ORTADOĞU'DA
“İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası - II)
Neden
Türkiye ile bu kadar uğraşıyorlar? Erdoğan'ın diktatör
olduğunu, faşist, ırkçı olduğunu, dini bütün olduğunu ve bu
özelliklerinden dolayı da “sempatik” görmediğinizi anladık.
Dünyada bu sıfatlara haiz çok sayıda diktatör var. Onlarla neden
bu kadar uğraşılmıyor da Erdoğan'la uğraşılıyor? Yoksa
“kasap sevdiği postu yerden yere vururmuş” durumuyla mı karşı
karşıyayız? Böyle bir durumla karşı karşıya olmadığımız
açık. Ama aynı zamanda Erdoğan sevilmediği, faşist, ırkçı,
İslamcı olduğu için gitsin durumuyla da karşı karşıya
değiliz. O zaman bu darbe girişiminin, Erdoğan gitsin demenin;
bunda ısrarlı olmanın başka nedeni veya nedenleri olsa gerek.
Darbe, girişimden öteye geçemediği ve iktidarda kaldığı için
şimdi Erdoğan'ın eline hiç beklemediği fırsatlar geçti ve o da
bunları tepe tepe kullanıyor; savaş uçağının düşürülmesinden
sonra Rusya ile neredeyse savaşın eşiğine gelinmişti, ama şimdi
ilişkiler, uçak krizinden önceki gelişmişlik seviyesinin üstüne
taşınıyor; Putin ve Erdoğan “can ciğer dost” oldular. ABD ve
AB, kendi eserleri olan başarısız darbe girişiminden sonra süklüm
püklüm durumdalar; suç üstü yakalandılar. Batı'lı güçler
darbeyle Erdoğan'ın gideceğine; istedikleri bir iktidarın
geleceğine kesin gözüyle bakıyorlardı. Ama olmadı ve darbenin
gerçekleşememesinden duydukları rahatsızlığı hiç de
diplomatik olmayan dille ifade ederek duydukları hazımsızlığı
dünya kamuoyuna yansıttılar. ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler
darbe sürecinde müttefikleri Türkiye'ye karşı hiç de
müttefiklik ilişkilerine tekabül etmeyen, hasmane tavır
almışlardır. Bu tavır, bu ülkelerde resmi ve özel birçok medya
organı tarafından dile getirilmişti. Şimdi ise mevcut ilişkileri
daha da germemek ve Erdoğan'ın daha fazla Kuzey'e ve Doğu'ya
bakmasını engellemek için birtakım dayatmalarına evet demek
zorunda kaldılar. Cerablus'un işgaline ABD'nin adeta boyun eğmesi
ve son olarak da “uçuşa yasak bölge” talebine AB'nin olumlu
yaklaşımı buna birer örnektir.
Erdoğan
ile ilişkileri geliştirmekte Rus emperyalizmi cesaretli, Batılı
emperyalist güçler ise korkak! Peki Erdoğan ve faşist rejimi
vazgeçilemez derecede önemli kılan ne? Ve aynı zamanda Batılı
emperyalist güçler bu rejimin üstüne neden bu kadar gidiyorlar?
Türkiye'nin emperyalist ülkelerle ilişkilerinin seyrini bu iki
soruda aramak gerekir. Bu iki soruya ilk makalede cevap vermeye
çalışmıştım.
Kısaca:
Birinci
soru üzerine: Mevcut sınırlarıyla Türkiye, dünyada eşi
olmayan bir coğrafyaya sahip. Bu coğrafya, bu kara parçasını
dünya jeopolitiksında oldukça önemli kılmaktadır. Bu açıdan
bu coğrafya “belalı”dır. Bu coğrafyada ülke olarak oldukça
barışçıl; “karınca incitmez” olabilirsiniz. Ama dünya
hegemonyası planları olan ülkeler sizi rahat bırakmaz. Bu
coğrafyadaki ülkeyi kendi çıkarları için kullanmak isterler.
Dünya hakimiyeti jeopolitikasına tarihsel olarak da baksanız, bir
biçimde bu coğrafya karşınıza çıkar. Petrolün bulunmasından
önce bu coğrafya hem Avrasya'yı sınırlayan hem de Batı-Doğu,
Güney-Kuzey yönlerinde geçiş alanı olduğu için vazgeçilemezdi.
Şimdi buna bir de enerji sevkıyat alanı olma özelliği eklenmiş
oldu.
Dünya
hakimiyeti için geliştirilen jeopolitik açılımlarda esas olan,
Avrasya'nın; daha ziyade bugünkü Rusya'nın işgalidir.
Mackinder'in “dünya adasının çekirdeği”, Brezinski'nin “orta
bölge” dediği bu alanı elde etmek için Mackinder'in “Yakın
ve Ortadoğu'nun kurak bölgesi, Brezinski'nin “Güney” diye
tanımladığı alanda denizleriyle birlikte Türkiye coğrafyası
vazgeçilemez stratejik bir öneme sahiptir. Bu coğrafya, Avrasya'ya
sahip olma planı olan her güç için vazgeçilemezdir (Bkz.:
İbrahim Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika,
Ceylan Yayınları, 2009).
Dünyayı,
gönlünüze göre istediğiniz kadar küçültebilirsiniz. Dünya
ekonomisini bir daha ayrışmayacak derecede bütünleştirebilirsiniz.
Ama dünyanın bir coğrafyadan,
tek tek ülkelerden
ve ekonomilerden ibaret olduğu gerçeğini ortadan kaldıramazsınız.
Bu gerçeği görmek zorundasınız. Bu gerçek bize şunu söylüyor:
Kapitalist üretim biçimi koşullarında emperyalist küreselleşme
ne denli ilerlemiş olursa olsun, emperyalist hegemonya için
coğrafyaya
hakimiyet bu işin olmazsa olmazıdır. Dünya ekonomisinin
bütünleşme tarihi yeni değildir. Peki,
bütünleşti de ne oldu? İşgaller, dünya hegemonyası için
jeopolitik açılımlar son mu buldu? Bütünleşmiş dünya
ekonomisine hakim olmak, fiziki
(coğrafi)
işgali, nüfuz altına almayı önemsiz mi kıldı? Öyleyse şu
Ortadoğu'nun hali, Ukrayna'nın hali, Libya'nın hali, Afrika'da
Fransız emperyalizminin varlığı, Yemen savaşı, Balkan
yarımadasının emperyalistler tarafından kontrolü vs. ne anlama
geliyor? Açık ki, bütünleşmiş dünya ekonomisinde ekonomi
üzerinde hakimiyet yetmiyor. Öyleyse fiziki işgal, emperyalizm
koşullarında dünya hakimiyeti için vazgeçilemezdir. Tam da bu
nedenle Türkiye coğrafyası,
üzerinde yaşayan halklar, topluluklar için “belalı” bir
coğrafyadır.
Bu coğrafyada
devlet olarak başkalarından bir
şey
istemeseniz de başkaları kendi çıkarları için sizden bir
şeyler
isteyecektir. Osmanlı'dan bu yana bu hep böyle olmuştur. Osmanlı
devleti yayılırken, işgal ederken güçlü olduğu için üstüne
gelen olmamıştır. Ama Rusya, Rusya olduktan sonra Orta Asya, Hazar
Havzası işgalinin yanı sıra sürekli Karadeniz ve boğazlar
üzerinden Güney'e
inme
hayali içinde olmuştur. Ortadoğu'da petrolle birlikte emperyalist
güçler, o zaman için Fransa, İngiltere ve Almanya, bu bölgeyi
işgal etmek,
kendi çıkarlarına göre bölme çabası içinde olmuştur.
Sykes-Picot
Anlaşması (1916) bu emperyalist hegemonya girişiminin doğrudan
bir sonucudur.
Bu
coğrafyada
var
olabilmek
için fazla bir seçenek yok: Ya bağımlılık ilişkisine
girmeyecek derecede güçlü olursun veya da bağımlılık
ilişkileri içinde ezilirsin, sömürülürsün, talan edilirsin,
hakim emperyalist gücün
çıkarlarına koşulursun. Başka bir ihtimal daha var: Kurtuluş
savaşından sonra 1940'lı yıllara kadar Türkiye'de olduğu gibi
hiçbir emperyalist devletle bağımlılığı beraberinde getiren
ticari, siyasi, ekonomik, askeri anlaşmalar imzalamazsın. Mevcut
dünya konjonktüründen yararlanırsın:
Türkiye, o
zaman ekonomik
olarak oldukça güçsüz olmasına rağmen sosyalist
Sovyetler Birliği ile kapitalist dünya arasındaki çelişkilerden;
bu çelişkilerden kaynaklanan geçici kurulmuş politik
dengeden yararlanmıştır. (Siyasi,
ticari, ekonomik, askeri anlaşmalar;
yabancı sermaye, kredi vb. alanlarındaki
durum için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin
Gelişmesi, Kitap 2, Ceylan Yayınları 1999).
