deneme

13 Ekim 2016 Perşembe

ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU



ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası - II)

Neden Türkiye ile bu kadar uğraşıyorlar? Erdoğan'ın diktatör olduğunu, faşist, ırkçı olduğunu, dini bütün olduğunu ve bu özelliklerinden dolayı da “sempatik” görmediğinizi anladık. Dünyada bu sıfatlara haiz çok sayıda diktatör var. Onlarla neden bu kadar uğraşılmıyor da Erdoğan'la uğraşılıyor? Yoksa “kasap sevdiği postu yerden yere vururmuş” durumuyla mı karşı karşıyayız? Böyle bir durumla karşı karşıya olmadığımız açık. Ama aynı zamanda Erdoğan sevilmediği, faşist, ırkçı, İslamcı olduğu için gitsin durumuyla da karşı karşıya değiliz. O zaman bu darbe girişiminin, Erdoğan gitsin demenin; bunda ısrarlı olmanın başka nedeni veya nedenleri olsa gerek. Darbe, girişimden öteye geçemediği ve iktidarda kaldığı için şimdi Erdoğan'ın eline hiç beklemediği fırsatlar geçti ve o da bunları tepe tepe kullanıyor; savaş uçağının düşürülmesinden sonra Rusya ile neredeyse savaşın eşiğine gelinmişti, ama şimdi ilişkiler, uçak krizinden önceki gelişmişlik seviyesinin üstüne taşınıyor; Putin ve Erdoğan “can ciğer dost” oldular. ABD ve AB, kendi eserleri olan başarısız darbe girişiminden sonra süklüm püklüm durumdalar; suç üstü yakalandılar. Batı'lı güçler darbeyle Erdoğan'ın gideceğine; istedikleri bir iktidarın geleceğine kesin gözüyle bakıyorlardı. Ama olmadı ve darbenin gerçekleşememesinden duydukları rahatsızlığı hiç de diplomatik olmayan dille ifade ederek duydukları hazımsızlığı dünya kamuoyuna yansıttılar. ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler darbe sürecinde müttefikleri Türkiye'ye karşı hiç de müttefiklik ilişkilerine tekabül etmeyen, hasmane tavır almışlardır. Bu tavır, bu ülkelerde resmi ve özel birçok medya organı tarafından dile getirilmişti. Şimdi ise mevcut ilişkileri daha da germemek ve Erdoğan'ın daha fazla Kuzey'e ve Doğu'ya bakmasını engellemek için birtakım dayatmalarına evet demek zorunda kaldılar. Cerablus'un işgaline ABD'nin adeta boyun eğmesi ve son olarak da “uçuşa yasak bölge” talebine AB'nin olumlu yaklaşımı buna birer örnektir.


Erdoğan ile ilişkileri geliştirmekte Rus emperyalizmi cesaretli, Batılı emperyalist güçler ise korkak! Peki Erdoğan ve faşist rejimi vazgeçilemez derecede önemli kılan ne? Ve aynı zamanda Batılı emperyalist güçler bu rejimin üstüne neden bu kadar gidiyorlar? Türkiye'nin emperyalist ülkelerle ilişkilerinin seyrini bu iki soruda aramak gerekir. Bu iki soruya ilk makalede cevap vermeye çalışmıştım.

Kısaca:
Birinci soru üzerine: Mevcut sınırlarıyla Türkiye, dünyada eşi olmayan bir coğrafyaya sahip. Bu coğrafya, bu kara parçasını dünya jeopolitiksında oldukça önemli kılmaktadır. Bu açıdan bu coğrafya “belalı”dır. Bu coğrafyada ülke olarak oldukça barışçıl; “karınca incitmez” olabilirsiniz. Ama dünya hegemonyası planları olan ülkeler sizi rahat bırakmaz. Bu coğrafyadaki ülkeyi kendi çıkarları için kullanmak isterler. Dünya hakimiyeti jeopolitikasına tarihsel olarak da baksanız, bir biçimde bu coğrafya karşınıza çıkar. Petrolün bulunmasından önce bu coğrafya hem Avrasya'yı sınırlayan hem de Batı-Doğu, Güney-Kuzey yönlerinde geçiş alanı olduğu için vazgeçilemezdi. Şimdi buna bir de enerji sevkıyat alanı olma özelliği eklenmiş oldu. 
 
Dünya hakimiyeti için geliştirilen jeopolitik açılımlarda esas olan, Avrasya'nın; daha ziyade bugünkü Rusya'nın işgalidir. Mackinder'in “dünya adasının çekirdeği”, Brezinski'nin “orta bölge” dediği bu alanı elde etmek için Mackinder'in “Yakın ve Ortadoğu'nun kurak bölgesi, Brezinski'nin “Güney” diye tanımladığı alanda denizleriyle birlikte Türkiye coğrafyası vazgeçilemez stratejik bir öneme sahiptir. Bu coğrafya, Avrasya'ya sahip olma planı olan her güç için vazgeçilemezdir (Bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, Ceylan Yayınları, 2009).

Dünyayı, gönlünüze göre istediğiniz kadar küçültebilirsiniz. Dünya ekonomisini bir daha ayrışmayacak derecede bütünleştirebilirsiniz. Ama dünyanın bir coğrafyadan, tek tek ülkelerden ve ekonomilerden ibaret olduğu gerçeğini ortadan kaldıramazsınız. Bu gerçeği görmek zorundasınız. Bu gerçek bize şunu söylüyor: Kapitalist üretim biçimi koşullarında emperyalist küreselleşme ne denli ilerlemiş olursa olsun, emperyalist hegemonya için coğrafyaya hakimiyet bu işin olmazsa olmazıdır. Dünya ekonomisinin bütünleşme tarihi yeni değildir. Peki, bütünleşti de ne oldu? İşgaller, dünya hegemonyası için jeopolitik açılımlar son mu buldu? Bütünleşmiş dünya ekonomisine hakim olmak, fiziki (coğrafi) işgali, nüfuz altına almayı önemsiz mi kıldı? Öyleyse şu Ortadoğu'nun hali, Ukrayna'nın hali, Libya'nın hali, Afrika'da Fransız emperyalizminin varlığı, Yemen savaşı, Balkan yarımadasının emperyalistler tarafından kontrolü vs. ne anlama geliyor? Açık ki, bütünleşmiş dünya ekonomisinde ekonomi üzerinde hakimiyet yetmiyor. Öyleyse fiziki işgal, emperyalizm koşullarında dünya hakimiyeti için vazgeçilemezdir. Tam da bu nedenle Türkiye coğrafyası, üzerinde yaşayan halklar, topluluklar için “belalı” bir coğrafyadır. Bu coğrafyada devlet olarak başkalarından bir şey istemeseniz de başkaları kendi çıkarları için sizden bir şeyler isteyecektir. Osmanlı'dan bu yana bu hep böyle olmuştur. Osmanlı devleti yayılırken, işgal ederken güçlü olduğu için üstüne gelen olmamıştır. Ama Rusya, Rusya olduktan sonra Orta Asya, Hazar Havzası işgalinin yanı sıra sürekli Karadeniz ve boğazlar üzerinden Güney'e inme hayali içinde olmuştur. Ortadoğu'da petrolle birlikte emperyalist güçler, o zaman için Fransa, İngiltere ve Almanya, bu bölgeyi işgal etmek, kendi çıkarlarına göre bölme çabası içinde olmuştur. Sykes-Picot Anlaşması (1916) bu emperyalist hegemonya girişiminin doğrudan bir sonucudur.

Bu coğrafyada var olabilmek için fazla bir seçenek yok: Ya bağımlılık ilişkisine girmeyecek derecede güçlü olursun veya da bağımlılık ilişkileri içinde ezilirsin, sömürülürsün, talan edilirsin, hakim emperyalist gücün çıkarlarına koşulursun. Başka bir ihtimal daha var: Kurtuluş savaşından sonra 1940'lı yıllara kadar Türkiye'de olduğu gibi hiçbir emperyalist devletle bağımlılığı beraberinde getiren ticari, siyasi, ekonomik, askeri anlaşmalar imzalamazsın. Mevcut dünya konjonktüründen yararlanırsın: Türkiye, o zaman ekonomik olarak oldukça güçsüz olmasına rağmen sosyalist Sovyetler Birliği ile kapitalist dünya arasındaki çelişkilerden; bu çelişkilerden kaynaklanan geçici kurulmuş politik dengeden yararlanmıştır. (Siyasi, ticari, ekonomik, askeri anlaşmalar; yabancı sermaye, kredi vb. alanlarındaki durum için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, Kitap 2, Ceylan Yayınları 1999).

