla gönderilmelidir. Darbe girişimi bunun içindi. Olmadı. Beklenenin tam tersi oldu. Erdoğan, 15 Temmuz'dan sonra 14 Temmuz öncesindeki gibi hareket edilinemeyeceğini, en azından kendisinin öyle hareket etmeyeceğini açıklayarak yenide demokrasi, bütün toplumu kapsayıcı olma otobüsüne bindiğini ilan etmişti. Bu otobüs aynı zamanda onun için bir de Atatürk otobüsüydü. Şimdi nerede, hangi durakta ineceği belli olmayan bir yolda gitmektedir. Bu yolculuğunda ona ABD ve AB de zorunlu olarak yeniden refakat etmektedir.

Peki, ona neden refakat ediyorlar veya etmek zorundalar? Bu, Erdoğan'dan kaynaklanmıyor. Bunu yaptıran emperyalist çıkarlar-coğrafya diyalektiğidir. Emperyalizm bölgemizde çıkarlarını gerçekleştirmek ve sürekli kılmak için öncelikle Türkiye coğrafyasını ekonomik, siyasi ve askeri olarak sürekli, değişen koşullara göre dizayn etmesi gerektiğini çok iyi bilmektedir. Bunu da bugün; başarısız darbe girişiminden sonra ancak ve ancak yeniden Erdoğan ile yapabilirler. Bu nedenle neredeyse Erdoğan'ın önünde diz çökecek (J. Biden), yalvar yakarır olacak duruma gelmişlerdir. Erdoğan'ın “yanımızda olmadılar, yalnız bıraktılar” siteminden sonra Türkiye'ye akın eden ve onunla görüşmek için özür dileyerek sıraya giren Batılı sorumlu sayısı bunu göstermektedir.
Şimdi bu “belalı” coğrafyanın söz konusu o özelliklerini daha önce yayınlanmış bir makaleden aktaralım:

Belalı” Coğrafya:




Türkiye coğrafyası veya Misak-ı Milli sınırlarını kapsayan coğrafya, dünya coğrafyasında eşi olmayan bir coğrafyadır. Yerküreyi göz önüne getirelim; kıtaların yer aldığı bir haritaya bakalım veya her bir ülkeye ve kıtalara, bölgelere bakalım. Hiçbir yerde coğrafyamızın sahip olduğu stratejik önemde başka bir kara parçası bulamazsınız. Bu coğrafyayı bu denli önemli yapan, onun önemli olmasını güçlendiren ve bu anlamda coğrafya ile politikanın birleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan, etrafını sarmalayan ülkelerin ve dünya hegemonyası iddiasında olan güçlerin rekabeti veya bu rekabette coğrafyamızın sahip olduğu önemdir.

Açıklayalım:
1-Türkiye coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa, Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.

2-Türk burjuvazisi, jeopolitika oluşturmasında hakimiyet alanı olarak gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar Havzası ve Balkanlar).

3- Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:

-Balkanlarda AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.

-Kafkasya/Hazar Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet “barışçıl” yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.

-Ortadoğu'nun durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-İran ve diğer bölge ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası bu çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı olarak yeniden şekillendirilecektir.

4-Türkiye coğrafyası Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına imkan vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün kılan bir coğrafyadır. Cebelitarık Boğazı üzerinden
Atlantik Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na açılan bir coğrafya.

5-Ticari ulaşım bakımından:
Türkiye coğrafyası doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye (Rusya'yı Akdeniz'e ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu, demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).

Dünya çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet henüz sonlanmamıştır. Sevkıyat konusunda emperyalistler arası rekabet; Rus emperyalizmini dışlayarak bu enerjiyi dünya pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi önemli kılmaktadır. Mevcut boru hatları ve yapımı planlananlar (Azerbaycan, Türkmenistan doğal gazı, Irak petrol ve doğal gazı vs.).

5- İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda Türkiye coğrafyası Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde fiziki bir engeldir.

6-Doğu Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız avantajlara sahiptir.