1945'lerden
itibaren ise başta ABD olmak üzere her bakımdan bağımılık
ilişkilerine girilmiştir. Sonuçta Türkiye, 2000'li yıllara kadar
emperyalist çıkarların bekçiliğini yapan, emperyalistler
için sorunsuz
bağımlı bir ülke olarak var olmuştur.
2000'lerin
başından bu yana ise Türk burjuvazisi her
şeye,
her emperyalist isteğe kolay kolay evet demeyen, kendi çıkarlarını
da gözeten
bağımlılık ilişkilerini sürdürme sürecine girmiştir.
İkinci
nokta üzerine:
Eşitsiz
gelişme yasası, kapitalizmin nesnel, içsel bir yasasıdır;
eşitsiz gelişme yasası olmaksızın kapitalizm de olmaz. Her bir
kapitalist ülkenin farklı gelişme göstermesinin nedeni bu
yasanın
işlerliğinden
dolayıdır; birtakım imkanlar sonucunda her bir ülkede ekonomik
gelişme farklı olur. Türk burjuvazisi de bu imkanlarını
kullanarak gelişmesinin son yıllarında emperyalist ülkelerin
her dayatmasına boyun eğmeyen, kendi çıkarlarını da göz
önünde
tutan bir aşamaya gelmiştir. Dünya ekonomisinde sayılı güçlerden
birisidir;
bölgesel bir
güçtür ve 2000'lerden bu yana dünyaya açılımı, emperyalist
ülkelerin dikkatinden kaçmamıştır. Mevcut sınırların artık
dar geldiğini düşünen sermaye, dünya pazarında pay kapma
derdindedir. Diktatör Erdoğan da bu sermayenin çıkarlarını
siyasi olarak temsil etmektedir. Erdoğan'ın dış politikası Türk
sermayesinin çıkarlarını dile getirmektedir. Bu da emperyalist
ülkelerin çıkarlarıyla, Türkiye'de ve Türkiye
üzerinden planlarıyla çelişmektedir. Bu nedenle Erdoğan'ın
gitmesi ve emperyalist çıkarlara kolay koşulabilenin gelmesi
istenmektedir.
Türkiye'nin
ekonomik gücünü önemsemeyebiliriz, küçümseyebiliriz. Ama
üreten ve bu anlamda dinamik bir ekonomi olduğunu unutmayalım (Bu
konuda “sol” olarak ortak bir yanımız vardır; hep el ele
verdik, cehalet düzeyindeki ekonomi değerlendirmelerimizle
memleketi sürekli batırdık, krizden çıkartmadık, ama hiçbir
değerlendirmemiz doğru çıkmadı. Bu
öznelliğimizin
sınıf mücadelesine “katkı”sını
hala sorgulamıyoruz).
Ama
Türk
burjuvazisi, yukarıda belirttiğimiz noktalardan dolayı mevcut
bağımlılık ilişkilerini sorgulamaktadır; artık eski bağımlılık
ilişkileri içinde değil de, yeni oluşturulacak ilişkiler içinde
olmak istediğini politikalarıyla dile getirmektedir. Türkiye ile
emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin kaynağı da budur.
'Dünya
gücüyüm,
dünya çapında oyuncuyum'
abartısını (isterseniz
buna saçmalık da diyebilirsiniz)
bir kenara bırakırsak, bölgesel güç olmasının gereğinin
yerine getirilmesini talep etmektedir. Bu da çelişkileri, farklı
politikaları beraberinde getirmektedir. Örneğin Ortadoğu'da
Irak'ta, Suriye'de Amerikan emperyalizmiyle Türkiye arasındaki
çelişkilerin kaynağı bu farklı duruşlarda aranmalıdır.
Balkanlarda Türkiye, başta AB olmak üzere hemen her emperyalist
ülkeyi rahatsız etmektedir. Keza Afrika'da da öyle. Kafkasya-Hazar
Havzası'nda, Orta Asya'da Rusya ile çelişki içindedir. Doğu'dan
(Hazar Havzası) ve Güney'den (Ortadoğu ve Doğu Akdeniz) enerji
sevkıyatı
için en uygun geçiş koridorunun Anadolu coğrafyası
olması Türk burjuvazisine ayrı bir fırsat vermektedir.
Bu
nedenlerden dolayı Türk burjuvazisi, artık,
şimdiye
kadar olduğu gibi kendine biçilen rolü
kabullenmek,
kendine biçilen gömleği giymek
istemiyor; o rolün ve gömleğin biçilmesinde bizzat
söz
sahibi olmak istiyor.
Sosyal
emperyalist Sovyetler Birliği'nin
ve revizyonist
blokun dağılması sonrasında Türk burjuvazisinin eski bağımlılık
ilişkileri içinde
kalmama eğilimi gelişmiştir. İki süper güçlü dünya yıkılmış,
yeni bir
dünya düzeninin
kurulması için de rekabet, çatışma devam etmektedir. Türk
burjuvazisi bu yeni oluşum içinde güçlü olarak, pay sahibi
olarak yer almak istemektedir. Türkiye'yi çevreleyen jeopolitik
koşullardaki köklü değişimden doğrudan etkilenen
Türkiye, bu koşullardan yararlanmak istemektedir. Hem bölgesel hem
de dünya çapında jeopolitik kaynaklı emperyalistler
arası
çelişkilerin dönem dönem keskinleştiği ve savaş boyutlarını
aldığı Balkanlar-Kafksya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin tam
ortasındadır. İstemese de salt bu çelişkiler ve çatışmalar
yumağının ortasında kalmakla bu gelişmelerden doğrudan
etkilenmektedir.
Zor
bir coğrafyada
Türk burjuvazisinin, emperyalist ülkelerden bağımsız bir
politika geliştirmesi için en azından o emperyalist ülkeler kadar
güçlü olması
gerekir.
Olamadığına göre ABD, Rusya, AB gibi hareket etme olanağı da
yoktur.
Sınır
komşularımızdan ekonomik ve askeri bakımdan güçlü olmamız,
dünyada
ne kadar hakimiyet
peşinde koşan emperyalist ülke varsa hemen hepsinin
Türkiye'nin yakın çevresini oluşturuyor
gerçeğini değiştirmiyor.
Türkiye’yi çevreleyen coğrafyadaki jeopolitik gelişmeler;
Avrasya sorunu, ABD, AB, Rusya Federasyonu, Balkanlar, Ortadoğu,
Kafkasya, Orta Asya, Çin göz önünde tutulmaksızın Türk
burjuvazisinin yeni ilişkiler geliştirmesi mümkün değildir.
Bu
jeopolitik konumdan kurtulamazsınız; bu coğrafya, Türk
burjuvazisinin kaderini belirleyecek derecede “belalı”dır.
Türkiye öncesinde, Osmanlı döneminde de aynı “bela” ile
karşı karşıya kalınmıştı:
1453'te
İstanbul'un alınması, Bizans İmparatorluğu'nun yıkılması ile
bu topraklara yaslanan Osmanlı devleti, Asya ve Avrupa arasında
önemli bir kavşağı, geçiş alanını kontrol etmeye başlamıştı.
O zamanın koşullarında ekonomik ve askeri olarak güçlü
olmasından dolayı Avrupa ve Ortadoğu'da geniş alanları işgal
edip kendine bağlayabiliyordu. O dönem Osmanlı İmparatorluğu,
Viyana kapılarına dayandığı zamana (1683) kadar, en azından
Avrupa'nın “süper güç”lerinden birisiydi.
Osmanlı
devletinin yükselişinde, sahip olduğu coğrafya önemli bir rol
oynamıştı; Osmanlı bu coğrafyanın jeopolitiğini kullanmasını
bilmişti. Ama Uzakdoğu'da, Avrupa ve Amerika'da Osmanlı
İmparatorluğu sınırları dışında kalan yeni ticaret yolları
keşfediliyor ve bu yollar ekonomide önemli oluyorlar; Avrupa'da
kapitalizm yükselişe geçiyor; bu dünya koşullarında gerileme
dönemine giren Osmanlı devleti için aynı coğrafya bu sefer baş
belası olmaya başlıyor; küreselleşen kapitalizm, rekabet,
Osmanlı devletinin sahip olduğu coğrafyanın jeopolitik özelliğini
ön plana çıkartıyor. “Hasta adam”, I. Dünya Savaşı
sonucunda öldürüldü ve bu coğrafya da o dönemin hakim
emperyalist güçleri tarafından paylaşıldı. Şimdi de Türkiye
üzerinde
bölme parçalama
planları var mı? Olabilir. Dün vardı; Osmanlı parçalandı;
Sykes-Picot Anlaşması ile
Ortadoğu'nun Fransa ve İngiltere arasında paylaşılması, Sevr
Anlaşması
ile Anadolu'nun parçalanması.
