DARBE
KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I)
15
Temmuz'da canlı yayın eşliğinde Türkiye tarihinde ilk defa
görülen bir darbe girişimi yaşandı. Canlı, görsel yayın
eşliğinde bir darbe girişimini ve sonucunu izlemek her zaman
mümkün olmasa gerek. Niyetin deşifre olmasından dolayı sabaha
karşı gerçekleştirilmesi gereken darbenin erkene alınması bu
girişimin seyrini de doğrudan etkiledi.
İki
karşıdevrimci güç karşı karşıya geldi: Kendilerini “Yurtta
Sulh Konseyi” olarak tanımlayan darbeciler ve ona karşı gelen
örgütlü güç. Toplumda karşılık bulamayan darbeciler orduyu
neredeyse ele geçirmiş olan Gülenci subaylardan ve sayısal olarak
önemsiz de olsa kendine Atatürkçü diyen, kendine göre
nedenlerden dolayı Erdoğan karşıtı olan subay takımından
oluşmaktaydı.
Darbe
girişimine karşı gelenler kavramı tabii oldukça geniştir ve
düşündürücüdür. Kimler bu girişime karşı gelmişti? Saray,
hükümet, ordu ve polisin iktidara bağlı güçleri ve en önemlisi
hemen harekete geçirilebilen ve süreç içinde binler, onbinler,
yüzbinler ve Yenikapı'da milyonlarla ifade edilen hemen hemen
tamamı işçi sınıfı ve emekçilerden; yani ezilenlerden oluşan
kitleler.
12
Eylül 1980 askeri faşist darbesi sürecinde “sol” olarak, “tek
kurşun” atmamıştık, ama darbenin aynı zamanda ve daha ziyade
devrimci harekete karşı yapıldığını saptamasını yapmıştık.
Bu sefer ise “sol” olarak, “tek kurşun” atmak bir yana
iktidar mücadelesi veren hakin sınıfların iki kliği arasındaki
iktidar mücadelesini seyretmekle yetindik. Seyrederek laf ürettik.
Lenin,
RSDİP'-MK'sına yazdığı 30 Ağustos (12 Eylül) 1917 tarihli
mektubunda (“Kerenski'yi devirmek için Kornilov'a karşı mücadele
etmek”) şöyle der:
“Kerenski
hükümetini şimdi dahi desteklememeliyiz. Bu
ilkesizlik olur. Şu sorulur: Yani Kornilov'a karşı mücadele
etmeyelim mi? Tabii ki, edelim. Ama bu bir ve aynı şey değil.
Burada bir sınır var; bu sınır “uzlaşma politikasına”
gömülmüş, kendini olayların seyrine kaptırmış bazı
Bolşevikler tarafından aşılmaktadır.
Mücadele
edeceğiz. Kornilov'a karşı olduğu gibi, Kerenski'nin ordularına
karşı da mücadele edeceğiz. Ama biz Kerenski'yi
desteklemiyoruz, aksine onun zayıflığını teşhir
ediyoruz. Fark budur. Bu, unutulmaması gereken oldukça ince ama
çok önemli bir farktır.
Şimdi,
Kornilov darbesinden sonra taktiğimizdeki değişim neden ibarettir?
Kerenski'ye
karşı mücadelemizin biçimini
değiştirmemizden ibarettir. Ona karşı düşmanlığımızı bir
gıdım dahi hafifletmeden, ona karşı söylediklerimizden bir
kelime dahi geri almadan, Kerenski'yi devirme görevinden vazgeçmeden
şunu söylüyoruz: Durum hesaba katılmalıdır;
şimdi Kerenski'yi devirmeyeceğiz; şimdi ona karşı mücadele etme
görevine başka açıdan yaklaşacağız ve (Kornilov'a karşı
mücadele eden) halkı Kerenski'nin zayıflığı
ve yalpalamaları üzerine aydınlatacağız.
Bunu önceleri de yapıyorduk, şimdi bu, esas sorun (aç.
Lenin) olmuştur; değişim bundan ibarettir”
(Lenin; C. 25, s. 292, 295).
Lenin'in
bu taktiğine göre hareket edenler proletaryanın siyasi iktidarı
ele geçirme görevinden vazgeçmiş olmazlar, tam tersine bu görevi
yerine getirmeye daha da yakınlaşmış olurlar. Bu göreve
“doğrudan değil de yandan” yaklaşmış olurlar diyen
Lenin kadar “oportünist “olalım demiyorum. Sadece şunu
söylüyorum: Böylesi dönemler eyleyiş dönemleridir; kitleleri
mücadeleye çekme, onları harekete geçirme, yani mücadeleyi
devrimci sürdürme dönemleridir (Lenin; agy.). Yapamadığımız da
bu; darbe girişiminden “demokrasi nöbetleri” sonuna kadar
siyasi iktidarı ele geçirmek için örgütlemek zorunda olduğumuz
yığınlar; devrimin öznesi işçi sınıfı ve emekçi yığınlar,
karşıdevrimin iktidardaki kliği tarafından darbe girişiminde
bulunulanlara karşı harekete geçirildi, örgütlendi; karşıdevrim
içinde karşıdevrimci özne yapıldılar. Yoksa öyle olmadı mı?
Tamam,
bu zorbalar, savaş politikasının suç ortakları birbirlerine
düştüler. Bunların veya birbirlerine düşmelerinin işçi sınıfı
ve emekçilerin; haklarımızın demokrasi ve özgürlük
talepleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Darbe girişimi, bu iki klik
arasında bir iktidar mücadelesidir. Biri diğerinden daha az veya
daha çok demokrat ve özgürlükçü değildir. Ama Lenin'in dediği
gibi değişen “durumu hesaba katmak” bu dönemde en
devrimci taktik olurdu. Yoksa değil mi? Veya “sol”, “değişen
durumu” nasıl hesaba kattı?