Bütün bu nedenler Türkiye coğrafyasını benzersiz “belalı” bir coğrafya yapmaktadır. Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne Kürdistan ve ne de Suriye tek başına bu özelliklere sahiptir.

Stratejik derinliği olan bu coğrafyada Türk burjuvazisi var olabilmek için AKP iktidarına kadar iki yol izlemiştir.

Birinci yol: Kemalist burjuvazinin iktidar olduğu dönemde devletin, hiçbir ülkeyle bağımlılık ilişkisini beraberinde getiren ekonomik, siyasi ve askeri anlaşma imzalamadığını görüyoruz (2).
Bu anlaşmalar teker teker incelenirse, bağımlılığı beraberinde getiren maddelerin olmadığı görülür (Bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 2, s. 456-478).

İkinci yol: II. Dünya Savaşından sonra dünya koşulları yeniden değişti ve Türkiye, Sovyet “tehdidi”ne karşı varlığını Batı ittifakında yer almakta gördü. Yaklaşık 2000'e kadar devam eden bu süreçte Türk burjuvazisi, dünya politikasında, ekonomisinde ve askeriyesinde Batılı müttefiklerine yaslanarak, onların çıkarlarını savunarak veya onların çıkarlarından farklı düşünmeyerek ayakta kaldı.

Üçüncü yol: AKP'nin iktidara gelmesi ve ekonomik alanda Türk burjuvazisinin kendini güçlü hissetmesi, en azından bölgesel güç olmasının kabul görmesi, sonuç itibariyle Türk burjuvazisinde jeopolitik eğilimlerin gelişmesini beraberinde getirmiştir. Örneğin iki numaralı icraatçı A. Davutoğlu'nun bu alandaki çalışması (Stratejik Derinlik) Tür burjuvazisinin jeopolitik açılımı için bir örnektir.

AKP ile Türkiye-Batı arasındaki siyasi, ekonomik, askeri ilişkiler, eskisi gibi -ikinci yol- dönemindeki gibi yürümemeye başlamıştır. Örneğin üç konuda aynı görüşte olsalar, bir veya iki konuda farklı görüşte oluyorlar ve bunu da açıkça dile getiriyorlar. Bu bir çıkarlar çatışmasıdır. Bu dönemde Türkiye, emperyalizme bağımlılığı, müttefiklik ilişkilerini farklı yorumlamaya başlıyor.

Bu değişimin adını ne koyarsak koyalım; isterseniz buna “yalancı pehlivanlık”, “adamın burnunu sürterler”, “emperyalizm buna asla müsaade etmez”, “bir defa bağımlı sürekli bağımlı” diyelim veya başka tanımlamalar kullanalım. Esas olan şudur: Türk burjuvazisi ve sermayesi II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan siyasi ve ekonomik kalıplar çerçevesinde salt Batılı emperyalist ülkelerin ve sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket etme anlayışında değil ve söz konusu Türkiye-Batı arasındaki şu veya bu konuda sık sık gündeme gelen anlaşamamazlıklar, çelişkiler, “hır-gür”ler bunun açık bir ifadesidir. (Tarihi boyunca Türk burjuvazisinin -diyelim ki Osmanlı devletinin parçalanmasından bugüne kadar- jeopolitik anlayışı üzerine kapsamlı bir çalışmanın gerekli olduğunu belirtelim. Böyle bir çalışma neden gereklidir diye soracak olursak, bunun cevabı devrim yapma iddiasında aranmalıdır. Yani yıkmayı hedeflediğin gücün durumunu genel olarak emperyalizme bağımlılıkla açıklamak ve bu anlayış üzerine devrim mücadelesini inşa etmek sonuç vermez...).

