deneme

16 Aralık 2016 Cuma

KRİZ Mİ, DEĞİL Mİ?


KRİZ Mİ, DEĞİL Mİ?
PARA PİYASALARINDA HAREKETLENME VE EKONOMİNİN SEYRİ

Doların TL karşısında değer kazanması ekonomistleri de hareketlendirdi. Ekonominin krizde olduğu tespitini yapanlardan, politikayla ekonomiyi birbirine karıştıranlardan; ekonominin seyrini politik kararlarla rayına oturtmak isteyenlerden; kriz patlak verirse Erdoğan kaçınılmaz olarak gider ve ondan kurtuluruz diyenlerden geçilmiyor. Sanki papatya falı bakılıyor! Şüphesiz, doğru değerlendirme yapanlar da yok değil. Bu görüşlere aşağıda ayrıca değineceğiz. Ama önce şu ekonominin seyrine en son veriler ışığında bir bakalım.


Hangi açından ve hangi ekonomik veriyi ele alarak bakarsanız bakın, dünya ekonomisinin seyri hiç de iç açıcı değil; inişli-çıkışlı durgunluk eğilimi, bütün ekonomileri kapsayacak bir rotaya doğru devam etmektedir. Türk ekonomisi de bu gelişmenin dışında değildir.
Türkiye ekonomisi, 2008'de başlayan son krizden en erken çıkan (2010 sonu itibariyle) ve dikkate değer bir büyüme dinamiği sergileyen ekonomilerden birisiydi. Dünya ekonomisinde önemli ağırlığı olan AB, Avro Alanı ülkeleri hala kriz-krizden çıkma aşamasındayken, büyüyen, “yükselen ekonomiler” kategorisinde sayılan ülkelerin çoğunluğu son dönemde belli bir durgunluk aşamasına girdiler. Bu ülkelerde sanayi üretiminde büyüme oranları küçülmektedir.

Dünya ekonomisi, kriz ve durgunluk süreçlerinin çakışacağı bir noktaya doğru seyretmektedir. Türkiye'de de ekonomi bu seyrin dışında değildir. Türk ekonomisinde nesnel veriler, durgunluk sürecinde olan ekonominin verileridir. Bu veriler bir taraftan dış kaynak kullanma olanaklarının daraldığını, üretim artışının gerilediğini, ihracatın zorlaşabileceğini gösterdiği gibi, işsizliğin de artacağını göstermektedir. Bütün bunlar, 15 Temmuz darbe girişimiyle, arkasından gelen “cadı avı”yla, devam eden tutuklamalarla, “fetöcü” adı altında demokratik kuruluşları kapatmakla; dış politik iflasla, Kürt Özgürlük Hareketine imha amaçlı saldırılarla, Suriye'de işgalcilikle, baskıyla, özgürlüklere saldırıyla birleştirildiğinde burjuvazinin yönetememe krizini derinleştirecektir. Bu da ekonominin seyrini hiç de olumlu etkilemeyecektir.

Bir ekonominin gelişmesini ölçmek için tek bir kıstas vardır; o da maddi değerlerin üretimidir. Yani esas itibariyle sanayi üretimidir ve ekonomide ağırlığı önemliyse tarım üretimi de buna dahildir. Maddi değerler üretiminde inişler ve çıkışlar, o ekonominin gelişme seyrini doğrudan ele verir. Burjuva politik ekonominin kıstas diye kabul ettiği faktörlerin hepsi, maddi değerler üretimine bağlıdır. Sanayi üretiminin arttığı veya olağanüstü arttığı veya azaldığı veya olağanüstü azaldığı durumlarda, örneğin borsa değerlerinin hızla fırlaması veya hızla gerilemesi; para giriş veya çıkışında hızlı hareketliliğin olması; döviz değerlerindeki oynamalar hep maddi değerler üretiminin seyrinden kaynaklanır. Burjuva politik ekonomi, ekonominin seyrinde temel faktörün neden olduğu veya olabileceği sonuçlarla yatıp kalkar, ona göre değerlendirme yapar ve bu nedenle de işin içine politikayı da karıştırarak yönlendirme yapar; gerçeğin anlaşılmasını engellemeye çalışır. Bu, bir sınıf politikasıdır.

Marksist-leninist politik ekonomi ise burjuva politik ekonominin kıstas olarak aldığı verilerdeki hareketliliğin nedenini bulmak için maddi değerlerin üretim seyrini esas alır; borsadaki, sermaye girişi ve çıkışındaki, dövizdeki hareketliliği sanayi üretimindeki; genel anlamda maddi değerlerin üretimindeki gelişmeyle açıklar.
Şimdi bu çerçevede sanayi üretiminin gelişmesine bakalım:
Türkiye ekonomisi üzerine son yazıda (“Ekonominin Güncel Seyri ve Moody’s’in Türkiye Notu”, 28 Eylül 2016, bkz.: ibrahimokcuoglu.blogspot.com) o zaman en güncel olarak aylık sanayi üretimi için Haziran ayı verileri ve çeyrek yıllık üretim için de 1. ve 2. çeyrek verileri değerlendirilmişti. Şimdi aylık üretim için Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim ve çeyrek yıllık üretim için de 1., 2. ve 3. çeyrek verilerini değerlendireceğiz.

Aylık sanayi üretimi
Haziran ayından bugüne aylık bazda sanayi üretiminin gelişme seyrini göstermek için aynı verileri endeks ve zincirleme endeks olarak grafikleştirdik.
İlk grafikte şunu görüyoruz: Hazirandan Temmuza aylık sanayi üretiminde felaket bir düşüş var; 126,3'ten 117,9'a düşüyor, ama Temmuzdan Ağustos'a da 117,9'dan 128,2'ye çıkıyor. Ağustostan Eylüle 123,4'e düşüyor, Eylül'den Ekime de 128'e çıkıyor.

 

















Bu verileri zincirleme endeks olarak grafikleştirelim:


Hazirandan Temmuza aylık sanayi üretimi yüzde 6,7 küçülüyor; Temmuzdan Ağustosa yüzde 8,7 oranında büyüyor; Ağustostan Eylüle yüzde 3,7 gerilerken, Eylülden Ekime de yüzde 3,7 oranında artıyor.

Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış bu aylık sanayi üretimi verileri, ekonominin seyri hakkında ne anlama gelebilirler? Grafiklerde gördüğümüz değerlerindeki sert iniş ve çıkışlar, aylık bazda sanayi üretiminin ne denli dengesiz, istikrarsız bir seyir içinde olduğunu; krize girme eğilimi taşıyan ama aynı zamanda krizden çıkma sürecinde olan bir üretim seyriyle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Burada krizden çıkma söz konusu olmadığına göre krize girme eğilimi gündemdedir. Son birkaç ayda, diyelim ki, Temmuzdan beri üretimde büyüme yerini devamlılık arz eden bir mutlak küçülmeye bırakmış olsaydı bunun adı kriz veya krize giriş olurdu.
Her iki grafikte aylık bazda sanayi üretiminde istikrarsızlığın ayrıntısını görüyoruz.