“Ne
darbe ne tek adam diktatörlüğü”, “Ne dinci-gerici AKP
iktidarı ne de darbe”, “Ne askeri darbe, ne de saray darbesi”,
“Askeri Darbeye de, Sivil Faşist Diktatörlüğe de Hayır!”,
“Ne Darbe, Ne Diktatörlük”, “Halkın seçeneği darbe veya
tek adam diktatörlüğü değil”, “Ne Askeri Darbe, Ne Sivil
Darbe!” türünden darbe girişimine karşı “mücadele”
ortalığı kaplayınca ister istemez Lenin'in yukarıya aktardığım
“ince taktiği” aklıma geldi.
Saray
ve faşist AKP hükümeti tarafından darbe girişimine karşı
harekete geçirilen ve son kertede milyonlarla ifade edilen kitlenin
siyasal yapısı da oldukça ilginç; AKP, MHP, CHP, yer yer HDP
tabanı bu kitleyi oluşturuyordu. Tamam, AKP'nin ne denli faşist,
ırkçı, İslamcı, İslami faşist olduğu açık. Buna MHP'yi de
katalım. Peki, CHP ve HDP tabanı da mı öyle? Andy-Ar'ın 19
Temmuz'da yaptığı bir ankete göre "CHP'lilerin yüzde
37.7'si, MHP'lilerin yüzde 65'i ve HDP'lilerin ise yüzde 58'i
sokağa çıktıklarını söylüyor"larsa bunun üzerine;
kitleler üzerindeki etkimiz üzerine biraz düşünmemiz gerekmez
mi? Devrimin öznesi olan kitlelerin karşıdevrim safında yer almış
olması oldukça düşündürücü değil mi? “Sol” denen kavram
içine girenler (isteyen kendini bu kavramın dışında tutabilir)
laf üretirken, bu yığınların darbe girişiminin akıbetinde
belirleyici bir rol oynamalarını açıklamak zorundayız. Devrimin
öznesinin karşıdevrim safında yer almasında ne derece sorumlu
olduğumuz üzerine düşünmek gerekir. Bunu belirtmek istiyorum,
çünkü nesnel gerçeği görmemek veya kendi dışımızda görmek
için adeta elimizden geleni yaptık: Devrimin öznesi olması
gereken o yığınları neredeyse çapulcu ilan ettik. Darbe
girişimine karşı tankların üzerine çıkan, önüne, altına
yatan o insanların sayısını az göstermeyi siyasi marifet saydık.
Karşıdevrim arasındaki çatışmayı resmen seyrettik; bununla da
yetinmedik bolca laf ürettik. Bu kadar lafı nerede buluyoruz, bir
türlü anlamadım! Aslında herkes yaptığı iş kadar laf üretmek
zorundadır. Bu, siyasette bir ciddiyet sorunudur. Devrimin öznesinin
'bunlar da sürekli laf üretiyorlar, başka iş yapmıyorlar'
düşüncesine varıp varmaması 'Sol'un eylemine, yaptığı işe
bağlıdır. Marksist Leninist Komünistler bunu söylediklerinde hiç
kimse çok görmez, çünkü yapıyorlar ve söylüyorlar. Bu bir
ayırım çizgisidir. 'Sol', yaptığı işin kat be katı laf
üretiyor, akıl dağıtıyor. Sanıyorlar ki, insanlar bunların bir
işaretini bekliyorlar. İşaret çaka çaka, yol göstere göstere
bir hal oldular, ama arkalarından gelen yok. Bu düşündürücü
değil mi?
15
Temmuz darbe girişimi veya darbe karakterli “renkli devrim” (1)
girişimi üzerine 16 Temmuz'dan bu yana yoğunluğundan bir azalma
olmaksızın burjuva medyada sürüdürülen tartışmalar, bir
taraftan komplo teorisyenlerini coştururken, diğer taraftan da ne
kadar müneccim varsa hepsini açığa çıkardı. Bu da işin başka
bir “renkli” tarafı. Bu insanlar her şeyi yıllar, aylar
öncesinden bilmişler, söylemişler, yazmışlar ama onları
dinleyen olmamış. Sadece darbe gününü ve saatini önceden
bilememişler. İlginç değil mi? Aslında burada “sol”
açısından da bir gerçeklik payı var: Devlet ve hükümet katında
derinleşen bir krizden, hakim sınıfların artık eskisi gibi
yönetememesinden bahsediyorsak, ki “sol” bundan bahsetmektedir,
o zaman bu darbe girişiminin olabileceğini ve buna karşı veya bu
girişimden yararlanarak devrim yapmanın hesap ve planlamalarının
yapılması; “değişen durumun hesaba katılması”
gerekirdi. Yoksa bu gereksiz miydi?
Bu
darbe girişimi pek çok gerçeği de ortaya dökmüştür. En
sıradan gerçek diyebileceğimiz olgu, hakim sınıflar arasındaki
iktidar savaşıdır; burjuvazinin militarist, faşist klikleri
arasındaki iktidarı ele geçirme mücadele darbe biçiminde
sürdürülmüştür. Diktatör Erdoğan önderliğinde İslamcı
AKP hükümeti, memleketi ırkçı ve aynı zamanda faşist yumrukla
idare ediyordu; faşist bir rejimden beklenebilecek yol ve
yöntemlerle idare ediyordu. Bu anlamda darbecilerle siyasi iktidar
arasında bir çelişki yoktu. Darbeciler devletin bütün
kurumlarında belirleyici konumdalardı, istedikleri kararları
devlet adına alabiliyorlardı. Yani faşist rejimi ortaklaşa
biçimlendiriyorlardı. AKP'nin hükümet olmasından bu yana bütün
baskılarda, iş cinayetlerinde, Kuzey Kürdistan'daki sayısız
katliamlarda suç ortağıydılar. Ne zaman ki, darbeciler, bağlı
oldukları emperyalist güçlerin yönlendirmesiyle iktidara ortak
olmakla yetinmemeye başladılar ve bizzat iktidarı talep eder
oldular, işte o zaman bu cinayet, katliam ortakları arasında
açıktan çatışma çıktı. İlk çatlak 7 Şubat 2012'de MİT
müsteşarı Hakan Fidan'ın tutuklanma girişimiyle alenen ortaya
çıktı. “Paralel yapıyı ilk 7 Şubat 2012'deki MİT olayında
fark ettik” diyen o zamanki Başbakan T. Erdoğan, işin
sonunda kendinin durduğunu anlayınca harekete geçti. Artık öküz
ölmüş, ortaklık bozulmuştu.
