KRİZ
Mİ, DEĞİL Mİ?
PARA
PİYASALARINDA HAREKETLENME VE EKONOMİNİN SEYRİ
Doların
TL karşısında değer kazanması ekonomistleri de hareketlendirdi.
Ekonominin krizde olduğu tespitini yapanlardan, politikayla
ekonomiyi birbirine karıştıranlardan; ekonominin seyrini politik
kararlarla rayına oturtmak isteyenlerden; kriz patlak verirse
Erdoğan kaçınılmaz olarak gider ve ondan kurtuluruz diyenlerden
geçilmiyor. Sanki papatya falı bakılıyor! Şüphesiz, doğru
değerlendirme yapanlar da yok değil. Bu görüşlere aşağıda
ayrıca değineceğiz. Ama önce şu ekonominin seyrine en son
veriler ışığında bir bakalım.
Hangi
açından ve hangi ekonomik veriyi ele alarak bakarsanız bakın,
dünya ekonomisinin seyri hiç de iç açıcı değil; inişli-çıkışlı
durgunluk eğilimi, bütün ekonomileri kapsayacak bir rotaya doğru
devam etmektedir. Türk ekonomisi de bu gelişmenin dışında
değildir.
Türkiye
ekonomisi, 2008'de başlayan son krizden en erken çıkan (2010 sonu
itibariyle) ve dikkate değer bir büyüme dinamiği sergileyen
ekonomilerden birisiydi. Dünya ekonomisinde önemli ağırlığı
olan AB, Avro Alanı ülkeleri hala kriz-krizden çıkma
aşamasındayken, büyüyen, “yükselen ekonomiler” kategorisinde
sayılan ülkelerin çoğunluğu son dönemde belli bir durgunluk
aşamasına girdiler. Bu ülkelerde sanayi üretiminde büyüme
oranları küçülmektedir.
Dünya
ekonomisi, kriz ve durgunluk süreçlerinin çakışacağı bir
noktaya doğru seyretmektedir. Türkiye'de de ekonomi bu seyrin
dışında değildir. Türk ekonomisinde nesnel veriler, durgunluk
sürecinde olan ekonominin verileridir. Bu veriler bir taraftan dış
kaynak kullanma olanaklarının daraldığını, üretim artışının
gerilediğini, ihracatın zorlaşabileceğini gösterdiği gibi,
işsizliğin de artacağını göstermektedir. Bütün bunlar, 15
Temmuz darbe girişimiyle, arkasından gelen “cadı avı”yla,
devam eden tutuklamalarla, “fetöcü” adı altında demokratik
kuruluşları kapatmakla; dış politik iflasla, Kürt Özgürlük
Hareketine imha amaçlı saldırılarla, Suriye'de işgalcilikle,
baskıyla, özgürlüklere saldırıyla birleştirildiğinde
burjuvazinin yönetememe krizini derinleştirecektir. Bu da
ekonominin seyrini hiç de olumlu etkilemeyecektir.
Bir
ekonominin gelişmesini ölçmek için tek bir kıstas vardır; o da
maddi değerlerin üretimidir. Yani esas itibariyle sanayi üretimidir
ve ekonomide ağırlığı önemliyse tarım üretimi
de buna dahildir. Maddi değerler üretiminde inişler ve çıkışlar,
o ekonominin
gelişme seyrini doğrudan ele verir. Burjuva politik ekonominin
kıstas diye kabul ettiği faktörlerin hepsi, maddi değerler
üretimine bağlıdır. Sanayi üretiminin arttığı veya olağanüstü
arttığı veya azaldığı veya olağanüstü azaldığı
durumlarda, örneğin borsa değerlerinin hızla fırlaması veya
hızla gerilemesi; para giriş veya çıkışında hızlı
hareketliliğin olması; döviz değerlerindeki oynamalar hep maddi
değerler üretiminin seyrinden kaynaklanır. Burjuva politik
ekonomi, ekonominin
seyrinde temel faktörün neden olduğu veya olabileceği sonuçlarla
yatıp kalkar, ona göre değerlendirme yapar ve bu nedenle de işin
içine politikayı da karıştırarak yönlendirme yapar; gerçeğin
anlaşılmasını engellemeye çalışır. Bu, bir sınıf
politikasıdır.
Marksist-leninist
politik ekonomi ise burjuva politik ekonominin kıstas olarak aldığı
verilerdeki hareketliliğin nedenini bulmak için maddi değerlerin
üretim seyrini esas alır; borsadaki, sermaye girişi ve
çıkışındaki, dövizdeki hareketliliği sanayi üretimindeki;
genel anlamda maddi değerlerin üretimindeki gelişmeyle açıklar.
Şimdi
bu çerçevede sanayi üretiminin gelişmesine bakalım:
Türkiye
ekonomisi
üzerine
son yazıda (“Ekonominin
Güncel Seyri ve
Moody’s’in Türkiye Notu”, 28
Eylül 2016, bkz.: ibrahimokcuoglu.blogspot.com)
o zaman en güncel olarak aylık sanayi üretimi için Haziran ayı
verileri ve çeyrek yıllık üretim için de 1.
ve 2.
çeyrek verileri değerlendirilmişti. Şimdi aylık üretim için
Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim ve çeyrek yıllık
üretim için de 1.,
2. ve 3.
çeyrek verilerini değerlendireceğiz.
Aylık
sanayi üretimi
Haziran
ayından bugüne aylık bazda sanayi üretiminin gelişme seyrini
göstermek için aynı verileri endeks ve zincirleme endeks olarak
grafikleştirdik.
İlk
grafikte şunu görüyoruz: Hazirandan Temmuza aylık sanayi
üretiminde felaket bir düşüş var; 126,3'ten 117,9'a düşüyor,
ama Temmuzdan Ağustos'a da 117,9'dan 128,2'ye çıkıyor. Ağustostan
Eylüle 123,4'e düşüyor, Eylül'den Ekime de 128'e çıkıyor.
Bu
verileri zincirleme endeks olarak grafikleştirelim:
Hazirandan
Temmuza aylık sanayi üretimi yüzde 6,7 küçülüyor; Temmuzdan
Ağustosa yüzde 8,7 oranında büyüyor; Ağustostan Eylüle yüzde
3,7 gerilerken, Eylülden Ekime de yüzde 3,7 oranında artıyor.
Mevsim
ve takvim etkilerinden arındırılmış bu aylık sanayi üretimi
verileri, ekonominin seyri hakkında ne anlama gelebilirler?
Grafiklerde gördüğümüz değerlerindeki sert iniş ve çıkışlar,
aylık bazda sanayi üretiminin ne denli dengesiz, istikrarsız bir
seyir içinde olduğunu; krize girme eğilimi taşıyan ama aynı
zamanda krizden çıkma sürecinde olan bir üretim seyriyle karşı
karşıya olduğumuzu göstermektedir. Burada krizden çıkma söz
konusu olmadığına göre krize girme eğilimi gündemdedir. Son
birkaç ayda, diyelim ki, Temmuzdan beri üretimde büyüme yerini
devamlılık arz eden bir mutlak küçülmeye bırakmış olsaydı
bunun adı kriz veya krize giriş olurdu.
Her
iki grafikte aylık bazda sanayi üretiminde istikrarsızlığın
ayrıntısını görüyoruz.