Yılın çeyreklerine göre sanayi üretimi


OECD verilerine göre hazırlanmış bu grafiğin üst kısmında (zincirleme endeks) sanayi üretiminin 2015'in son çeyreğinde yüzde 5,1 oranında büyüdüğünü, 2016'nın ilk çeyreğinde yüzde 1,9 oranında küçüldüğünü, 2. çeyreğinde yüzde 0,3 oranında büyüdüğün ve 3. çeyreğinde de yüzde 6 oranında küçülmüş olduğunu görüyoruz.
Grafiğin alt kısmında ise üretimin yılın çeyrekleri ve 2010 =100 bazında en yüksek büyüme oranına 2015'in son çeyreğinde ulaştığını ve 2016'nın ilk üç çeyreği sürecinde büyüme oranlarının giderek küçüldüğünü görmekteyiz. Aylık bazdaki istikrarsızlık, inişli-çıkışlı üretim seyri burada da açıkça görülmektedir.

Kriz faktörü olarak dış borçlanma durumu
Veriler, Türkiye'nin toplam dış borçlanmasının iktidarı ekonomik ve siyasi olarak zor durumda bırakacak boyutta olmadığını göstermektedir. Önce bu gerçeği kabul etmek gerekir. Dünya çapında akış içinde olan, en karlı olanak arayan sermaye hala var ve iktidar bundan hala yararlanmaktadır. Dış borcun ekonomiyi sıkıntıya sokabilecek boyuta gelmesi için GSMH'ya oranının yüksek olması gerekir. GSMH'nın yüzde 60'ına denk düşen bir dış borçlanma tehlike çanlarının çalmaya başladığı anlamına gelir. Bu orana ulaşıldığında dışarıdan para bulmak zorlaşabilir, maliyeti de oldukça yüksek olabilir ve Türkiye'yi baskı altına almak isteyen sermayeli güçler tarafından kullanılabilir. Uluslararası sermaye, burjuva politik ekonomide dış borçlanmada sürekli kıstas alınan bu oran altında kalmayı, her bir ülke ekonomisinin seyrinin “iyi” olduğu biçiminde yorumlar. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin dış borç tutarı, en azından şimdilik ekonominin seyrini olumsuz etkileyecek boyutlarda değildir. 1990-1915 arasında dış borç seyri bunun böyle olduğunu göstermektedir.
1990-2015 arasından toplam dış borcun GSMH'ya oranını aşağıdaki grafikte görüyoruz.


 
















Hazine Müsteşarlığı, Dış Borç İstatistikleri (https://www,hazine,gov,tr/tr) verilerine göre Türkiye'nin toplam borcu 1990'da 52,381 milyar dolardan 2015'te 398,038 milyar dolara çıkarak 25 sene içinde yaklaşık 7,6 misli artar. Bu borcun GSMH'ya oranı ise 1990'da yüzde 26,1'den 2015'te yüzde 55,3'e çıkar.
Açık ki, faşist rejim şimdiye kadar hemen hiç sıkıntı çekmeden borçlanabildi ve borç bulmakta da herhangi bir sıkıntı çekmedi. Ama 2016 verileri durumun değiştiğini göstermektedir. 2016'nın ilk iki çeyreğinde borçlanmanın GSMH'ya oranı artmıştır; 2016'nın ilk çeyreğinde borçlanmanın GSMH'ya oranı yüzde 58,1'den 2. çeyreğinde yüzde 59,5'e çıkmıştır. Bu demektir ki, Türkiye, özellikle de özel sektör önümüzdeki dönemde borçlanma sıkıntısı çekebilir, alınan kredilerin maliyeti yükselebilir veya Türkiye'yi sıkıştırmak isteyen sermayeli güçler borçlanmayı koz olarak kullanabilirler.

Dış borç stokunun dağılımı borçlanmadan kaynaklanan tehlikenin nereden gelebileceğini göstermektedir. Bunu aşağıdaki grafikle açıklamaya çalışalım:


 

















Borçlanma konusunda en son veriler (Bkz.: https://www.hazine.gov.tr/tr-TR/Istatistik-Sunum-Sayfasi?mid=59&cid=12) şunu göstermektedir: 2015'in ilk çeyreğinden 2016'nın 2. çeyreğine kadar kamu borçlanması 113 milyar dolardan (rakamları yuvarladık) 122 milyar dolara çıkarak yüzde 7,9 oranında, özel sektör borçlanması da aynı dönemde 277 milyar dolardan 299 milyar dolara çıkarak keza yüzde 7,9 oranında artmıştır. Aynı dönemde TCMB borçlanmasında ise miktar yarı yarıya azalarak 2.110 milyar dolardan 1.167 milyar dolara düşmüştür.

Burada bir teselli noktasının da olduğunu belirtelim. Borçları kısa ve uzun vadeli diye ayrıştırdığımızda uzun vadeli olanlarının ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Örnek olsun diye 2010'dan bu yana borçlanmayı bu açıdan ele aldığımızda şunu görmekteyiz: Kamu borçlanmasında kısa vadeli olan miktar 2010'da 4 milyar dolardan azalıp çoğalarak 2016'nın 2. çeyreğinde 16,5 milyar dolara çıkarak 4 mislinde fazla artıyor. Aynı dönemde uzun vadeli borç miktarı 84,8 milyar dolardan 98,4 milyar dolara çıkarak ancak yüzde 16 oranında artıyor. Aynı dönemde özel sektörün kısa vadeli borçlanması 71, 4 milyar dolardan 88 milyar dolara çıkarak yüzde 23 oranında artarken, uzun vadeli borcu 120 milyar dolardan 196 milyar dolara çıkarak yüzde 63 oranında artıyor. Yani özel sektörün uzun vadeli borçları daha hızlı artıyor. Yine aynı dönemde kamu borçlanmasında kısa vadeli borcun toplam kamu borcuna oranı yüzde 4,8'den yüzde 13,6'ya çıkarken, özel sektörün kısa vadeli borçlanması yüzde 37'den yüzde 30,4'e düşüyor. Kamu borçlanmasında kısa vadeli borçlar önem kazanırken, özel sektör borçlanmasında da uzun vadeli olan borçlanma önem kazanmaktadır.
2010-2015 arasında toplam borç içinde kamunun payı yüzde 30,5'ten yüzde 28,4'e düşerken, özel sektörün payı da yüzde 65,5'ten yüzde 71,3'e çıkıyor.
Her halükarda özel sektör borçlanması önemli bir kriz faktörü olabilir. Ama bu borçların önemli bir kısmının devlet garantisi altında olması da özel sektörün borçlanmasında ayrı bir avantaj olarak görülmelidir.