Bugün de jeopolitik çıkarları için aynı planları uygulamak
isterler; haritaları basılmış planları da var. Ama Erdoğan'ı
indirmek için değil, bölgede jeopolitik derinliği olan bir ülkeyi
etkisizleştirmek
için bunu yapabilirler.
Coğrafyamızda
ve yakın coğrafyamızda dünya hegemonyası için veya dünya
hegemonyasında söz sahibi olmak için en güçlü emperyalist
ülkeler bu dar alanda tepişiyorlar ve bunu yaparken de müttefiklik
adı altında bölgesel güçleri kullanıyorlar. Türkiye açısından
baktığımızda bu kullanma şöyle görülmektedir:
Amerikan
emperyalizmi, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'nin dağılmasından
sonra Rusya ile Ortadoğu'da ilk kez Suriye savaşı nedeniyle
-Rusya'nın bu savaşa müdahil olmasından sonra- işbirliği yapmak
zorunda kalmıştır. Amerikan emperyalizmi, ilk Irak savaşından bu
yana bölgeyi yakıp yıkmış, milyonlarca insanın ölümüne, göç
etmesine, sakat kalmasına neden olmuştur. Bu süreçte bölgesel
müttefiklerine de bugünkü kadar ihtiyaç duymamıştır. Ama
şimdi; Rusya'nın Suriye'de ve Suriye üzerinden Ortadoğu'da aktif
olması, hem ABD'nin hem de AB'nin çıkarlarını istedikleri gibi
gerçekleştirmeleri önünde engel olmaktadır; en azından bu
gerçeklikten dolayı zorlanmaktalar. Bu nedenle, son gelişmelerin
de gösterdiği gibi bölgesel ve yerel güçler olmaksızın hareket
alanları daralmaktadır. Amerikan emperyalizm, Türkiye'nin
Suriye'yi işgal hareketinden önce şunu demeye getiriyordu: Artık
Suriye sorununu Rusya ile işbirliği içinde çözümlemek
zorundayım, bu politikamı gerçekleştirmek için müttefiklik
görevlerini yerine getirmelisin; yani ne dersem, neyi doğru
bulursam onu yapmalısın.
Aynı
zamanda dünya hakimiyeti jeopolitikamın doğrudan bir ifadesi
olarak Kafkasya bölgesinde, Avrupa'da (Balkanlar ve Ukrayna) ve
nihayetinde Orta Asya'da Rusya'yı çevrelemek zorundayım. Bunu
gerçekleştirmek için müttefiklik görevini yerine getirmelisin.
Amerikan
emperyalizmi, bu her iki politikasının Türkiye'yi doğrudan
ilgilendirdiğini, Türk burjuvazisinin de birtakım hesaplarının
olabileceğini; bu iki politikanın kendi geleceğini doğrudan
ilgilendirdiğini bilmiyor olamaz.
Türkiye'ye
önerilen, biçilen rol şuydu:
Ortadoğu'da
IŞİD'de karşı bizim doğru bulduğumuz biçimde mücadele et.
Rojava'da YPG'yi görme veya onunla “komşu” olarak geçinmeye
çalış. “Güvenli bölge” sevdasından ve Rojava'da Kantonların
birleştirilmesi önünde engel olmaktan vazgeç. Suriye ve Irak'taki
(Musul) gelişmelere bizzat müdahil olma; uzaktan bak ve talep
edersek bize yardımcı ol.
Aynı
zamanda Rusya'ya karşı
Karadeniz'de, Kafkasya ve Orta Asya'da ileri karakol görevini
yerine getir.
Amerikan
emperyalizminin Türkiye'ye biçtiği rolde bir değişme yok. Ama
Türkiye eski Türkiye olmadığı için kendine biçilen role artık
razı değil: Birincisi, Türk burjuvazisinin Erdoğan ve AKP
hükümetleri vasıtasıyla dile getirdiği bölgesel çıkarlarının
göz ardı edilmesi, ABD-AB ve Türkiye arasında çelişkilerin
oluşmasına, derinleşmesine ve kesinleşmesine neden olmuştur.
Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, Erdoğan
gitmelidir, Erdoğan'sız AKP taleplerini darbeyle gerçekleştirmeye
çalışmışlar ve başarısız kalmışlardır. 15 Temmuz darbe
girişimi Batılı emperyalist güçlerle Türkiye arasındaki
ilişkilerin artık darbe öncesinde olduğu gibi olamayacağını
göstermektedir. Faşist rejim bunu açıktan, Batılı emperyalist
güçler ise hal ve hareketleriyle dile getirmektedir. Tabii avanak
küçük burjuva buna esip gürleme, kuru sıkı atış diyecektir.
Bu
arada Türkiye-Rusya ilişkilerindeki oldukça hızlı gelişme,
başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlere büyük bir
dert olmuştur.
Türkiye
ve Rusya arasındaki yeni ilişkiler, hem Rusya hem de ABD-AB
bakımından bölgemizde emperyalist jeopolitikaları alt üst edecek
gelişmelere yol açabilir. Bu iki, AB'yi de sayarsak dünya çapında
etkili olan bu üç rekabet merkezi arasındaki çelişkilerden en
çok yararlanabilecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.
Her
dönemin hegemon güçleri, son dönemlerinde kontrol edilebilir bir
Osmanlı'ya, genel anlamda 1940'lardan, ama özellikle de II. Dünya
Savaşından sonra kontrol edilebilir bir Türkiye'ye alışmışlardı.
Buna en çok ve uzun bir dönem ABD alışmıştı. Türkiye-Rusya
arasındaki yeniden yakınlaşmadan en çok rahatsız olan Amerikan
emperyalizmi olmuştur; bu yakınlaşma onun bölgemizdeki (Ukrayna,
Karadeniz, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu) çıkarlarına tamamen
ters düşmektedir. ABD, sorunsuz, kontrol edilebilir bir AKP için
Erdoğan'a evet demişti. Ama bugün, 15 Temmuz öncesinde başlayan,
15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise doruk noktasına varan
ABD-Türkiye çelişkileri, kontrol edilemeyen, sorunlu bir AKP ve
Erdoğan ortaya çıkartmıştır. Özellikle Suriye savaşından bu
yana Türkiye ile ABD arasında ilişkilerde gerginlik, kontrollü
bir biçimde darbe girişimine kadar sürdürüldü, ama şimdi
sürdürülemiyor; birinin a dediğine diğeri b diyor.
Her
iki ülke arasındaki ilişkilerin bugünkü gelmiş olduğu nokta,
her iki ülkenin de birbirinden vazgeçebilecek olduklarını
göstermez. Türkiye ABD'den vazgeçmeye çalışsa bile, ABD bunu
engellemek için birtakım tavizler, daha öncesinde hiç
düşünemediği veya düşünmek istemediği tavizler verecektir. Bu
aynı zamanda AB için de geçerlidir.
Amerikan
emperyalizmi, dünya gücü olarak kalmak ve en önemli rakibi Rusya
(ve Çin'le) dünya hegemonyası için rekabetini devam ettirmek
istiyorsa Türkiye'den vazgeçemez.
Türkiye-Rusya
yakınlaşması sonuç itibariyle ABD'nin aleyhine, Rusya ve
Türkiye'nin lehine olmuştur. Bu yakınlaşmanın sonuçlarını;
ekonomik ve özellikle de jeopolitik sonuçlarını daha şimdiden
Ortadağu'da görmeye başladık.
Türkiye'de
faşist rejim açısından:
1-ABD,
müttefiklerinin de çıkarları olabileceğini gözetmiyor. Darbe
girişiminde ABD'nin parmağı var. Bu nedenle ABD, en azından bu
süreçte güvenilir bir müttefik, dost bir ülke değildir.
“Stratejik ortaklık”, “model ortaklık” böyle olmaz.
Bu
durumda Rusya ile ilişkileri geliştirmek çıkarımızadır.
2-Rusya
ile yakınlaşmadan sonra Türkiye'nin iflas eden Suriye politikası
yeni bir ivme kazanmıştır; daha önce söyleyip de bir türlü
gerçekleştiremediği planlarını Rusya ile uyumluluk içinde
gerçekleştirmek için adımlar atmaya başlamıştır; IŞİD'e
karşı mücadele adına Suriye'de işgal girişimi; Rojava'da
Kantonların birleşmesini önlemek, güvenli bölge kurmak. Tabii bu
politika son kertede Esad'la yeniden bir araya gelmeyi de beraberinde
getirebilir.