Peki
öküzü gerçekten öldüren neydi, kimdi? Öküzü öldüren AKP
hükümetinin icraatları olamazdı. AKP icraatı, aynı zamanda
darbecilerin, yani Gülencilerin de icraatıydı. Yani ülkede faşist
diktatörlüğün uygulamaları konusunda AKP ve Gülenciler
arasında kayda değer bir çelişki yoktu. “Allah şahittir, ne
istediler de vermedik” diye (2013) o zaman Başbakan olan T.
Erdoğan'dan başkası değildi. Danıştay Başkanlığı seçimini
değerlendirirken “Kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor'”
diyen de (2011) B. Arınç'tan başkası değildi.
Açık
ki, ayrıları gayrıları yoktu. Kadrosuz hükümet olan AKP, devlet
kurumlarını Gülencilerle doldurmuştu. AKP'nin sızma, bizi
kandırdılar türünden açıklamaları hiç inandırıcı değildir.
AKP, erken döneminde hükümet olduğu için yeteri kadar kadrosu
yoktu; bu nedenle Gülencileri açıktan atamış, göreve
getirmiştir. “Ne istediler de vermedik”, “kurban olduğum
Allah'ım verdikçe veriyor” tanımlamaları sızmanın,
aldatılmanın olmadığının açık ifadeleridir.
Peki,
öküzü gerçekten kim ve hangi neden veya nedenlerden dolayı
öldürdü?
Bu
ortaklığın bozulmasında, demokrasi ve özgürlükle hiçbir
ilişkisi olmayan bir dizi iç neden sayılabilir. En fazlasıyla
Gülenciler iktidara tek başına sahip olmak istediler, 17-25
Aralık 2013'te rüşvet ve yolsuzluk davasında olduğu gibi T.
Erdoğan ve yakın avaresini tutuklamak istediler; bunun için
harekete geçtiler diyebiliriz. Bu yanlış da olmaz. Ama sadece
bundan dolayı; iç dengelerden dolayı Türkiye gibi bir ülkede
darbe yapılamaz. Bu görünüşte ve maddi temeli olan bir iç
neden. Bence sorunun esas nedenini başka olgularda aramak gerekir. O
olgular, öküzü öldürenlerin de kimler olduğunu ele vermektedir.
AKP'nin
iktidar seyrine baktığımızda şunu görmekteyiz:
BOP
Eşbaşkanı T. Erdoğan, ABD'nin icazeti olmaksızın partisi AKP'yi
hükümet partisi yapamazdı, iktidara taşıyamazdı. T. Erdoğan'ı
Amerikan emperyalizmi parlatmış ve bölgemizde kendi çıkarlarını
en iyi bir biçimde yerine getirecek ve kollayacak güç olarak
görmüştür. AKP'nin iktidar olması için önünü açan Amerikan
emperyalizmi olmuştur. Ama Erdoğan, ABD'nin istediği Erdoğan
olarak kalmamıştır. Bölgesel güç ve oyuncu olmakla yetinmemiş,
küresel güç ve oyuncu olmaya soyunmuştur. Öyle ki, komşularla
“sıfır sorun” politikası, komşularla kavgalı olma politikası
olarak uygulanmıştır. “Mazlumun âhı”nı diline dolayan
Erdoğan, Filistin'in ve başkaca ülkelerin, Müslüman
toplulukların hamisi olduğunu söz ve hareketiyle bütün dünyaya
ilan etmiştir. “Dünya 5'ten büyüktür” söylemiyle kendini
dünya lideri yerine koymuştur. Tamam, bunlar, kendini daha güçlü
kılmak için Erdoğan'ın iç kamuoyuna yönelik söylemleri
olabilir ve Türkiye'deki gelişmeleri izleyen ülkeler de bunu böyle
kabul edebilirler. Erdoğan önderliğinde AKP'nin iktidar süreci,
bu söylemlerin öyle pek de içi boş, iç kamuoyuna yönelik
söylemler olmadığını, bu söylemlere iddialı bölgesel ve
küresel çıkarlar yüklendiğini göstermiştir.
Bu
söylemleri anlamlandırmak için sorunun bir de ekonomik güç
yönüne bakmak gerekir. Burada ekonomi analizi yapmayacağız.
İsteyen bu konudaki makalelere bakabilir. Durum şu: Türk ekonomisi
ve burjuvazisi emperyalizme bağımlıdır esprisiyle artık
durdurulamıyor. Evet, Türk ekonomisi ve burjuvazisi emperyalizme
bağımlıdır. Bunu tartışan yok. Ama söz konusu olan nasıl bir
bağımlılıktır. Türkiye'de öyle, genel hatlarıyla 1950-2000
arasında bildiğimiz ve sürekli savunduğumuz anlamda emperyalizme
bağımlı bir ekonomiden ve burjuvaziden bahsedemeyiz artık. Türk
burjuvazisi, sermaye ihraç eden burjuvazi konumundadır. Sadece
bölgesel değil, aynı zamanda uluslararası alanda “girip
çıkmadığı” ülke kalmamıştır. Dünya ekonomik güç
sıralamasında ilk 16-17 arasında yer alan bir ekonomidir. Ürettiği
için de oldukça dinamik ülkelerden biridir (Bunun neden böyle
olduğu için yayımlanan yazılara bakabilirsiniz).
