EKONOMİNİN
GÜNCEL SEYRİ VE MOODY’S’İN TÜRKİYE NOTU
15
Temmuz darbe
girişiminden sonra
aynı ay içinde
Standard & Poor’s, bu
girişim sonrasında
siyasi kutuplaşma
arttı, kurumsal denetim mekanizmaları zayıfladı diyerek
Türkiye’nin kredi notunu birkaç
gün önce bir kademe
düşürdüğünü ve BB+’dan BB’ye indirdiğini açıklamıştı.
23 Eylülde ise uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu
Moody's Türkiye'nin kredi notunu yatırım yapılabilir seviye olan
"Baa3"ten 1 basamak aşağı "Ba1" seviyesine
düşürdü. Daha 3-4 gün önce, Küresel Ülke Riskleri Birimi
Kıdemli Müdürü Alastair Wilson’un ağzından, "Başarısız
darbe girişiminin ekonomide yarattığı şok etkisi büyük ölçüde
bertaraf edildi" diye açıklayan aynı kuruluştu. Bu
açıklamanın mürekkebi dahi henüz kurumadan, yeni bir
açıklamayla, üç gün önce söylediğinin tam tersini iddia etti.
2003'te "Tezkere geçmezse notu indiririm" tehdidini
savuran bu kuruluş, Mayıs 2013'te Türkiye'nin notunu yatırım
yapılabilir seviyeye çıkarmıştı. Biraz garip bir değerlendirme!
Ekonominin gelişme seyrinden daha hızlı hareket edebilen bir
kuruluş!
Şimdiki değerlendirmesine neden olarak
Moody's Türkiye ekonomisinde dış finansman yükümlülüklerine
yönelik risklerin artmasıyla kurumsal yapıların ve büyümenin
zayıflamasını göstermiştir.
Bu ise biraz değil, oldukça garip bir
değerlendirme!
Hangi açından ve hangi ekonomik veriyi ele
alarak bakarsanız bakın, dünya ekonomisinin seyri hiç de iç
açıcı değil; inişli-çıkışlı durgunluk eğilimi, bütün
ekonomileri kapsayacak bir rotaya doğru devam etmektedir. En dinamik
ekonomi olarak kabul edilen Çin ekonomisindeki gidişat da iç açıcı
değil. Dünya ekonomisi böyle bir durgunluk içinde sürünürken,
büyüme oranları ve dinamikliği bakımından birkaç ülkeden
birisi olan Türkiye'de ekonomi üzerine yapılan bu değerlendirme
açık ki, ekonominin seyri bağlamında kaygıdan ziyade tamamen
siyasi bir değerlendirmenin sonucudur. Ne derece yeterli olup
olmamasından bağımsız olarak sanayi üretimi yıllık, yılın
çeyrekleri ve aylık bazda 2008 krizi öncesindeki en üst büyüme
seviyesine göre sürekli büyümektedir. Buna rağmen böyle bir
değerlendirme söz konusu olunca bunun ekonomiyle değil de
siyasetle ilgili olduğunu söylemek gerekir.
Şüphesiz,
bu türden uluslararası
kredi derecelendirme kuruluşları (Standard
& Poor's, Moody's, Fitch Ratings) uluslararası
en güçlü sermayenin çıkarları; ait
olduğu tekel ve ülke sermayesinin
çıkarları doğrultusunda hareket ederler ve uluslararası
sermayenin çıkarlarına ters düşme durumunda
o ülke veya ülkeleri ekonomi adına siyasi kararlarla da
frenlemeye, hizaya getirmeye çalışırlar. Bu kuruluşların bazı
ülkeler için yapmış oldukları
değerlendirmeler dillere destandır (örneğin Arjantin, Brezilya).
Yaptıkları
değerlendirmeler ekonomiyi etkilemez mi? Elbette etkiler.
Moody's'in son değerlendirmesinden sonra dolarda görülen olumsuz
hareketlilik buna bir işarettir. Ama küresel çapta her ülkenin
kendi ekonomisiyle dertli olduğu; bu bakımdan “herkesin
kendi derdinde” olduğu ve
hala ortalıkta daha fazla kar için dolaşan sermayenin mevcut
olduğu bir süreçte
Moody's'in bu kararının
etkisi oldukça sınırlı
kalacaktır.