Kapasite kullanım oranı
İmalat sanayinde kapasite kullanımındaki gelişme de ekonominin; imalat sanayinde üretimin seyri konusunda açıklayıcı bir faktördür. Ocak 2015-Kasım 2016 arasında aylık kapasite kullanım oranlarında görülen iniş ve çıkışlar üretimin ne denli istikrarsız, kırılgan olduğunu göstermektedir. Son birkaç aya baktığımızda şunu görmekteyiz: Kapasite kullanım oranı Hazirandan Ağustosa kadar sürekli düşüyor, Eylülde yüzde 76,6'ya çıkıyor ve Ekim ve Kasımda yüzde 76,4 oranıyla aynı kalıyor.



















Açılan kapanan şirket sayısı
Açılan kapanan şirket sayısındaki değişim de ekonominin seyri hakkında bilgi verir. Türkiye Odalar Ve Borsalar Birliği'nin “2016 Ekim ayına ait kurulan ve kapanan şirket istatistikleri haber bülteni”ne göre (18 Kasım 2016, Sayı: 2016/10) durum aşağıdaki gibidir:
2016 Ekim ayında kurulan şirket sayısında bir önceki aya göre %43,47 artış oldu.
    Bir önceki aya göre kurulan şirket sayısında %43,47, kurulan gerçek kişi ticari işletme sayısında %32,39, kurulan kooperatif sayısında %17,07 oranlarında artış olmuştur.
    Bir önceki aya göre kapanan şirket sayısında %18,15, kapanan gerçek kişi ticari işletme sayısında %82,70 ve kapanan kooperatif sayısında %59,15 oranlarında artış olmuştur.
Kapanan şirket sayısında geçen yılın aynı ayına göre % 13,88 azalma oldu.
    2016 yılı Ekim ayında, 2015 yılı Ekim ayına göre kurulan şirket sayısında %3,53 oranında artış olurken, kurulan gerçek kişi ticari işletme sayısında %1,93 ve kurulan kooperatif sayısında %29,41 oranında azalış olmuştur.
    2016 yılı Ekim ayında, kapanan şirket sayısı 2015 yılı yılının aynı ayına göre %52,64, kapanan gerçek kişi ticari işletme sayısında %47,71 ve kapanan kooperatif sayısında %1,80 oranında artış olmuştur.
2016 yılı ilk 10 ayında kurulan şirket sayısı, 2015 yılının aynı dönemine göre %3,20 azaldı.
    2016 yılının 10 aylık döneminde, 2015 yılının aynı dönemine göre kurulan şirket sayısı %3,20, kurulan gerçek kişi ticari işletme sayısında %13,68 ve kurulan kooperatif sayısında %16,16 oranında azalış olmuştur.
    Aynı dönemler için kapanan şirket sayısı %13,88, kapanan gerçek kişi ticari işletme sayısında %4,96 ve kapanan kooperatif sayısında %20,05 oranında azalış gözlenmiştir”.
Bu verilerden şunu anlamak gerekir; şirketler açılıyor kapanıyor. Ekonominin krizde olduğu süreçte, krizin şiddetine göre açılan şirket sayısı azalır, ama kapanan şirket sayısı olağanüstü artar, iflaslar birbirini kovalar. Böyle bir gelişmeye yukarıdaki veriler işaret etmiyorlar. Yani kapanan şirket sayısında dikkate değer bir artış, açılan şirket sayısında da azalma yok. Bunun ötesinde kriz öncesinde ve kriz döneminde üretimde belli ağırlığı olan büyük işletmelerin iflas etmesi, işçilerin toplu olarak krizden dolayı işten atılmaları gerekir. Böyle bir durum henüz yok. Ama bu alanda yanıltıcı haberler hiç de az değildir. Gerçek durumu göstermemek için “iflas ertelemesi” yapılmakta ve aslında batmış olan firmaların ömrü uzatılmaktadır.

İşsizlikte durum
İşsizlik konusunda yapılan resmi açıklamalar gerçeği yansıtmıyorlar. İşsizlik, hesaplama ve yöntem değişimiyle kolayca maniple edilebilir ve iktidarın çıkarına uygun hale getirilebilir. İşsizlik oranını ne kadar düşük gösterirsen ekonominin de o derece iyi olduğunu söylemiş olursun. Bu hileye Tüik'in Şubat 2014 itibariyle hesaplama yöntemini değiştirerek işsiz sayılanların kapsamını daraltmasını da eklemek gerekir. Bu yöntem değişimiyle binlerce işsiz, bir anda işsiz kapsamından çıkartılmış oldu. Her halükarda Tüik verilerine göre işsiz sayısı 3 milyonun üzerindedir. Son birkaç ayda da artış göstermiştir; örneğin bu sayı Ocak 2015'te 3,013 milyondan Aralıkta 3,086 milyona, 2016'nın Mayıs ayında 3,164 milyona, Haziranda 3,335 ve Ağustosta da 3,475 milyona çıkmıştır. Hazirandan bu yana işsizlik oranı yüzde 11 ve üzerine çıkmıştır. (Bkz.: http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21578 ve aşağıdaki tablo).



















Disk'e (http://disk.org.tr/2016/09/issizlik-ve-istihdam-raporu-eylul-2016/) göre farklı kategorilere ayrıştırılarak verilen işsizlik oranları 2014'ten 2016'ya sürekli artmıştır. En çok artış da genç işsizlerde olmuştur. Toplam işsizler içinde payı en yüksek olanlar tarım dışı genç işsizler ve yine tarım dışı genç kadın işsizlerdir. 
 

Kapitalist ekonominin konjonktür hareketindeki değişim dikkate alınmazsa işsizlikle ilgili veriler yanlış analizlere neden olabilir. Kapitalist ekonominin klasik konjonktür hareketine denk düşen bir işsizlik hareketi de artık pek görülmüyor. Gelişen teknoloji ve üretimde uygulanması Türkiye gibi ülkelerde de belli bir kronikleşmiş kitlesel işsizlik oluşturmuştur. Bu nedenle ekonominin krizde olduğu dönemde artan işsizlik, ekonominin krizde olmadığı dönemde önemsiz boyutlara çekilemiyor; belli bir oranda kitlesel işsizlik sürekli var oluyor. Ekonomide küçülme olmaksızın işsizlik oranının genellikle yüzde 9 ila 10 arasında seyretmesi bunu göstermektedir.

Şunu da unutmamak gerekir: Sanayide çalışan işçi sayısındaki azalma her zaman, her koşul altında ekonominin seyrinde olumsuzluğa, üretimde daralmaya bir işaret değildir. Rekabet, teknolojinin giderek daha yoğun olarak üretimde kullanılması, işçi sayısının azalması ve verimliliğin artması anlamına gelir. Rekabet; modern teknolojinin üretimde kullanılması, işçi sayısının azalması ve verimliliğin artması arasındaki diyalektik bağın ne anlama geldiğini emperyalist ülke ekonomilerinde görüyoruz.