1945'lerden itibaren ise başta ABD olmak üzere her bakımdan bağımılık ilişkilerine girilmiştir. Sonuçta Türkiye, 2000'li yıllara kadar emperyalist çıkarların bekçiliğini yapan, emperyalistler için sorunsuz bağımlı bir ülke olarak var olmuştur.
2000'lerin başından bu yana ise Türk burjuvazisi her şeye, her emperyalist isteğe kolay kolay evet demeyen, kendi çıkarlarını da gözeten bağımlılık ilişkilerini sürdürme sürecine girmiştir.

İkinci nokta üzerine: Eşitsiz gelişme yasası, kapitalizmin nesnel, içsel bir yasasıdır; eşitsiz gelişme yasası olmaksızın kapitalizm de olmaz. Her bir kapitalist ülkenin farklı gelişme göstermesinin nedeni bu yasanın işlerliğinden dolayıdır; birtakım imkanlar sonucunda her bir ülkede ekonomik gelişme farklı olur. Türk burjuvazisi de bu imkanlarını kullanarak gelişmesinin son yıllarında emperyalist ülkelerin her dayatmasına boyun eğmeyen, kendi çıkarlarını da göz önünde tutan bir aşamaya gelmiştir. Dünya ekonomisinde sayılı güçlerden birisidir; bölgesel bir güçtür ve 2000'lerden bu yana dünyaya açılımı, emperyalist ülkelerin dikkatinden kaçmamıştır. Mevcut sınırların artık dar geldiğini düşünen sermaye, dünya pazarında pay kapma derdindedir. Diktatör Erdoğan da bu sermayenin çıkarlarını siyasi olarak temsil etmektedir. Erdoğan'ın dış politikası Türk sermayesinin çıkarlarını dile getirmektedir. Bu da emperyalist ülkelerin çıkarlarıyla, Türkiye'de ve Türkiye üzerinden planlarıyla çelişmektedir. Bu nedenle Erdoğan'ın gitmesi ve emperyalist çıkarlara kolay koşulabilenin gelmesi istenmektedir.

Türkiye'nin ekonomik gücünü önemsemeyebiliriz, küçümseyebiliriz. Ama üreten ve bu anlamda dinamik bir ekonomi olduğunu unutmayalım (Bu konuda “sol” olarak ortak bir yanımız vardır; hep el ele verdik, cehalet düzeyindeki ekonomi değerlendirmelerimizle memleketi sürekli batırdık, krizden çıkartmadık, ama hiçbir değerlendirmemiz doğru çıkmadı. Bu öznelliğimizin sınıf mücadelesine “katkı”sını hala sorgulamıyoruz). Ama Türk burjuvazisi, yukarıda belirttiğimiz noktalardan dolayı mevcut bağımlılık ilişkilerini sorgulamaktadır; artık eski bağımlılık ilişkileri içinde değil de, yeni oluşturulacak ilişkiler içinde olmak istediğini politikalarıyla dile getirmektedir. Türkiye ile emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin kaynağı da budur. 'Dünya gücüyüm, dünya çapında oyuncuyum' abartısını (isterseniz buna saçmalık da diyebilirsiniz) bir kenara bırakırsak, bölgesel güç olmasının gereğinin yerine getirilmesini talep etmektedir. Bu da çelişkileri, farklı politikaları beraberinde getirmektedir. Örneğin Ortadoğu'da Irak'ta, Suriye'de Amerikan emperyalizmiyle Türkiye arasındaki çelişkilerin kaynağı bu farklı duruşlarda aranmalıdır. Balkanlarda Türkiye, başta AB olmak üzere hemen her emperyalist ülkeyi rahatsız etmektedir. Keza Afrika'da da öyle. Kafkasya-Hazar Havzası'nda, Orta Asya'da Rusya ile çelişki içindedir. Doğu'dan (Hazar Havzası) ve Güney'den (Ortadoğu ve Doğu Akdeniz) enerji sevkıyatı için en uygun geçiş koridorunun Anadolu coğrafyası olması Türk burjuvazisine ayrı bir fırsat vermektedir.
Bu nedenlerden dolayı Türk burjuvazisi, artık, şimdiye kadar olduğu gibi kendine biçilen rolü kabullenmek, kendine biçilen gömleği giymek istemiyor; o rolün ve gömleğin biçilmesinde bizzat söz sahibi olmak istiyor.

Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'nin ve revizyonist blokun dağılması sonrasında Türk burjuvazisinin eski bağımlılık ilişkileri içinde kalmama eğilimi gelişmiştir. İki süper güçlü dünya yıkılmış, yeni bir dünya düzeninin kurulması için de rekabet, çatışma devam etmektedir. Türk burjuvazisi bu yeni oluşum içinde güçlü olarak, pay sahibi olarak yer almak istemektedir. Türkiye'yi çevreleyen jeopolitik koşullardaki köklü değişimden doğrudan etkilenen Türkiye, bu koşullardan yararlanmak istemektedir. Hem bölgesel hem de dünya çapında jeopolitik kaynaklı emperyalistler arası çelişkilerin dönem dönem keskinleştiği ve savaş boyutlarını aldığı Balkanlar-Kafksya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin tam ortasındadır. İstemese de salt bu çelişkiler ve çatışmalar yumağının ortasında kalmakla bu gelişmelerden doğrudan etkilenmektedir.

Zor bir coğrafyada Türk burjuvazisinin, emperyalist ülkelerden bağımsız bir politika geliştirmesi için en azından o emperyalist ülkeler kadar güçlü olması gerekir. Olamadığına göre ABD, Rusya, AB gibi hareket etme olanağı da yoktur. Sınır komşularımızdan ekonomik ve askeri bakımdan güçlü olmamız, dünyada ne kadar hakimiyet peşinde koşan emperyalist ülke varsa hemen hepsinin Türkiye'nin yakın çevresini oluşturuyor gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye’yi çevreleyen coğrafyadaki jeopolitik gelişmeler; Avrasya sorunu, ABD, AB, Rusya Federasyonu, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya, Çin göz önünde tutulmaksızın Türk burjuvazisinin yeni ilişkiler geliştirmesi mümkün değildir.
Bu jeopolitik konumdan kurtulamazsınız; bu coğrafya, Türk burjuvazisinin kaderini belirleyecek derecede “belalı”dır. Türkiye öncesinde, Osmanlı döneminde de aynı “bela” ile karşı karşıya kalınmıştı:
1453'te İstanbul'un alınması, Bizans İmparatorluğu'nun yıkılması ile bu topraklara yaslanan Osmanlı devleti, Asya ve Avrupa arasında önemli bir kavşağı, geçiş alanını kontrol etmeye başlamıştı. O zamanın koşullarında ekonomik ve askeri olarak güçlü olmasından dolayı Avrupa ve Ortadoğu'da geniş alanları işgal edip kendine bağlayabiliyordu. O dönem Osmanlı İmparatorluğu, Viyana kapılarına dayandığı zamana (1683) kadar, en azından Avrupa'nın “süper güç”lerinden birisiydi.

Osmanlı devletinin yükselişinde, sahip olduğu coğrafya önemli bir rol oynamıştı; Osmanlı bu coğrafyanın jeopolitiğini kullanmasını bilmişti. Ama Uzakdoğu'da, Avrupa ve Amerika'da Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışında kalan yeni ticaret yolları keşfediliyor ve bu yollar ekonomide önemli oluyorlar; Avrupa'da kapitalizm yükselişe geçiyor; bu dünya koşullarında gerileme dönemine giren Osmanlı devleti için aynı coğrafya bu sefer baş belası olmaya başlıyor; küreselleşen kapitalizm, rekabet, Osmanlı devletinin sahip olduğu coğrafyanın jeopolitik özelliğini ön plana çıkartıyor. “Hasta adam”, I. Dünya Savaşı sonucunda öldürüldü ve bu coğrafya da o dönemin hakim emperyalist güçleri tarafından paylaşıldı. Şimdi de Türkiye üzerinde bölme parçalama planları var mı? Olabilir. Dün vardı; Osmanlı parçalandı; Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu'nun Fransa ve İngiltere arasında paylaşılması, Sevr Anlaşması ile Anadolu'nun parçalanması. Bugün de jeopolitik çıkarları için aynı planları uygulamak isterler; haritaları basılmış planları da var. Ama Erdoğan'ı indirmek için değil, bölgede jeopolitik derinliği olan bir ülkeyi etkisizleştirmek için bunu yapabilirler.