Yılın
çeyreklerine göre sanayi üretimi
OECD
verilerine göre hazırlanmış bu grafiğin üst kısmında
(zincirleme endeks) sanayi üretiminin 2015'in son çeyreğinde yüzde
5,1 oranında büyüdüğünü, 2016'nın ilk çeyreğinde yüzde 1,9
oranında küçüldüğünü, 2. çeyreğinde yüzde 0,3 oranında
büyüdüğün ve 3. çeyreğinde de yüzde 6 oranında küçülmüş
olduğunu görüyoruz.
Grafiğin
alt kısmında ise üretimin yılın çeyrekleri ve 2010 =100 bazında
en yüksek büyüme oranına 2015'in son çeyreğinde ulaştığını
ve 2016'nın ilk üç çeyreği sürecinde büyüme oranlarının
giderek küçüldüğünü görmekteyiz. Aylık bazdaki
istikrarsızlık, inişli-çıkışlı üretim seyri burada da açıkça
görülmektedir.
Kriz
faktörü olarak dış borçlanma durumu
Veriler,
Türkiye'nin
toplam dış borçlanmasının
iktidarı
ekonomik ve siyasi olarak zor durumda bırakacak boyutta olmadığını
göstermektedir. Önce bu gerçeği
kabul etmek gerekir. Dünya çapında akış içinde olan, en karlı
olanak arayan sermaye hala var ve iktidar bundan hala
yararlanmaktadır. Dış borcun ekonomiyi
sıkıntıya sokabilecek boyuta gelmesi için GSMH'ya oranının
yüksek olması gerekir. GSMH'nın yüzde 60'ına denk düşen bir
dış borçlanma tehlike çanlarının çalmaya başladığı
anlamına gelir.
Bu orana ulaşıldığında dışarıdan para bulmak zorlaşabilir,
maliyeti
de oldukça yüksek olabilir
ve Türkiye'yi baskı altına almak isteyen sermayeli güçler
tarafından kullanılabilir. Uluslararası
sermaye, burjuva politik ekonomide dış
borçlanmada
sürekli kıstas alınan bu oran altında kalmayı, her bir
ülke ekonomisinin seyrinin
“iyi” olduğu biçiminde yorumlar. Bu açıdan bakıldığında
Türkiye'nin dış borç tutarı, en azından şimdilik ekonominin
seyrini olumsuz etkileyecek boyutlarda
değildir. 1990-1915
arasında dış borç seyri bunun böyle olduğunu göstermektedir.
1990-2015
arasından toplam dış borcun GSMH'ya oranını aşağıdaki
grafikte görüyoruz.
Hazine
Müsteşarlığı, Dış Borç İstatistikleri
(https://www,hazine,gov,tr/tr) verilerine göre Türkiye'nin toplam
borcu 1990'da 52,381 milyar dolardan 2015'te 398,038 milyar dolara
çıkarak 25 sene içinde yaklaşık 7,6 misli artar. Bu borcun
GSMH'ya oranı ise 1990'da yüzde 26,1'den 2015'te yüzde 55,3'e
çıkar.
Açık
ki, faşist rejim şimdiye kadar hemen hiç sıkıntı çekmeden
borçlanabildi ve borç bulmakta da herhangi bir sıkıntı çekmedi.
Ama 2016 verileri durumun değiştiğini göstermektedir. 2016'nın
ilk iki çeyreğinde borçlanmanın GSMH'ya oranı artmıştır;
2016'nın ilk çeyreğinde borçlanmanın GSMH'ya oranı yüzde
58,1'den 2. çeyreğinde yüzde 59,5'e çıkmıştır. Bu demektir
ki, Türkiye, özellikle de özel sektör önümüzdeki dönemde
borçlanma sıkıntısı çekebilir, alınan kredilerin maliyeti
yükselebilir veya Türkiye'yi sıkıştırmak isteyen sermayeli
güçler borçlanmayı koz olarak kullanabilirler.
Dış
borç stokunun dağılımı borçlanmadan kaynaklanan tehlikenin
nereden gelebileceğini göstermektedir. Bunu aşağıdaki grafikle
açıklamaya çalışalım:
Borçlanma
konusunda en son veriler (Bkz.:
https://www.hazine.gov.tr/tr-TR/Istatistik-Sunum-Sayfasi?mid=59&cid=12)
şunu göstermektedir: 2015'in ilk çeyreğinden 2016'nın 2.
çeyreğine kadar kamu borçlanması 113 milyar dolardan (rakamları
yuvarladık) 122 milyar dolara çıkarak yüzde 7,9 oranında, özel
sektör borçlanması da
aynı
dönemde 277 milyar dolardan 299 milyar dolara çıkarak keza yüzde
7,9 oranında artmıştır. Aynı dönemde TCMB borçlanmasında ise
miktar yarı yarıya azalarak 2.110
milyar
dolardan 1.167
milyar
dolara düşmüştür.
Burada
bir teselli noktasının da
olduğunu belirtelim. Borçları kısa ve uzun vadeli diye
ayrıştırdığımızda uzun vadeli olanlarının ağırlıkta
olduğunu görüyoruz. Örnek olsun diye 2010'dan bu yana borçlanmayı
bu açıdan ele aldığımızda şunu görmekteyiz: Kamu
borçlanmasında kısa vadeli olan miktar 2010'da 4 milyar dolardan
azalıp çoğalarak 2016'nın 2. çeyreğinde 16,5 milyar dolara
çıkarak 4 mislinde fazla artıyor. Aynı dönemde uzun vadeli borç
miktarı 84,8 milyar dolardan 98,4 milyar dolara çıkarak
ancak yüzde 16 oranında artıyor.
Aynı dönemde özel sektörün kısa vadeli borçlanması 71, 4
milyar dolardan 88 milyar dolara çıkarak yüzde 23 oranında
artarken, uzun vadeli borcu 120 milyar dolardan 196 milyar dolara
çıkarak yüzde 63 oranında artıyor. Yani özel sektörün uzun
vadeli borçları daha hızlı artıyor. Yine aynı dönemde kamu
borçlanmasında kısa vadeli borcun toplam kamu
borcuna oranı yüzde
4,8'den yüzde 13,6'ya
çıkarken, özel sektörün kısa vadeli borçlanması yüzde 37'den
yüzde 30,4'e düşüyor.
Kamu borçlanmasında kısa vadeli borçlar önem kazanırken, özel
sektör borçlanmasında da uzun vadeli olan borçlanma önem
kazanmaktadır.
2010-2015
arasında toplam borç
içinde kamunun payı yüzde 30,5'ten yüzde 28,4'e
düşerken,
özel sektörün payı da yüzde 65,5'ten
yüzde 71,3'e çıkıyor.
Her
halükarda özel sektör borçlanması önemli bir kriz faktörü
olabilir. Ama bu borçların önemli bir kısmının devlet garantisi
altında olması da özel sektörün borçlanmasında ayrı bir
avantaj olarak görülmelidir.
Kapasite
kullanım oranı
İmalat
sanayinde kapasite kullanımındaki gelişme de ekonominin; imalat
sanayinde üretimin seyri konusunda açıklayıcı bir faktördür.