Anlaşılan
o ki, Moody's, Türkiye'de,
sinekten yağ çıkartacak bir faşist rejimin hakim olduğunu
anlamamış. Moody's'in
bu değerlendirmesini hükümet ve ekonomi
kuruluşları hemen politikaya tahvil ettiler; bir kaç günden beri
medyada memleketin ve ekonomisinin ne denli güçlü olduğu; bunun
kastlı, siyasi bir saldırı olduğu, mevcut iktidarı vurmayı
hedeflediği; daha doğrusu dış saldırının
ekonomik ayağını oluşturduğu uzun uzun anlatılmaktadır. Darbe
girişimi konusunda olduğu gibi ekonomi konusunda da komplo
teorisyenlerine bayağı iş düştü; özellikle tv. tartışmalarında
uçuşa geçtiler. Birinci saldırı (17-25 Aralık); ikinci saldırı
(15 Temmuz); üçüncü saldırı (Moody's'in not kırması)
kavramlaştırmalar ve ilkini ve ikincisini atlattık, üçüncüsünü
de atlatacağız diye siyasi “gaz vermeler” ve ideolojik
şekillendirmeler organize edilmiş olarak sürdürülmektedir.
Süreç
içinde bu dış kaynaklı ekonomiye saldırıda “FETÖ”nün
parmağı olduğu da mutlaka işlenecektir. Faşist
AKP ve rejimin eline “cadı
avı”nı, Kuzey Kürdistan'daki katliamları, Suriye topraklarında
işgali ülke gündemininde geri plana itmenin yeni bir fırsatı
geçti. Bu fırsatı tepe tepe kullanmaktadır ve kullanacaktır.
Moody's'in
bu değerlendirmesi vesilesiyle Türkiye'de ekonominin seyrine
bakalım. Ekonominin seyrini değerlendirmede iki yöntem, iki
anlayış vardır. Bunlardan
birisi burjuva yöntemdir; yani burjuva politik ekonomi kıstaslarına
göre değerlendirmedir. İkincisi de marksist-leninist
yöntemdir;
yani marksist-leninist politik ekonomi kıstaslarına göre
değerlendirmedir. Burjuva yöntemin ekonominin seyrini
değerlendirmede hangi faktörleri kıstas aldığı medyada sürekli
yer almaktadır. Borsa şu kadar düştü, şu kadar çıktı; cari
açık yüzde şu kadar geriledi veya arttı; şu kadar para girişi
oldu, şu kadar çıktı;
dolar veya
avro TL'ye göre şu
kadar değerlendi veya değer
kaybetti vs. En sonda ise, o da her zaman değil, sanayi üretiminin,
daha doğrusu maddi değerler üretiminin seyri ele alınır.
Bir
ekonominin gelişmesini ölçmek için tek bir kıstas vardır; o da
maddi değerlerin üretimidir. Yani esas itibariyle sanayi üretimidir
ve ekonomide ağırlığı önemliyse tarım üretimi
de buna dahildir. Maddi değerler üretiminde inişler ve çıkışlar
o ekonominin
gelişme seyrini doğrudan ele verir. Burjuva politik ekonominin
kıstas diye kabul ettiği faktörlerin hepsi, maddi değerler
üretimine bağlıdır. Sanayi üretiminin arttığı veya olağanüstü
arttığı veya azaldığı veya olağanüstü azaldığı durumlarda
örneğin borsa değerlerinin hızla fırlaması veya hızla
gerilemesi; para giriş veya çıkışında hızlı hareketliliğin
olması; döviz değerlerindeki oynamalar hep maddi değerler
üretiminin seyrinden kaynaklanır. Burjuva politik
ekonomi, ekonominin
seyrinde temel faktörün neden olduğu veya olabileceği sonuçlarla
yatıp kalkar, ona göre değerlendirme yapar ve bu nedenle de işin
içine politikayı da karıştırarak yönlendirme yapar; gerçeğin
anlaşılmasını engellemeye çalışır. Bu, bir sınıf
politikasıdır.
Marksist-leninist politik ekonomi ise burjuva
politik ekonominin kıstas olarak aldığı verilerdeki
hareketliliğin nedenini bulmak için maddi değerlerin üretim
seyrini esas alır; borsadaki, sermaye girişi ve çıkışındaki,
dövizdeki hareketliliği sanayi üretimindeki; genel anlamda maddi
değerlerin üretimindeki gelişmeyle açıklar.
Bu anlamda sanayi üretiminin gelişmesine
bakalım:
Yıllara
göre sanayi üretimi:
Bu OECD verilerine göre sanayi üretimi 2010 =
100 bazında 2015'e kadar sürekli armıştır. Eğilim çizgisi de
bunu göstermektedir. Ama bir önceki yıla göre artış-eksiliş
oranlarını karşılaştırdığımızda istikrarlı bir büyümenin
değil, inişli-çıkışlı bir büyümenin ve büyüme oranlarında
da giderek bir küçülmenin olduğunu görürüz.