3-Ekonomik
açıdan Türkiye, Rus pazarının kapanması ve ekonomiyi
ilgilendiren birtakım anlaşmaların rafa kaldırılması
nedeniyle girmiş olduğu sıkıntıdan kurtulmuş oluyor.
Rusya
açısından:
1-
Rusya, aslında Türkiye'den “çok fazla” bir şey istemiyor;
NATO'dan çık, Batı ile bağlarını kopart demiyor. Sadece,
ABD'den biraz uzak dur diyor. Bu bakımdan Rusya'nın, bir NATO
ülkesi olan Türkiye'yi yanına çekmesi Batı açısından pek
hazmedilebilir bir durum değildir. Ne de olsa Türkiye, askeri gücü
ve coğrafi konumu bakımından herhangi bir NATO ülkesi değildir.
NATO üyesi Türkiye'nin örneğin Ortadoğu'da, somutta da bugün
için Suriye'de NATO ile değil de Rusya ile ortak hareket edebilir
durumda olması, sanırım Batı açısından durumun vahametini
yeteri kadar açıklamaktadır.
2-
Rusya, Türkiye'nin Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu
politikasını ona karşı olarak değil de onu yanına çekerek
kontrol edilebilir yapmaya çalışmaktadır. Yeni yakınlaşma ile
bu olanağa, ABD'den daha çok sahip olacaktır. İki ülke
arasındaki ilişkilerin seyri bunu göstermektedir.
3-
Rusya da ekonomik bakımdan iyi durumda değildir; özellikle
Batı'nın uyguladığı ambargo ve ekonominin genel seyrindeki
durgunluk, Rusya'yı da ekonomik bakımdan Türkiye ile daha yakın
ilişkiye sürüklemektedir.
15
Temmuz darbe girişiminden sonra bölgemizde Türkiye-ABD-AB-Rusya
ilişkilerinde sorunu ABD-AB ve Rusya'nın nasıl algıladığından
ziyade Türkiye'nin nasıl algıladığı daha önemlidir; Türkiye,
jeopolitik konumu bakımından söz konusu bu güçlerin her biri
için önemlidir. Onu kaybetmemek için birtakım çıkarlarının
göz önünde tutulması gerektiğini ABD ve AB en azından şimdi
anlamışlardır. Rusya da işin farkındadır. Sorunun bu yönünden
dolayı Türk burjuvazisinin neyi nasıl algıladığına bakalım:
Türkiye-ABD
arasındaki ilişkiler, Obama döneminde “stratejik ortaklık”
kapsamını aşarak “model ortaklık” olarak tanımlanmaya
başlanmıştı. Ne var ki, bu iki NATO üyesi ülke arasındaki
model denilebilecek kadar “üst seviye”deki ilişkiler, hiç de
öyle eşit ülkeler arası ilişkilere benzememekteydi; en azından
ABD, Türk burjuvazisini çıkarlarına koşmak için “stratejik
ortaklık” anlayışını “model ortaklık” anlayışına
çevirmekte bir sakınca görmemişti. Bunun anlamı şudur;
Ortaklığı yeniden tanımlayarak Türk burjuvazisinin ağzına bir
kaşık bal çalabilir ve yapılması gerekeni yaptırabilirsin.
Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda hareket edildiği
oranda Türkiye, nasıl tanımlanırsa tanımlansın iyi bir
ortaktır; aksi taktirde değildir.
Suriye
savaşından bu yana, bu ülke ve dolayısıyla Ortadoğu üzerine
giderek farklılaşan politikalardan dolayı Türkiye ve ABD
arasındaki ilişkiler gerilmeye başlamıştır. Bir örnekle
yetinelim: ABD'nin PYD'yi desteklemesi, yapılan silah yardımı,
Türk burjuvazisi tarafından kabul edilebilir görülmemektedir;
bunu AKP hükümeti ve Erdoğan, müttefik bir ülke tarafından
sırtında hançerlenmek olarak değerlendirilmektedir. Aynı durum
15 Temmuz'dan sonra F. Gülen'in Türkiye'ye teslim edilip
edilmeyeceği sorununda da geçerlidir.
Tarafların
niyetinden bağımsız olarak şu söylenebilir: ABD ve bütünselliği
ve Almanya, Fransa gibi önde gelen ülkeleri bazında AB ile Türkiye
arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi sürdürülmesi pek
mümkün gözükmemektedir. 15 Temmuz bir milat mıdır, bunu
zaman gösterecektir.
Ama bu darbe girişimi
ve Batı'lı güçlerin bu girişimdeki rolü veya en azından sessiz
kalmaları, Türkiye ile ilişkilerde yıllarca, on
yıllarca sürebilecek bir etkiye sahip olacaktır; her
halükarda Batı'lı emperyalist güçlerin alışageldikleri
bağımlılık ilişkilerinin maddi zemininin kalmadığı Türk
burjuvazisinin
siyasi sözcüleri AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan
tarafından sürekli
dillendirilmektedir;
özellikle
de 15
Temmuz darbe girişiminden bu yana bu,
diplomasi
dilini zorlayan açıklamalarla yapılmaktadır.
Türk burjuvazisinin talep
ettiği yeni ilişki
düzeyi, yeni bağımlılık temelinde ilişkiden
başka bir şey değildir.
Türk burjuvazisi, kendi çıkarları için yeni bir ilişki için
direnme ve mücadele etme eğiliminde olduğunu açıkça
göstermektedir. Bunun için elinde kendisi açısından oldukça
önemli kozları da var. Bu eğilimin lafta kalıp kalmayacağını
da önümüzdeki süreçte göreceğiz. Ortadoğu'da her iki
ülke arasında açığa çıkan çelişkiler bunun bir ifadesi
olarak görülebilir.
Dünya
çapında oyuncu olma hikayesini bir kenara bırakırsak Türk
burjuvazisinin birtakım bölgesel talepleri ve özellikle Suriye
eksenli politikalarda en yakın küresel ve bölgesel müttefikleriyle
farklı düşünmesi sonuçta bu müttefik aktörlerle sorunlar
yaşamasına neden olmuştur. Türkiye kuruluşundan sonra ilk kez
böylesi bir durumla; çok sayıda küresel ve bölgesel
müttefikleriyle çelişkili bir sürece girmiştir. Darbe girişimi
sürecinde ve takip eden günlerde ve haftalarda Batı'lı
müttefikleri; en azından NATO üyesi ülkeler tarafından yalnız
bırakıldığını sürekli vurgulayan faşist rejim, aynı dönemde
Rusya, İsrail ve Mısır ile yaşadığı sorunları çözme çabası
içinde olmuştur. Bu iki durum; bir taraftan darbe girişimi ve
yalnız bırakılmışlık ve diğer taraftan da Rusya, İsrail ve
Mısır'la sorunlarını çözme girişimi, Türk burjuvazisinin dış
ve iç politikasına damgasını vurmuştur.
Belirttiğimiz
nedenlerden dolayı dış politikada zorlu bir sürece girmek,
Türkiye'nin Batı'lı müttefikleriyle veya Batı'lı
müttefiklerinin Türkiye ile bağları kopartıp atacağı;
Türkiye'nin küresel eksen değiştireceği anlamında
yorumlanmamalıdır. Böyle bir kopuşma -olacaksa- kolay kolay ve
kısa zamanda olmaz. Ama Türk burjuvazisi Batı'yla müttefiklik
anlayışını bir daha düşünecek, bunu sorgulayacaktır ve dış
politikada değişimi, alternatif arayışları Batı'nın atacağı
adımlara göre şekillendirecektir. Onun Batı algılaması,15
Temmuz'dan sonra artık böyle okunmalıdır.
Batı'lı
emperyalist güçler, diyelim ki ABD ve AB veya da AB'nin önde gelen
tekil emperyalist ülkeleri, küresel ve özellikle de bölgesel
jeopolitik çıkarlarını büyük oranda kaybetme pahasına Türkiye
ile ilişkileri kesip atabilirler mi? Bunu yapamazlar; aksi taktirde
Türkiye'nin Batı'yla kopuşma temelinde yeni dış politika
oluşturması, bölgesel ve hatta kısmen de küresel jeopolitik
açılımların alt üst olmasına neden olabilir.
Bu
dönemde Rusya ile başlayan ilişkileri normalleştirme süreci
hızlı ilerlemiş ve Türkiye dış politikası bakımından
sonuçlar da vermiştir. Türk ordusunun Suriye'ye girmesi, ABD'nin
isteğinden dolayı olmamıştır. Bu, Rusya ile Türkiye arasında
anlaşmışlığın bir sonucudur. Aslında bu; J. Biden'ın
Türkiye'ye geldiği gün Türk ordusunun Cerablus'a girmesi, ABD'ye
yapılan bir uyarıdır.