İşletmeler, tekeller arasındaki rekabet, sonuçta verimliliğin sürekli arttırılması demektir; bu, kapitalizmin bir yasallığıdır. Bu yasallık kronikleşmiş kitlesel işsizliğe neden olur; kapitalizmin ilk dönemlerinde bir eğilim olan kronikleşmiş kitlesel işsizlik, üretimde teknolojinin yoğun kullanılmasıyla bir yasallık olur. Sonuçta bir taraftan sanayide çalışan işçi sayısı azalırken üretimde verimlilik de artar. Örneğin ABD'de sanayide çalışan işçi sayısının toplam işçi sayısı içindeki payı 1945'te yüzde 30'dan 2016'da yüzde 10'a düşmüştür, ama aynı dönem içinde Amerikan sanayi üretimi ve üretimde verimlilik artmıştır.
Sanayide üretken işçi sayısının giderek azalması, her zaman krizin bir göstergesi değil, aynı zamanda kapitalizmin gelişmişlik derecesinin de bir göstergesi olabilir. K. Marks, bu diyalektik bağı şöyle açıklar:
Bir ülke, üretken nüfusu, toplam ürüne göre ne kadar az olursa o kadar daha zengindir; tıpkı kapitalist bir birey için olduğu gibi: Aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha az işçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar az olursa, o ülke o kadar daha zengin olur. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı, işin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir”(Marks; Artı-Değer Üzerine Teoriler”, Birinci Kitap, s. 214. Almanca; Cilt: 26/1, s. 199).

Diğer bir ifadeyle bu gelişme, kronikleşmiş kitlesel işsizliğin günümüz kapitalizminde nesnel ekonomik bir yasa olduğunu göstermektedir. Bu süreç; bu diyalektik bağ Türkiye gibi ülkelerde de uçlanmıştır. Bu nedenle işsiz sayısındaki artışı, ani artış değilse, rekabet-teknoloji ve üretimde verimlilik bağlamı içinde görmek gerekir.

Sonuç itibariyle:
Haziran ayı verilerinin de değerlendirildiği makalede ekonominin inişli-çıkışlı durgunluk sürecinde olduğu tespiti yapılıyordu. Haziran-Ekim arasında sanayi üretiminin seyri, ekonomideki inişli-çıkışlı durgunluk sürecinin krize doğru bir eğilim içinde olduğunu göstermektedir; yukarıdaki veriler, üretim artışının gerilediğini, bazı aylarda mutlak daralmaların olduğunu, dış kaynak kullanma olanaklarının daralabileceğini, başka ülkelerde ekonominin durumuna da bağlı olarak ihracatın zorlaşabileceğini göstermektedir. Bu gelişmeler Kürt Özgürlük Hareketine karşı imha savaşıyla, Suriye'de işgalle, başkanlık sistemi adı altındaki topluma dayatmalarla, “fetöcü”lere karşı “cadı avı” adı altında muhalefeti susturmakla, baskılarla birleştirildiğinde ekonominin seyri bakımında hiç de olumlu gelişmeler beklenmemelidir.

Ekonomide bir fazla üretim krizinden bahsedebilmek için, ekonominin nesnel yasalarının neden olduğu faktörlere bakmak gerekir. Bu faktörlerin bir arada birbirini etkileyerek/tetikleyerek etkide bulunmaları gerekir. Nedir bu faktörler?
-Mali alanda (bankalarda) sıkıntıların baş göstermesi; alınan kredilerin ödenememesi, kredi bulamamak veya verilen kredilerin ödenememesi...
-Çarkı döndürebilmek için para bulmakta zorluk çekilmesi...
-Ekonomide belirleyici ağırlığı olan sektörlerde önde gelen işletmelerden, tekellerden bir kısmının iflas etmeleri veya üretimi durdurmaları ve bu nedenle işçiler toplu olarak sokağa atılmaları gerekir (Ama devlet desteğiyle böylesi işletmelerin iflası ertelenebilir)...
-Kriz diyebilmek için sanayi üretiminin en azından arka arkaya birkaç ay sürekli daralması (küçülmesi), “eksi” (-) “büyüme”si gerekir. Böyle bir durumu mevcut verilerde yok. Olamaz mı? Olur. Önümüzdeki dönem böyle bir gelişmeye gebe. Kasım, Aralık (2016) ve Ocak (2017) verileri ekonominin seyri hakkında (kriz veya değil) aydınlatıcı olacaktır.-Söz konusu bu üç aylık dönemde sanayi üretiminin seyri bir ara krize de dönüşebilir. Bu türden bir kriz 1999'da yaşanmıştı.
-Bütün bunların veya birkaçının bir arada etkili olması sonucunda kriz veya değil diyebiliriz...

Mevcut veriler şunu göstermektedir:
Ekonomi oldukça kırılgandır, üretimde sert iniş-çıkışlar olmaktadır; bu durum ibresi krize doğru çevrilmiş bir inişli-çıkışlı durgunluk sürecidir.

EKONOMİNİN YASALARI NESNELDİR - BU YASALARI TANIMAKSIZIN
ONUN GELİŞME SEYRİ DOĞRU ANALİZ EDİLEMEZ

Ekonominin yeni bir krize doğru seyir içinde olduğu dönemlerde -şimdi olduğu gibi- “ayrık otu” diye tanımladığım birtakım tipler ortaya çıkar ve olmadık teoriler üretirler, sonra, konjonktürün kendi nesnel yasaları doğrultusundaki hareketini, ürettikleri pespaye ve çoğu kez de komplo teorileriyle değiştiremedikleri için, krizin sonladığı süreçte yeniden yer altına çekilirler, bir dahaki krize kadar da orada kalırlar. Ayrık otu için ilkbahar neyse bu unsurlar için de krize giriş süreci odur. Ayrık otu için yaz mevsimi neyse, kriz süreci de bu unsurlar için odur. Sonbahar ayrık otu için neyse, krizden çıkış süreci de bu unsurlar için odur ve nihayetinde kış mevsimi ayrık otu için neyse ekonominin krizden çıktığı süreç de bu unsurlar için odur; yer altına çekilmek! Bu ayrık otlarının yerli olanları da var. Ama bunlar, önce uluslararası ağabeylerinin dünya ekonomisi bağlamında ne söyleyeceklerini, ne türden teoriler üreteceklerini beklerler; ancak sonrasında pozisyon alarak “yerli malı”, “montaj” teoriler üretirler. Henüz ortaya çıkmadıkları için bu sefer o unsurlardan bahsetmeyeceğim. Aşağıda değineceğim görüşleri de ayrık otu kapsamında görmüyorum. Bu bilinsin.

Şimdi, bu açıklamadan sonra ekonominin seyri hakkında dile getirilen görüşlere bir göz atalım:
Hayri Kozanoğlu ülkede siyasi değişiklik olmadan ekonominin de rayına oturma şansı yoktur diyor: “Türkiye’deki krizin ekonomik olarak hissedilen yönüne sırf ekonomik önlemlerle çözüm bulmak mümkün değildir. Türkiye’nin daha demokratik, insan haklarına saygılı, çoğulcu bir demokratik iklime geçmesi gerekir”. Yaşanan gelişmelerden dolayı “siyasi olarak bu iktidarın ayakta kalması, Erdoğan rejiminin ayakta kalmasının koşulları giderek ortadan kalkıyor.”