Her
halükarda Türk burjuvazisi, ekonomik gücüne dayanarak bölgesel
dengelerde; jeopolitik gelişmelerde artık kesinlikle hesaba
katılması gereken bir güç olduğunu “Mısır'daki sağır
sultana” da duyurmuştur ve kendi çıkarları doğrultusunda adım
atacağını göstermiştir. Bunun anlamı şudur: Erdoğan, Amerikan
emperyalizminin Türkiye'de iktidara taşıdığı, iktidara
gelmesinin yolunu açtığı “sevimli” Erdoğan olmaktan artık
çıkmıştır. Bu oyunda Türkiye olarak biz de varız; jeopolitik
değişimlere ancak ve ancak bizim çıkarlarımız da göz önünde
tutulursa razı oluruz, oyunculuk görevimizi yerine getiririz demeye
başlamıştır.
Amerikan
emperyalizmi ve onun takip eden AB açısında Erdoğan, otoriter
olduğundan, anti-demokratik olduğundan vb. değil, yukarıda
belirttiğimiz nedenlerden dolayı artık gitmeliydi. Ama seçimle
gitmesi, hem de görülebilir bir gelecek içinde gitmesi pek mümkün
gözükmediği için en kısa yol, ancak darbe yolu olabilirdi. Bu
darbe içinde Amerikan emperyalizminin beslemesi Gülen Hareketi
hazırdı (İstiyorsanız bu günler için hazırlanmıştı da
diyebilirsiniz). Öküzü öldüren Amerikan emperyalizmiydi, bir
bütün olarak AB'ydi.
ABD'ye,
onun çıkarlarına, kendi çıkarlarından dolayı direnen Erdoğan
önderliğinde bir iktidarın gitmesi gerekiyordu. Amerikan çıkarları
bunun gerektiriyordu. Buna AB de evet dedi.
Batı'nın
emperyalist medyası; “ana akım” denen o medya, Erdoğan'ı
parlatma ve yerin dibine sokma bakımından kendine verilen rolü
oynamış ve oynuyor: Önceleri pek sevilen Erdoğan, sonraları
sevilmez oldu. Oysa gözle görülür bir değişim yoktu: 2002'de
olduğu gibi şimdi de aynı Erdoğan söz konusuydu: Faşisti ırkçı,
İslamcı, baskıcı vs. Erdoğan, o zaman da demokrat değildi,
bugün de değil.
Erdoğan,
başlangıçta kendini destekleyen ve sonrasında da gitmesini
isteyen ülkeler (öncelikle ABD ve AB) liderlerinden ne daha az ne
de daha fazla demokrattı, dürüsttü, yalancıydı; en fazlasıyla
biçimsel farklar vardı. Bu ülkeler, Erdoğan'ın demokrat,
diktatör olup olmadığının kıstasını, kendi çıkarlarını ne
derece savunup savunmadığına bağladılar: Sadece bölgemizde
değil, Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlar üçgeninde ABD ve AB (öncelikle
de Alman) çıkarlarını savunduğu, kolladığı oranda Erdoğan
demokrattı, iktidarda kalabilirdi. Ama “benim çıkarlarım”;
Türk burjuvazisinin, sermayesinin çıkarları ne olacak diyerek bu
çıkarları savunmaya başladığında Erdoğan demokrat olmaktan
çıkarıldı, diktatör konumuna getirildi ve gitme süreci
başlatıldı. Şu Obama-Erdoğan, Merkil-Erdoğan ilişkilerine
bakarsanız ABD-Türkiye, Almanya-Türkiye veya AB-Türkiye
ilişkilerinin inişli-çıkışlı seyrini görürsünüz. Bu seyir
öküzün öldürülme sürecidir ve öküz 15 Temmuz'da bu Batılı
güçler tarafından öldürülmüştür. Fail sadece darbeci
Gülenciler olmuştur.
Sorunun
başka bir yönü de vardır: Bu da iktidarda kimin olduğundan
tamamen bağımsız olarak Türkiye'nin jeopolitik konumudur;
yaşadığımız coğrafyanın “belalı” özelliğidir. Oldukça
zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Toplumların geleceğinde
coğrafyanın oynadığı rol küçümsenemez. Coğrafya toplumların
kültürünü, giyimini, mimarisini, müziğini, ticaretini; genel
anlamda ekonomisini, ruhsal şekillenmesini, iktidarların
politikasını vs. belirlemede ve bunların oluşumunda çok çok
önemlidir. Bu coğrafyada yaşamak, devlet olarak var olmak kolay
değildir. Devrim de yapsak, sosyalimi de kursak, kapitalist çevre
var olduğu müddetçe bu coğrafyanın “belalı” jeopolitik
özelliğinden kurtulamayacağız. Dünya ve bölgesel hakimiyete
oynayan hiçbir güç, bu coğrafyada kendi çıkarlarının
gerçekleşmesi doğrultusunda oynamayan bir gücü istemez. Erdoğan
önderliğinde Türk burjuvazisi bu jeopolitik oyunu dünya ve
bölgesel hakimiyet için rekabet eden şu veya bu gücün çıkarları
için değil de, kendi çıkarları için oynayacağını; kendi
çıkarlarını da gözeten bir oyun içinde olacağını daha açık
bir biçimde ifade edemezdi.