Yıllık büyüme oranları 2009'dan 2010'a
yüzde 12,8; 2010'dan 2011'e yüzde 10,1; 2011'den 2012'ye yüzde
2,5; 2012'den 2013'e yüzde 3,1; 2013'den 2014'e yüzde 3,6; 2014'den
2015'e yüzde 3,2 ve 2016'nın ilk çeyreğinde yüzde -1,9 ve ikinci
çeyreğinde de yüzde 0,3 arasında değişmiştir. Burada sadece
2016'nın ilk çeyreğinde 2015'in son çeyreğine göre yüzde 1,9
oranında bir gerileme olmuştur.
Yılın
çeyreklerine göre sanayi üretimi:
Yukarıdaki
grafikte 2010-2014'ün ilk çeyreği arasında nispeten istikrarlı
bir büyümenin yerini 2014'ün ikinci çeyreğinden 2016'ın ikinci
çeyreğine kadar inişli-çıkışlı bir büyümeye bıraktığını
görüyoruz. 2015'in son çeyreğinden itibaren de büyüme oranları
küçülmektedir. Bu veriler de sanayi üretiminde istikrarsızlığın
söz konusu olduğunu göstermektedir. Ama genel eğilim çizgisi
üretimin sürekli arttığını gösteriyor.
Aylık
sanayi üretimi:
Burada
aylık üretime istikrarsızlığın ayrıntısını göstermek için
yer verdik. Grafikte her bir ayı takiben sürekli artan bir üretim
değil, her bir ayı takiben inişli-çıklışlı bir üretim
artışını görüyoruz.
Her halükarda büyüme oranlarında iki eğilim
açık bir biçimde görülmektedir: Krizden bu yana sanayi
üretiminde büyüme oranları giderek küçülüyor ve sürekli
artışın yerini inişli-çıkışlı artış alıyor. Yeni bir
fazla üretim kriziyle sonuçlanabilecek böyle bir gelişme, Türkiye
ekonomisinin dünya ekonomisinde hakim olan inişli-çıkışlı
durgunluk sürecine giriyor olduğunu ve kırılganlık faktörlerinin
giderek çoğalabileceğini ve etkili olabileceğini göstermektedir.
Kriz
faktörü olarak dış borcun kapsamı:
Türkiye'nin
toplam dış borcu, iktidarı
ne ekonomik ve ne de siyasi olarak zor durumda bırakacak boyuttadır.
Önce bu gerçeği
kabul etmek gerekir. Dünya çapında akış içinde olan, en karlı
olanak arayan sermaye hala var ve iktidar bundan yararlanmaktadır.
Dış borcun ekonomiyi sıkıntıya sokabilecek boyuta gelmesi için
GSMH'ya oranının yüksek olması gerekir. GSMH'nın yüzde 60'ına
denk düşen bir dış borçlanma tehlike çanlarının çalmaya
başladığı noktadır. Bu orana ulaşıldığında dışarıdan
para bulmak zorlaştığı gibi maliyeti
de oldukça artar. Uluslararası sermaye,
burjuva politik ekonomide dış borçlanmada
sürekli kıstas alınan bu oran altında kalmayı, her bir
ülke ekonomisinin seyrinin
“iyi” olduğu biçiminde yorumlar. Bu açıdan bakıldığında
Türkiye'nin dış borç tutarı, en azından şimdilik ekonominin
seyrini olumsuz etkileyecek boyutlara henüz varmamıştır.
1990-1915
arasında dış borç seyri bunun böyle olduğunu göstermektedir.
1990-2015
arasından toplam dış borcun GSMH'ya oranını aşağıdaki
grafikte görüyoruz.
Hazine Müsteşarlığı, Dış Borç
İstatistikleri (https://www,hazine,gov,tr/tr) verilerine göre
Türkiye'nin toplam borcu 1990'da 52,381
milyar dolardan 2015'te 398,038
milyar dolara çıkarak 25 sene içinde yaklaşık 7,6 misli artar.
Bu borcun GSMH'ya oranı ise 1990'da yüzde 26,1'den 2015'te yüzde
55,3'e çıkar.
Yukarıdaki
grafik istatistik hilesine de oldukça müsaittir; 1990-2001 arasında
dış borcun GSMH'ya oranı yüzde 26,1'den yüzde 57,7'ye çıktığını
söyleyerek AKP öncesi hükümetlerin borç batağında
debelendiğini, 2001-2015 arasında ise AKP hükümetlerinin dış
borcun GSMH'ya oranını 2005'te yüzde 35,5'e kadar düşürdüğünü
ve 2005-2015 arasında da kabul edilebilir, çevrilebilir seviyede
tuttuğunu söyleyebilirsiniz. Bunun ne kadar siyasi getirisi olur,
onu bilemem, ama gerçek şudur ki, şu andaki seviyesiyle, en
azından GSMH'ya oranıyla faşist rejim belli bir süre daha fazla
sıkıntı çekmeden borçlanabilir. Ama oran yüzde 60'a gelip
dayandığında dışarıdan borç bulma imkanları giderek daralacak
ve ancak uluslararası sermayeye daha çok taviz vererek, örneğin
faizleri arttırarak para bulabilecektir.