Coğrafyamızda ve yakın coğrafyamızda dünya hegemonyası için veya dünya hegemonyasında söz sahibi olmak için en güçlü emperyalist ülkeler bu dar alanda tepişiyorlar ve bunu yaparken de müttefiklik adı altında bölgesel güçleri kullanıyorlar. Türkiye açısından baktığımızda bu kullanma şöyle görülmektedir:
Amerikan emperyalizmi, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Rusya ile Ortadoğu'da ilk kez Suriye savaşı nedeniyle -Rusya'nın bu savaşa müdahil olmasından sonra- işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Amerikan emperyalizmi, ilk Irak savaşından bu yana bölgeyi yakıp yıkmış, milyonlarca insanın ölümüne, göç etmesine, sakat kalmasına neden olmuştur. Bu süreçte bölgesel müttefiklerine de bugünkü kadar ihtiyaç duymamıştır. Ama şimdi; Rusya'nın Suriye'de ve Suriye üzerinden Ortadoğu'da aktif olması, hem ABD'nin hem de AB'nin çıkarlarını istedikleri gibi gerçekleştirmeleri önünde engel olmaktadır; en azından bu gerçeklikten dolayı zorlanmaktalar. Bu nedenle, son gelişmelerin de gösterdiği gibi bölgesel ve yerel güçler olmaksızın hareket alanları daralmaktadır. Amerikan emperyalizm, Türkiye'nin Suriye'yi işgal hareketinden önce şunu demeye getiriyordu: Artık Suriye sorununu Rusya ile işbirliği içinde çözümlemek zorundayım, bu politikamı gerçekleştirmek için müttefiklik görevlerini yerine getirmelisin; yani ne dersem, neyi doğru bulursam onu yapmalısın.
Aynı zamanda dünya hakimiyeti jeopolitikamın doğrudan bir ifadesi olarak Kafkasya bölgesinde, Avrupa'da (Balkanlar ve Ukrayna) ve nihayetinde Orta Asya'da Rusya'yı çevrelemek zorundayım. Bunu gerçekleştirmek için müttefiklik görevini yerine getirmelisin.
Amerikan emperyalizmi, bu her iki politikasının Türkiye'yi doğrudan ilgilendirdiğini, Türk burjuvazisinin de birtakım hesaplarının olabileceğini; bu iki politikanın kendi geleceğini doğrudan ilgilendirdiğini bilmiyor olamaz.

Türkiye'ye önerilen, biçilen rol şuydu:
Ortadoğu'da IŞİD'de karşı bizim doğru bulduğumuz biçimde mücadele et. Rojava'da YPG'yi görme veya onunla “komşu” olarak geçinmeye çalış. “Güvenli bölge” sevdasından ve Rojava'da Kantonların birleştirilmesi önünde engel olmaktan vazgeç. Suriye ve Irak'taki (Musul) gelişmelere bizzat müdahil olma; uzaktan bak ve talep edersek bize yardımcı ol.
Aynı zamanda Rusya'ya karşı Karadeniz'de, Kafkasya ve Orta Asya'da ileri karakol görevini yerine getir.

Amerikan emperyalizminin Türkiye'ye biçtiği rolde bir değişme yok. Ama Türkiye eski Türkiye olmadığı için kendine biçilen role artık razı değil: Birincisi, Türk burjuvazisinin Erdoğan ve AKP hükümetleri vasıtasıyla dile getirdiği bölgesel çıkarlarının göz ardı edilmesi, ABD-AB ve Türkiye arasında çelişkilerin oluşmasına, derinleşmesine ve kesinleşmesine neden olmuştur. Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, Erdoğan gitmelidir, Erdoğan'sız AKP taleplerini darbeyle gerçekleştirmeye çalışmışlar ve başarısız kalmışlardır. 15 Temmuz darbe girişimi Batılı emperyalist güçlerle Türkiye arasındaki ilişkilerin artık darbe öncesinde olduğu gibi olamayacağını göstermektedir. Faşist rejim bunu açıktan, Batılı emperyalist güçler ise hal ve hareketleriyle dile getirmektedir. Tabii avanak küçük burjuva buna esip gürleme, kuru sıkı atış diyecektir.

Bu arada Türkiye-Rusya ilişkilerindeki oldukça hızlı gelişme, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlere büyük bir dert olmuştur.
Türkiye ve Rusya arasındaki yeni ilişkiler, hem Rusya hem de ABD-AB bakımından bölgemizde emperyalist jeopolitikaları alt üst edecek gelişmelere yol açabilir. Bu iki, AB'yi de sayarsak dünya çapında etkili olan bu üç rekabet merkezi arasındaki çelişkilerden en çok yararlanabilecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.

Her dönemin hegemon güçleri, son dönemlerinde kontrol edilebilir bir Osmanlı'ya, genel anlamda 1940'lardan, ama özellikle de II. Dünya Savaşından sonra kontrol edilebilir bir Türkiye'ye alışmışlardı. Buna en çok ve uzun bir dönem ABD alışmıştı. Türkiye-Rusya arasındaki yeniden yakınlaşmadan en çok rahatsız olan Amerikan emperyalizmi olmuştur; bu yakınlaşma onun bölgemizdeki (Ukrayna, Karadeniz, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu) çıkarlarına tamamen ters düşmektedir. ABD, sorunsuz, kontrol edilebilir bir AKP için Erdoğan'a evet demişti. Ama bugün, 15 Temmuz öncesinde başlayan, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise doruk noktasına varan ABD-Türkiye çelişkileri, kontrol edilemeyen, sorunlu bir AKP ve Erdoğan ortaya çıkartmıştır. Özellikle Suriye savaşından bu yana Türkiye ile ABD arasında ilişkilerde gerginlik, kontrollü bir biçimde darbe girişimine kadar sürdürüldü, ama şimdi sürdürülemiyor; birinin a dediğine diğeri b diyor.
Her iki ülke arasındaki ilişkilerin bugünkü gelmiş olduğu nokta, her iki ülkenin de birbirinden vazgeçebilecek olduklarını göstermez. Türkiye ABD'den vazgeçmeye çalışsa bile, ABD bunu engellemek için birtakım tavizler, daha öncesinde hiç düşünemediği veya düşünmek istemediği tavizler verecektir. Bu aynı zamanda AB için de geçerlidir.

Amerikan emperyalizmi, dünya gücü olarak kalmak ve en önemli rakibi Rusya (ve Çin'le) dünya hegemonyası için rekabetini devam ettirmek istiyorsa Türkiye'den vazgeçemez.
Türkiye-Rusya yakınlaşması sonuç itibariyle ABD'nin aleyhine, Rusya ve Türkiye'nin lehine olmuştur. Bu yakınlaşmanın sonuçlarını; ekonomik ve özellikle de jeopolitik sonuçlarını daha şimdiden Ortadağu'da görmeye başladık.

Türkiye'de faşist rejim açısından:
1-ABD, müttefiklerinin de çıkarları olabileceğini gözetmiyor. Darbe girişiminde ABD'nin parmağı var. Bu nedenle ABD, en azından bu süreçte güvenilir bir müttefik, dost bir ülke değildir. “Stratejik ortaklık”, “model ortaklık” böyle olmaz.
Bu durumda Rusya ile ilişkileri geliştirmek çıkarımızadır.
2-Rusya ile yakınlaşmadan sonra Türkiye'nin iflas eden Suriye politikası yeni bir ivme kazanmıştır; daha önce söyleyip de bir türlü gerçekleştiremediği planlarını Rusya ile uyumluluk içinde gerçekleştirmek için adımlar atmaya başlamıştır; IŞİD'e karşı mücadele adına Suriye'de işgal girişimi; Rojava'da Kantonların birleşmesini önlemek, güvenli bölge kurmak. Tabii bu politika son kertede Esad'la yeniden bir araya gelmeyi de beraberinde getirebilir.