Erdoğan'ı
vazgeçilemez kılan nedir? 14 senelik iktidarı döneminde Erdoğan'ı
iki kere vazgeçilemez ve bir kere de vazgeçilir kılan neydi?
Burada Erdoğan'ın demokrat, diktatör, geçinilmesi zor, dik kafalı
olup olmaması hiç önemli değil. Önemli olan, Batı'nın
çıkarlarını savunup savunmadığıdır, Batı'nın belirlediği
kurallar içinde hareket edip etmediğidir, ABD başta olmak üzere
Batılı emperyalistlerin belirlediği oyunu kurallarına göre
oynayıp oynamadığıdır. İktidara geldiğinde belli bir dönem
buna dikkat etti. Ne de olsa “demokrasi” otobüsüne binmişti;
reformlardan, Kürt gerçekliğini kabulden, bu sorunun çözümünden
bahsediyordu, öyle ki, birtakım akklıevvel avanak takımını
“yetmez ama evet” dedirtecek duruma getirmişti ve ineceği
durağı da kendisi belirleyecekti. Öyle de oldu. Ortadoğu
politikasına fazlaca karışmaya, dünya 5'ten büyüktür demeye;
bir bütün olarak başta ABD olmak üzere Batı'lı emperyalistlerin
çıkarlarına ters düşen adımlar atmaya başlayınca işler
değişti. Buna Türkiye'de artan baskı ve Kürt ulusunu inkar ve
katletme politikasını da eklersek, Erdoğan'ın “demokrasi”
otobüsünden inmiş olduğunu görürüz. ABD ve AB açısından
Erdoğan, artık, bir biçimde gitmelidir. Demokratik yolla
gitmeyeceği için zorla gönderilmelidir. Darbe girişimi bunun
içindi. Olmadı. Beklenenin tam tersi oldu. Erdoğan, 15 Temmuz'dan
sonra 14 Temmuz öncesindeki gibi hareket edilinemeyeceğini, en
azından kendisinin öyle hareket etmeyeceğini açıklayarak yenide
demokrasi, bütün toplumu kapsayıcı olma otobüsüne bindiğini
ilan etmişti. Bu otobüs aynı zamanda onun için bir de Atatürk
otobüsüydü. Şimdi nerede, hangi durakta ineceği belli olmayan
bir yolda gitmektedir. Bu yolculuğunda ona ABD ve AB de zorunlu
olarak yeniden refakat etmektedir.
Peki,
ona neden refakat ediyorlar veya etmek zorundalar? Bu, Erdoğan'dan
kaynaklanmıyor. Bunu yaptıran emperyalist çıkarlar-coğrafya
diyalektiğidir. Emperyalizm bölgemizde çıkarlarını
gerçekleştirmek ve sürekli kılmak için öncelikle Türkiye
coğrafyasını ekonomik, siyasi ve askeri olarak sürekli, değişen
koşullara göre dizayn etmesi gerektiğini çok iyi bilmektedir.
Bunu da bugün; başarısız darbe girişiminden sonra ancak ve ancak
yeniden Erdoğan ile yapabilirler. Bu nedenle neredeyse Erdoğan'ın
önünde diz çökecek (J. Biden), yalvar yakarır olacak duruma
gelmişlerdir. Erdoğan'ın “yanımızda olmadılar, yalnız
bıraktılar” siteminden sonra Türkiye'ye akın eden ve onunla
görüşmek için özür dileyerek sıraya giren Batılı sorumlu
sayısı bunu göstermektedir.
Şimdi
bu “belalı” coğrafyanın söz konusu o özelliklerini daha önce
yayınlanmış bir makaleden aktaralım:
”Belalı”
Coğrafya:
Türkiye
coğrafyası veya Misak-ı Milli sınırlarını kapsayan coğrafya,
dünya coğrafyasında eşi olmayan bir coğrafyadır. Yerküreyi
göz önüne getirelim; kıtaların yer aldığı bir haritaya
bakalım veya her bir ülkeye ve kıtalara, bölgelere bakalım.
Hiçbir yerde coğrafyamızın sahip olduğu stratejik önemde başka
bir kara parçası bulamazsınız. Bu coğrafyayı bu denli önemli
yapan, onun önemli olmasını güçlendiren ve bu anlamda coğrafya
ile politikanın birleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan,
etrafını sarmalayan ülkelerin ve dünya hegemonyası iddiasında
olan güçlerin rekabeti veya bu rekabette coğrafyamızın sahip
olduğu önemdir.
Açıklayalım:
1-Türkiye
coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa,
Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.
2-Türk
burjuvazisi, jeopolitika oluşturmasında hakimiyet alanı olarak
gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar
Havzası ve Balkanlar).
3-
Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin
keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan
emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım
bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve
Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:
-Balkanlarda
AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her
ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak
verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.
-Kafkasya/Hazar
Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet
sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya
savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet “barışçıl”
yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası
hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.
-Ortadoğu'nun
durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-İran ve diğer bölge
ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı
boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası bu
çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı
olarak yeniden şekillendirilecektir.
4-Türkiye
coğrafyası Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına
imkan vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün
kılan bir coğrafyadır. Cebelitarık Boğazı üzerinden
Atlantik
Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na
açılan bir coğrafya.
5-Ticari
ulaşım bakımından:
Türkiye
coğrafyası doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye
(Rusya'yı Akdeniz'e ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada
söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu,
demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).
Dünya
çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i
Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin
çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet
henüz sonlanmamıştır. Sevkıyat konusunda emperyalistler arası
rekabet; Rus emperyalizmini dışlayarak bu enerjiyi dünya
pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi önemli kılmaktadır.
Mevcut boru hatları ve yapımı planlananlar (Azerbaycan,
Türkmenistan doğal gazı, Irak petrol ve doğal gazı vs.).