Ocak 2015-Kasım 2016 arasında aylık kapasite kullanım oranlarında
görülen iniş ve çıkışlar üretimin ne denli istikrarsız,
kırılgan olduğunu göstermektedir. Son birkaç aya baktığımızda
şunu görmekteyiz: Kapasite kullanım oranı Hazirandan Ağustosa
kadar sürekli düşüyor, Eylülde yüzde 76,6'ya çıkıyor ve Ekim
ve Kasımda yüzde 76,4 oranıyla aynı kalıyor.
Açılan
kapanan şirket sayısı
Açılan
kapanan şirket sayısındaki değişim de ekonominin seyri hakkında
bilgi verir. Türkiye Odalar Ve Borsalar Birliği'nin “2016 Ekim
ayına ait kurulan ve kapanan şirket istatistikleri haber bülteni”ne
göre (18 Kasım 2016, Sayı: 2016/10) durum aşağıdaki gibidir:
“2016
Ekim ayında kurulan şirket sayısında bir önceki aya göre %43,47
artış oldu.
Bir
önceki aya göre kurulan şirket sayısında %43,47, kurulan gerçek
kişi ticari işletme sayısında %32,39, kurulan kooperatif
sayısında %17,07 oranlarında artış olmuştur.
Bir
önceki aya göre kapanan şirket sayısında %18,15, kapanan gerçek
kişi ticari işletme sayısında %82,70 ve kapanan kooperatif
sayısında %59,15 oranlarında artış olmuştur.
Kapanan
şirket sayısında geçen yılın aynı ayına göre % 13,88 azalma
oldu.
2016
yılı Ekim ayında, 2015 yılı Ekim ayına göre kurulan şirket
sayısında %3,53 oranında artış olurken, kurulan gerçek kişi
ticari işletme sayısında %1,93 ve kurulan kooperatif sayısında
%29,41 oranında azalış olmuştur.
2016
yılı Ekim ayında, kapanan şirket sayısı 2015 yılı yılının
aynı ayına göre %52,64, kapanan gerçek kişi ticari işletme
sayısında %47,71 ve kapanan kooperatif sayısında %1,80 oranında
artış olmuştur.
2016
yılı ilk 10 ayında kurulan şirket sayısı, 2015 yılının aynı
dönemine göre %3,20 azaldı.
2016
yılının 10 aylık döneminde, 2015 yılının aynı dönemine
göre kurulan şirket sayısı %3,20, kurulan gerçek kişi ticari
işletme sayısında %13,68 ve kurulan kooperatif sayısında %16,16
oranında azalış olmuştur.
Aynı
dönemler için kapanan şirket sayısı %13,88, kapanan gerçek
kişi ticari işletme sayısında %4,96 ve kapanan kooperatif
sayısında %20,05 oranında azalış gözlenmiştir”.
Bu
verilerden şunu anlamak gerekir; şirketler açılıyor kapanıyor.
Ekonominin krizde olduğu süreçte, krizin şiddetine göre açılan
şirket sayısı azalır, ama kapanan şirket sayısı olağanüstü
artar, iflaslar birbirini kovalar. Böyle bir gelişmeye yukarıdaki
veriler işaret etmiyorlar. Yani kapanan şirket sayısında dikkate
değer bir artış, açılan şirket sayısında da azalma yok.
Bunun ötesinde kriz öncesinde ve kriz döneminde üretimde belli
ağırlığı olan büyük işletmelerin iflas etmesi, işçilerin
toplu olarak krizden dolayı işten atılmaları gerekir. Böyle bir
durum henüz yok. Ama bu alanda yanıltıcı haberler hiç de az
değildir. Gerçek durumu göstermemek için “iflas ertelemesi”
yapılmakta ve aslında batmış olan firmaların ömrü
uzatılmaktadır.
İşsizlikte
durum
İşsizlik
konusunda yapılan
resmi açıklamalar gerçeği yansıtmıyorlar.
İşsizlik, hesaplama
ve yöntem değişimiyle kolayca
maniple
edilebilir
ve iktidarın çıkarına uygun hale getirilebilir.
İşsizlik oranını ne kadar düşük gösterirsen ekonominin de o
derece iyi olduğunu söylemiş olursun. Bu hileye Tüik'in Şubat
2014 itibariyle hesaplama yöntemini değiştirerek işsiz
sayılanların kapsamını daraltmasını da eklemek gerekir. Bu
yöntem değişimiyle binlerce işsiz, bir anda işsiz kapsamından
çıkartılmış oldu. Her
halükarda
Tüik verilerine göre işsiz sayısı 3 milyonun üzerindedir. Son
birkaç ayda da artış göstermiştir; örneğin bu sayı Ocak
2015'te 3,013 milyondan Aralıkta 3,086
milyona, 2016'nın
Mayıs
ayında
3,164
milyona,
Haziranda 3,335
ve Ağustosta da 3,475
milyona çıkmıştır. Hazirandan
bu yana işsizlik oranı yüzde 11
ve üzerine çıkmıştır. (Bkz.:
http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21578
ve
aşağıdaki tablo).
Disk'e
(http://disk.org.tr/2016/09/issizlik-ve-istihdam-raporu-eylul-2016/)
göre
farklı kategorilere
ayrıştırılarak
verilen işsizlik oranları 2014'ten 2016'ya sürekli artmıştır.
En çok artış da genç işsizlerde olmuştur. Toplam işsizler
içinde payı en yüksek olanlar tarım dışı genç işsizler ve
yine tarım dışı genç kadın işsizlerdir.
Kapitalist
ekonominin konjonktür hareketindeki
değişim dikkate alınmazsa işsizlikle ilgili veriler yanlış
analizlere neden olabilir. Kapitalist
ekonominin klasik konjonktür hareketine
denk düşen bir işsizlik hareketi de artık pek görülmüyor.
Gelişen teknoloji ve üretimde uygulanması Türkiye gibi ülkelerde
de belli bir kronikleşmiş kitlesel işsizlik oluşturmuştur. Bu
nedenle ekonominin krizde olduğu dönemde artan işsizlik,
ekonominin krizde olmadığı dönemde önemsiz boyutlara
çekilemiyor; belli bir oranda kitlesel
işsizlik sürekli
var oluyor. Ekonomide
küçülme olmaksızın işsizlik oranının genellikle yüzde 9 ila
10 arasında seyretmesi bunu göstermektedir.
Şunu
da unutmamak gerekir: Sanayide çalışan işçi sayısındaki azalma
her zaman, her koşul altında ekonominin seyrinde olumsuzluğa,
üretimde daralmaya bir işaret değildir. Rekabet, teknolojinin
giderek daha yoğun olarak üretimde kullanılması, işçi sayısının
azalması ve verimliliğin artması anlamına gelir. Rekabet; modern
teknolojinin üretimde kullanılması, işçi sayısının azalması
ve verimliliğin artması arasındaki diyalektik bağın ne anlama
geldiğini emperyalist ülke ekonomilerinde görüyoruz.
İşletmeler,
tekeller arasındaki rekabet, sonuçta verimliliğin sürekli
arttırılması demektir; bu, kapitalizmin bir yasallığıdır. Bu
yasallık kronikleşmiş
kitlesel işsizliğe
neden olur; kapitalizmin
ilk dönemlerinde bir eğilim olan kronikleşmiş kitlesel işsizlik,
üretimde teknolojinin yoğun kullanılmasıyla bir yasallık olur.
