deneme

28 Eylül 2016 Çarşamba

EKONOMİNİN GÜNCEL SEYRİ VE MOODY’S’İN TÜRKİYE NOTU



EKONOMİNİN GÜNCEL SEYRİ VE MOODY’S’İN TÜRKİYE NOTU

15 Temmuz darbe girişiminden sonra aynı ay içinde Standard & Poor’s, bu girişim sonrasında siyasi kutuplaşma arttı, kurumsal denetim mekanizmaları zayıfladı diyerek Türkiye’nin kredi notunu birkaç gün önce bir kademe düşürdüğünü ve BB+’dan BB’ye indirdiğini açıklamıştı. 23 Eylülde ise uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody's Türkiye'nin kredi notunu yatırım yapılabilir seviye olan "Baa3"ten 1 basamak aşağı "Ba1" seviyesine düşürdü. Daha 3-4 gün önce, Küresel Ülke Riskleri Birimi Kıdemli Müdürü Alastair Wilson’un ağzından, "Başarısız darbe girişiminin ekonomide yarattığı şok etkisi büyük ölçüde bertaraf edildi" diye açıklayan aynı kuruluştu. Bu açıklamanın mürekkebi dahi henüz kurumadan, yeni bir açıklamayla, üç gün önce söylediğinin tam tersini iddia etti. 2003'te "Tezkere geçmezse notu indiririm" tehdidini savuran bu kuruluş, Mayıs 2013'te Türkiye'nin notunu yatırım yapılabilir seviyeye çıkarmıştı. Biraz garip bir değerlendirme! Ekonominin gelişme seyrinden daha hızlı hareket edebilen bir kuruluş!
Şimdiki değerlendirmesine neden olarak Moody's Türkiye ekonomisinde dış finansman yükümlülüklerine yönelik risklerin artmasıyla kurumsal yapıların ve büyümenin zayıflamasını göstermiştir.
Bu ise biraz değil, oldukça garip bir değerlendirme!


Hangi açından ve hangi ekonomik veriyi ele alarak bakarsanız bakın, dünya ekonomisinin seyri hiç de iç açıcı değil; inişli-çıkışlı durgunluk eğilimi, bütün ekonomileri kapsayacak bir rotaya doğru devam etmektedir. En dinamik ekonomi olarak kabul edilen Çin ekonomisindeki gidişat da iç açıcı değil. Dünya ekonomisi böyle bir durgunluk içinde sürünürken, büyüme oranları ve dinamikliği bakımından birkaç ülkeden birisi olan Türkiye'de ekonomi üzerine yapılan bu değerlendirme açık ki, ekonominin seyri bağlamında kaygıdan ziyade tamamen siyasi bir değerlendirmenin sonucudur. Ne derece yeterli olup olmamasından bağımsız olarak sanayi üretimi yıllık, yılın çeyrekleri ve aylık bazda 2008 krizi öncesindeki en üst büyüme seviyesine göre sürekli büyümektedir. Buna rağmen böyle bir değerlendirme söz konusu olunca bunun ekonomiyle değil de siyasetle ilgili olduğunu söylemek gerekir.

Şüphesiz, bu türden uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları (Standard & Poor's, Moody's, Fitch Ratings) uluslararası en güçlü sermayenin çıkarları; ait olduğu tekel ve ülke sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket ederler ve uluslararası sermayenin çıkarlarına ters düşme durumunda o ülke veya ülkeleri ekonomi adına siyasi kararlarla da frenlemeye, hizaya getirmeye çalışırlar. Bu kuruluşların bazı ülkeler için yapmış oldukları değerlendirmeler dillere destandır (örneğin Arjantin, Brezilya).
Yaptıkları değerlendirmeler ekonomiyi etkilemez mi? Elbette etkiler. Moody's'in son değerlendirmesinden sonra dolarda görülen olumsuz hareketlilik buna bir işarettir. Ama küresel çapta her ülkenin kendi ekonomisiyle dertli olduğu; bu bakımdan “herkesin kendi derdinde” olduğu ve hala ortalıkta daha fazla kar için dolaşan sermayenin mevcut olduğu bir süreçte Moody's'in bu kararının etkisi oldukça sınırlı kalacaktır.