“Belalı” coğrafyanın özelliklerini neden belirtmek zorunda kaldım? Şundan dolayı: Burjuva medya ve aynı zamanda “sol” basında da fotoğrafın bütününe bakılmaksızın “yendi-yenildi”, “bu işte kim kazançlı çıkar-kim çıkmaz” hesabı ve hakemliği yapılıyor. Türk burjuvazisinin şu veya bu konudaki politikasının, örneğin Suriye, Kobane politikasının fiyasko olduğunu analiz ediyoruz, etmek zorundayız da. Ama bu fiyasko, Irak ve Güney Kürdistan petrolünün Türkiye üzerinden dünya pazarlarına sevkıyatını engellemiyor. Yani sağda fiyasko-solda fiyako iyi de, şu TANAP'ın inşasını nasıl açıklayacağız? Bu bir politik fiyasko ürünü mü? Veya Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerine rekabette ABD'nin Türkiye yanlısı politikası nasıl izah edilmeli? Yani ABD, Türkiye'ye 'Ortadoğu politikama bayağı karşı geldin, beni dünya kamuoyu önünde isim vererek açıkça eleştirdin, bu nedenle seni Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda ödüllendiriyorum mu demek istiyor?
Türkiye üzerine değerlendirmelerde coğrafyanın stratejik özelliği ve Türk burjuvazisinin, ekonomisinin gelişmişlik durumu göz önünde tutulmalıdır. Kapitalizm; rekabet, eşitsiz gelişme koşullarında coğrafyamızın bahsettiğim bu özelliği değişmez. Rekabet eden güçlerin değişmesi de bu coğrafyanın özelliğini yitirmesine neden olmaz.

Emperyalist güçler Türkiye ile ilişkilerin 1950'lerden bu yana süregelen bağımlılık ilişkileri çerçevesinde sürüdürülemeyeceğini biliyorlar. Türk burjuvazisi de eskisi gibi her şeye boyun eğmiyor. Bunun Erdoğan'ın çıkışlarıyla, “kükremesi”yle bir ilişkisi yok. Başka birisi de olsa, Türk sermayesinin çıkarlarını savunmak zorunda kalacaktı, aksi taktirde iktidar olamazdı. Dolayısıyla sorun olan, yeni bir düzeyde bağımlılık ilişkilerinin şekillendirilmesidir. Çatışmanın; Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinde bazı konularda farklı yerlerde durmanın nedeni budur. Tam da bu, örneğin Suriye politikasında fiyasko yaşanırken, Irak politikasında yeni bir başlangıcı, petrol sevkıyatını engellemediği gibi (Kürt petrolünün Türkiye üzerinden dünya pazarlarına sevkıyatı konusunda ABD'nin tavrını düşünelim), ABD ile IŞİD-Suriye-İsrail-Filistin-Mısır eksenli görüş ayrılıkları, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda AB ve Rusya'ya karşı Türkiye'nin yanında yer almasını engellemiyor. Veya ABD'nin Hazar Havzası/Orta Asya petrol ve doğal gazının, örneğin TANAP ile Türkiye üzerinden sevkıyatına destekçi çıkmasını engellemiyor.
Tek başına İran, tek başına birleşmiş Kürdistan coğrafyaları bu “belalı” özelliğe sahip değildir, ama Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası sahiptir.

Kısaca: Türkiye coğrafyasının ve Türk burjuvazisinin bu özellikleri dikkate alınmaksızın emperyalizme bağımlılık, sınıf mücadelesinde düşman tarafının somut analizi havada kalır” (İ. Okçuoğlu, ibrahimokcuoglu.blogspot.com; IŞID'e Karşı Savaşın Jeopolitikası - “Belalı” Coğrafya, 1 Aralık 2014).

Esas itibariyle bu iki neden (Türk burjuvazisinin çıkarları ve coğrafyamızın özelliği) Erdoğan'ın devrilmesi için belirleyici olmuştur. Darbe girişimi sonrasındaki gelişmeler bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Batı “suç üstü” yakalandı:
Emperyalizmin neden olduğu savaşlardan, istilalardan dolayı “dünyanın lanetlileri” AB kapılarına dayanınca, bu göçmen kitlesinin Türkiye'de kalması için Merkel önderliğinde AB'nin Erdoğan aşkı canladı; defalarca Türkiye'yi ziyaret eden Merkel, Erdoğan'a toz kondurmadı, Türkiye'nin savunucusu oldu. Bütün derdi, Afganistan, Pakistan ve Ortadoğu hattından gelerek AB yollarına düşen göçmenlerin nihai olarak Türkiye'de kalmasını sağlamaktı. Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe AB, bu diktatöre tahammül etmenin en akıllı yol olacağı görüşüne göre hareket etti, ediyor. Ama Edoğan'ı vaatle kandırmak artık kolay değil. Bu nedenle AKP hükümeti, Türk vatandaşları için vize serbestisi uygulanmaya konmazsa, göçmen anlaşmasını askıya alırız tehdidini savurmakta gecikmedi. Erdoğan önderliğinde bu iktidarın seçimle kolay kolay gidemeyeceğini bilen AB, darbe girişimine umutla baktı.