Kozanoğlu, Türkiye’deki ekonomik krizin çözümü, öncelikle siyasi olarak demokratik bir iklime geçilmesinde aramaktadır. “Demokratik bir iklim”e Erdoğan diktatörlüğü döneminde geçilemeyeceği için, yani siyasi değişim olamayacağı için, ekonominin de rayına oturması pek mümkün değildir diyor Kozanoğlu.
Aynı zamanda şunu da savunuyor: “94 krizi hatırlanırsa; o zaman Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığı ile sonuçlanan bir sürecin önünü açmıştı, 2001 krizi AKP’nin önünü açmıştı. İslamcılar bu geçmiş iki krizden avantajlı çıkmıştı bu seferkinde ise faturayı onların ödemesinden başka çıkar yol görünmüyor”.

Söylenen şu:
-Krize, salt ekonomik önlemlerle çare bulunamaz.
-Ekonomik krize çare bulmak için demokratik bir düzene geçilmelidir.
-Erdoğan diktatörlüğü altında demokratik bir düzene geçiş olamayacağı için kriz de devam edecektir.
-Kriz Erdoğan'ı, AKP-rejimini alt edecektir. Bu, AKP'den, Erdoğan'dan kurtulmak için krize umut bağlamaktan başka bir anlam taşımaz.

Kapitalizmin tarihine burjuva demokrasisinin uygulanması ve ekonomik kriz açısından baktığımızda Kozanoğlu'nu haklı çıkartacak bir gelişme görmüyoruz: Ekonomik kriz burjuva düzende demokrasiye, anti-demokratik uygulamalara, faşizme bakmaksızın patlak veriyor. Ekonomik kriz, kapitalizmin nesnel yasalarının, demokrasiyle, faşizmle değiştirlemeyecek, ortadan kaldırılamayacak yasalarının etkide bulunmalarının bir sonucudur. Kozanoğlu bunu anlamıyor.

Nuray Mert isimli akıl fukarası da “Ekonomik kriz ve ideolojik yükleme” başlıklı yazısında Erdoğan'ı fırsat bilerek Stalin ve Mao'ya yüklenmeyi ideolojik duruşunda bir görev olarak algılamış: “Stalin Rusya’sı yeni düzeni tutturamayınca, çareyi milyonlarca insanı kıymakta buldu. Mao, Çin’de Kültür Devrimi yapacağım diye, babayı oğula, komşuyu komşuya astırdı. Böylesi cehennemlerin yolu böyle döşenir. Düşman yaratmak, hele hele iç düşman yaratmak, insanları bu yönde hoyratlığa sevk etmek feci bir sona hazırlıktan başka netice vermez. İnsanlık bu tecrübeleri yaşadı, tekrar benzer yollara koyulmanın âlemi yok”.
Ne diyelim Stalin ve Mao ile Erdoğan arasındaki sınıfsal farkı görmemesini burada anlatmanın bir anlamı olmasa gerek.

M. Sönmez'den:
Sönmez ekonomiyi “düze” çıkartmanın tek yolunu "İçeride ve dışarıda barış politikası gütmeli(de). Hukuka saygı, bağımsız yargı ve özgür medya oluşmalı(da)" aramaktadır.
Bu yazara göre Türkiye'de ekonomik krizin çözümü ekonomik değildir, politiktir.

Sönmez, çözümü ve çözümün neden ekonomik olmadığını ise şöyle açıklıyor: “Çözüm ekonomik falan değil. TUSİAD niye 'şu ekonomik önlemleri alın' demedi? Çünkü mesele ekonomik olmaktan çok politik ve jeopolitik. Sermaye niye uzaklaşıyor? Politik riskleri yüksek gördüğü için. Tabii ekonomik kırılganlıklar da var. Derecelendirme kuruluşları notu düşürürken, buna riayet eden sermaye de ciddi risk görüyor. Faiz artırmakla vs. olmaz.

Çözüm; sermayeyi, batı kapitalizmini Türkiye'den uzaklaştıran, içinde insan hakları, hukuk devletinden uzaklaşma da olan ve medya, ifade özgürlüğünü de içeren ama sermayenin mülkiyet hakkı endişesini de barındıran politik bir dönüşümde. Bunu dışarıdan AB açıkça talep etti. İçeriden TUSİAD talep etti; hukuk devletine dönün, diye. AKP şimdilik bunlara ayak diretiyor. Şimdilik yapmak istemiyor çünkü rejim de şuraya sıkışık durumda; bagajındaki yüklerle, dosyalarla ancak otoriter ve totaliter olmakla kurtulacağına inanıyor. Ekonomik krizin basıncıyla bunun mecburiyeti arasında sıkışmış durumda. Bu sıkışıklık bunaltacak ve AKP'yi belki çatlatacaktır. Çünkü topun ağzında MUSİAD, yandaş sermaye ve kendi seçmeni de var. Öte taraftan hukuk devletine dönüş, Saray ve çevresindekileri zor duruma sokacaktır."

Türkiye, “yeniden ciddi bir krizin eşiğine gelmiştir, ekonomik büyüme denince sanayiye dayalıymış gibi anlaşılıyor ancak bu büyüme sanayinin, tarımın, teknolojinin gelişmesiyle olan bir büyüme değildir. Tabii, hizmet sektörü ve inşaat ağırlıklı”.

Şu görüldü ki bu kriz ağırlıkla bir politik gerekçesi olan krizdir. Yani ekonomik olarak alınacak önlemler bu krizi aşmaya yetmez. Çünkü bu sonuç olarak dış sermayenin Türkiye’den soğuması geri gitmesi ve gelmemesidir. Bu iştahsızlığın nedeni de Türkiye’deki ekonomik kırılganlıklar değil sadece, ama Türkiye’de politik risklerin yükselmesi, jeopolitik risklerin yükselmesidir”.

Türkiye’den tutun Brezilya’sından Güney Afrika’sına sermayenin kaçışı bu ülkelerde ciddi bir inişi beraberinde getirecek. Buna uyum sağlayabilen biraz gemisini doğrultabilir, sağlayamayan çöker. Uyum sağlamada da sadece ekonomik faktörler değil, politik faktörler, jeopolitik faktörler ve bunları yönetebilme becerisi önemli. Türkiye bu riskleri azaltırsa giden sermayenin bir kısmı geri gelebilir. Ama bu da bu kurulu düzen içinde bütün bu antidemokratik icraattan vazgeçmesini, Kürt meselesini barışçıl bir düzleme çekmesini, çoğulculuğu kabullenmesini, parlamenter rejimin iyi kötü işlemesini sağlaması, Ortadoğu’da ateşi büyüten adımlardan vazgeçmesini, yasama, yürütme yargı arasındaki güç dengelerine riayet etmesini, dolayısıyla başkanlık saçmalığından vazgeçmesini filan gerektiriyor”.

Politik taleplerle ekonomik kriz açıklaması diye buna denir! Ekonomik kriz üzerine çok yazı okuduğumu söyleyebilirim. Ama böylesi ekonomik kriz analizine şimdiye kadar rastlamadığıma inanabilirsiniz. Bu, sadece bir açıklama değil, kriz konusunda burjuva ve Marksist teorileri altüst eden, boşa çıkartan “teorik” bir açılım olsa gerek!