Türkiye
ile ABD-AB arasından darbe girişiminden sonra başlayan gerginlik
ve Ortadoğu politikasındaki ayrışma, başka bölgelere ve
alanlara da sıçrayabilir; bunun maddi zemini vardır.
Darbe
girişiminden sonra Türkiye'nin Ortadoğu'da Batı'lı
müttefikleriyle birlikte veya bu müttefiklerin merkezde olduğu
yeni yapılanmalarda ön planda söz sahibi olmayı, olası yeni
yapıları dönüştürebilecek adımlar atmayı kendi gündeminden
hiç çıkartmayacak; yeni dış ilişkilerde sürüklenen değil,
sürükleyen olmaya çalışacaktır; en azından bunu deneyecektir.
ABD'nin Suriye politikası karşısında bu tavrını göstermiştir,
keza ABD'nin PYD'ye destekleme politikası karşısın da da aynı
tavrı sergilemektedir. Musul üzerinde kopartılan fırtına da buna
bir örnektir. Aksi taktirde özellikle ABD, bu esip gürlemenin
hesabını Türk burjuvazisine ağır ödetir ve Rusya ile yeni
geliştirilen ilişkiler anlamsızlaşır. Dolayısıyla Türkiye ile
Batı'lı emperyalist güçler arasındaki şimdiki gergin ilişkileri
konjonktürel bir durumun ifadesi olarak görmek oldukça yanıltıcı
olabilir.
Bu
darbe girişiminden dolayı da Türkiye içte ve dışta (en azından
ABD ve bazı AB ülkeleriyle) siyasi kriz yaşamaktadır. Bu krizden
çıkış, darbe girişimi sonrası ilişkileri darbe girişimi
öncesi ilişkilere endekslemekle; hiçbir şey olmamış moduna
girmekle olmaz; söz konusu krizin, sonuçta darbe girişimi olarak
patlak vermesinde darbe öncesi Türkiye-ABD-AB ilişkilerinin seyri
neden olmadı mı? O halde bu ülkelerle darbe sonrasında ilişkileri
darbe öncesindeki ilişkilere indirgemek Türk burjuvazisinin
yapamayacağı bir iştir. En azından bunu yapmayacağını hal ve
hareketiyle göstermektedir.
ABD
ve AB, eskiye dönelimi çok isterler ve ilk “unutalım”
turlarını da özür dileyerek yaptılar, ama Erdoğan önderliğinde
bu faşist rejim unutmaz. Bu, biraz da olsa Batı'dan uzaklaşan bir
dış politika açılımı olur ki, bölgede ve dünyada bu
politikayı destekleyen ülkeler çıkabilir.
Böyle
bir gelişme olmasın diye veya Türkiye'nin böyle bir dış politik
açılıma yönelmesini engellemek için Batı'lı emperyalist
güçler; diyelim ki, ABD-AB-NATO, darbe girişimi sonrasındaki
Türkiye, Ortadoğu veya Türkiye'nin ilgili olabileceği başkaca
politikalarda daha dikkatli olacaklardır. Aksi taktirde bu
politikaların Türkiye tarafından sorgulanıyor olduğunu ve
darbeyle karşı karşıya kalabileceğini düşünen başka ülkeler
tarafından da sorgulanabileceğini bilmeleri gerekir.
Türkiye
taraf değiştirirse; yeni müttefiklik ilişkilerini “Şanghay
İşbirliği Örgütü”nde ararsa ne olur sorusu Batı'yı oldukça
korkutmaktadır. Bu durumda ne olacağı açıktır: Türkiye'nin
Batı'da, NATO'dan ayrılarak Rusya-Çin eksenli ittifak ilişkilerine
girmesinin bölgesel ve küresel etkileri, bölgesel ve dünya
çapında devasa bir değişime yol açabilir; adeta bir devri
kapatıp yeni bir devrin açılmasına neden olabilir. Türkiye'nin
bulunduğu coğrafya bu değişime yol açabilecek özelliklere
sahiptir. Örneğin Türkiye'nin Suriye sorununda ABD'den biraz uzak
durması, bölgemizde çok şeyin değişmesine, jeopolitik oyunların
bozulmasına neden olabilmektedir.
Suriye
savaşı sadece Suriye savaşı değildir
Suriye'den
kim ne istiyor veya koskoca dünyada neden Suriye gibi nispeten küçük
bir ülke, irili ufaklı emperyalist ülkeler ve gerici bölge
iktidarları arasındaki çelişkilerin keskinleştiği ve çözümü
için vekalet savaşlarının sürdürüldüğü bir alan oldu?
Suriye, Amerikan emperyalizminin “Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi”nin merkez alanlarında olmasaydı; İsrail ile (İsrail'e
göre) nispeten büyük ve güçlü ülke olarak komşu olmasaydı;
Doğu Akdeniz'de enerji kaynakları keşfedilmeseydi; Basra
Körfezi'nden Avrupa ve dünya pazarlarına enerji nakli için boru
hattı rekabeti olmasaydı (Türkiye yerine Körfez'den Doğu
Akdeniz'e uzanan boru hattı); İran'ın “Şii Hilali” kavramı
üzerinden Doğu Akdeniz'e inme stratejisi olmasaydı; Türkiye'nin
Ortadoğu üzerinde tahakküm planları olmasaydı; Rus emperyalizmi
Avrasya üzerine Amerikan jeopolitikasını Ortadoğu'da karşılama
anlayışı olmasaydı; Doğu Akdeniz enerji kaynakları ve dünya
pazarlarına sevkıyatına müdahil olmak istemeseydi; Suriye'de Doğu
Akdeniz kıyısındaki üslerinden vazgeçmek isteseydi vs. Suriye'de
“Suriye savaşı” diye tanımladığımız bir savaşa gerek
kalmazdı veya bu kadar kanlı olmaz ve uzun sürmezdi. Yukarıda
belirttiğimiz nedenlerden dolayı emperyalistler arası çelişkiler
bu ülkede yoğunlaşmıştır. Bu savaşta yenilmek, sadece
Suriye'de yenilmek anlamına gelmez. Bu savaştan yenik çıkmak,
örneğin Rus emperyalizmi açısından Ortadoğu'dan çıkmak, İran
açısından “Şii Hilali” stratejisinden vazgeçmek zorunda
kalmak anlamına gelir. Keza Amerikan emperyalizminin bu savaştan
yenik çıkması, Ortadoğu'dan çıkmak zorunda kalması veya
coğrafi olarak sorunsuz olarak sadece İsrail ile sınırlanmış
olması anlamına gelebilir. Türkiye'nin, S. Arabistan'ın eski
bağımlılık ilişkileri çerçevesinde ABD'ye kapılarını açması
artık pek olası olmayabilir. Irak da ise zor kullanarak varlığını
sürdürmesi zorlaşabilir. Suriye yenilgisi Amerikan emperyalizmini
bütün bu olanaklardan yoksun kılabilecek önemdedir.
Suriye
ve genel anlamda Ortadoğu, “kurtlar sofrası”dır; bu sofrada
her bir emperyalist ve bölgesel güç, gücüne göre yer almaktadır
ve almaya çalışmaktadır. Bu sofra, küresel ve bölgesel
jeopolitik bir sofradır.
Bu
genel çerçeve içinde güncel durum nasıl? Veya nüfuz alanlarının
yeniden paylaşım mücadelesi hangi aşamada?
Cenevre
görüşmeleri ve ABD-Rusya arasındaki ikili görüşmelerde Suriye
üzerine bir uzlaşmaya varılamadı. Her iki kampın başını çeken
bu iki ülke, Suriye üzerine bir uzlaşmanın sadece Suriye ile
sınırlı kalmayacağını, bütün Ortadoğu'da etkili olacağını
biliyor. Bu nedenle Suriye'de belki de şimdilik istenen
yenişememezliği bütün Ortadoğu'da devam ettirmek istiyor. Her
halükarda Suriye savaşında yer alan küresel ve bölgesel
aktörler, Suriye'de kendi çıkarlarını geçerli kılmak için
savaşa devam ediyorlar.
Suriye
savaşı, dünyanın yeniden düzenlenmesi için mücadelenin
verildiği alana dönüşmüştür. Bu savaşta yenen küresel güç,
bu zaferini sadece Suriye ve Ortadoğu ile sınırlamayacak, bu
zaferin etkisini dünyayı kendi çıkarına göre şekillendirmek
için kullanacaktır.
Suriye
savaşına müdahil olan irili ufaklı bütün aktörlerin çıkarları
jeopolitiktir. Söz konusu olan Suriye, ama oyun yerel ülkeler için
bölgesel, emperyalist ülkeler için de küreseldir.