3-Ekonomik açıdan Türkiye, Rus pazarının kapanması ve ekonomiyi ilgilendiren birtakım anlaşmaların rafa kaldırılması nedeniyle girmiş olduğu sıkıntıdan kurtulmuş oluyor.

Rusya açısından:
1- Rusya, aslında Türkiye'den “çok fazla” bir şey istemiyor; NATO'dan çık, Batı ile bağlarını kopart demiyor. Sadece, ABD'den biraz uzak dur diyor. Bu bakımdan Rusya'nın, bir NATO ülkesi olan Türkiye'yi yanına çekmesi Batı açısından pek hazmedilebilir bir durum değildir. Ne de olsa Türkiye, askeri gücü ve coğrafi konumu bakımından herhangi bir NATO ülkesi değildir. NATO üyesi Türkiye'nin örneğin Ortadoğu'da, somutta da bugün için Suriye'de NATO ile değil de Rusya ile ortak hareket edebilir durumda olması, sanırım Batı açısından durumun vahametini yeteri kadar açıklamaktadır.

2- Rusya, Türkiye'nin Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu politikasını ona karşı olarak değil de onu yanına çekerek kontrol edilebilir yapmaya çalışmaktadır. Yeni yakınlaşma ile bu olanağa, ABD'den daha çok sahip olacaktır. İki ülke arasındaki ilişkilerin seyri bunu göstermektedir.

3- Rusya da ekonomik bakımdan iyi durumda değildir; özellikle Batı'nın uyguladığı ambargo ve ekonominin genel seyrindeki durgunluk, Rusya'yı da ekonomik bakımdan Türkiye ile daha yakın ilişkiye sürüklemektedir.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra bölgemizde Türkiye-ABD-AB-Rusya ilişkilerinde sorunu ABD-AB ve Rusya'nın nasıl algıladığından ziyade Türkiye'nin nasıl algıladığı daha önemlidir; Türkiye, jeopolitik konumu bakımından söz konusu bu güçlerin her biri için önemlidir. Onu kaybetmemek için birtakım çıkarlarının göz önünde tutulması gerektiğini ABD ve AB en azından şimdi anlamışlardır. Rusya da işin farkındadır. Sorunun bu yönünden dolayı Türk burjuvazisinin neyi nasıl algıladığına bakalım:

Türkiye-ABD arasındaki ilişkiler, Obama döneminde “stratejik ortaklık” kapsamını aşarak “model ortaklık” olarak tanımlanmaya başlanmıştı. Ne var ki, bu iki NATO üyesi ülke arasındaki model denilebilecek kadar “üst seviye”deki ilişkiler, hiç de öyle eşit ülkeler arası ilişkilere benzememekteydi; en azından ABD, Türk burjuvazisini çıkarlarına koşmak için “stratejik ortaklık” anlayışını “model ortaklık” anlayışına çevirmekte bir sakınca görmemişti. Bunun anlamı şudur; Ortaklığı yeniden tanımlayarak Türk burjuvazisinin ağzına bir kaşık bal çalabilir ve yapılması gerekeni yaptırabilirsin. Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda hareket edildiği oranda Türkiye, nasıl tanımlanırsa tanımlansın iyi bir ortaktır; aksi taktirde değildir.

Suriye savaşından bu yana, bu ülke ve dolayısıyla Ortadoğu üzerine giderek farklılaşan politikalardan dolayı Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler gerilmeye başlamıştır. Bir örnekle yetinelim: ABD'nin PYD'yi desteklemesi, yapılan silah yardımı, Türk burjuvazisi tarafından kabul edilebilir görülmemektedir; bunu AKP hükümeti ve Erdoğan, müttefik bir ülke tarafından sırtında hançerlenmek olarak değerlendirilmektedir. Aynı durum 15 Temmuz'dan sonra F. Gülen'in Türkiye'ye teslim edilip edilmeyeceği sorununda da geçerlidir.
Tarafların niyetinden bağımsız olarak şu söylenebilir: ABD ve bütünselliği ve Almanya, Fransa gibi önde gelen ülkeleri bazında AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi sürdürülmesi pek mümkün gözükmemektedir. 15 Temmuz bir milat mıdır, bunu zaman gösterecektir. Ama bu darbe girişimi ve Batı'lı güçlerin bu girişimdeki rolü veya en azından sessiz kalmaları, Türkiye ile ilişkilerde yıllarca, on yıllarca sürebilecek bir etkiye sahip olacaktır; her halükarda Batı'lı emperyalist güçlerin alışageldikleri bağımlılık ilişkilerinin maddi zemininin kalmadığı Türk burjuvazisinin siyasi sözcüleri AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından sürekli dillendirilmektedir; özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana bu, diplomasi dilini zorlayan açıklamalarla yapılmaktadır. Türk burjuvazisinin talep ettiği yeni ilişki düzeyi, yeni bağımlılık temelinde ilişkiden başka bir şey değildir. Türk burjuvazisi, kendi çıkarları için yeni bir ilişki için direnme ve mücadele etme eğiliminde olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun için elinde kendisi açısından oldukça önemli kozları da var. Bu eğilimin lafta kalıp kalmayacağını da önümüzdeki süreçte göreceğiz. Ortadoğu'da her iki ülke arasında açığa çıkan çelişkiler bunun bir ifadesi olarak görülebilir.

Dünya çapında oyuncu olma hikayesini bir kenara bırakırsak Türk burjuvazisinin birtakım bölgesel talepleri ve özellikle Suriye eksenli politikalarda en yakın küresel ve bölgesel müttefikleriyle farklı düşünmesi sonuçta bu müttefik aktörlerle sorunlar yaşamasına neden olmuştur. Türkiye kuruluşundan sonra ilk kez böylesi bir durumla; çok sayıda küresel ve bölgesel müttefikleriyle çelişkili bir sürece girmiştir. Darbe girişimi sürecinde ve takip eden günlerde ve haftalarda Batı'lı müttefikleri; en azından NATO üyesi ülkeler tarafından yalnız bırakıldığını sürekli vurgulayan faşist rejim, aynı dönemde Rusya, İsrail ve Mısır ile yaşadığı sorunları çözme çabası içinde olmuştur. Bu iki durum; bir taraftan darbe girişimi ve yalnız bırakılmışlık ve diğer taraftan da Rusya, İsrail ve Mısır'la sorunlarını çözme girişimi, Türk burjuvazisinin dış ve iç politikasına damgasını vurmuştur.

Belirttiğimiz nedenlerden dolayı dış politikada zorlu bir sürece girmek, Türkiye'nin Batı'lı müttefikleriyle veya Batı'lı müttefiklerinin Türkiye ile bağları kopartıp atacağı; Türkiye'nin küresel eksen değiştireceği anlamında yorumlanmamalıdır. Böyle bir kopuşma -olacaksa- kolay kolay ve kısa zamanda olmaz. Ama Türk burjuvazisi Batı'yla müttefiklik anlayışını bir daha düşünecek, bunu sorgulayacaktır ve dış politikada değişimi, alternatif arayışları Batı'nın atacağı adımlara göre şekillendirecektir. Onun Batı algılaması,15 Temmuz'dan sonra artık böyle okunmalıdır.

Batı'lı emperyalist güçler, diyelim ki ABD ve AB veya da AB'nin önde gelen tekil emperyalist ülkeleri, küresel ve özellikle de bölgesel jeopolitik çıkarlarını büyük oranda kaybetme pahasına Türkiye ile ilişkileri kesip atabilirler mi? Bunu yapamazlar; aksi taktirde Türkiye'nin Batı'yla kopuşma temelinde yeni dış politika oluşturması, bölgesel ve hatta kısmen de küresel jeopolitik açılımların alt üst olmasına neden olabilir.
Bu dönemde Rusya ile başlayan ilişkileri normalleştirme süreci hızlı ilerlemiş ve Türkiye dış politikası bakımından sonuçlar da vermiştir. Türk ordusunun Suriye'ye girmesi, ABD'nin isteğinden dolayı olmamıştır. Bu, Rusya ile Türkiye arasında anlaşmışlığın bir sonucudur. Aslında bu; J. Biden'ın Türkiye'ye geldiği gün Türk ordusunun Cerablus'a girmesi, ABD'ye yapılan bir uyarıdır.