Anlaşılan o ki, Moody's, Türkiye'de, sinekten yağ çıkartacak bir faşist rejimin hakim olduğunu anlamamış. Moody's'in bu değerlendirmesini hükümet ve ekonomi kuruluşları hemen politikaya tahvil ettiler; bir kaç günden beri medyada memleketin ve ekonomisinin ne denli güçlü olduğu; bunun kastlı, siyasi bir saldırı olduğu, mevcut iktidarı vurmayı hedeflediği; daha doğrusu dış saldının ekonomik ayağını oluşturduğu uzun uzun anlatılmaktadır. Darbe girişimi konusunda olduğu gibi ekonomi konusunda da komplo teorisyenlerine bayağı iş düştü; özellikle tv. tartışmalarında uçuşa geçtiler. Birinci saldırı (17-25 Aralık); ikinci saldırı (15 Temmuz); üçüncü saldırı (Moody's'in not kırması) kavramlaştırmalar ve ilkini ve ikincisini atlattık, üçüncüsünü de atlatacağız diye siyasi “gaz vermeler” ve ideolojik şekillendirmeler organize edilmiş olarak sürdürülmektedir.
Süreç içinde bu dış kaynaklı ekonomiye saldırıda “FETÖ”nün parmağı olduğu da mutlaka işlenecektir. Faşist AKP ve rejimin eline “cadı avı”nı, Kuzey Kürdistan'daki katliamları, Suriye topraklarında işgali ülke gündemininde geri plana itmenin yeni bir fırsatı geçti. Bu fırsatı tepe tepe kullanmaktadır ve kullanacaktır.

Moody's'in bu değerlendirmesi vesilesiyle Türkiye'de ekonominin seyrine bakalım. Ekonominin seyrini değerlendirmede iki yöntem, iki anlayış vardır. Bunlardan birisi burjuva yöntemdir; yani burjuva politik ekonomi kıstaslarına göre değerlendirmedir. İkincisi de marksist-leninist yöntemdir; yani marksist-leninist politik ekonomi kıstaslarına göre değerlendirmedir. Burjuva yöntemin ekonominin seyrini değerlendirmede hangi faktörleri kıstas aldığı medyada sürekli yer almaktadır. Borsa şu kadar düştü, şu kadar çıktı; cari açık yüzde şu kadar geriledi veya arttı; şu kadar para girişi oldu, şu kadar çıktı; dolar veya avro TL'ye göre şu kadar değerlendi veya değer kaybetti vs. En sonda ise, o da her zaman değil, sanayi üretiminin, daha doğrusu maddi değerler üretiminin seyri ele alınır.

Bir ekonominin gelişmesini ölçmek için tek bir kıstas vardır; o da maddi değerlerin üretimidir. Yani esas itibariyle sanayi üretimidir ve ekonomide ağırlığı önemliyse tarım üretimi de buna dahildir. Maddi değerler üretiminde inişler ve çıkışlar o ekonominin gelişme seyrini doğrudan ele verir. Burjuva politik ekonominin kıstas diye kabul ettiği faktörlerin hepsi, maddi değerler üretimine bağlıdır. Sanayi üretiminin arttığı veya olağanüstü arttığı veya azaldığı veya olağanüstü azaldığı durumlarda örneğin borsa değerlerinin hızla fırlaması veya hızla gerilemesi; para giriş veya çıkışında hızlı hareketliliğin olması; döviz değerlerindeki oynamalar hep maddi değerler üretiminin seyrinden kaynaklanır. Burjuva politik ekonomi, ekonominin seyrinde temel faktörün neden olduğu veya olabileceği sonuçlarla yatıp kalkar, ona göre değerlendirme yapar ve bu nedenle de işin içine politikayı da karıştırarak yönlendirme yapar; gerçeğin anlaşılmasını engellemeye çalışır. Bu, bir sınıf politikasıdır.
Marksist-leninist politik ekonomi ise burjuva politik ekonominin kıstas olarak aldığı verilerdeki hareketliliğin nedenini bulmak için maddi değerlerin üretim seyrini esas alır; borsadaki, sermaye girişi ve çıkışındaki, dövizdeki hareketliliği sanayi üretimindeki; genel anlamda maddi değerlerin üretimindeki gelişmeyle açıklar.
Bu anlamda sanayi üretiminin gelişmesine bakalım:

Yıllara göre sanayi üretimi:


















Bu OECD verilerine göre sanayi üretimi 2010 = 100 bazında 2015'e kadar sürekli armıştır. Eğilim çizgisi de bunu göstermektedir. Ama bir önceki yıla göre artış-eksiliş oranlarını karşılaştırdığımızda istikrarlı bir büyümenin değil, inişli-çıkışlı bir büyümenin ve büyüme oranlarında da giderek bir küçülmenin olduğunu görürüz.
Yıllık büyüme oranları 2009'dan 2010'a yüzde 12,8; 2010'dan 2011'e yüzde 10,1; 2011'den 2012'ye yüzde 2,5; 2012'den 2013'e yüzde 3,1; 2013'den 2014'e yüzde 3,6; 2014'den 2015'e yüzde 3,2 ve 2016'nın ilk çeyreğinde yüzde -1,9 ve ikinci çeyreğinde de yüzde 0,3 arasında değişmiştir. Burada sadece 2016'nın ilk çeyreğinde 2015'in son çeyreğine göre yüzde 1,9 oranında bir gerileme olmuştur.