Aynı durum Amerikan emperyalizmi için de geçerlidir. ABD'nin Ortadoğu jeopolitikasını doğrudan etkileyen, Türkiye olmaksızın uygulanması neredeyse mümkün olmayan bu jeopolitkanın uygulanır olması için söz dinlemeyen Erdoğan'ın gitmesi gerekiyordu. Seçimle gitmesi kolay olmadığı için geriye darbe kalıyordu.

Bu Batılı güçler, darbe girişiminin ilk saatlerinde bayağı, “bizim oğlanlar başardı” diyecek derecede sevinmeye hazırlanmışlardı, şen ve şakrak olma modundaydılar. Ama olmadı. “Müttefiklerimiz hapse girdi” türünden yakınmalar başladı... Sonra uzun, haftalar süren bir sessizlik ve arkasından da “vallahi biz yapmadık” yakınmaları geldi. Erdoğan ile Putin görüşmesinden sonra Türkiye-Rusya arasında buzların hızla erimesi, Batılı güçleri telaşlandırdı. Özürler dilenerek Erdoğan'la görüşmek için sıraya girdiler; Türkiye'nin ne kadar önemli bir müttefik olduğu, vazgeçilemez bir dost olduğu üzerine söylemedikleri “iyi söz” kalmadı; bu tiksindirici ikiyüzlülüğü devam ettiriyorlar. Bu konuda medyada yer alan “yağlamalar” gerçekten ibretliktir. Çıkar için ne kadar alçalınabilineceğin örnekleridir.
Erdoğan yeniden dost olmuştu. Elini öpmek, “hayır dualarını” almak için sıraya girdiler. Ama bu diktatör, kolay kolay taviz vereceğe benzemiyor.

Batı (suçüstülük) ve Doğu (Rusya) rüzgarını arkasına alan; bu darbe girişimini her alanda, her bakımdan kendi iktidarı için kullanmaktan çekinmeyecek bir Erdoğan'la karşı karşıyayız. Şimdilerde demokrasi havarisi kesilmesi, sadece zaman ayarlıdır. Ne zaman ki, ağzını Taksim'e cami ve kışla diye açarsa, işte o zaman kendini tek başına güçlü hissediyor ve bildiğimiz Erdoğan olmaya yeniden dönüyor demektir.

Erdoğan'ın, darbe girişiminin engellenmesiyle bir taşla ummadığı sayıda kuş vurduğunu daha şimdiden görmeye başladık:
Devletin neredeyse 100 senelik tarihi, bozulma, çürüme olarak karşımıza çıkıyor. Devlet kurumları felç olmuş durumda. Bunda mevcut kokuşmanın, çürümenin yanı sıra Gülencilerin de oldukça önemli bir rolü olmuştur. Çivisi çıkmış, çürümüş bu devleti şimdi Erdoğan, İslami anlayışına göre restore etme imkanı buldu.
Bu diktatör, bu faşist, adeta demokrasi şampiyonu oldu; yeniden mağdurları oynamaya başladı; CHP, MHP gibi muhalefet partilerini şemsiyesi altına aldı.
OHL ile normal koşullarda çıkartamayacağı kendi lehine yasaları çıkartma olanağı buldu.
TSK'yı istediği gibi şekillendirme imkanına sahip oldu.
17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet davasını, bunları hazırlayanlar darbeciler diye çöpe atma olanağına sahip oldu.
Gülencilere karşı mücadele adı altında kapsamlı bir “cadı avı” örgütledi; kendine karşı direnç kaynağı olan herkesi, özellikle de devrimcileri, devrimci örgütleri tutuklamak, yok etmek için elinden geleni yapmaktadır, yapacaktır.
Ortadoğu politikasında yeniden söz sahibi olmaya başladı. Kürt ulusunu katlete politikasını dizginsizce uygulamaya devam eden Erdoğan, şimdi de Suriye'ye girerek Rojava işgaline soyunduğunu bütün dünyaya ilan etti.
ABD ve AB ile ilişkileri gererek Batı'ya savaş açan “kahraman” konumuna yakıştırıldı. Ve nihayetinde istediği doğrultuda bir anayasa ve Başkanlık sistemini zorlamak için güç toplayacak duruma geldi.