Sonuçta bir taraftan sanayide çalışan işçi
sayısı azalırken üretimde verimlilik de artar. Örneğin ABD'de
sanayide çalışan işçi sayısının
toplam işçi
sayısı içindeki payı 1945'te yüzde 30'dan 2016'da yüzde 10'a
düşmüştür, ama aynı dönem içinde Amerikan sanayi üretimi ve
üretimde verimlilik artmıştır.
Sanayide
üretken işçi sayısının giderek azalması, her zaman krizin bir
göstergesi değil, aynı zamanda kapitalizmin gelişmişlik
derecesinin de bir göstergesi olabilir. K. Marks, bu diyalektik bağı
şöyle açıklar:
“Bir
ülke, üretken nüfusu, toplam ürüne göre ne kadar az olursa o
kadar daha zengindir; tıpkı kapitalist bir birey için
olduğu gibi: Aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha az işçiye
gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün miktarı aynı
kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne
kadar az olursa, o ülke o kadar daha zengin olur. Çünkü üretken
nüfusun rakam olarak göreli azlığı, işin üretkenliğinin
göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir”(Marks;
Artı-Değer Üzerine Teoriler”, Birinci Kitap, s. 214. Almanca;
Cilt: 26/1, s. 199).
Diğer
bir ifadeyle bu gelişme, kronikleşmiş kitlesel işsizliğin
günümüz kapitalizminde nesnel ekonomik bir yasa olduğunu
göstermektedir. Bu süreç; bu diyalektik bağ Türkiye gibi
ülkelerde de uçlanmıştır. Bu nedenle işsiz sayısındaki
artışı, ani artış değilse, rekabet-teknoloji ve üretimde
verimlilik bağlamı içinde görmek gerekir.
Sonuç
itibariyle:
Haziran
ayı verilerinin de değerlendirildiği makalede ekonominin
inişli-çıkışlı durgunluk sürecinde olduğu tespiti
yapılıyordu. Haziran-Ekim arasında sanayi üretiminin seyri,
ekonomideki inişli-çıkışlı durgunluk sürecinin krize doğru
bir eğilim içinde olduğunu göstermektedir; yukarıdaki veriler,
üretim artışının gerilediğini, bazı aylarda mutlak
daralmaların olduğunu, dış kaynak kullanma olanaklarının
daralabileceğini, başka ülkelerde ekonominin durumuna da bağlı
olarak ihracatın zorlaşabileceğini göstermektedir. Bu gelişmeler
Kürt Özgürlük Hareketine karşı imha savaşıyla, Suriye'de
işgalle, başkanlık sistemi adı altındaki topluma dayatmalarla,
“fetöcü”lere karşı “cadı avı” adı altında muhalefeti
susturmakla, baskılarla birleştirildiğinde ekonominin seyri
bakımında hiç de olumlu gelişmeler beklenmemelidir.
Ekonomide
bir fazla üretim krizinden bahsedebilmek için, ekonominin nesnel
yasalarının neden olduğu faktörlere bakmak gerekir. Bu
faktörlerin bir arada birbirini etkileyerek/tetikleyerek etkide
bulunmaları gerekir. Nedir bu faktörler?
-Mali
alanda (bankalarda) sıkıntıların baş göstermesi; alınan
kredilerin ödenememesi, kredi bulamamak veya verilen kredilerin
ödenememesi...
-Çarkı
döndürebilmek için para bulmakta zorluk çekilmesi...
-Ekonomide
belirleyici ağırlığı olan sektörlerde önde gelen
işletmelerden, tekellerden bir kısmının iflas etmeleri veya
üretimi durdurmaları ve bu nedenle işçiler toplu olarak sokağa
atılmaları gerekir (Ama devlet desteğiyle böylesi işletmelerin
iflası ertelenebilir)...
-Kriz
diyebilmek için sanayi üretiminin en azından arka arkaya birkaç
ay sürekli daralması (küçülmesi), “eksi” (-) “büyüme”si
gerekir. Böyle bir durumu mevcut verilerde yok. Olamaz mı? Olur.
Önümüzdeki dönem böyle bir gelişmeye gebe. Kasım, Aralık
(2016) ve Ocak (2017) verileri ekonominin seyri hakkında (kriz veya
değil) aydınlatıcı olacaktır.-Söz konusu bu üç aylık dönemde
sanayi üretiminin seyri bir ara krize de dönüşebilir. Bu türden
bir kriz 1999'da yaşanmıştı.
-Bütün
bunların veya birkaçının bir arada etkili olması sonucunda kriz
veya değil diyebiliriz...
Mevcut
veriler şunu göstermektedir:
Ekonomi
oldukça kırılgandır, üretimde sert iniş-çıkışlar
olmaktadır; bu durum ibresi krize doğru çevrilmiş bir
inişli-çıkışlı durgunluk sürecidir.
EKONOMİNİN
YASALARI NESNELDİR - BU YASALARI TANIMAKSIZIN
ONUN
GELİŞME SEYRİ DOĞRU ANALİZ EDİLEMEZ
Ekonominin
yeni bir krize doğru seyir içinde olduğu dönemlerde -şimdi
olduğu gibi- “ayrık otu” diye tanımladığım birtakım tipler
ortaya çıkar ve olmadık teoriler üretirler, sonra, konjonktürün
kendi nesnel yasaları doğrultusundaki hareketini, ürettikleri
pespaye ve çoğu kez de komplo teorileriyle değiştiremedikleri
için, krizin sonladığı süreçte yeniden yer altına çekilirler,
bir dahaki krize kadar da orada kalırlar. Ayrık otu için ilkbahar
neyse bu unsurlar için de krize giriş süreci odur. Ayrık otu için
yaz mevsimi neyse, kriz süreci de bu unsurlar için odur. Sonbahar
ayrık otu için neyse, krizden çıkış süreci de bu unsurlar için
odur ve nihayetinde kış mevsimi ayrık otu için neyse ekonominin
krizden çıktığı süreç de bu unsurlar için odur; yer altına
çekilmek! Bu ayrık otlarının yerli olanları da var. Ama bunlar,
önce uluslararası ağabeylerinin dünya ekonomisi bağlamında ne
söyleyeceklerini, ne türden teoriler üreteceklerini beklerler;
ancak sonrasında pozisyon alarak “yerli malı”, “montaj”
teoriler üretirler. Henüz ortaya çıkmadıkları için bu sefer o
unsurlardan bahsetmeyeceğim. Aşağıda değineceğim görüşleri
de ayrık otu kapsamında görmüyorum. Bu bilinsin.
Şimdi,
bu açıklamadan sonra ekonominin seyri hakkında dile getirilen
görüşlere bir göz atalım:
Hayri
Kozanoğlu ülkede siyasi değişiklik olmadan ekonominin de rayına
oturma şansı yoktur diyor: “Türkiye’deki krizin ekonomik
olarak hissedilen yönüne sırf ekonomik önlemlerle çözüm bulmak
mümkün değildir. Türkiye’nin daha demokratik, insan haklarına
saygılı, çoğulcu bir demokratik iklime geçmesi gerekir”.
Yaşanan gelişmelerden dolayı “siyasi olarak bu iktidarın
ayakta kalması, Erdoğan rejiminin ayakta kalmasının koşulları
giderek ortadan kalkıyor.”