Sönmez oldukça açık konuşuyor:
Bu kriz, ağırlıkta politik gerekçesi olan bir krizdir; yani ekonomik krizin nedenleri ekonomide değil, politikada aranıyor. Ekonominin krize neden olan, olabilecek nesnel gelişmeleri, kapitalizmin o nesnel yasaları politik tedbirlerle değiştirilebilir deniyor.
Bu nedenle çözümün ekonomik değil, politik olduğunu savunuyor.

Kriz çözümü politikada arandığına göre bir kaç ihtimali göz önünde tutmak gerekiyor:
Bu ihtimallerden birisi Sönmez'in, sosyalist devrimi savunuyor olmasıdır. Sosyalizmde ekonomik kriz olmayacağına göre haklıdır. Ama Sönmez'in sosyalist devrimi savunup savunmadığını bilmiyorum.
İkinci ihtimal ise sosyal demokratik bir düzenden yana olup olmamasıdır. Sönmez açıktan böyle bir düzeni, Keynesçi bir ekonomi savunmaktadır. Ama Keynesçi ekonominin uygulamada olduğu dönemlerde, sosyal demokratlar iktidardayken de krizler patlak veriyordu. Yoksa değil mi? O öve öve bitiremediği “batı kapitalizmi” ve demokrasisinin uygulandığı ülkelerde; diyelim ki, Almanya'da, İngiltere'de, Fransa'da, ABD'de hiç ekonomik kriz yaşanmadı mı?

Sönmez'e gör düzen demokratik olursa ekonomi krize girmez. Bu durumda aklıma şu geliyor: Demek ki, Çin oldukça demokratik bir ülke olduğu için ekonomisi en azından 2000'den bu yana krize girmedi, tam tersine kapitalizmin tarihinde eşi az görülmüş oranlarda büyüdü.

Kriz ve demokrasi denklemini şöyle de kurabiliriz:
Çözüm; sermayeyi, batı kapitalizmini Türkiye'den uzaklaştıran, içinde insan hakları, hukuk devletinden uzaklaşma da olan ve medya, ifade özgürlüğünü de içeren ama sermayenin mülkiyet hakkı endişesini de barındıran politik bir dönüşümde”. Demek ki, Çin, böyle bir dönüşümü yaptığı için krize çözüm bulmuş; bu nedenle “batı kapitalizmi” Çin'e yatırım yapmak için kuyruğa girmiş! Demek ki, Çin'de insan haklarına saygı sonsuz, hukuk devleti sonuna kadar işletiliyor, medya ve ifade özgürlüğü başka hiçbir ülkede olmadığı kadar uygulanıyor vs. Buyurun, “sol”da duran bir ekonomistin kriz değerlendirmesi!

Ve Türkiye gayet demokratik olursa, diyelim ki, AB'den veya dünyanın en demokratik ülkesinden daha da demokratik olursa Türkiye ekonomisi kriz sorununu çözer. Öyle mi? Demek ki, yabancı sermaye bir ülkeye gitmek için o ülkenin demokratik olup olmadığına bakıyor, nerede en fazla kar elde ederime bakmıyor. Öyle mi? Demek ki, bu durumda yabancı sermaye Çin çok çok demokratik olduğu için akıyor, orada en fazla karı elde ederim diye gitmiyor!

Kriz emarelerini daha ziyade, çoğunlukla politik ve askeri gelişmelerle açıklarsanız şunu demiş olursunuz:
-Ekonomik krizin nedenleri siyasi gelişmelerdir, krizlerin dönemsel özellikleri yoktur ve kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarının bir sonucu değildir.
-İsteyen devlet veya devletler grubu, istedikleri devleti siyasi baskı altına alarak ekonomik krize neden olabilir. Bu durumda Türkiye Batılı devletlerin siyasi baskısı altındadır. Bu baskıdan dolayı Türkiye ekonomisinde kriz var; kriz istemiyorsan Batılı güçlerin isteklerine boyun eğeceksin. Sönmez bunu ima etmiyor, çok somut olarak savunuyor.

HDP Eş Başkanları danışmanı Olcay Çelik de şu tespiti yapıyor: Muhalefet kanadının neredeyse tamamı mevcut ekonomik krizin sebebini siyasi kriz olarak değerlendiriyor. Bu elbette doğru ancak eksik bir yaklaşım. Zira kriz, siyasi olduğu kadar ekonomik, iç politikayla olduğu kadar dış dünya ile de bağlantılı. Sorunu sadece demokratikleşmede görmek, çözüm olarak da eski çarpık ekonomi politikasına, yani yabancı sermaye girişine bağımlı ekonomiye dönüşü savunmayı ya da en iyi ihtimalle mevcut ekonomik yangına dair bir şey söyleyememeyi de beraberinde getirir ki, bu da yanlış olacaktır.

Bu yüzden bu krizi hem ekonomik hem de politik, daha doğrusu ekonomi-politik bir kriz olarak tariflemek...”

Olcay Çelik, ekonominin krizde olduğunu; bu krizin hem siyasi hem de ekonomik yönlerinin olduğunu ve bundan dolayı da “ekonomi-politik bir kriz” sürecinde olduğumuzu savunuyor.

HDP’nin ekonomiden sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Sezai Temelli de genel anlamıyla Türkiye ekonomisinin bir kriz içerisinde olduğunu ve bu krizin giderek de derinleştiğini savunuyor. Türkiye’de ekonomiden sorumlu bakanlar, uzmanlar, başbakan ve cumhurbaşkanı farkında olmadan ekonomiyi daha derin krizlere sürükleyecek siyasi kararlar peşindeler diyor.

Temelli'ye göre ekonomi giderek derinleşen bir kriz içindedir ve siyasi sorumlular yaptıkları açıklamalarla krizi daha da derinleştirebilirler. Yani OHAL, tutuklamalar, başkanlık sistemi tartışmaları, Suriye'de işgalcilik, Kürt Özgürlük Hareketine karşı imha savaşı vs. politik sorunlar olduğu müddetçe kriz giderek derinleşir diyor.

Sosyalist Emekçiler Partisi Girişimi” de “Kara Kış Kapıda: İşsizlik Çift Hanede, Borçlanma Artıyor” başlıklı yazıda Türkiye, 2008 krizinin üçüncü dalgasının kıyılara vurması ile ciddi bir durgunluk dönemine girdi” tespitini yapıyor. Ve sonra Uluslararası ekonomik krizin 2008’den bu yana çevre ülkelere üçüncü bir dalga olarak vurması, Trump’ın seçilmesiyle birlikte zaten yükselen doların tarihi bir tavan yapması ve ülkedeki siyasi gerilim bu krizin kolay kolay aşılamayacağını gösteriyor” diyerek kriz belasından kolay kolay kurtulamayacağımız bir sürece giriyor olduğumuzu açıklıyor.