5-
İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda
Türkiye coğrafyası Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması
önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan
Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar
üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde
fiziki bir engeldir.
6-Doğu
Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye
coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması
üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına
taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız
avantajlara sahiptir.
Bütün
bu nedenler Türkiye coğrafyasını benzersiz “belalı” bir
coğrafya yapmaktadır. Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne
Kürdistan ve ne de Suriye tek başına bu özelliklere sahiptir.
Stratejik
derinliği olan bu coğrafyada Türk burjuvazisi var olabilmek için
AKP iktidarına kadar iki yol izlemiştir.
Birinci
yol: Kemalist burjuvazinin iktidar olduğu dönemde devletin,
hiçbir ülkeyle bağımlılık ilişkisini beraberinde getiren
ekonomik, siyasi ve askeri anlaşma imzalamadığını görüyoruz
(2).
Bu
anlaşmalar teker teker incelenirse, bağımlılığı beraberinde
getiren maddelerin olmadığı görülür (Bkz.: İbrahim Okçuoğlu;
Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 2, s. 456-478).
İkinci
yol: II. Dünya Savaşından sonra dünya koşulları yeniden
değişti ve Türkiye, Sovyet “tehdidi”ne karşı varlığını
Batı ittifakında yer almakta gördü. Yaklaşık 2000'e kadar devam
eden bu süreçte Türk burjuvazisi, dünya politikasında,
ekonomisinde ve askeriyesinde Batılı müttefiklerine yaslanarak,
onların çıkarlarını savunarak veya onların çıkarlarından
farklı düşünmeyerek ayakta kaldı.
Üçüncü
yol: AKP'nin iktidara gelmesi ve ekonomik alanda Türk
burjuvazisinin kendini güçlü hissetmesi, en azından bölgesel güç
olmasının kabul görmesi, sonuç itibariyle Türk burjuvazisinde
jeopolitik eğilimlerin gelişmesini beraberinde getirmiştir.
Örneğin iki numaralı icraatçı A. Davutoğlu'nun bu alandaki
çalışması (Stratejik Derinlik) Tür burjuvazisinin jeopolitik
açılımı için bir örnektir.
AKP
ile Türkiye-Batı arasındaki siyasi, ekonomik, askeri ilişkiler,
eskisi gibi -ikinci yol- dönemindeki gibi yürümemeye başlamıştır.
Örneğin üç konuda aynı görüşte olsalar, bir veya iki konuda
farklı görüşte oluyorlar ve bunu da açıkça dile getiriyorlar.
Bu bir çıkarlar çatışmasıdır. Bu dönemde Türkiye,
emperyalizme bağımlılığı, müttefiklik ilişkilerini farklı
yorumlamaya başlıyor.
Bu
değişimin adını ne koyarsak koyalım; isterseniz buna “yalancı
pehlivanlık”, “adamın burnunu sürterler”, “emperyalizm
buna asla müsaade etmez”, “bir defa bağımlı sürekli bağımlı”
diyelim veya başka tanımlamalar kullanalım. Esas olan şudur: Türk
burjuvazisi ve sermayesi II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan
siyasi ve ekonomik kalıplar çerçevesinde salt Batılı emperyalist
ülkelerin ve sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket etme
anlayışında değil ve söz konusu Türkiye-Batı arasındaki şu
veya bu konuda sık sık gündeme gelen anlaşamamazlıklar,
çelişkiler, “hır-gür”ler bunun açık bir ifadesidir. (Tarihi
boyunca Türk burjuvazisinin -diyelim ki Osmanlı devletinin
parçalanmasından bugüne kadar- jeopolitik anlayışı üzerine
kapsamlı bir çalışmanın gerekli olduğunu belirtelim. Böyle bir
çalışma neden gereklidir diye soracak olursak, bunun cevabı
devrim yapma iddiasında aranmalıdır. Yani yıkmayı hedeflediğin
gücün durumunu genel olarak emperyalizme bağımlılıkla açıklamak
ve bu anlayış üzerine devrim mücadelesini inşa etmek sonuç
vermez...).
“Belalı”
coğrafyanın özelliklerini neden belirtmek zorunda kaldım? Şundan
dolayı: Burjuva medya ve aynı zamanda “sol” basında da
fotoğrafın bütününe bakılmaksızın “yendi-yenildi”, “bu
işte kim kazançlı çıkar-kim çıkmaz” hesabı ve hakemliği
yapılıyor. Türk burjuvazisinin şu veya bu konudaki politikasının,
örneğin Suriye, Kobane politikasının fiyasko olduğunu analiz
ediyoruz, etmek zorundayız da. Ama bu fiyasko, Irak ve Güney
Kürdistan petrolünün Türkiye üzerinden dünya pazarlarına
sevkıyatını engellemiyor. Yani sağda fiyasko-solda fiyako iyi de,
şu TANAP'ın inşasını nasıl açıklayacağız? Bu bir politik
fiyasko ürünü mü? Veya Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerine
rekabette ABD'nin Türkiye yanlısı politikası nasıl izah
edilmeli? Yani ABD, Türkiye'ye 'Ortadoğu politikama bayağı karşı
geldin, beni dünya kamuoyu önünde isim vererek açıkça
eleştirdin, bu nedenle seni Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının
paylaşımı konusunda ödüllendiriyorum mu demek istiyor?
Türkiye
üzerine değerlendirmelerde coğrafyanın stratejik özelliği ve
Türk burjuvazisinin, ekonomisinin gelişmişlik durumu göz önünde
tutulmalıdır. Kapitalizm; rekabet, eşitsiz gelişme koşullarında
coğrafyamızın bahsettiğim bu özelliği değişmez. Rekabet eden
güçlerin değişmesi de bu coğrafyanın özelliğini yitirmesine
neden olmaz.