Rusya
Rus
emperyalizmi, ne pahasına olursa olsun kendi güdümünde “bağımsız”
bir Suriye istiyor. Bunu da Esad rejimi üzerinden
gerçekleştireceğine inanıyor. Doğu Akdeniz'deki üslerini
kullanmak istiyor. Rusya için önemli olan Esad değil, mevcut
rejimdir.
İran,
“Şii Hilali” stratejisini gerçekleştirmek; Doğu Akdeniz'e
ulaşmak, Hizbullah ile (Lübnan) coğrafi ortaklaşmak istiyor.
Her
halükarda Rusya
ve müttefiki olan İran için önemli
olan, Esad
rejimini, başka türlü olmuyorsa Esad'sız Esad rejimini ayakta
tutmaktır. Rusya'nın Ortadoğu'da kalabilmesinin ve İran'ın
Akdeniz'e açılabilmesinin ön
koşulu
budur. Şüphesiz,
Rusya açısından pek olmasa da İran açısından Esad’lı
Suriye, Esad’sız Suriye’den daha
istenilirdir.
Esad'ın
gitmesi
durumunda,
İran’ın ‘direniş ekseni’ olumsuz
etkilenir, ama Suriye'de kamplaşma, ayrım hatlarıyla belli olduğu
için kırılmaz.
Bu
ekseni ABD kıramaz, ama sadece Suriye'de değil, Ortadoğu sathında
Türkiye-Rusya yakınlaşması İran'ın bu eksenini işlevsiz hale
getirebilir.
Henüz
açıktan müdahil olmayan Çin de bu politikayı desteklemektedir.
Savaşın başlangıcında Suriye'de istediği gibi at koşturan
Amerikan emperyalizmi, Rusya'nın soruna doğrudan ve güçlü
müdahil olmasıyla adeta neye uğradığını şaşırdı. Rusya'nın
bu çıkışını ABD, Cenevre görüşmelerinde diplomatik olarak da
kabullenmek zorunda kaldı. Amerikan emperyalizminin bugün
Suriye'de, yakın gelecekte de Irak'ta kontrollü istikrarsızlıkla
bölgeyi kontrolünde tutma politikası Rusya'nın bölgeye
müdahalesiyle geçersiz kaldı ve ABD'nin “hiçbir şey vermeden”
kendi politikasına koşmayı amaçladığı Türkiye gibi
müttefiklerine de farklı düşünme ve hareket etme yolunu açtı.
Rusya, bir daha ateşkes ve barış görüşmeleri olursa o masada
kendisinin, Esad rejimi ve İran'ın güçlü olacağı, görüşmeleri
yönlendirebileceği koşullar oluşturmakta hatırı sayılır yol
almış durumdadır.
ABD
Amerikan
emperyalizmi, İsrail için sorun olmayacak derecede küçültülmüş,
zayıflatılmış bir Suriye istiyor. Rusya'nın etkili olmamasını,
İran'ın bölge üzerinde politik nüfuzunun kırılmasını;
bölgenin enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatını
kendi çıkarlarına göre yapılandırması önünde engellerin yok
edilmesini; Türkiye'nin Suriye ve bölge üzerinde nüfuz sahibi
olmasının engellenmesini, gerekirse küçültülmesini istiyor.
Afganistan
işgalinden bu yana ortaya çıkan gerçeklerden birisi de, Amerikan
emperyalizminin hala en güçlü ve dünya çapında hegemonyası
olmasına rağmen bu konumunu artık kolay kolay sürdüremeyeceğidir.
ABD, gerileyen, çöküş sürecinde olan bir güçtür. Suriye
merkezli Ortadoğu'da bu gerçeği açıkça görmekteyiz. Suriye
sahasında başlangıçta her ne kadar sürükleyen konumunda olmuşsa
da bugün, Rusya'nın soruna müdahil olmasından sonra sürüklenen
konumuna düşmüştür. Türk ordusu Cerablus'u işgal ederken de
sürüklenen konumdaydı, Musul meselesinde de muhtemelen öyle
olacaktır. Suriye'de kendisine karşı olan güçlerle (İran)
Irak'ta Musul'u IŞİD'den kurtarmaya girişmek sürükleyenin değil,
olsa olsa sürüklenenin işidir.
Irak'ta
ve son olarak da Suriye'de kara savaşına katılmaksızın,
kendisi için kara savaşı veren güçler örgüleyerek
ve onları hava saldırılarıyla destekleyerek sonuç almak istedi,
ama gelinen nokta hiç de beklediği gibi olmadı. İran ile
ilişkileri normalleştirerek bu ülkeyi kendi güdümündeki dünyaya
bağlamak istedi, ama ABD'yi dinleyen bir İran'dan ziyade Rusya ile
müttefik olan, Irak merkezi hükümetini yönlendirebilen, Suriye'de
Amerikan karşıtı politikalarını geçerli kılmak için Esad
rejiminin yanında yer alan bir İran görüyoruz. Sonuna kadar
kullanabileceği bir Türkiye yerine son gelişmelerin de gösterdiği
gibi, sonuna kadar kullanamayacağı bir Türkiye görüyoruz. Öyle
ki, Ukrayna'da
sıkışan Putin, Ortadoğu'da politik ve askeri gelişmeleri
belirleyecek, ABD'yi
sürükleyecek bir durumdadır.
Amerikan
emperyalizminin Suriye'de savaşı zamana yayarak, uzun süre devam
etmesinden yana politikası da pek tutmayacak. 30 yıllık bir
savaştan bahseden Obama'dan başkası değildi. ABD ulusal güvenlik
birimleri de aynı düşüncede. Böylece, uzun süren bir savaşın
İran’ın kaynaklarını kurutacağını ve Rusya’nın,
Afganistan'da olduğu gibi, Ortadoğu’da pes edebileceğini
hesaplıyorlar. Tabii bu politika sadece ve sadece ABD ve İsrail'in
çıkarınadır. Ama Suriye coğrafyasındaki son gelişmeler,
Musul'un IŞİD'den kurtarılması için yapılan hazırlıklar
Amerikan emperyalizminin bu politikasının uygulanma zeminini
ortadan kaldırmaktadır.
Koalisyonda
yer alan Fransa ve İngiltere Suriye savaşının başlangıcında en
azından Türkiye kadar savaş kışkırtıcılığı yapmışlar ve
ona göre hareket etmişlerdi. Ama ABD'nin siyasi çaresizliği,
isteksizliği, buna ek olarak veya Rusya'nın bu savaşa aktif
katılımı, Suriye
politikasını
sonuç alana kadar sürdürmesini engellemiştir. Savaş kışkırtıcısı
Fransa ve İngiltere yerine geriye, göçmen krizinin etkisi ve buna
bağlı olarak Alman
emperyalizminin yönlendirmesiyle AB'ye göçmen gelmesinde ne olursa
olsun, gerekirse Türkiye desteklensin diye düşünebilen ve ona
göre hareket eden Fransa ve İngiltere kalmıştır.
Türkiye
Türkiye,
Suriye'deki işgalciliğini “terörizme”, somutta da IŞİD'e
karşı mücadele ile açıklamasına rağmen, esas amacının
Rojava'da kantonların birleşmesini engellemek ve Rojava devrimini
boğmak olduğunu açıkça söylemektedir. Rojava'da yapılanan,
inşa edilen devrim, Türk burjuvazisi için esas tehlikeyi
oluşturmaktadır.
Türk
burjuvazisi de, Suriye sorununun Esad'sız çözümlenemeyeceğini,
özellikle Rusya ile ilişkilerin yeniden normalleştirilesi için
Erdoğan-Putin görüşmesinden sonra bir biçimde dillendirmeye
başlamıştır. Türkiye'nin Suriye'de işgalciliğini esas
onaylayanlar, ABD değil, Rusya, İran ve Esad rejimidir. Bu, ucu
açık bir onaylamadır.
Türkiye,
Suriye'den Rusya ile uçak düşürme krizinden sonra tamamen
dışlanmıştı. Türk burjuvazisinin algılaması şu; 3 milyon
Suriyeli göçmene ev sahipliği yapıyorum, ama gelişmelerden
dışlanıyorum. Üstelik bir de en yakın müttefikim olan ABD
tarafından da Suriye ve Ortadoğu politikasından dışlanıyorum,
Güney sınırlarımın YPG tarafından kontrol edilmesine göz
yumuluyor vs.