Türkiye ile ABD-AB arasından darbe girişiminden sonra başlayan gerginlik ve Ortadoğu politikasındaki ayrışma, başka bölgelere ve alanlara da sıçrayabilir; bunun maddi zemini vardır.

Darbe girişiminden sonra Türkiye'nin Ortadoğu'da Batı'lı müttefikleriyle birlikte veya bu müttefiklerin merkezde olduğu yeni yapılanmalarda ön planda söz sahibi olmayı, olası yeni yapıları dönüştürebilecek adımlar atmayı kendi gündeminden hiç çıkartmayacak; yeni dış ilişkilerde sürüklenen değil, sürükleyen olmaya çalışacaktır; en azından bunu deneyecektir. ABD'nin Suriye politikası karşısında bu tavrını göstermiştir, keza ABD'nin PYD'ye destekleme politikası karşısın da da aynı tavrı sergilemektedir. Musul üzerinde kopartılan fırtına da buna bir örnektir. Aksi taktirde özellikle ABD, bu esip gürlemenin hesabını Türk burjuvazisine ağır ödetir ve Rusya ile yeni geliştirilen ilişkiler anlamsızlaşır. Dolayısıyla Türkiye ile Batı'lı emperyalist güçler arasındaki şimdiki gergin ilişkileri konjonktürel bir durumun ifadesi olarak görmek oldukça yanıltıcı olabilir.
Bu darbe girişiminden dolayı da Türkiye içte ve dışta (en azından ABD ve bazı AB ülkeleriyle) siyasi kriz yaşamaktadır. Bu krizden çıkış, darbe girişimi sonrası ilişkileri darbe girişimi öncesi ilişkilere endekslemekle; hiçbir şey olmamış moduna girmekle olmaz; söz konusu krizin, sonuçta darbe girişimi olarak patlak vermesinde darbe öncesi Türkiye-ABD-AB ilişkilerinin seyri neden olmadı mı? O halde bu ülkelerle darbe sonrasında ilişkileri darbe öncesindeki ilişkilere indirgemek Türk burjuvazisinin yapamayacağı bir iştir. En azından bunu yapmayacağını hal ve hareketiyle göstermektedir.
ABD ve AB, eskiye dönelimi çok isterler ve ilk “unutalım” turlarını da özür dileyerek yaptılar, ama Erdoğan önderliğinde bu faşist rejim unutmaz. Bu, biraz da olsa Batı'dan uzaklaşan bir dış politika açılımı olur ki, bölgede ve dünyada bu politikayı destekleyen ülkeler çıkabilir.

Böyle bir gelişme olmasın diye veya Türkiye'nin böyle bir dış politik açılıma yönelmesini engellemek için Batı'lı emperyalist güçler; diyelim ki, ABD-AB-NATO, darbe girişimi sonrasındaki Türkiye, Ortadoğu veya Türkiye'nin ilgili olabileceği başkaca politikalarda daha dikkatli olacaklardır. Aksi taktirde bu politikaların Türkiye tarafından sorgulanıyor olduğunu ve darbeyle karşı karşıya kalabileceğini düşünen başka ülkeler tarafından da sorgulanabileceğini bilmeleri gerekir.

Türkiye taraf değiştirirse; yeni müttefiklik ilişkilerini “Şanghay İşbirliği Örgütü”nde ararsa ne olur sorusu Batı'yı oldukça korkutmaktadır. Bu durumda ne olacağı açıktır: Türkiye'nin Batı'da, NATO'dan ayrılarak Rusya-Çin eksenli ittifak ilişkilerine girmesinin bölgesel ve küresel etkileri, bölgesel ve dünya çapında devasa bir değişime yol açabilir; adeta bir devri kapatıp yeni bir devrin açılmasına neden olabilir. Türkiye'nin bulunduğu coğrafya bu değişime yol açabilecek özelliklere sahiptir. Örneğin Türkiye'nin Suriye sorununda ABD'den biraz uzak durması, bölgemizde çok şeyin değişmesine, jeopolitik oyunların bozulmasına neden olabilmektedir.

Suriye savaşı sadece Suriye savaşı değildir
Suriye'den kim ne istiyor veya koskoca dünyada neden Suriye gibi nispeten küçük bir ülke, irili ufaklı emperyalist ülkeler ve gerici bölge iktidarları arasındaki çelişkilerin keskinleştiği ve çözümü için vekalet savaşlarının sürdürüldüğü bir alan oldu? Suriye, Amerikan emperyalizminin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin merkez alanlarında olmasaydı; İsrail ile (İsrail'e göre) nispeten büyük ve güçlü ülke olarak komşu olmasaydı; Doğu Akdeniz'de enerji kaynakları keşfedilmeseydi; Basra Körfezi'nden Avrupa ve dünya pazarlarına enerji nakli için boru hattı rekabeti olmasaydı (Türkiye yerine Körfez'den Doğu Akdeniz'e uzanan boru hattı); İran'ın “Şii Hilali” kavramı üzerinden Doğu Akdeniz'e inme stratejisi olmasaydı; Türkiye'nin Ortadoğu üzerinde tahakküm planları olmasaydı; Rus emperyalizmi Avrasya üzerine Amerikan jeopolitikasını Ortadoğu'da karşılama anlayışı olmasaydı; Doğu Akdeniz enerji kaynakları ve dünya pazarlarına sevkıyatına müdahil olmak istemeseydi; Suriye'de Doğu Akdeniz kıyısındaki üslerinden vazgeçmek isteseydi vs. Suriye'de “Suriye savaşı” diye tanımladığımız bir savaşa gerek kalmazdı veya bu kadar kanlı olmaz ve uzun sürmezdi. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı emperyalistler arası çelişkiler bu ülkede yoğunlaşmıştır. Bu savaşta yenilmek, sadece Suriye'de yenilmek anlamına gelmez. Bu savaştan yenik çıkmak, örneğin Rus emperyalizmi açısından Ortadoğu'dan çıkmak, İran açısından “Şii Hilali” stratejisinden vazgeçmek zorunda kalmak anlamına gelir. Keza Amerikan emperyalizminin bu savaştan yenik çıkması, Ortadoğu'dan çıkmak zorunda kalması veya coğrafi olarak sorunsuz olarak sadece İsrail ile sınırlanmış olması anlamına gelebilir. Türkiye'nin, S. Arabistan'ın eski bağımlılık ilişkileri çerçevesinde ABD'ye kapılarını açması artık pek olası olmayabilir. Irak da ise zor kullanarak varlığını sürdürmesi zorlaşabilir. Suriye yenilgisi Amerikan emperyalizmini bütün bu olanaklardan yoksun kılabilecek önemdedir.
Suriye ve genel anlamda Ortadoğu, “kurtlar sofrası”dır; bu sofrada her bir emperyalist ve bölgesel güç, gücüne göre yer almaktadır ve almaya çalışmaktadır. Bu sofra, küresel ve bölgesel jeopolitik bir sofradır.

Bu genel çerçeve içinde güncel durum nasıl? Veya nüfuz alanlarının yeniden paylaşım mücadelesi hangi aşamada?

Cenevre görüşmeleri ve ABD-Rusya arasındaki ikili görüşmelerde Suriye üzerine bir uzlaşmaya varılamadı. Her iki kampın başını çeken bu iki ülke, Suriye üzerine bir uzlaşmanın sadece Suriye ile sınırlı kalmayacağını, bütün Ortadoğu'da etkili olacağını biliyor. Bu nedenle Suriye'de belki de şimdilik istenen yenişememezliği bütün Ortadoğu'da devam ettirmek istiyor. Her halükarda Suriye savaşında yer alan küresel ve bölgesel aktörler, Suriye'de kendi çıkarlarını geçerli kılmak için savaşa devam ediyorlar.

Suriye savaşı, dünyanın yeniden düzenlenmesi için mücadelenin verildiği alana dönüşmüştür. Bu savaşta yenen küresel güç, bu zaferini sadece Suriye ve Ortadoğu ile sınırlamayacak, bu zaferin etkisini dünyayı kendi çıkarına göre şekillendirmek için kullanacaktır.