İşsizlikte
durum:
İşsizlik
konusunda yapılan
resmi açıklamalar, yayınlanan istatistikler gerçeği yansıtmaktan
uzaktır. İşsizlik, en çok maniple
edilen, istatistik hilelere başvurulan bir konudur. İşsizlik
oranını ne kadar düşük gösterirsen ekonominin de o derece iyi
olduğunu söylemiş olursun. Bu hileye Tüik'in Şubat 2014
itibariyle hesaplama yöntemini değiştirerek işsiz sayılanların
kapsamını daraltmasını da eklemek gerekir. Bu
yöntem değişimiyle binlerce işsiz, bir anda işsiz kapsamından
çıkartılmış oldu.
Her
halükarda
Tüik verilerine göre işsiz sayısı 3 milyonun üzerindedir. Son
birkaç ayda da artış göstermiştir; örneğin bu sayı Ocak
2015'te 3,013 milyondan Aralıkta 3,043 milyona, Mayıs 2016'da 3,158
ve Haziranda da 3,324 milyona çıkmıştır. Bu artış işsizlik
oranını Haziran 2016 itibariyle yüzde 10,9'a çıkartmıştır.
Kapitalist
ekonominin konjonktür hareketindeki
değişim dikkate alınmazsa işsizlikle ilgili veriler yanlış
analizlere neden olabilir. Kapitalist
ekonominin klasik konjonktür hareketine
denk düşen bir işsizlik hareketi de artık pek görülmüyor.
Gelişen teknoloji ve üretimde uygulanması Türkiye gibi ülkelerde
de belli bir kronikleşmiş kitlesel işsizlik oluşturmuştur. Bu
nedenle ekonominin krizde olduğu dönemde artan işsizlik,
ekonominin krizde olmadığı dönemde önemsiz boyutlara
çekilemiyor; belli bir oranda sürekliliği var oluyor. Ekonomide
küçülme olmaksızın işsizlik oranının genellikle yüzde 9 ila
10 arasında seyretmesi bunu göstermektedir.
Sonuç
itibariyle şunu söyleyebiliriz:
Türkiye
ekonomisi, 2008'de başlayan son krizden en erken çıkan (2010 sonu
itibariyle) ve dikkate değer bir büyüme dinamiği sergileyen
ekonomilerden birisiydi. Dünya ekonomisinde önemli ağırlığı
olan AB, Avro Alanı ülkeleri hala kriz-krizden çıkma
aşamasındayken, büyüyen, “yükselen ekonomiler” kategorisinde
sayılan ülkeler de son dönemde belli bir durgunluk aşamasına
girmişlerdir. Bu ülkelerde büyüme oranları küçülmüştür. Bu
ülkelerden birisi de Türkiye'dir.
Moody's'in
not kırmasıyla ekonomide bir fazla üretim krizinin patlak
vereceğinden hareketle politik tavır almak gülünç olur; ama bu
karar, ekonominin genel seyrindeki olumsuzluklar göz önünde
tutulursa, bir sarsıntıya yol açmaz, ama borsada ve dolarda
görülen hareketlilik gibi geçici bazı etkileri olabilir. Türk
ekonomisinde yeni bir fazla üretim krizi patlak verecekse,
tetikleyicisi veya nedeni Moody's'in not kırması olmayacaktır.
Böyle bir periyodik krizin zamanı da yaklaşmıyor değil, ama
krizin patlak vermesine vesile olabilecek faktörleri tanımlamak
henüz mümkün değil.
Dünya
ekonomisi kriz ve durgunluk süreçlerinin çakışacağı bir
noktaya doğru seyretmektedir. Türkiye'de de ekonomi bu seyrin
dışında değildir. Bu gerçekten hareketle politik tespitler hızla
krize giren, krizin ayak seslerinin duyulduğu bir ekonomi
tasavvuruna göre yapılmamalıdır. Bunun hiçbir nesnel verisi yok.
Nesnel veriler, durgunluk sürecinde olan ekonominin verileridir. Bu
veriler bir taraftan dış kaynak kullanma olanaklarının
daraldığını, üretim artışının gerilediğini, ihracatın
zorlaşabileceğini gösterdiği gibi, işsizliğin de artacağını
göstermektedir. Bütün bunlar, dış politik iflasla, Suriye'de
işgalle,
Kürt özgürlük
hareketine karşı savaşla; sürdürülen katliamlarla; darbe
girişimini bahane ederek uygulanan
baskılarla,
özgürlüklere saldırıyla birleştirildiğinde burjuvazinin
yönetememe krizini derinleştirecektir.