Yılın çeyreklerine göre sanayi üretimi:






















Yukarıdaki grafikte 2010-2014'ün ilk çeyreği arasında nispeten istikrarlı bir büyümenin yerini 2014'ün ikinci çeyreğinden 2016'ın ikinci çeyreğine kadar inişli-çıkışlı bir büyümeye bıraktığını görüyoruz. 2015'in son çeyreğinden itibaren de büyüme oranları küçülmektedir. Bu veriler de sanayi üretiminde istikrarsızlığın söz konusu olduğunu göstermektedir. Ama genel eğilim çizgisi üretimin sürekli arttığını gösteriyor.

Aylık sanayi üretimi:
Burada aylık üretime istikrarsızlığın ayrıntısını göstermek için yer verdik. Grafikte her bir ayı takiben sürekli artan bir üretim değil, her bir ayı takiben inişli-çıklışlı bir üretim artışını görüyoruz. 
 

















Her halükarda büyüme oranlarında iki eğilim açık bir biçimde görülmektedir: Krizden bu yana sanayi üretiminde büyüme oranları giderek küçülüyor ve sürekli artışın yerini inişli-çıkışlı artış alıyor. Yeni bir fazla üretim kriziyle sonuçlanabilecek böyle bir gelişme, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisinde hakim olan inişli-çıkışlı durgunluk sürecine giriyor olduğunu ve kırılganlık faktörlerinin giderek çoğalabileceğini ve etkili olabileceğini göstermektedir.

Kriz faktörü olarak dış borcun kapsamı:
Türkiye'nin toplam dış borcu, iktidarı ne ekonomik ve ne de siyasi olarak zor durumda bırakacak boyuttadır. Önce bu gerçeği kabul etmek gerekir. Dünya çapında akış içinde olan, en karlı olanak arayan sermaye hala var ve iktidar bundan yararlanmaktadır. Dış borcun ekonomiyi sıkıntıya sokabilecek boyuta gelmesi için GSMH'ya oranının yüksek olması gerekir. GSMH'nın yüzde 60'ına denk düşen bir dış borçlanma tehlike çanlarının çalmaya başladığı noktadır. Bu orana ulaşıldığında dışarıdan para bulmak zorlaştığı gibi maliyeti de oldukça artar. Uluslararası sermaye, burjuva politik ekonomide dış borçlanmada sürekli kıstas alınan bu oran altında kalmayı, her bir ülke ekonomisinin seyrinin “iyi” olduğu biçiminde yorumlar. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin dış borç tutarı, en azından şimdilik ekonominin seyrini olumsuz etkileyecek boyutlara henüz varmamıştır. 1990-1915 arasında dış borç seyri bunun böyle olduğunu göstermektedir.

1990-2015 arasından toplam dış borcun GSMH'ya oranını aşağıdaki grafikte görüyoruz.


Hazine Müsteşarlığı, Dış Borç İstatistikleri (https://www,hazine,gov,tr/tr) verilerine göre Türkiye'nin toplam borcu 1990'da 52,381 milyar dolardan 2015'te 398,038 milyar dolara çıkarak 25 sene içinde yaklaşık 7,6 misli artar. Bu borcun GSMH'ya oranı ise 1990'da yüzde 26,1'den 2015'te yüzde 55,3'e çıkar.
Yukarıdaki grafik istatistik hilesine de oldukça müsaittir; 1990-2001 arasında dış borcun GSMH'ya oranı yüzde 26,1'den yüzde 57,7'ye çıktığını söyleyerek AKP öncesi hükümetlerin borç batağında debelendiğini, 2001-2015 arasında ise AKP hükümetlerinin dış borcun GSMH'ya oranını 2005'te yüzde 35,5'e kadar düşürdüğünü ve 2005-2015 arasında da kabul edilebilir, çevrilebilir seviyede tuttuğunu söyleyebilirsiniz. Bunun ne kadar siyasi getirisi olur, onu bilemem, ama gerçek şudur ki, şu andaki seviyesiyle, en azından GSMH'ya oranıyla faşist rejim belli bir süre daha fazla sıkıntı çekmeden borçlanabilir. Ama oran yüzde 60'a gelip dayandığında dışarıdan borç bulma imkanları giderek daralacak ve ancak uluslararası sermayeye daha çok taviz vererek, örneğin faizleri arttırarak para bulabilecektir.