Emperyalist
güçler Türkiye ile ilişkilerin 1950'lerden bu yana süregelen
bağımlılık ilişkileri çerçevesinde sürüdürülemeyeceğini
biliyorlar. Türk burjuvazisi de eskisi gibi her şeye boyun eğmiyor.
Bunun Erdoğan'ın çıkışlarıyla, “kükremesi”yle bir
ilişkisi yok. Başka birisi de olsa, Türk sermayesinin çıkarlarını
savunmak zorunda kalacaktı, aksi taktirde iktidar olamazdı.
Dolayısıyla sorun olan, yeni bir düzeyde bağımlılık
ilişkilerinin şekillendirilmesidir. Çatışmanın; Türkiye-ABD,
Türkiye-AB ilişkilerinde bazı konularda farklı yerlerde durmanın
nedeni budur. Tam da bu, örneğin Suriye politikasında fiyasko
yaşanırken, Irak politikasında yeni bir başlangıcı, petrol
sevkıyatını engellemediği gibi (Kürt petrolünün Türkiye
üzerinden dünya pazarlarına sevkıyatı konusunda ABD'nin tavrını
düşünelim), ABD ile IŞİD-Suriye-İsrail-Filistin-Mısır eksenli
görüş ayrılıkları, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının
paylaşımı konusunda AB ve Rusya'ya karşı Türkiye'nin yanında
yer almasını engellemiyor. Veya ABD'nin Hazar Havzası/Orta Asya
petrol ve doğal gazının, örneğin TANAP ile Türkiye üzerinden
sevkıyatına destekçi çıkmasını engellemiyor.
Tek
başına İran, tek başına birleşmiş Kürdistan coğrafyaları bu
“belalı” özelliğe sahip değildir, ama Türkiye-Kuzey
Kürdistan coğrafyası sahiptir.
Kısaca:
Türkiye coğrafyasının ve Türk burjuvazisinin bu özellikleri
dikkate alınmaksızın emperyalizme bağımlılık, sınıf
mücadelesinde düşman tarafının somut analizi havada kalır”
(İ. Okçuoğlu, ibrahimokcuoglu.blogspot.com; IŞID'e Karşı
Savaşın Jeopolitikası - “Belalı” Coğrafya, 1 Aralık
2014).
Esas
itibariyle bu iki neden (Türk burjuvazisinin çıkarları ve
coğrafyamızın özelliği) Erdoğan'ın devrilmesi için
belirleyici olmuştur. Darbe girişimi sonrasındaki gelişmeler
bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Batı
“suç üstü” yakalandı:
Emperyalizmin
neden olduğu savaşlardan, istilalardan dolayı “dünyanın
lanetlileri” AB kapılarına dayanınca, bu göçmen kitlesinin
Türkiye'de kalması için Merkel önderliğinde AB'nin Erdoğan aşkı
canladı; defalarca Türkiye'yi ziyaret eden Merkel, Erdoğan'a toz
kondurmadı, Türkiye'nin savunucusu oldu. Bütün derdi, Afganistan,
Pakistan ve Ortadoğu hattından gelerek AB yollarına düşen
göçmenlerin nihai olarak Türkiye'de kalmasını sağlamaktı.
Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe AB, bu diktatöre tahammül
etmenin en akıllı yol olacağı görüşüne göre hareket etti,
ediyor. Ama Edoğan'ı vaatle kandırmak artık kolay değil. Bu
nedenle AKP hükümeti, Türk vatandaşları için vize serbestisi
uygulanmaya konmazsa, göçmen anlaşmasını askıya alırız
tehdidini savurmakta gecikmedi. Erdoğan önderliğinde bu iktidarın
seçimle kolay kolay gidemeyeceğini bilen AB, darbe girişimine
umutla baktı.
Aynı
durum Amerikan emperyalizmi için de geçerlidir. ABD'nin Ortadoğu
jeopolitikasını doğrudan etkileyen, Türkiye olmaksızın
uygulanması neredeyse mümkün olmayan bu jeopolitkanın uygulanır
olması için söz dinlemeyen Erdoğan'ın gitmesi gerekiyordu.
Seçimle gitmesi kolay olmadığı için geriye darbe kalıyordu.
Bu
Batılı güçler, darbe girişiminin ilk saatlerinde bayağı,
“bizim oğlanlar başardı” diyecek derecede sevinmeye
hazırlanmışlardı, şen ve şakrak olma modundaydılar. Ama
olmadı. “Müttefiklerimiz hapse girdi” türünden yakınmalar
başladı... Sonra uzun, haftalar süren bir sessizlik ve arkasından
da “vallahi biz yapmadık” yakınmaları geldi. Erdoğan ile
Putin görüşmesinden sonra Türkiye-Rusya arasında buzların hızla
erimesi, Batılı güçleri telaşlandırdı. Özürler dilenerek
Erdoğan'la görüşmek için sıraya girdiler; Türkiye'nin ne kadar
önemli bir müttefik olduğu, vazgeçilemez bir dost olduğu üzerine
söylemedikleri “iyi söz” kalmadı; bu tiksindirici ikiyüzlülüğü
devam ettiriyorlar. Bu konuda medyada yer alan “yağlamalar”
gerçekten ibretliktir. Çıkar için ne kadar alçalınabilineceğin
örnekleridir.
Erdoğan
yeniden dost olmuştu. Elini öpmek, “hayır dualarını” almak
için sıraya girdiler. Ama bu diktatör, kolay kolay taviz vereceğe
benzemiyor.
Batı
(suçüstülük) ve Doğu (Rusya) rüzgarını arkasına alan; bu
darbe girişimini her alanda, her bakımdan kendi iktidarı için
kullanmaktan çekinmeyecek bir Erdoğan'la karşı karşıyayız.
Şimdilerde demokrasi havarisi kesilmesi, sadece zaman ayarlıdır.