Suriye savaşına müdahil olan irili ufaklı bütün aktörlerin çıkarları jeopolitiktir. Söz konusu olan Suriye, ama oyun yerel ülkeler için bölgesel, emperyalist ülkeler için de küreseldir.

Rusya
Rus emperyalizmi, ne pahasına olursa olsun kendi güdümünde “bağımsız” bir Suriye istiyor. Bunu da Esad rejimi üzerinden gerçekleştireceğine inanıyor. Doğu Akdeniz'deki üslerini kullanmak istiyor. Rusya için önemli olan Esad değil, mevcut rejimdir.
İran, “Şii Hilali” stratejisini gerçekleştirmek; Doğu Akdeniz'e ulaşmak, Hizbullah ile (Lübnan) coğrafi ortaklaşmak istiyor.

Her halükarda Rusya ve müttefiki olan İran için önemli olan, Esad rejimini, başka türlü olmuyorsa Esad'sız Esad rejimini ayakta tutmaktır. Rusya'nın Ortadoğu'da kalabilmesinin ve İran'ın Akdeniz'e açılabilmesinin ön koşulu budur. Şüphesiz, Rusya açısından pek olmasa da İran açısından Esad’lı Suriye, Esad’sız Suriye’den daha istenilirdir. Esad'ın gitmesi durumunda, İran’ın ‘direniş ekseni’ olumsuz etkilenir, ama Suriye'de kamplaşma, ayrım hatlarıyla belli olduğu için kırılmaz. Bu ekseni ABD kıramaz, ama sadece Suriye'de değil, Ortadoğu sathında Türkiye-Rusya yakınlaşması İran'ın bu eksenini işlevsiz hale getirebilir.

Henüz açıktan müdahil olmayan Çin de bu politikayı desteklemektedir. Savaşın başlangıcında Suriye'de istediği gibi at koşturan Amerikan emperyalizmi, Rusya'nın soruna doğrudan ve güçlü müdahil olmasıyla adeta neye uğradığını şaşırdı. Rusya'nın bu çıkışını ABD, Cenevre görüşmelerinde diplomatik olarak da kabullenmek zorunda kaldı. Amerikan emperyalizminin bugün Suriye'de, yakın gelecekte de Irak'ta kontrollü istikrarsızlıkla bölgeyi kontrolünde tutma politikası Rusya'nın bölgeye müdahalesiyle geçersiz kaldı ve ABD'nin “hiçbir şey vermeden” kendi politikasına koşmayı amaçladığı Türkiye gibi müttefiklerine de farklı düşünme ve hareket etme yolunu açtı. Rusya, bir daha ateşkes ve barış görüşmeleri olursa o masada kendisinin, Esad rejimi ve İran'ın güçlü olacağı, görüşmeleri yönlendirebileceği koşullar oluşturmakta hatırı sayılır yol almış durumdadır.

ABD
Amerikan emperyalizmi, İsrail için sorun olmayacak derecede küçültülmüş, zayıflatılmış bir Suriye istiyor. Rusya'nın etkili olmamasını, İran'ın bölge üzerinde politik nüfuzunun kırılmasını; bölgenin enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatını kendi çıkarlarına göre yapılandırması önünde engellerin yok edilmesini; Türkiye'nin Suriye ve bölge üzerinde nüfuz sahibi olmasının engellenmesini, gerekirse küçültülmesini istiyor.

Afganistan işgalinden bu yana ortaya çıkan gerçeklerden birisi de, Amerikan emperyalizminin hala en güçlü ve dünya çapında hegemonyası olmasına rağmen bu konumunu artık kolay kolay sürdüremeyeceğidir. ABD, gerileyen, çöküş sürecinde olan bir güçtür. Suriye merkezli Ortadoğu'da bu gerçeği açıkça görmekteyiz. Suriye sahasında başlangıçta her ne kadar sürükleyen konumunda olmuşsa da bugün, Rusya'nın soruna müdahil olmasından sonra sürüklenen konumuna düşmüştür. Türk ordusu Cerablus'u işgal ederken de sürüklenen konumdaydı, Musul meselesinde de muhtemelen öyle olacaktır. Suriye'de kendisine karşı olan güçlerle (İran) Irak'ta Musul'u IŞİD'den kurtarmaya girişmek sürükleyenin değil, olsa olsa sürüklenenin işidir.

Irak'ta ve son olarak da Suriye'de kara savaşına katılmaksızın, kendisi için kara savaşı veren güçler örgüleyerek ve onları hava saldırılarıyla destekleyerek sonuç almak istedi, ama gelinen nokta hiç de beklediği gibi olmadı. İran ile ilişkileri normalleştirerek bu ülkeyi kendi güdümündeki dünyaya bağlamak istedi, ama ABD'yi dinleyen bir İran'dan ziyade Rusya ile müttefik olan, Irak merkezi hükümetini yönlendirebilen, Suriye'de Amerikan karşıtı politikalarını geçerli kılmak için Esad rejiminin yanında yer alan bir İran görüyoruz. Sonuna kadar kullanabileceği bir Türkiye yerine son gelişmelerin de gösterdiği gibi, sonuna kadar kullanamayacağı bir Türkiye görüyoruz. Öyle ki, Ukrayna'da sıkışan Putin, Ortadoğu'da politik ve askeri gelişmeleri belirleyecek, ABD'yi sürükleyecek bir durumdadır.

Amerikan emperyalizminin Suriye'de savaşı zamana yayarak, uzun süre devam etmesinden yana politikası da pek tutmayacak. 30 yıllık bir savaştan bahseden Obama'dan başkası değildi. ABD ulusal güvenlik birimleri de aynı düşüncede. Böylece, uzun süren bir savaşın İran’ın kaynaklarını kurutacağını ve Rusya’nın, Afganistan'da olduğu gibi, Ortadoğu’da pes edebileceğini hesaplıyorlar. Tabii bu politika sadece ve sadece ABD ve İsrail'in çıkarınadır. Ama Suriye coğrafyasındaki son gelişmeler, Musul'un IŞİD'den kurtarılması için yapılan hazırlıklar Amerikan emperyalizminin bu politikasının uygulanma zeminini ortadan kaldırmaktadır.

Koalisyonda yer alan Fransa ve İngiltere Suriye savaşının başlangıcında en azından Türkiye kadar savaş kışkırtıcılığı yapmışlar ve ona göre hareket etmişlerdi. Ama ABD'nin siyasi çaresizliği, isteksizliği, buna ek olarak veya Rusya'nın bu savaşa aktif katılımı, Suriye politikasını sonuç alana kadar sürdürmesini engellemiştir. Savaş kışkırtıcısı Fransa ve İngiltere yerine geriye, göçmen krizinin etkisi ve buna bağlı olarak Alman emperyalizminin yönlendirmesiyle AB'ye göçmen gelmesinde ne olursa olsun, gerekirse Türkiye desteklensin diye düşünebilen ve ona göre hareket eden Fransa ve İngiltere kalmıştır.

Türkiye
Türkiye, Suriye'deki işgalciliğini “terörizme”, somutta da IŞİD'e karşı mücadele ile açıklamasına rağmen, esas amacının Rojava'da kantonların birleşmesini engellemek ve Rojava devrimini boğmak olduğunu açıkça söylemektedir. Rojava'da yapılanan, inşa edilen devrim, Türk burjuvazisi için esas tehlikeyi oluşturmaktadır.

Türk burjuvazisi de, Suriye sorununun Esad'sız çözümlenemeyeceğini, özellikle Rusya ile ilişkilerin yeniden normalleştirilesi için Erdoğan-Putin görüşmesinden sonra bir biçimde dillendirmeye başlamıştır. Türkiye'nin Suriye'de işgalciliğini esas onaylayanlar, ABD değil, Rusya, İran ve Esad rejimidir. Bu, ucu açık bir onaylamadır.

Türkiye, Suriye'den Rusya ile uçak düşürme krizinden sonra tamamen dışlanmıştı. Türk burjuvazisinin algılaması şu; 3 milyon Suriyeli göçmene ev sahipliği yapıyorum, ama gelişmelerden dışlanıyorum. Üstelik bir de en yakın müttefikim olan ABD tarafından da Suriye ve Ortadoğu politikasından dışlanıyorum, Güney sınırlarımın YPG tarafından kontrol edilmesine göz yumuluyor vs.