ABD
ile Suriye ve Ortadoğu sorunundan dolayı çelişkilerin artmasından
ve keskinleşmesinden, o darbe girişiminden sonra Türk burjuvazisi
Rusya ile ilişiklerini yeniden normalleştirmek için atılan
adımların doğrudan bir sonucu olarak Suriye'de IŞİD'e karşı
mücadele çerçevesinde “güvenli bölge” kurmak için işgal
hareketine girişmiştir.
Suriye'de
yok sayılan, Suriye politikası iflas eden Türkiye, bugün tamamen
farklı bir konumda.
Güncel
süreçte Rusya'nın Suriye ve Ortadoğu politikasının Türkiye
politikasına, Amerikan politikasından daha yakın olduğunu
söyleyebiliriz.
Rusya
ile ilişkileri normalleştirme süreci, aynı zamanda Türkiye'nin
Esad rejimiyle yeniden el sıkışması anlamına gelebileceği gibi,
IŞİD'e karşı mücadele kapsamında Suriye ve Irak sorunlarına
doğrudan müdahil olacağı anlamına da gelmektedir. Tabi bu aynı
zamanda ve açıkça söylendiği gibi, Rojava'da kantonların
birleşmesini engellemek ve Rojava devrimini boğmak anlamına
gelmektedir.
Türkiye'nin
Rusya ve İran ile Suriye ve genel anlamda Ortadoğu'da
ortaklaştırabileceği her adım, Amerikan emperyalizmine karşı
atılmış bir adım olacaktır.
Suriye
savaşı aynı zamanda başka bir gerçeği de ortaya çıkartmıştır;
Türkiye'nin en büyük, en derin; stratejik ortağı, model ortağı
olan ABD, aynı zamanda Ortadoğu'da Türkiye'nin en büyük, en
derin, en sinsi ve açık düşmanıdır.
Doğu
Akdeniz'in kontrolü sorunu
Bu
sorun
henüz açıktan dillendirilmiyor ama
açık ki, Suriye savaşının seyrine, sonuçlanmasına bağlı
olarak alevlenecek olan bir sorundur. Suriye savaşıyla Doğu
Akdeniz birbirinden kopartılamaz. Burada Doğu Akdeniz'in enerji
kaynakları ve dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabeti
ele
almayacağım. Bu konu üzerine başka bir makalede durmuştum (Bkz.:
ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Ortadoğu Cehennemi - Dar Alanda Jeopolitik “İt
Dalaşı”, 31
Ekim 2015).
Burada
sadece bu konu bağlamında cevaplandırılması gereken bazı
soruları sormakla yetineceğim: Doğu
Akdeniz ve Ortadoğu eksenli Mısır-İsrail ilişkileri ve Mısır'da
Sisi darbesi; Doğu Akdeniz'de enerji
kaynaklarının paylaşımı için hak iddia eden ülkeler ve
enerjinin
çıkarımı ve sevkıyatı için tekeller ve ülkeler arası
rekabet; bu enerji kaynakları ve sevkıyatı bağlamında Kıbrıs
sorunu ve başta Avrupa pazarları olmak üzere dünya pazarlarına
bu enerjinin sevkıyatı için boru hatları
üzerine rekabet ve bu rekabette Türkiye'nin konumu.
Türkiye-İsrail
ilişkileri
Ortadoğu
ve özellikle Doğu Akdeniz'de enerji kaynakları ve bu enerjinin
dünya pazarlarına taşınması bağlamında Türkiye-İsrail
anlaşması da ele alınmalıdır. Bu yazının kapsamını
genişleteceği ve ayrıntıya boğacağı için burada
Türkiye-İsrail anlaşmasının jeopolitik anlamını
açıklamaya yönelik soruları sormakla yetineceğim. Doğu
Akdeniz'de enerji kaynakları üzerine rekabette İsrail; bu
kaynaklarda Filistin'in payı; bu anlamda Filistin-İsrail-Türkiye
ilişkileri; Türkiye-İsrail anlaşmasında ABD ve Rus faktörleri;
söz konusu enerjinin
başta Avrupa
olmak üzere dünya pazarlarında taşınmasında Türkiye kilit ülke
olabilir mi veya kilit ülke midir?
Türkiye-Rusya ilişkilerinin normalleşmesi, Doğu Akdeniz'de ve bu
enerjinin
dünya pazarlarına sevkıyatında Türkiye'yi nasıl etkiler?
Türkiye-ABD
ilişkilerinin seyri ve Amerikan jeopolitikasında Türkiye'nin yeri
Türkiye-ABD
arasındaki ilişkiler geriliyor, çelişkiler keskinleşiyor.
Özellikle darbe girişimden
dolayı ABD'nin suçüstü yakalanmışlık durumu ve bunu pek de
inkar edemeyecek durumda kalması; Suriye, Irak ve Ortadoğu
genelinde; Kürt politikasında
Türkiye ve ABD arasında ortak politikaların olmaması, Türkiye'nin
çıkarlarını, stratejik ortağına rağmen savunmaya çalışması,
açık ki her iki ülke arasındaki ilişkilerin artık
eskisi
gibi devam ettirilemeyeceğini göstermektedir. Her iki ülke
arasındaki ilişkilerin eskisi gibi sürdürülemeyeceği gerçeği,
Türkiye ile ABD arasındaki bağların kopacağı anlamına gelir
mi? İlişkileri
kesip atmak bugün için mümkün değildir; Türkiye istese de
mümkün değildir. Ayrıca ABD, Türkiye ile ilişkileri hiçbir
zaman, özellikle de bugünlerde kesip atmaktan yana olamaz. Öyleyse
Erdoğan önderliğinde faşist
diktatörlüğün, Türk burjuvazisinin esip gürlemesi boşuna mı?
Boşuna değil, hiç de durumu kurtarmak için esip gürlemiyor.
Kıbrıs sorununda da “değerli” müttefiki ABD, Türkiye'yi
tehdit etti; ABD Başkanı
Johnson
yazdığı
mektuplarla bunu yaptı, ama Türkiye'yi Kıbrıs'ı işgal etmekten
alıkoyamadı. Küçük burjuva avanak bunu bir türlü
anlayamaz; nasıl olur da efendisine karşı koyabilir? Küçük
burjuva avanak için bağımlılık ilişkisi sadece kölelik
ilişkisi olabilir. Küçük burjuva avanak, kölenin efendisine
karşı mücadelesini kabul eder ve alkışlar, ama bağımlı
ülkenin bağımlılık ilişkilerini değiştirmek için zorlamasını
asla kabul edemez, ederse bağımlı ülkenin bu çabasında bir
“antiemperyalizm” arar ve korkuya kapılır. Küçük burjuva
avanak, üstelik bir de Marksist, bunun bağımlılık ilişkilerini
kendi lehine yontmak, daha fazla pay almak anlamına geldiğini, ben
de varım, benim de çıkarlarım
bu ilişkilerde göz önünde tutulmalıdır demek istediğini bir
türlü anlamaz.
AKP
hükumeti;
Erdoğan önderlinde faşist diktatörlük tam da bunun kavgasını
veriyor “değerli” müttefikine
karşı. Ama bu kavga, belirttiğimiz nedenlerden dolayı kopuşmaya
kadar gidemez, en azından bu aşamada gidemez veya AKP bu kopuşmayı
göze alamaz. Bu “belalı” coğrafyada bu kopuşu sağlamak için
ya karşı koyacaksın veya da başka bir müttefiklik
ilişkisi
içine gireceksin. Türkiye böyle bir kopuşa bugün ve yakın
gelecekte ne karşı koyabilecek güçtedir, güçte olabilir ne de
başka bir müttefikilik
ilişkisi kurma eğilimindedir. Bu konuda
“Avrasyacı”ların hayalini bir kenara koyalım. Bir kenara
koyalım, çünkü “Şanghay
İşbirliği Örgütü”, belli bir amacı olsa da henüz ne olacağı
belli olmayan bir yapılanmadır. Diğer taraftan ABD ile kopuşmak
ve Rusya'ya yaslanmak Türk burjuvazisinin
çıkarına değildir. Batı
ile bağlarını koparmış bir Türkiye, Rusya ile uzun vadeli
“sağlıklı” ilişki geliştiremez. Kafkasya/Hazar Havzası ve
genel anlamda Orta Asya üzerine rekabeti; bu rekabetin önümüzdeki
dönemde alevlenebileceğini göz önünde tutarsak, Türkiye'nin bu
alanlarda sadece veya özellikle Rusya'ya karşı rekabet içinde
olacağını görürüz.
Bu
nedenlerden dolayı ABD-Türkiye arasındaki çelişkilerin,
gerginliğin bir kopuşmaya götürmeyeceğini, ama bunun sadece bir
esip gürleme de olmadığını, bağımlılık ilişkilerinde yeni
düzenlemelere yol açacağını görmemiz gerekir.