İşsizlikte durum:
























İşsizlik konusunda yapılan resmi açıklamalar, yayınlanan istatistikler gerçeği yansıtmaktan uzaktır. İşsizlik, en çok maniple edilen, istatistik hilelere başvurulan bir konudur. İşsizlik oranını ne kadar düşük gösterirsen ekonominin de o derece iyi olduğunu söylemiş olursun. Bu hileye Tüik'in Şubat 2014 itibariyle hesaplama yöntemini değiştirerek işsiz sayılanların kapsamını daraltmasını da eklemek gerekir. Bu yöntem değişimiyle binlerce işsiz, bir anda işsiz kapsamından çıkartılmış oldu. Her halükarda Tüik verilerine göre işsiz sayısı 3 milyonun üzerindedir. Son birkaç ayda da artış göstermiştir; örneğin bu sayı Ocak 2015'te 3,013 milyondan Aralıkta 3,043 milyona, Mayıs 2016'da 3,158 ve Haziranda da 3,324 milyona çıkmıştır. Bu artış işsizlik oranını Haziran 2016 itibariyle yüzde 10,9'a çıkartmıştır.

Kapitalist ekonominin konjonktür hareketindeki değişim dikkate alınmazsa işsizlikle ilgili veriler yanlış analizlere neden olabilir. Kapitalist ekonominin klasik konjonktür hareketine denk düşen bir işsizlik hareketi de artık pek görülmüyor. Gelişen teknoloji ve üretimde uygulanması Türkiye gibi ülkelerde de belli bir kronikleşmiş kitlesel işsizlik oluşturmuştur. Bu nedenle ekonominin krizde olduğu dönemde artan işsizlik, ekonominin krizde olmadığı dönemde önemsiz boyutlara çekilemiyor; belli bir oranda sürekliliği var oluyor. Ekonomide küçülme olmaksızın işsizlik oranının genellikle yüzde 9 ila 10 arasında seyretmesi bunu göstermektedir.

Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz:
Türkiye ekonomisi, 2008'de başlayan son krizden en erken çıkan (2010 sonu itibariyle) ve dikkate değer bir büyüme dinamiği sergileyen ekonomilerden birisiydi. Dünya ekonomisinde önemli ağırlığı olan AB, Avro Alanı ülkeleri hala kriz-krizden çıkma aşamasındayken, büyüyen, “yükselen ekonomiler” kategorisinde sayılan ülkeler de son dönemde belli bir durgunluk aşamasına girmişlerdir. Bu ülkelerde büyüme oranları küçülmüştür. Bu ülkelerden birisi de Türkiye'dir.

Moody's'in not kırmasıyla ekonomide bir fazla üretim krizinin patlak vereceğinden hareketle politik tavır almak gülünç olur; ama bu karar, ekonominin genel seyrindeki olumsuzluklar göz önünde tutulursa, bir sarsıntıya yol açmaz, ama borsada ve dolarda görülen hareketlilik gibi geçici bazı etkileri olabilir. Türk ekonomisinde yeni bir fazla üretim krizi patlak verecekse, tetikleyicisi veya nedeni Moody's'in not kırması olmayacaktır. Böyle bir periyodik krizin zamanı da yaklaşmıyor değil, ama krizin patlak vermesine vesile olabilecek faktörleri tanımlamak henüz mümkün değil.

Dünya ekonomisi kriz ve durgunluk süreçlerinin çakışacağı bir noktaya doğru seyretmektedir. Türkiye'de de ekonomi bu seyrin dışında değildir. Bu gerçekten hareketle politik tespitler hızla krize giren, krizin ayak seslerinin duyulduğu bir ekonomi tasavvuruna göre yapılmamalıdır. Bunun hiçbir nesnel verisi yok. Nesnel veriler, durgunluk sürecinde olan ekonominin verileridir. Bu veriler bir taraftan dış kaynak kullanma olanaklarının daraldığını, üretim artışının gerilediğini, ihracatın zorlaşabileceğini gösterdiği gibi, işsizliğin de artacağını göstermektedir. Bütün bunlar, dış politik iflasla, Suriye'de işgalle, Kürt özgürlük hareketine karşı savaşla; sürdürülen katliamlarla; darbe girişimini bahane ederek uygulanan baskılarla, özgürlüklere saldırıyla birleştirildiğinde burjuvazinin yönetememe krizini derinleştirecektir.