Sürece bakın: İktidara getirilirken Erdoğan dosttu; iktidardayken dost olmaktan çıkmaya başladı ve devrilmesi gerekiyordu ve şimdi yeniden dost oldu. Oysa Erdoğan o zaman da bugün de aynı Erdoğan: Irkçı, faşist, İslamcı, intikamcı, katliamcı; onun bu özellikleri saymakla bitmez.
Erdoğan'ı vazgeçilmez yapan olguyu, ikinci ve üçüncü makalelerde ABD ve Rusya eksenli Ortadoğu jeopolitikasını ve bu jeopolitikada Türkiye'nin yerini analiz ederek ele alacağız.

*
1)Amerikan Emperyalizminin “Renkli “Devrim”ler Stratejisi:
Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra burjuva medyada Orta ve Doğu Avrupa, Orta Asya ve Ortadoğu ülkelerinde muhalif güçlerin eylemlerinden sık sık bahsedilmeye başlandı. Batı’nın emperyalist burjuvazisi bu eylemleri “devrim” olarak tanımladı. Öne sürülen, “devrim” yapmaları talep edilen aktörler, eylemleri için medyada etkili, sembolik kavramlar kullandılar. Örneğin, Ukrayna’da “portakal devrimi”, Lübnan’da “sedir devrimi”, Gürcistan’da “gül devrimi” gibi.

Devrim”lerin gerçekleştirildiği veya denemesinin yapıldığı bütün ülkelerde öne sürülen aktörler, hep aynı yöntemi kullandılar. Bunun ötesinde söz konusu ülkelerde çıkarı olan emperyalist ülkelerin yönlendirdiği ve finanse ettiği güya “hükümet dışı örgütler” ve onların söz konusu ülkelerdeki şubeleri, mali, teknik destek sunarak, taktik vererek aktörlerinin eylemlerini yönlendirdiler...

Türkiye'de, söz konusu bu “renkli “devrim”lerde kullandıkları, seferber ettikleri güçleri bulamadılar; bir biçimde Erdoğan'a duyulan yaygın düşmanlığın eyleme döküleceğini; dolayısıyla darbenin geniş bir kesim tarafından destekleneceğini beklediler. Bunun tetikleyicisi olarak da darbeyi gördüler. Ama olmadı. Bu nedenle bu darbe girişimi aynı zamanda darbe karakterli bşr “renkli devrim” girişimidir.

2)Türkiye'nin 1923-1950 arasında imzaladığı bütün siyasi-ticari ve askeri antlaşmaların listesi Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 2'de (s. 456-478) var. Bu anlaşmalar 1923-1934, 1934-1945 ve 1945-1950 diye dönemlere ayrılmıştır.
1923-1934 arasında Türkiye hiçbir emperyalist ülke ile bağımlılığı beraberinde getiren bir anlaşma imzalamamıştır.
1934-1945 dönemi içinde belirtilen Balkan Paktı (9 Şubat 1934) Türkiye'nin uluslararası alanda emperyalist çıkarlara doğrudan alet oluşunun ilk örneğini gösterir.
1934-1945 dönemindeki antlaşmalar Türkiye'nin giderek emperyalist ülkelere yakınlaştığını gösteren bir geçiş dönemi karakteri arz etmekteler.
1945-1950 arasındaki antlaşmalar ise açıktan bağımlılık ilişkilerini ifade etmekteler.