Amerikan
emperyalizminin dünya hakimiyetinde; bu hakimiyet için planladığı
ve uygulamaya koyduğu jeopolitikalarda Türkiye'nin sürekli bir
yeri olmuştur; bu yer, Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun
dağılmasından sonra daha da önemli olmuştur.
Soğuk
Savaş döneminde; o iki kutuplu, iki süper güçlü dünyada
Türkiye, NATO üyesi olarak Batı'nın doğuda ileri karakolu,
“Yeşil kuşak”ın önemli bir parçasıydı. Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından sonra ise Amerikan emperyalizminin
Avrasya jeopolitikasının olmazsa olmaz bir parçası olmuştur.
Amerikan emperyalizmi, 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini
sürdürmek için, umutsuz da olsa bu jeopolitikayı uygulamanın yol
ve yöntemlerinden hala vazgeçmemiştir. Türkiye'nin bu plandaki
yeri Amerikan emperyalizminin jeopolitikacıları tarafından
ayrıntılı olarak analiz edilmiştir.
Amerikan
emperyalizmi 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini sürdürmek için
uyguladığı veya uygulamaya çalıştığı jeostrateji ana
hatlarıyla şöyledir:
1-Orta
Asya Türk cumhuriyetlerini Rusya'dan uzaklaştırmak, kendine
bağlayabilmek.
2-Rusya
ve Çin'in ortak hareket etmesini engellemek.
3-Rusya'yı
çembere almak, tecrit etmek.
4-
Enerji (petrol, doğal gaz) kaynaklarını ve dünya pazarlarına
sevkıyat yollarını kontrol etmek.
5-Dünya
ticaretinde ve askeriyesinde önemli olan su yollarını (boğazları)
kontrol etmek.
Bu
stratejiyi gerçekleştirmek için rekabet bugün nerede
sürdürülüyor? Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası
üçgeninde; Balkanlarda (bunun kavgası yapıldı ve mevcut
çelişkiler şimdilik yatıştırılmış durumda); Ortadoğu'da
(rekabet savaş boyutunda bütün şiddetiyle devam ediyor),
Ortadoğu'nun bir parçası veya geniş Ortadoğu'nun bir alanı
olarak Doğu Akdeniz'de hakimiyet, Ortadoğu'da kimin hakim olacağına
bağlı olarak şekillenecek; Kıbrıs, Kızıl Deniz ve Basra
Körfezi'nde hakimiyet kavgası henüz sonlanmadı; Ukrayna da dahil
Karadeniz şimdilik kaynamada tutuluyor, ama her an patlayabilir;
Kafkasya/Hazar Havzası ve Orta Asya üzerine rekabet henüz doğru
dürüst başlamadı bile.
Neresinden
bakarsanız bakın, bu rekabet alanları bir biçimde ya Türkiye'ye
dokunuyor veya da doğrudan Türkiye'yi ilgilendiriyor. Bu nedenle
Türkiye, Amerikan emperyalizmi için vazgeçilemez bir stratejik
derinliktir.
Suriye'de
birbirlerini destekleyenler ve birbirlerine karşı savaşanlar
yumağı
Ortadoğu'da
kimin eli kimin cebinde pek belli olmazı aşağıdaki
ilişkiler-çelişkiler, birbirine karşı savaşanlar ve birbirini
destekleyenler yumağında görüyoruz. Herhalde bunun adı “taktik”
olsa gerek, bir taraftan birbirini doğrudan destekleyenler, ama aynı
zamanda karşı cephelerde yer almalarına rağmen birbirini
destekleyenler de var. Örneğin Türkiye bir taraftan koalisyon
güçleri cephesinde yer alırken; yani Esad rejimine karşıyken,
onu destekleyen Rusya ile aynı sahada yan yanalar.
Görünüşte
bütün güçler IŞİD'e karşı savaşıyor. Ama dünyanın en
güçlü ve modern ordularının bu İslami faşist örgütü
yenemediklerini, en azından tamamen yok etmeye niyetli olmadıklarını
veya ona karşı savaşmak yerine strateji gereği başka İslami
güçlere karşı savaştıklarını (Rusya, İran, Esad rejimi)
görüyoruz.
Bu
yumakta eksik olan, en azından görünmeyen güçler Çin ve AB'dir.
Çin'i Rusya'nın yanında, AB'yi de koalisyon içinde görmeliyiz.
ABD-Rusya
arasındaki Suriye üzerine gerginlik; birbirini kışkırtan
karşılıklı hamleler göz önüne getirilirse Suriye gibi dar
coğrafi bir alanda kamplaşmış güçlerin karşı karşıya gelme
tehlikesini güçlendirmektedir. Ama Irak'ta, Musul'un kurtarılması
için yapılan planlarda Suriye'de karşı kamplarda yer alan
güçlerin aynı kampta yer alabildiklerini görebiliyoruz; Suriye'de
Rusya, Esad rejimi, İran bir kampta, ABD öncülüğünde koalisyon
güçleri diğer kampta yer alırlarken, Irak'ta (Musul) ABD, Irak
merkezi hükümeti (dolayısıyla İran, Rusya), Barzani, Türkiye
aynı kampta yer alabiliyorlar.
Söz
konusu IŞİD'in yenilmesi, ama IŞİD'in yenilmesini en fazlasıyla
Rusya ve Çin ister. ABD, Türkiye ve bazı Körfez ülkeleri IŞİD'in
yenilmesinden değil, dövülmesinden ve bölgeden çıkartılmasından
yanalar. Ne de olsa IŞİD'e hayat verenler, onu henüz kullanımı
bitmiş olarak görmüyorlar. Sırada Rusya, Orta Asya ülkeleri ve
Çin (Uygur) var. Suriye ve Irak'tan çıkarılan IŞİD, başka
ülkelere gidebileceği gibi, Rusya ve Çin'e de yönelecektir. Rusya
ve Çin'in korkusu da bundan dolayıdır. Bu nedenle yenilmesini
isterler.
Suriye
savaşında kamplar arasında gerginlik artarken, bundan yararlanma
olanakları da doğmaktadır. Örneğin Türkiye, saf değiştirmeden
Suriye'de işgale girişebiliyor, Musul konusunda restini
çekebiliyor. Bunu Rusya'nın rızası ile yapabiliyor. Musul'un
IŞİD'den kurtarılması mücadelesinde Amerikan planlamasına
doğrudan karşı olan ülke Türkiye'dir. Amerikan planlamasının
başarısız kalması, Rusya'ya çıkartılan bir davetiye olacaktır,
Aynen Suriye'de olduğu gibi. Bu planın başarısız kalmasında da
ancak Türkiye bir rol oynayacak durumdadır.
Suriye
ve Irak'ta Türkiye'nin ABD karşıtı politikaları, Rusya ile
ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak daha da sertleşebilir. Türk
burjuvazisi açısından bu, sonunun nereye varacağı pek de belli
olmayan bir yol olabilir. Bir taraftan Rusya ile ilişkileri
geliştiriyor, ama karşısında Rusya'nın başını çektiği İran,
Suriye (Esad rejimi) ve Irak merkezi hükümetinin yer aldığı kamp
var. Rusya, “ağalık” yapıp tarafları susturmazsa, bu işten
en çok karlı çıkacak olan Amerikan emperyalizmi olacaktır; bunun
hesabını Türkiye'ye ağır ödetir.
Burası
Ortadoğu; en sağlam senaryonun, en diyalektik analizin ancak en
fazlasıyla birkaç hafta veya ay doğruluk, mantıklılık ömrü
vardır.
Suriye
gibi dar bir alanda bu kadar güç yoğunlaşması burada, Suriye
üzerinden Ortadoğu'da emperyalist ve bölgesel güçler arasında
rekabetin, hegemonya mücadelesinin ne denli keskinleşmiş olduğunu
göstermektedir. Bu dar alandaki “it dalaşı”nın ne zaman ve
nasıl sonuçlanacağı belli olmaz.
Ama
bu “it dalaşı”na son vermenin, Ortadoğu'yu kendi çıkarları
için kan gölüne çeviren bu emperyalist ve bölgesel güçleri
bölgemizden kovmanın, özgürlük ve demokrasi için mücadeleyi
örgütlemenin maddi zemini her bakımdan ve her zamankinden daha çok
olgunlaşmıştır. Bölgesel devrimin örgütlenmesi;
Antiemperyalist Mücadele Koordinasyonlarının kurulması önünde
kendimizden başka bir engel yoktur. Bölgesel devrimin ve
Antiemperyalist Mücadele Koordinasyonlarının örgütlenmesini;
bunun gerekliliğini ya yeteri kadar anlatamıyoruz veya da var olan
güçlerle mevcut mücadele biçimleri ile kendimizi
sınırlandırıyoruz.