Ne zaman ki, ağzını Taksim'e cami ve kışla diye açarsa, işte o
zaman kendini tek başına güçlü hissediyor ve bildiğimiz Erdoğan
olmaya yeniden dönüyor demektir.
Erdoğan'ın,
darbe girişiminin engellenmesiyle bir taşla ummadığı sayıda kuş
vurduğunu daha şimdiden görmeye başladık:
Devletin
neredeyse 100 senelik tarihi, bozulma, çürüme olarak karşımıza
çıkıyor. Devlet kurumları felç olmuş durumda. Bunda mevcut
kokuşmanın, çürümenin yanı sıra Gülencilerin de oldukça
önemli bir rolü olmuştur. Çivisi çıkmış, çürümüş bu
devleti şimdi Erdoğan, İslami anlayışına göre restore etme
imkanı buldu.
Bu
diktatör, bu faşist, adeta demokrasi şampiyonu oldu; yeniden
mağdurları oynamaya başladı; CHP, MHP gibi muhalefet partilerini
şemsiyesi altına aldı.
OHL
ile normal koşullarda çıkartamayacağı kendi lehine yasaları
çıkartma olanağı buldu.
TSK'yı
istediği gibi şekillendirme imkanına sahip oldu.
17-25
Aralık yolsuzluk ve rüşvet davasını, bunları hazırlayanlar
darbeciler diye çöpe atma olanağına sahip oldu.
Gülencilere
karşı mücadele adı altında kapsamlı bir “cadı avı”
örgütledi; kendine karşı direnç kaynağı olan herkesi,
özellikle de devrimcileri, devrimci örgütleri tutuklamak, yok
etmek için elinden geleni yapmaktadır, yapacaktır.
Ortadoğu
politikasında yeniden söz sahibi olmaya başladı. Kürt ulusunu
katlete politikasını dizginsizce uygulamaya devam eden Erdoğan,
şimdi de Suriye'ye girerek Rojava işgaline soyunduğunu bütün
dünyaya ilan etti.
ABD
ve AB ile ilişkileri gererek Batı'ya savaş açan “kahraman”
konumuna yakıştırıldı. Ve nihayetinde istediği doğrultuda bir
anayasa ve Başkanlık sistemini zorlamak için güç toplayacak
duruma geldi.
Sürece
bakın: İktidara getirilirken Erdoğan dosttu; iktidardayken dost
olmaktan çıkmaya başladı ve devrilmesi gerekiyordu ve şimdi
yeniden dost oldu. Oysa Erdoğan o zaman da bugün de aynı Erdoğan:
Irkçı, faşist, İslamcı, intikamcı, katliamcı; onun bu
özellikleri saymakla bitmez.
Erdoğan'ı
vazgeçilmez yapan olguyu, ikinci ve üçüncü makalelerde ABD ve
Rusya eksenli Ortadoğu jeopolitikasını ve bu jeopolitikada
Türkiye'nin yerini analiz ederek ele alacağız.
*
1)Amerikan
Emperyalizminin “Renkli “Devrim”ler Stratejisi:
Sovyetler
Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra burjuva
medyada Orta ve Doğu Avrupa, Orta Asya ve Ortadoğu ülkelerinde
muhalif güçlerin eylemlerinden sık sık bahsedilmeye başlandı.
Batı’nın emperyalist burjuvazisi bu eylemleri “devrim” olarak
tanımladı. Öne sürülen, “devrim” yapmaları talep edilen
aktörler, eylemleri için medyada etkili, sembolik kavramlar
kullandılar. Örneğin, Ukrayna’da “portakal devrimi”,
Lübnan’da “sedir devrimi”, Gürcistan’da “gül devrimi”
gibi.
“Devrim”lerin
gerçekleştirildiği veya denemesinin yapıldığı bütün
ülkelerde öne sürülen aktörler, hep aynı yöntemi kullandılar.
Bunun ötesinde söz konusu ülkelerde çıkarı olan emperyalist
ülkelerin yönlendirdiği ve finanse ettiği güya “hükümet dışı
örgütler” ve onların söz konusu ülkelerdeki şubeleri, mali,
teknik destek sunarak, taktik vererek aktörlerinin eylemlerini
yönlendirdiler...
Türkiye'de,
söz konusu bu “renkli “devrim”lerde kullandıkları, seferber
ettikleri güçleri bulamadılar; bir biçimde Erdoğan'a duyulan
yaygın düşmanlığın eyleme döküleceğini; dolayısıyla
darbenin geniş bir kesim tarafından destekleneceğini beklediler.
Bunun tetikleyicisi olarak da darbeyi gördüler. Ama olmadı. Bu
nedenle bu darbe girişimi aynı zamanda darbe karakterli bşr
“renkli devrim” girişimidir.
2)Türkiye'nin
1923-1950 arasında imzaladığı bütün siyasi-ticari ve askeri
antlaşmaların listesi Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap
2'de (s. 456-478) var. Bu anlaşmalar 1923-1934, 1934-1945 ve
1945-1950 diye dönemlere ayrılmıştır.
1923-1934
arasında Türkiye hiçbir emperyalist ülke ile bağımlılığı
beraberinde getiren bir anlaşma imzalamamıştır.
1934-1945
dönemi içinde belirtilen Balkan Paktı (9 Şubat 1934) Türkiye'nin
uluslararası alanda emperyalist çıkarlara doğrudan alet oluşunun
ilk örneğini gösterir.
1934-1945
dönemindeki antlaşmalar Türkiye'nin giderek emperyalist ülkelere
yakınlaştığını gösteren bir geçiş dönemi karakteri arz
etmekteler.
1945-1950
arasındaki antlaşmalar ise açıktan bağımlılık ilişkilerini
ifade etmekteler.