Kozanoğlu,
Türkiye’deki ekonomik
krizin çözümünü,
öncelikle siyasi
olarak demokratik bir iklime geçilmesinde
aramaktadır. “Demokratik bir iklim”e Erdoğan diktatörlüğü
döneminde geçilemeyeceği için, yani siyasi değişim olamayacağı
için, ekonominin de rayına oturması pek mümkün değildir diyor
Kozanoğlu.
Aynı
zamanda şunu da savunuyor: “94 krizi hatırlanırsa; o zaman
Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığı ile sonuçlanan bir sürecin
önünü açmıştı, 2001 krizi AKP’nin önünü açmıştı.
İslamcılar bu geçmiş iki krizden avantajlı çıkmıştı bu
seferkinde ise faturayı onların ödemesinden başka çıkar yol
görünmüyor”.
Söylenen
şu:
-Krize,
salt ekonomik önlemlerle çare bulunamaz.
-Ekonomik
krize çare bulmak için demokratik bir düzene geçilmelidir.
-Erdoğan
diktatörlüğü altında demokratik bir düzene geçiş olamayacağı
için kriz de devam edecektir.
-Kriz
Erdoğan'ı, AKP-rejimini alt edecektir. Bu, AKP'den, Erdoğan'dan
kurtulmak için krize umut bağlamaktan başka bir anlam taşımaz.
Kapitalizmin
tarihine burjuva demokrasisinin uygulanması ve ekonomik kriz
açısından baktığımızda Kozanoğlu'nu haklı çıkartacak bir
gelişme görmüyoruz: Ekonomik kriz burjuva düzende demokrasiye,
anti-demokratik uygulamalara, faşizme bakmaksızın patlak veriyor.
Ekonomik kriz, kapitalizmin nesnel yasalarının, demokrasiyle,
faşizmle değiştirlemeyecek, ortadan kaldırılamayacak yasalarının
etkide bulunmalarının bir sonucudur. Kozanoğlu bunu anlamıyor.
Nuray
Mert isimli akıl fukarası da “Ekonomik kriz ve ideolojik yükleme”
başlıklı yazısında Erdoğan'ı fırsat bilerek Stalin ve Mao'ya
yüklenmeyi ideolojik duruşunda bir görev olarak algılamış:
“Stalin Rusya’sı yeni düzeni tutturamayınca, çareyi
milyonlarca insanı kıymakta buldu. Mao, Çin’de Kültür Devrimi
yapacağım diye, babayı oğula, komşuyu komşuya astırdı.
Böylesi cehennemlerin yolu böyle döşenir. Düşman yaratmak, hele
hele iç düşman yaratmak, insanları bu yönde hoyratlığa sevk
etmek feci bir sona hazırlıktan başka netice vermez. İnsanlık bu
tecrübeleri yaşadı, tekrar benzer yollara koyulmanın âlemi yok”.
Ne
diyelim Stalin ve Mao ile Erdoğan arasındaki sınıfsal farkı
görmemesini burada anlatmanın bir anlamı olmasa gerek.
M.
Sönmez'den:
Sönmez
ekonomiyi “düze” çıkartmanın tek yolunu "İçeride
ve dışarıda barış politikası gütmeli(de). Hukuka
saygı, bağımsız yargı ve özgür medya oluşmalı(da)"
aramaktadır.
Bu
yazara göre Türkiye'de ekonomik krizin çözümü ekonomik
değildir, politiktir.
Sönmez,
çözümü ve çözümün neden ekonomik olmadığını ise şöyle
açıklıyor: “Çözüm ekonomik falan değil. TUSİAD niye 'şu
ekonomik önlemleri alın' demedi? Çünkü mesele ekonomik olmaktan
çok politik ve jeopolitik. Sermaye niye uzaklaşıyor? Politik
riskleri yüksek gördüğü için. Tabii ekonomik kırılganlıklar
da var. Derecelendirme kuruluşları notu düşürürken, buna riayet
eden sermaye de ciddi risk görüyor. Faiz artırmakla vs. olmaz.
Çözüm;
sermayeyi, batı kapitalizmini Türkiye'den uzaklaştıran, içinde
insan hakları, hukuk devletinden uzaklaşma da olan ve medya, ifade
özgürlüğünü de içeren ama sermayenin mülkiyet hakkı
endişesini de barındıran politik bir dönüşümde. Bunu dışarıdan
AB açıkça talep etti. İçeriden TUSİAD talep etti; hukuk
devletine dönün, diye. AKP şimdilik bunlara ayak diretiyor.
Şimdilik yapmak istemiyor çünkü rejim de şuraya sıkışık
durumda; bagajındaki yüklerle, dosyalarla ancak otoriter ve
totaliter olmakla kurtulacağına inanıyor. Ekonomik krizin
basıncıyla bunun mecburiyeti arasında sıkışmış durumda. Bu
sıkışıklık bunaltacak ve AKP'yi belki çatlatacaktır. Çünkü
topun ağzında MUSİAD, yandaş sermaye ve kendi seçmeni de var.
Öte taraftan hukuk devletine dönüş, Saray ve çevresindekileri
zor duruma sokacaktır."
Türkiye,
“yeniden ciddi bir krizin eşiğine gelmiştir, ekonomik
büyüme denince sanayiye dayalıymış gibi anlaşılıyor ancak bu
büyüme sanayinin, tarımın, teknolojinin gelişmesiyle olan bir
büyüme değildir. Tabii, hizmet sektörü ve inşaat
ağırlıklı”.
“Şu
görüldü ki bu kriz ağırlıkla bir politik gerekçesi olan
krizdir. Yani ekonomik olarak alınacak önlemler bu krizi aşmaya
yetmez. Çünkü bu sonuç olarak dış sermayenin Türkiye’den
soğuması geri gitmesi ve gelmemesidir. Bu iştahsızlığın nedeni
de Türkiye’deki ekonomik kırılganlıklar değil sadece, ama
Türkiye’de politik risklerin yükselmesi, jeopolitik risklerin
yükselmesidir”.
“Türkiye’den
tutun Brezilya’sından Güney Afrika’sına sermayenin kaçışı
bu ülkelerde ciddi bir inişi beraberinde getirecek. Buna uyum
sağlayabilen biraz gemisini doğrultabilir, sağlayamayan çöker.
Uyum sağlamada da sadece ekonomik faktörler değil, politik
faktörler, jeopolitik faktörler ve bunları yönetebilme becerisi
önemli. Türkiye bu riskleri azaltırsa giden sermayenin bir kısmı
geri gelebilir. Ama bu da bu kurulu düzen içinde bütün bu
antidemokratik icraattan vazgeçmesini, Kürt meselesini barışçıl
bir düzleme çekmesini, çoğulculuğu kabullenmesini, parlamenter
rejimin iyi kötü işlemesini sağlaması, Ortadoğu’da ateşi
büyüten adımlardan vazgeçmesini, yasama, yürütme yargı
arasındaki güç dengelerine riayet etmesini, dolayısıyla
başkanlık saçmalığından vazgeçmesini filan gerektiriyor”.
Politik
taleplerle ekonomik kriz açıklaması diye buna denir! Ekonomik kriz
üzerine çok yazı okuduğumu söyleyebilirim. Ama böylesi ekonomik
kriz analizine şimdiye kadar rastlamadığıma inanabilirsiniz. Bu,
sadece bir açıklama değil, kriz konusunda burjuva ve Marksist
teorileri altüst eden, boşa çıkartan “teorik” bir açılım
olsa gerek!