Sosyalist Emekçiler Partisi Girişimi”, sıra dışı hareket ediyor; 2008 dünya krizinin dalgalarından, bu dalgaların (şimdi üçüncüsünün) kıyıya vurmasından ve “çevre” ülke olarak Türkiye'nin de bu “dalga”nın etkisiyle “ciddi bir durgunluk dönemine” girmiş olduğundan bahsediyor. Dünya ekonomisi neredeyse yeni bir fazla üretim krizine girecek; en azından eğilim böyle, ama SEP, 2008 krizinin dalgalarından bahsediyor. Dünya ekonomisinin bu dalgalardan haberi var mı, bunu bilemem. Ama olsa da olmasa da değişen bir şey olmayacaktır; dünya ekonomisi SEP'in dalgalarına göre değili, ekonominin nesnel yasalarına göre hareket etmeye devam edecektir ve bu gidişat SEP'in teorisine uymuyorsa, o zaman ekonomi, teoriye uygun hale getirilir. SEP de bunu yapıyor. Bu da bir anlayıştır ve farklı açılardan da olsa uygulayıcıları yaygındır; örneğin ayrık otçuları.

Prof. Dr. Korkut Boratav:
Kriz gelir Erdoğan gider” beklentisi yanlıştır. “Krizler iktidarları otomatik olarak değiştirmez; hatta halk sınıflarının örgütsüz, zayıf olduğu, işsizliğin, sefaletin yaygınlaştığı ortamlarda baskıcı rejimleri güçlendirebilir. “İnsan insanın kurdu” olabilir. Komşular rakip görülür; ihbarcılık yaygınlaşır. Emperyalizme umut bağlamak şaşkınlıktır. Mülkiyet haklarının güvence altında olması yeter; uluslararası sermayenin bir demokrasi önceliği yoktur. Önemli olan her aşamada artan baskılara karşı mücadele etmektir”.

Prof. Dr. Korkut Boratav, Türkiye’nin "bağımlı" olduğu yabancı sermayedeki kaçışın 2017’de de sürmesi halinde ekonomik küçülmenin sert bir krize dönüşebileceği görüşünde.

Korkut hoca, aslında yukarıya aktardığım anlayışlara toplu bir cevap veriyor; hangi koşullarda ekonominin krize girebileceğinden, sermayenin demokrasi önceliğinin olmadığından bahsediyor.

Belirtmeden geçmeyelim:
Ekonomik kriz üzerine komplo teorileriyle mesai tüketenlere şunu söylemek gerekir: Ekonomik krizle günümüz koşullarında ne bu hükümet ne de faşist rejim yıkılır; bu rejimden, Edoğan'dan kurtulmak isteyen hitap ettiği sınıfı örgütlemelidir. Sınıfa hitap etmiyorsan, sınıf partisi değilsen bu işe hiç karışma daha iyi; sınıf mücadelesinde ortaya oynayan; herkese hitap eden ezilir, silinir tasfiye olur.

Şimdi bu görüşleri farklı açılardan kısaca değerlendirelim:
Toplumsal üretici güçlerin gelişmesi, kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisini de; üretimin toplumsal karakteriyle el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki çelişkiyi de geliştirir. Bu temel çelişki, kapitalizmde dönemsel krizlerinin de nedenidir. Marksistler, ekonomik krizleri bu çelişkiden hareketle açıklarlar. Üretimin toplumsal karakteriyle ürüne el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki temel çelişki, krizlerin nihai nedenidir. Şüphesiz ki bu çelişki, krizin doğrudan nedeni değildir. Ama bu çelişkinin derinleşmesi, kapitalizmde krize neden olan çelişkilerin olgunlaşması anlamına gelir. Bunların neler olduğunu belirterek geçiyoruz.

1-Üretim ile pazar arasındaki çelişki.
2-Çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki.
3-Ortalama kar oranı.
4-Kar oranının eğilimli düşüşü.
5- Kredi mekanizmasının gelişmesi.
6-Dünya pazarındaki gelişmeler (Dış pazar).

Bunlar, aynı zamanda, konjonktüre/krize neden olan faktörlerdir.
Bu altı faktörü açtığınızda karşınıza bir biçimde “Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni... kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir” (Marks, Kapital, C. III, s. 501) çıkar. Burada söylenen şudur: Üretimin sınırsız büyüme eğilimiyle pazarın ağır, sınırlı gelişmesi arasındaki çelişkide belirleyici olan, kitlelerin alım gücüdür, kitlelerin tüketimdeki sınırlı hareketleridir.

Fazla üretim krizi, bu çelişkilerin veya faktörlerin gelişmesinin sonucunda zorunlu olarak patlak verir. Burada önemli olan, bu çelişkilerden ve faktörlerden hangisinin veya hangilerinin en önemli olduğu değil, bunların ekonomide krizin patlak vermesini zorunlu kılacak derecede gelişmiş olmalarıdır.

Ekonomide büyüme veya küçülme; kriz veya üretimde artış söz konusu olduğunda kıstas sorusu güdeme gelir. Neye göre ekonomi büyüyor veya küçülüyor veya neye göre krizden veya üretim artışından bahsediyoruz? Bu sorular sorulduğunda üretim biçimlerinde ekonominin politik ekonomi olduğu ve bunun da sınıfsal karakter taşıdığı açığa çıkar. Politik ekonominin sınıfsal karakteri göz önünde tutulmaksızın ekonomi bağlamında sorunlara ve bunun siyasal sonuçlarına doğru cevap verilemez. Burada “ekonomistler ne işe yarar” sorusu da akla gelir. Bu bağlamda Türkiye'de “sol”da duran ekonomistlerin değerlendirmelerine baktığımızda -belki bir-iki istisna hariç- diğerlerinin kapitalist ekonominin sınıfsal karakterinden; nesnel yasalarından bihaber hareket ettiklerini görüyoruz. Öyle ki, kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartan anlayışlar savunulabiliyor. Tamam, anladık, Türkiye'de ekonomi “berbat” durumda; bazılarına göre neredeyse hiç üretmiyor; büyümüyor vb. Türkiye'de ekonominin istikrarsız olduğu, dönem dönem çok kırılgan bir süreçten geçtiği, uluslararası sermaye hareketinden bağımsız hareket edemediği tartışılmayan bir gerçektir. Ama bu gerçekten hareketle kapitalizmi, kapitalizm olmaktan çıkartan bir değerlendirme; kapitalizmin nesnel yasalarını yok sayan bir analiz, “sol”da duran ekonomistlerin iş olmamalıdır. Bunlar kafalarında nasıl bir kapitalizm canlandırıyorlar ki, sömürüyü, hırsızlığı, yolsuzluğu, toplumsal yoksuluğu, işsizliği, krizi vb. anlatırken kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarını ve bunların topluma yansımalarını göz ardı edebiliyorlar? Açık ki, kafalarında “sosyalleşmiş”, burjuva da olsa demokrasinin kurallarına sıkıca bağlı işleyen bir kapitalizm veya Keynesçi bir kapitalizm canlandırıyorlar. Ekonomide kriz, krize giriş ve krizden çıkış nedeni olarak politik sorunları neden olarak gösterebiliyorlar; örneğin krizden çıkmak için demokratik düzene gerek olduğunu, düzen demokratik olursa ekonominin de kriz girmeyeceğini söyleyebiliyorlar. Örneğin,Türkiye'de ekonomik krizin çözümü ekonomik değildir, politiktir denebiliyor. Bunu “sol”da duran bir ekonomist nasıl söyleyebilir? Veya “sol”da duran ekonomistler ne zamandan beri politik ekonominin sınıfsal karakterini bir kenara atarak ekonominin gelişme seyrini maddi değerlerin üretiminden kopartıp GSMH bazında değerlendirmeye başladılar? Ama yukarıda örneğini verdiğim gibi bu yapılıyor. “Sol”da duran ekonomistler ne zamandan beri “ekonomik büyüme denince sanayiye dayalıymış gibi anlaşılıyor ancak bu büyüme sanayinin, tarımın, teknolojinin gelişmesiyle olan bir büyüme değildir. Tabii, hizmet sektörü ve inşaat ağırlıklı”dır analizi yapıyorlar. Hizmet sektörünün de özelleştiğini, her ne kadar doğrudan artı değer üretilmese de hizmet sektörü kapitalistinin sermayesini çoğaltmak için çalışanlarını sömürdüğünü, inşaat sektöründe ise artı değer üretildiğini nasıl gözardı edebilirler? Bu ve benzer sorular çoğaltılabilir.