ABD ile Suriye ve Ortadoğu sorunundan dolayı çelişkilerin artmasından ve keskinleşmesinden, o darbe girişiminden sonra Türk burjuvazisi Rusya ile ilişiklerini yeniden normalleştirmek için atılan adımların doğrudan bir sonucu olarak Suriye'de IŞİD'e karşı mücadele çerçevesinde “güvenli bölge” kurmak için işgal hareketine girişmiştir.
Suriye'de yok sayılan, Suriye politikası iflas eden Türkiye, bugün tamamen farklı bir konumda.
Güncel süreçte Rusya'nın Suriye ve Ortadoğu politikasının Türkiye politikasına, Amerikan politikasından daha yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Rusya ile ilişkileri normalleştirme süreci, aynı zamanda Türkiye'nin Esad rejimiyle yeniden el sıkışması anlamına gelebileceği gibi, IŞİD'e karşı mücadele kapsamında Suriye ve Irak sorunlarına doğrudan müdahil olacağı anlamına da gelmektedir. Tabi bu aynı zamanda ve açıkça söylendiği gibi, Rojava'da kantonların birleşmesini engellemek ve Rojava devrimini boğmak anlamına gelmektedir.

Türkiye'nin Rusya ve İran ile Suriye ve genel anlamda Ortadoğu'da ortaklaştırabileceği her adım, Amerikan emperyalizmine karşı atılmış bir adım olacaktır.

Suriye savaşı aynı zamanda başka bir gerçeği de ortaya çıkartmıştır; Türkiye'nin en büyük, en derin; stratejik ortağı, model ortağı olan ABD, aynı zamanda Ortadoğu'da Türkiye'nin en büyük, en derin, en sinsi ve açık düşmanıdır.

Doğu Akdeniz'in kontrolü sorunu
Bu sorun henüz açıktan dillendirilmiyor ama açık ki, Suriye savaşının seyrine, sonuçlanmasına bağlı olarak alevlenecek olan bir sorundur. Suriye savaşıyla Doğu Akdeniz birbirinden kopartılamaz. Burada Doğu Akdeniz'in enerji kaynakları ve dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabeti ele almayacağım. Bu konu üzerine başka bir makalede durmuştum (Bkz.: ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Ortadoğu Cehennemi - Dar Alanda Jeopolitik “İt Dalaşı”, 31 Ekim 2015).
Burada sadece bu konu bağlamında cevaplandırılması gereken bazı soruları sormakla yetineceğim: Doğu Akdeniz ve Ortadoğu eksenli Mısır-İsrail ilişkileri ve Mısır'da Sisi darbesi; Doğu Akdeniz'de enerji kaynaklarının paylaşımı için hak iddia eden ülkeler ve enerjinin çıkarımı ve sevkıyatı için tekeller ve ülkeler arası rekabet; bu enerji kaynakları ve sevkıyatı bağlamında Kıbrıs sorunu ve başta Avrupa pazarları olmak üzere dünya pazarlarına bu enerjinin sevkıyatı için boru hatları üzerine rekabet ve bu rekabette Türkiye'nin konumu.

Türkiye-İsrail ilişkileri
Ortadoğu ve özellikle Doğu Akdeniz'de enerji kaynakları ve bu enerjinin dünya pazarlarına taşınması bağlamında Türkiye-İsrail anlaşması da ele alınmalıdır. Bu yazının kapsamını genişleteceği ve ayrıntıya boğacağı için burada Türkiye-İsrail anlaşmasının jeopolitik anlamını açıklamaya yönelik soruları sormakla yetineceğim. Doğu Akdeniz'de enerji kaynakları üzerine rekabette İsrail; bu kaynaklarda Filistin'in payı; bu anlamda Filistin-İsrail-Türkiye ilişkileri; Türkiye-İsrail anlaşmasında ABD ve Rus faktörleri; söz konusu enerjinin başta Avrupa olmak üzere dünya pazarlarında taşınmasında Türkiye kilit ülke olabilir mi veya kilit ülke midir? Türkiye-Rusya ilişkilerinin normalleşmesi, Doğu Akdeniz'de ve bu enerjinin dünya pazarlarına sevkıyatında Türkiye'yi nasıl etkiler?

Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri ve Amerikan jeopolitikasında Türkiye'nin yeri
Türkiye-ABD arasındaki ilişkiler geriliyor, çelişkiler keskinleşiyor. Özellikle darbe girişimden dolayı ABD'nin suçüstü yakalanmışlık durumu ve bunu pek de inkar edemeyecek durumda kalması; Suriye, Irak ve Ortadoğu genelinde; Kürt politikasında Türkiye ve ABD arasında ortak politikaların olmaması, Türkiye'nin çıkarlarını, stratejik ortağına rağmen savunmaya çalışması, açık ki her iki ülke arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi devam ettirilemeyeceğini göstermektedir. Her iki ülke arasındaki ilişkilerin eskisi gibi sürdürülemeyeceği gerçeği, Türkiye ile ABD arasındaki bağların kopacağı anlamına gelir mi? İlişkileri kesip atmak bugün için mümkün değildir; Türkiye istese de mümkün değildir. Ayrıca ABD, Türkiye ile ilişkileri hiçbir zaman, özellikle de bugünlerde kesip atmaktan yana olamaz. Öyleyse Erdoğan önderliğinde faşist diktatörlüğün, Türk burjuvazisinin esip gürlemesi boşuna mı? Boşuna değil, hiç de durumu kurtarmak için esip gürlemiyor. Kıbrıs sorununda da “değerli” müttefiki ABD, Türkiye'yi tehdit etti; ABD Başkanı Johnson yazdığı mektuplarla bunu yaptı, ama Türkiye'yi Kıbrıs'ı işgal etmekten alıkoyamadı. Küçük burjuva avanak bunu bir türlü anlayamaz; nasıl olur da efendisine karşı koyabilir? Küçük burjuva avanak için bağımlılık ilişkisi sadece kölelik ilişkisi olabilir. Küçük burjuva avanak, kölenin efendisine karşı mücadelesini kabul eder ve alkışlar, ama bağımlı ülkenin bağımlılık ilişkilerini değiştirmek için zorlamasını asla kabul edemez, ederse bağımlı ülkenin bu çabasında bir “antiemperyalizm” arar ve korkuya kapılır. Küçük burjuva avanak, üstelik bir de Marksist, bunun bağımlılık ilişkilerini kendi lehine yontmak, daha fazla pay almak anlamına geldiğini, ben de varım, benim de çıkarlarım bu ilişkilerde göz önünde tutulmalıdır demek istediğini bir türlü anlamaz.
AKP hükumeti; Erdoğan önderlinde faşist diktatörlük tam da bunun kavgasını veriyor “değerli” müttefikine karşı. Ama bu kavga, belirttiğimiz nedenlerden dolayı kopuşmaya kadar gidemez, en azından bu aşamada gidemez veya AKP bu kopuşmayı göze alamaz. Bu “belalı” coğrafyada bu kopuşu sağlamak için ya karşı koyacaksın veya da başka bir müttefiklik ilişkisi içine gireceksin. Türkiye böyle bir kopuşa bugün ve yakın gelecekte ne karşı koyabilecek güçtedir, güçte olabilir ne de başka bir müttefikilik ilişkisi kurma eğilimindedir. Bu konuda “Avrasyacı”ların hayalini bir kenara koyalım. Bir kenara koyalım, çünkü “Şanghay İşbirliği Örgütü”, belli bir amacı olsa da henüz ne olacağı belli olmayan bir yapılanmadır. Diğer taraftan ABD ile kopuşmak ve Rusya'ya yaslanmak Türk burjuvazisinin çıkarına değildir. Batı ile bağlarını koparmış bir Türkiye, Rusya ile uzun vadeli “sağlıklı” ilişki geliştiremez. Kafkasya/Hazar Havzası ve genel anlamda Orta Asya üzerine rekabeti; bu rekabetin önümüzdeki dönemde alevlenebileceğini göz önünde tutarsak, Türkiye'nin bu alanlarda sadece veya özellikle Rusya'ya karşı rekabet içinde olacağını görürüz.
Bu nedenlerden dolayı ABD-Türkiye arasındaki çelişkilerin, gerginliğin bir kopuşmaya götürmeyeceğini, ama bunun sadece bir esip gürleme de olmadığını, bağımlılık ilişkilerinde yeni düzenlemelere yol açacağını görmemiz gerekir.

Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyetinde; bu hakimiyet için planladığı ve uygulamaya koyduğu jeopolitikalarda Türkiye'nin sürekli bir yeri olmuştur; bu yer, Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından sonra daha da önemli olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde; o iki kutuplu, iki süper güçlü dünyada Türkiye, NATO üyesi olarak Batı'nın doğuda ileri karakolu, “Yeşil kuşak”ın önemli bir parçasıydı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ise Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının olmazsa olmaz bir parçası olmuştur. Amerikan emperyalizmi, 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini sürdürmek için, umutsuz da olsa bu jeopolitikayı uygulamanın yol ve yöntemlerinden hala vazgeçmemiştir. Türkiye'nin bu plandaki yeri Amerikan emperyalizminin jeopolitikacıları tarafından ayrıntılı olarak analiz edilmiştir.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini sürdürmek için uyguladığı veya uygulamaya çalıştığı jeostrateji ana hatlarıyla şöyledir:
1-Orta Asya Türk cumhuriyetlerini Rusya'dan uzaklaştırmak, kendine bağlayabilmek.
2-Rusya ve Çin'in ortak hareket etmesini engellemek.
3-Rusya'yı çembere almak, tecrit etmek.
4- Enerji (petrol, doğal gaz) kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyat yollarını kontrol etmek.
5-Dünya ticaretinde ve askeriyesinde önemli olan su yollarını (boğazları) kontrol etmek.

Bu stratejiyi gerçekleştirmek için rekabet bugün nerede sürdürülüyor? Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninde; Balkanlarda (bunun kavgası yapıldı ve mevcut çelişkiler şimdilik yatıştırılmış durumda); Ortadoğu'da (rekabet savaş boyutunda bütün şiddetiyle devam ediyor), Ortadoğu'nun bir parçası veya geniş Ortadoğu'nun bir alanı olarak Doğu Akdeniz'de hakimiyet, Ortadoğu'da kimin hakim olacağına bağlı olarak şekillenecek; Kıbrıs, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'nde hakimiyet kavgası henüz sonlanmadı; Ukrayna da dahil Karadeniz şimdilik kaynamada tutuluyor, ama her an patlayabilir; Kafkasya/Hazar Havzası ve Orta Asya üzerine rekabet henüz doğru dürüst başlamadı bile.
Neresinden bakarsanız bakın, bu rekabet alanları bir biçimde ya Türkiye'ye dokunuyor veya da doğrudan Türkiye'yi ilgilendiriyor. Bu nedenle Türkiye, Amerikan emperyalizmi için vazgeçilemez bir stratejik derinliktir.

Suriye'de birbirlerini destekleyenler ve birbirlerine karşı savaşanlar yumağı
Ortadoğu'da kimin eli kimin cebinde pek belli olmazı aşağıdaki ilişkiler-çelişkiler, birbirine karşı savaşanlar ve birbirini destekleyenler yumağında görüyoruz. Herhalde bunun adı “taktik” olsa gerek, bir taraftan birbirini doğrudan destekleyenler, ama aynı zamanda karşı cephelerde yer almalarına rağmen birbirini destekleyenler de var. Örneğin Türkiye bir taraftan koalisyon güçleri cephesinde yer alırken; yani Esad rejimine karşıyken, onu destekleyen Rusya ile aynı sahada yan yanalar.
Görünüşte bütün güçler IŞİD'e karşı savaşıyor. Ama dünyanın en güçlü ve modern ordularının bu İslami faşist örgütü yenemediklerini, en azından tamamen yok etmeye niyetli olmadıklarını veya ona karşı savaşmak yerine strateji gereği başka İslami güçlere karşı savaştıklarını (Rusya, İran, Esad rejimi) görüyoruz.
Bu yumakta eksik olan, en azından görünmeyen güçler Çin ve AB'dir. Çin'i Rusya'nın yanında, AB'yi de koalisyon içinde görmeliyiz.

ABD-Rusya arasındaki Suriye üzerine gerginlik; birbirini kışkırtan karşılıklı hamleler göz önüne getirilirse Suriye gibi dar coğrafi bir alanda kamplaşmış güçlerin karşı karşıya gelme tehlikesini güçlendirmektedir. Ama Irak'ta, Musul'un kurtarılması için yapılan planlarda Suriye'de karşı kamplarda yer alan güçlerin aynı kampta yer alabildiklerini görebiliyoruz; Suriye'de Rusya, Esad rejimi, İran bir kampta, ABD öncülüğünde koalisyon güçleri diğer kampta yer alırlarken, Irak'ta (Musul) ABD, Irak merkezi hükümeti (dolayısıyla İran, Rusya), Barzani, Türkiye aynı kampta yer alabiliyorlar.

Söz konusu IŞİD'in yenilmesi, ama IŞİD'in yenilmesini en fazlasıyla Rusya ve Çin ister. ABD, Türkiye ve bazı Körfez ülkeleri IŞİD'in yenilmesinden değil, dövülmesinden ve bölgeden çıkartılmasından yanalar. Ne de olsa IŞİD'e hayat verenler, onu henüz kullanımı bitmiş olarak görmüyorlar. Sırada Rusya, Orta Asya ülkeleri ve Çin (Uygur) var. Suriye ve Irak'tan çıkarılan IŞİD, başka ülkelere gidebileceği gibi, Rusya ve Çin'e de yönelecektir. Rusya ve Çin'in korkusu da bundan dolayıdır. Bu nedenle yenilmesini isterler.
Suriye savaşında kamplar arasında gerginlik artarken, bundan yararlanma olanakları da doğmaktadır. Örneğin Türkiye, saf değiştirmeden Suriye'de işgale girişebiliyor, Musul konusunda restini çekebiliyor. Bunu Rusya'nın rızası ile yapabiliyor. Musul'un IŞİD'den kurtarılması mücadelesinde Amerikan planlamasına doğrudan karşı olan ülke Türkiye'dir. Amerikan planlamasının başarısız kalması, Rusya'ya çıkartılan bir davetiye olacaktır, Aynen Suriye'de olduğu gibi. Bu planın başarısız kalmasında da ancak Türkiye bir rol oynayacak durumdadır.
Suriye ve Irak'ta Türkiye'nin ABD karşıtı politikaları, Rusya ile ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak daha da sertleşebilir. Türk burjuvazisi açısından bu, sonunun nereye varacağı pek de belli olmayan bir yol olabilir. Bir taraftan Rusya ile ilişkileri geliştiriyor, ama karşısında Rusya'nın başını çektiği İran, Suriye (Esad rejimi) ve Irak merkezi hükümetinin yer aldığı kamp var. Rusya, “ağalık” yapıp tarafları susturmazsa, bu işten en çok karlı çıkacak olan Amerikan emperyalizmi olacaktır; bunun hesabını Türkiye'ye ağır ödetir.
Burası Ortadoğu; en sağlam senaryonun, en diyalektik analizin ancak en fazlasıyla birkaç hafta veya ay doğruluk, mantıklılık ömrü vardır.

Suriye gibi dar bir alanda bu kadar güç yoğunlaşması burada, Suriye üzerinden Ortadoğu'da emperyalist ve bölgesel güçler arasında rekabetin, hegemonya mücadelesinin ne denli keskinleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu dar alandaki “it dalaşı”nın ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı belli olmaz.
































Ama bu “it dalaşı”na son vermenin, Ortadoğu'yu kendi çıkarları için kan gölüne çeviren bu emperyalist ve bölgesel güçleri bölgemizden kovmanın, özgürlük ve demokrasi için mücadeleyi örgütlemenin maddi zemini her bakımdan ve her zamankinden daha çok olgunlaşmıştır. Bölgesel devrimin örgütlenmesi; Antiemperyalist Mücadele Koordinasyonlarının kurulması önünde kendimizden başka bir engel yoktur. Bölgesel devrimin ve Antiemperyalist Mücadele Koordinasyonlarının örgütlenmesini; bunun gerekliliğini ya yeteri kadar anlatamıyoruz veya da var olan güçlerle mevcut mücadele biçimleri ile kendimizi sınırlandırıyoruz.