Sönmez
oldukça açık konuşuyor:
Bu
kriz, ağırlıkta politik gerekçesi olan bir krizdir; yani ekonomik
krizin nedenleri ekonomide değil, politikada aranıyor. Ekonominin
krize neden olan, olabilecek nesnel gelişmeleri, kapitalizmin o
nesnel yasaları politik tedbirlerle değiştirilebilir deniyor.
Bu
nedenle çözümün ekonomik değil, politik olduğunu savunuyor.
Kriz
çözümü politikada arandığına göre bir kaç ihtimali göz
önünde tutmak gerekiyor:
Bu
ihtimallerden birisi Sönmez'in, sosyalist devrimi savunuyor
olmasıdır. Sosyalizmde ekonomik kriz olmayacağına göre haklıdır.
Ama Sönmez'in sosyalist devrimi savunup savunmadığını
bilmiyorum.
İkinci
ihtimal ise sosyal demokratik bir düzenden yana olup olmamasıdır.
Sönmez açıktan böyle bir düzeni, Keynesçi bir ekonomi
savunmaktadır. Ama Keynesçi ekonominin uygulamada olduğu
dönemlerde, sosyal demokratlar iktidardayken de krizler patlak
veriyordu. Yoksa değil mi? O öve öve bitiremediği “batı
kapitalizmi” ve demokrasisinin uygulandığı ülkelerde; diyelim
ki, Almanya'da, İngiltere'de, Fransa'da, ABD'de hiç ekonomik kriz
yaşanmadı mı?
Sönmez'e
gör düzen demokratik olursa ekonomi krize girmez. Bu durumda aklıma
şu geliyor: Demek ki, Çin oldukça demokratik bir ülke olduğu
için ekonomisi en azından 2000'den bu yana krize girmedi, tam
tersine kapitalizmin tarihinde eşi az görülmüş oranlarda büyüdü.
Kriz
ve demokrasi denklemini şöyle de kurabiliriz:
“Çözüm;
sermayeyi, batı kapitalizmini Türkiye'den uzaklaştıran, içinde
insan hakları, hukuk devletinden uzaklaşma da olan ve medya, ifade
özgürlüğünü de içeren ama sermayenin mülkiyet hakkı
endişesini de barındıran politik bir dönüşümde”. Demek
ki, Çin, böyle bir dönüşümü yaptığı için krize çözüm
bulmuş; bu nedenle “batı kapitalizmi” Çin'e yatırım yapmak
için kuyruğa girmiş! Demek ki, Çin'de insan haklarına saygı
sonsuz, hukuk devleti sonuna kadar işletiliyor, medya ve ifade
özgürlüğü başka hiçbir ülkede olmadığı kadar uygulanıyor
vs. Buyurun, “sol”da duran bir ekonomistin kriz değerlendirmesi!
Ve
Türkiye gayet demokratik olursa, diyelim ki, AB'den veya dünyanın
en demokratik ülkesinden daha da demokratik olursa Türkiye
ekonomisi kriz sorununu çözer. Öyle mi? Demek ki, yabancı sermaye
bir ülkeye gitmek için o ülkenin demokratik olup olmadığına
bakıyor, nerede en fazla kar elde ederime bakmıyor. Öyle mi? Demek
ki, bu durumda yabancı sermaye Çin çok çok demokratik olduğu
için akıyor, orada en fazla karı elde ederim diye gitmiyor!
Kriz
emarelerini daha ziyade, çoğunlukla politik ve askeri gelişmelerle
açıklarsanız şunu demiş olursunuz:
-Ekonomik
krizin nedenleri siyasi gelişmelerdir, krizlerin dönemsel
özellikleri yoktur ve kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarının bir
sonucu değildir.
-İsteyen
devlet veya devletler grubu, istedikleri devleti siyasi baskı altına
alarak ekonomik krize neden olabilir. Bu durumda Türkiye Batılı
devletlerin siyasi baskısı altındadır. Bu baskıdan dolayı
Türkiye ekonomisinde kriz var; kriz istemiyorsan Batılı güçlerin
isteklerine boyun eğeceksin. Sönmez bunu ima etmiyor, çok somut
olarak savunuyor.
HDP
Eş Başkanları danışmanı Olcay Çelik de şu tespiti yapıyor:
“Muhalefet kanadının neredeyse tamamı mevcut ekonomik
krizin sebebini siyasi kriz olarak değerlendiriyor. Bu elbette doğru
ancak eksik bir yaklaşım. Zira kriz, siyasi olduğu kadar ekonomik,
iç politikayla olduğu kadar dış dünya ile de bağlantılı.
Sorunu sadece demokratikleşmede görmek, çözüm olarak da eski
çarpık ekonomi politikasına, yani yabancı sermaye girişine
bağımlı ekonomiye dönüşü savunmayı ya da en iyi ihtimalle
mevcut ekonomik yangına dair bir şey söyleyememeyi de beraberinde
getirir ki, bu da yanlış olacaktır.
Bu
yüzden bu krizi hem ekonomik hem de politik, daha doğrusu
ekonomi-politik bir kriz olarak tariflemek...”
Olcay
Çelik, ekonominin krizde olduğunu; bu krizin hem siyasi hem de
ekonomik yönlerinin olduğunu ve bundan dolayı da “ekonomi-politik
bir kriz” sürecinde olduğumuzu savunuyor.
HDP’nin
ekonomiden sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Sezai Temelli de
genel anlamıyla Türkiye ekonomisinin bir kriz içerisinde olduğunu
ve bu krizin giderek de derinleştiğini savunuyor. Türkiye’de
ekonomiden sorumlu bakanlar, uzmanlar, başbakan ve cumhurbaşkanı
farkında olmadan ekonomiyi daha derin krizlere sürükleyecek siyasi
kararlar peşindeler diyor.
Temelli'ye
göre ekonomi giderek derinleşen bir kriz içindedir ve siyasi
sorumlular yaptıkları açıklamalarla krizi daha da
derinleştirebilirler. Yani OHAL, tutuklamalar, başkanlık sistemi
tartışmaları, Suriye'de işgalcilik, Kürt Özgürlük Hareketine
karşı imha savaşı vs. politik sorunlar olduğu müddetçe kriz
giderek derinleşir diyor.
“Sosyalist
Emekçiler Partisi Girişimi” de “Kara Kış Kapıda: İşsizlik
Çift Hanede, Borçlanma Artıyor” başlıklı yazıda “Türkiye,
2008 krizinin üçüncü dalgasının kıyılara vurması ile ciddi
bir durgunluk dönemine girdi” tespitini yapıyor. Ve sonra
“Uluslararası ekonomik krizin 2008’den bu yana çevre
ülkelere üçüncü bir dalga olarak vurması, Trump’ın
seçilmesiyle birlikte zaten yükselen doların tarihi bir tavan
yapması ve ülkedeki siyasi gerilim bu krizin kolay kolay
aşılamayacağını gösteriyor” diyerek kriz belasından
kolay kolay kurtulamayacağımız bir sürece giriyor olduğumuzu
açıklıyor.