Politik ekonominin konusu nedir?
SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, tarafından Almancası 1955'te yayınlanan POLİTİK EKONOMİ, Ders Kitabı Cilt: I'de politik ekonominin konusu özetle şöyle tanımlanır:
Politik ekonomi, tarihsel bir bilimdir. . Tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal biçimi içinde, maddi üretimi araştırır, söz konusu üretim tarzlarına özgü olan ekonomik yasaları araştırır. Ekonomik yasalar, ekonomik görüngülerin ve süreçlerin özünü, içsel, nedensel bağıntılarını ve bunlar arasında var olan bağımlılığı dile getirirler. Her üretim tarzı, kendi ekonomik temel yasasına sahiptir. Ekonomik temel söz konusu üretim tarzının en önemli yanlarını, özünü belirler...

Ekonomik gelişme yasaları, nesnel yasalardır. Bunlar, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen ekonomik gelişme süreçlerini yansıtırlar. Ekonomik yasalar, belirli ekonomik koşullar temelinde oluşur ve etkinlik gösterirler. İnsanlar bu yasaları öğrenebilir ve toplum yararına kullanabilirler, ekonomik yasaları ortadan kaldıramaz ve yenilerini yaratamazlar...

Politik ekonomi, gelişmenin nasıl toplumsal üretimin alt aşamalarından üst aşamalarına doğru olduğunu, insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan toplum düzenlerinin nasıl oluştuğunu, geliştiğini ve yok edildiğini araştırır...

Böylelikle politik ekonomi, toplumsal üretim ilişkilerinin, yani insanların ekonomik ilişkilerinin gelişmesinin bilimidir. Çeşitli gelişme aşamaları içinde insan toplumundaki maddi varlıkların üretilmesinin ve dağılımının tabi olduğu yasaları inceler.

Marksist politik ekonominin yöntemi, diyalektik materyalizmin yöntemidir. Marksist-Leninist politik ekonomi, diyalektik ve tarihsel materyalizmin temel ilkelerinin toplumun ekonomik yapısının araştırılmasında kullanılmasına dayanır...

Politik ekonomi, kılı kırk yararak bulunmuş, hayattan kopuk gelişigüzel sorunları değil, tersine insanların, toplumun, sınıfların yaşamsal çıkarlarını ilgilendiren tümüyle gerçek, güncel sorunları araştırır...

Politik ekonominin nötr, yansız bir bilim olduğunu, politik ekonominin toplumdaki sınıf mücadelesinden bağımsız olduğunu, ve ne doğrudan ne de dolaylı olarak herhangi bir politik parti ile bağ içinde bulunmadığını iddia eden iktisatçılar tamamen haksızdırlar” (Giriş bölümünden)

Her toplumsal sınıfın veya her üretim biçiminin kendine özgü bir politik ekonomisi vardır. Ve her bir politik ekonomide ekonominin gelişme seyrini tespit etmemize yarayan kıstaslar vardır. Bu kıstaslar sınıfsal bakış açısına göre değişir; örneğin bir burjuva ekonomistin kapitalist ekonominin gelişme seyrini tespit ettiği kıstaslar ile bir Marksist-Leninistin aynı amaç için kullandığı kıstaslar farklıdır ve doğal olarak varılan sonuçlar da farklı olacaktır. Bu anlamda kapitalizmde -burjuva politik ekonomide- ekonominin gelişme seyrini gösteren bir dizi kıstas, egemen sınıfın (burjuvazinin) çıkarlarına hizmet eder. Burjuvazi ve ekonomistleri, rakamlarla, ekonomi verileriyle oynamanın, çıkarına uygun sonuçlar versin diye çarpıtmanın ötesinde ekonominin gelişme seyrini ele veren göstergeleri kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde düzenler. Örneğin, Tüik baz yılını değiştirerek; üretimin dibe vurduğu 2009 yılını esas alarak büyüme oranlarını çarpıttı ve bir işlem sonucunda ülke ve insanları birden bire zenginleşiverdi; refah içinde yaşar oldu.

Marksist-Leninist politik ekonomide ise, burjuvazinin anladığı içerikte GSYH veya GSMH diye bir kavram yoktur. Bu kavramın yerine Marksist-Leninist politik ekonomide toplumsal toplam ürün (TTÜ) veya da brüt ürün (BÜ) kavramları kullanılır. GSYH-GSMH ile TTÜ-BÜ arasında bağlayıcı farklar vardır. Bu kapsamda bir yazıda bu farkları açmanın olanağı olmayacağı için kısaca şunu söyleyelim: Burjuvazi, maddi değerlerin üretilmediği sektörleri de hesaplamaya dahil eder. Marksist-Leninist politik ekonomi sadece ve sadece maddi değerlerin üretimini hesaplamaya dahil eder. Toplumsal toplam ürün ve dolayısıyla ulusal gelir de, maddi üretim dallarında çalışan işçiler tarafından üretilir. Buna, maddi varlıkların üretildiği dallar–sanayi, tarım, inşaat sektörü, taşıma sektörü ve giderek artan önemde hizmet sektörü de dahildir. Devlet aygıtının, kredi sektörünün, (üretim sürecinin dolaşım alanındaki devamını teşkil eden ticari operasyonlar hariç) ticaret vs.nin dahil olduğu üretici olmayan dallarda, özelleştirilmemiş hizmet sektöründe yeni değer (artı değer) üretilmez, dolayısıyla ulusal gelir de üretilmez. Meselenin bu yönü ekonomist M. Sönmez'in umurunda bile değil.