“Sosyalist
Emekçiler Partisi Girişimi”, sıra dışı hareket ediyor; 2008
dünya krizinin dalgalarından, bu dalgaların (şimdi üçüncüsünün)
kıyıya vurmasından ve “çevre” ülke olarak Türkiye'nin de bu
“dalga”nın etkisiyle “ciddi bir durgunluk dönemine” girmiş
olduğundan bahsediyor. Dünya ekonomisi neredeyse yeni bir fazla
üretim krizine girecek; en azından eğilim böyle, ama SEP, 2008
krizinin dalgalarından bahsediyor. Dünya ekonomisinin bu
dalgalardan haberi var mı, bunu bilemem. Ama olsa da olmasa da
değişen bir şey olmayacaktır; dünya ekonomisi SEP'in dalgalarına
göre değili, ekonominin nesnel yasalarına göre hareket etmeye
devam edecektir ve bu gidişat SEP'in teorisine uymuyorsa, o zaman
ekonomi, teoriye uygun hale getirilir. SEP de bunu yapıyor. Bu da
bir anlayıştır ve farklı açılardan da olsa uygulayıcıları
yaygındır; örneğin ayrık otçuları.
Prof.
Dr. Korkut Boratav:
“Kriz
gelir Erdoğan gider” beklentisi yanlıştır. “Krizler
iktidarları otomatik olarak değiştirmez; hatta halk sınıflarının
örgütsüz, zayıf olduğu, işsizliğin, sefaletin yaygınlaştığı
ortamlarda baskıcı rejimleri güçlendirebilir. “İnsan insanın
kurdu” olabilir. Komşular rakip görülür; ihbarcılık
yaygınlaşır. Emperyalizme umut bağlamak şaşkınlıktır.
Mülkiyet haklarının güvence altında olması yeter; uluslararası
sermayenin bir demokrasi önceliği yoktur. Önemli olan her aşamada
artan baskılara karşı mücadele etmektir”.
Prof.
Dr. Korkut Boratav, Türkiye’nin "bağımlı" olduğu
yabancı sermayedeki kaçışın 2017’de de sürmesi halinde
ekonomik küçülmenin sert bir krize dönüşebileceği görüşünde.
Korkut
hoca, aslında yukarıya aktardığım anlayışlara toplu bir cevap
veriyor; hangi koşullarda ekonominin krize girebileceğinden,
sermayenin demokrasi önceliğinin olmadığından bahsediyor.
Belirtmeden
geçmeyelim:
Ekonomik
kriz üzerine komplo teorileriyle mesai tüketenlere şunu söylemek
gerekir: Ekonomik krizle günümüz koşullarında ne bu hükümet ne
de faşist rejim yıkılır; bu rejimden, Edoğan'dan kurtulmak
isteyen hitap ettiği sınıfı örgütlemelidir. Sınıfa hitap
etmiyorsan, sınıf partisi değilsen bu işe hiç karışma daha
iyi; sınıf mücadelesinde ortaya oynayan; herkese hitap eden
ezilir, silinir tasfiye olur.
Şimdi
bu görüşleri farklı açılardan kısaca değerlendirelim:
Toplumsal
üretici güçlerin gelişmesi, kapitalist üretim biçiminin temel
çelişkisini de; üretimin toplumsal karakteriyle el koyuşun
kapitalist karakteri arasındaki çelişkiyi de geliştirir. Bu temel
çelişki, kapitalizmde dönemsel krizlerinin de nedenidir.
Marksistler, ekonomik krizleri bu çelişkiden hareketle açıklarlar.
Üretimin toplumsal karakteriyle ürüne el koyuşun kapitalist
karakteri arasındaki temel çelişki, krizlerin nihai nedenidir.
Şüphesiz ki bu çelişki, krizin doğrudan nedeni değildir. Ama bu
çelişkinin derinleşmesi, kapitalizmde krize neden olan
çelişkilerin olgunlaşması anlamına gelir. Bunların neler
olduğunu belirterek geçiyoruz.
1-Üretim
ile pazar arasındaki çelişki.
2-Çeşitli
üretim dalları arasındaki çelişki.
3-Ortalama
kar oranı.
4-Kar
oranının eğilimli düşüşü.
5-
Kredi mekanizmasının gelişmesi.
6-Dünya
pazarındaki gelişmeler (Dış pazar).
Bunlar,
aynı zamanda, konjonktüre/krize neden olan faktörlerdir.
Bu
altı faktörü açtığınızda karşınıza
bir biçimde “Bütün gerçek
krizlerin nihai nedeni... kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı
tüketimidir” (Marks, Kapital, C.
III, s. 501) çıkar. Burada söylenen şudur: Üretimin sınırsız
büyüme eğilimiyle pazarın ağır, sınırlı gelişmesi
arasındaki çelişkide belirleyici olan, kitlelerin alım gücüdür,
kitlelerin tüketimdeki sınırlı hareketleridir.
Fazla
üretim krizi, bu çelişkilerin veya faktörlerin gelişmesinin
sonucunda zorunlu olarak patlak verir. Burada önemli olan, bu
çelişkilerden ve faktörlerden hangisinin veya hangilerinin en
önemli olduğu değil, bunların ekonomide krizin patlak vermesini
zorunlu kılacak derecede gelişmiş
olmalarıdır.
Ekonomide
büyüme veya küçülme; kriz veya üretimde artış söz konusu
olduğunda kıstas sorusu güdeme gelir. Neye göre ekonomi büyüyor
veya küçülüyor veya neye göre krizden veya üretim artışından
bahsediyoruz? Bu sorular sorulduğunda üretim biçimlerinde
ekonominin politik ekonomi olduğu ve bunun da sınıfsal karakter
taşıdığı açığa çıkar. Politik ekonominin sınıfsal
karakteri göz önünde tutulmaksızın ekonomi bağlamında
sorunlara ve bunun siyasal sonuçlarına doğru cevap verilemez.
Burada “ekonomistler ne işe yarar” sorusu da akla gelir. Bu
bağlamda Türkiye'de “sol”da duran ekonomistlerin
değerlendirmelerine baktığımızda -belki bir-iki istisna hariç-
diğerlerinin kapitalist ekonominin sınıfsal karakterinden; nesnel
yasalarından bihaber hareket ettiklerini görüyoruz. Öyle ki,
kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartan anlayışlar
savunulabiliyor. Tamam, anladık, Türkiye'de ekonomi “berbat”
durumda; bazılarına göre neredeyse hiç üretmiyor; büyümüyor
vb. Türkiye'de ekonominin istikrarsız olduğu, dönem dönem çok
kırılgan bir süreçten geçtiği, uluslararası sermaye
hareketinden bağımsız hareket edemediği tartışılmayan bir
gerçektir. Ama bu gerçekten hareketle kapitalizmi, kapitalizm
olmaktan çıkartan bir değerlendirme; kapitalizmin nesnel
yasalarını yok sayan bir analiz, “sol”da duran ekonomistlerin
iş olmamalıdır. Bunlar kafalarında nasıl bir kapitalizm
canlandırıyorlar ki, sömürüyü, hırsızlığı, yolsuzluğu,
toplumsal yoksuluğu, işsizliği, krizi vb. anlatırken kapitalizmin
nesnel ekonomik yasalarını ve bunların topluma yansımalarını
göz ardı edebiliyorlar? Açık ki, kafalarında “sosyalleşmiş”,
burjuva da olsa demokrasinin kurallarına sıkıca bağlı işleyen
bir kapitalizm veya Keynesçi bir kapitalizm canlandırıyorlar.
Ekonomide kriz, krize giriş ve krizden çıkış nedeni olarak
politik sorunları neden olarak gösterebiliyorlar; örneğin krizden
çıkmak için demokratik düzene gerek olduğunu, düzen demokratik
olursa ekonominin de kriz girmeyeceğini söyleyebiliyorlar.
Örneğin,Türkiye'de
ekonomik krizin
çözümü ekonomik değildir,
politiktir denebiliyor.
Bunu “sol”da duran bir ekonomist nasıl söyleyebilir?
Veya “sol”da duran ekonomistler ne zamandan beri politik
ekonominin sınıfsal karakterini bir kenara atarak ekonominin
gelişme seyrini maddi değerlerin üretiminden kopartıp GSMH
bazında değerlendirmeye başladılar? Ama
yukarıda örneğini verdiğim gibi bu yapılıyor. “Sol”da duran
ekonomistler ne zamandan beri “ekonomik
büyüme denince sanayiye dayalıymış gibi anlaşılıyor ancak bu
büyüme sanayinin, tarımın, teknolojinin gelişmesiyle olan bir
büyüme değildir.
Tabii, hizmet sektörü ve inşaat ağırlıklı”dır
analizi yapıyorlar. Hizmet sektörünün de özelleştiğini, her ne
kadar doğrudan artı değer üretilmese de hizmet sektörü
kapitalistinin sermayesini çoğaltmak için çalışanlarını
sömürdüğünü, inşaat sektöründe ise artı değer üretildiğini
nasıl gözardı edebilirler?
Bu ve benzer sorular çoğaltılabilir.
Politik
ekonominin konusu nedir?
SSCB
Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, tarafından Almancası
1955'te yayınlanan POLİTİK EKONOMİ, Ders Kitabı Cilt: I'de
politik ekonominin konusu özetle şöyle tanımlanır:
“Politik
ekonomi, tarihsel bir bilimdir. . Tarihsel olarak belirlenmiş
toplumsal biçimi içinde, maddi üretimi araştırır, söz konusu
üretim tarzlarına özgü olan ekonomik yasaları araştırır.
Ekonomik yasalar, ekonomik görüngülerin ve süreçlerin özünü,
içsel, nedensel bağıntılarını ve bunlar arasında var olan
bağımlılığı dile getirirler. Her üretim tarzı, kendi ekonomik
temel yasasına sahiptir. Ekonomik temel söz konusu üretim tarzının
en önemli yanlarını, özünü belirler...
Ekonomik
gelişme yasaları, nesnel yasalardır. Bunlar, insan iradesinden
bağımsız olarak gerçekleşen ekonomik gelişme süreçlerini
yansıtırlar. Ekonomik yasalar, belirli ekonomik koşullar temelinde
oluşur ve etkinlik gösterirler. İnsanlar bu yasaları öğrenebilir
ve toplum yararına kullanabilirler, ekonomik yasaları ortadan
kaldıramaz ve yenilerini yaratamazlar...
Politik
ekonomi, gelişmenin nasıl toplumsal üretimin alt aşamalarından
üst aşamalarına doğru olduğunu, insanın insan tarafından
sömürüsüne dayanan toplum düzenlerinin nasıl oluştuğunu,
geliştiğini ve yok edildiğini araştırır...
Böylelikle
politik ekonomi, toplumsal üretim ilişkilerinin, yani insanların
ekonomik ilişkilerinin gelişmesinin bilimidir. Çeşitli gelişme
aşamaları içinde insan toplumundaki maddi varlıkların
üretilmesinin ve dağılımının tabi olduğu yasaları inceler.
Marksist
politik ekonominin yöntemi, diyalektik materyalizmin yöntemidir.
Marksist-Leninist politik ekonomi, diyalektik ve tarihsel
materyalizmin temel ilkelerinin toplumun ekonomik yapısının
araştırılmasında kullanılmasına dayanır...
Politik
ekonomi, kılı kırk yararak bulunmuş, hayattan kopuk gelişigüzel
sorunları değil, tersine insanların, toplumun, sınıfların
yaşamsal çıkarlarını ilgilendiren tümüyle gerçek, güncel
sorunları araştırır...
Politik
ekonominin nötr, yansız bir bilim olduğunu, politik ekonominin
toplumdaki sınıf mücadelesinden bağımsız olduğunu, ve ne
doğrudan ne de dolaylı olarak herhangi bir politik parti ile bağ
içinde bulunmadığını iddia eden iktisatçılar tamamen
haksızdırlar” (Giriş bölümünden)
Her
toplumsal sınıfın veya her üretim biçiminin kendine özgü bir
politik ekonomisi vardır. Ve her bir politik ekonomide ekonominin
gelişme seyrini tespit etmemize yarayan kıstaslar vardır. Bu
kıstaslar sınıfsal bakış açısına göre değişir; örneğin
bir burjuva ekonomistin kapitalist ekonominin gelişme seyrini tespit
ettiği kıstaslar ile bir Marksist-Leninistin aynı amaç için
kullandığı kıstaslar farklıdır ve doğal olarak varılan
sonuçlar da farklı olacaktır. Bu anlamda kapitalizmde -burjuva
politik ekonomide- ekonominin gelişme seyrini gösteren bir dizi
kıstas, egemen sınıfın (burjuvazinin) çıkarlarına hizmet eder.
Burjuvazi ve ekonomistleri, rakamlarla, ekonomi verileriyle
oynamanın, çıkarına uygun sonuçlar versin diye çarpıtmanın
ötesinde ekonominin gelişme seyrini ele veren göstergeleri kendi
sınıfsal çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde düzenler.
Örneğin, Tüik baz yılını değiştirerek; üretimin dibe vurduğu
2009 yılını esas alarak büyüme oranlarını çarpıttı ve bir
işlem sonucunda ülke ve insanları birden bire zenginleşiverdi;
refah içinde yaşar oldu.
Marksist-Leninist
politik ekonomide ise, burjuvazinin anladığı içerikte GSYH veya
GSMH diye bir kavram yoktur. Bu kavramın yerine Marksist-Leninist
politik ekonomide toplumsal toplam ürün (TTÜ) veya da brüt ürün
(BÜ) kavramları kullanılır. GSYH-GSMH ile TTÜ-BÜ arasında
bağlayıcı farklar vardır. Bu kapsamda bir yazıda bu farkları
açmanın olanağı olmayacağı için kısaca şunu söyleyelim:
Burjuvazi, maddi değerlerin üretilmediği sektörleri de
hesaplamaya dahil eder. Marksist-Leninist politik ekonomi sadece ve
sadece maddi değerlerin üretimini hesaplamaya dahil eder. Toplumsal
toplam ürün ve dolayısıyla ulusal gelir de, maddi üretim
dallarında çalışan işçiler tarafından üretilir. Buna, maddi
varlıkların üretildiği dallar–sanayi, tarım, inşaat sektörü,
taşıma sektörü ve giderek artan önemde hizmet sektörü de
dahildir. Devlet aygıtının, kredi sektörünün, (üretim
sürecinin dolaşım alanındaki devamını teşkil eden ticari
operasyonlar hariç) ticaret vs.nin dahil olduğu üretici olmayan
dallarda, özelleştirilmemiş hizmet sektöründe yeni değer (artı
değer) üretilmez, dolayısıyla ulusal gelir de üretilmez.
Meselenin bu yönü ekonomist M. Sönmez'in umurunda bile değil.