MUSUL
“SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III)
I-Musul'da
kim kime karşı ve niçin savaşıyor?
Bu
kadar ülkenin (35 ülke olduğu söyleniyor) daracık bir alanda, bu
ülkelerden birçoğunun, en azından önde gelenlerinin (ABD) eseri
olan IŞİD'e karşı savaşmak için, dar bir ahıra sıkıştırılmış
katırların tepinmesi gibi tepinmeleri ve savaş naraları atmaları
oldukça düşündürücü. Alan dar; Musul ili ve yakın çevresi,
buna ek olarak Telafer. Coğrafi bakımdan dar, savaş tekniği
bakımından, şehir olduğu için ağır imha silahlarının
kullanılabileceği bir ortam pek yok. Ama dişinden tırnağına
kadar silahlanmış bunca güç, IŞİD'e karşı “meydan
muharebesi” vermek için Amerikan komutasında adeta yarışıyor.
Ve “sınır”ın öbür tarafında, yani Suriye'de Rusya bu durumu
seyrediyor. Sanki kıyamet Musul'da kopacak; sanki dünyanın
geleceği Musul'un IŞİD'den kurtarılmasıyla veya
kurtarılamamasıyla yeniden belirlenecek!
Peki
Musul'u bu kadar önemli yapan nedir?
Musul
tarihi bir şehirdir. Bölge çapında önemi olan bir kavşak
noktasıdır; Suriye’ye, Irak’a, İran’a, Türkiye’ye açılan
bir kapıdır. Diğer taraftan Irak’taki siyasi, ekonomik ve
askeri dengeler açısından da oldukça önemlidir.
Musul
coğrafi konumu ve yeraltı zenginliği petrol ve doğal gaz)
bakımından dünya ve bölgesel rekabette yer alan veya almak
isteyen hemen bütün ülkeler için önemlidir. Musul'u IŞİD'den
kurtarma operasyonuna bu ülkeler farklı nedenlerden dolayı
katıldıklarını, katılmak istediklerini açıkladılar. Bütün
açıklamalarda ortak neden “insani” kaygılar; hiçbirisi Musul
ve çevresindeki petrole ve doğalgaza göz diktiğini; bu enerjinin
dünya pazarlarına ulaştırılması için gerekli boru hattının
ve Musul'un jeopolitika bakımından coğrafi konumunun kendisi
açısından önemli olduğunu açıkça söylememektedir.
Musul,
her şeyden önce Ortadoğu'nun enerji kaynağı olmasından, bölge
ve dünya jeopolitikasının önemli bir alan olmasından ve enerji
boru hattı güzergahı bakımından bu bölgenin bir parçasıdır.
Musul'un enerji kaynağı olması yetmiyor; bunun çıkartılması ve
dünya pazarlarına taşınması gerekiyor; yani bu petrolü ve
doğalgazı çıkartacak ve dünya pazarlarına taşıyacak sermayeye
(tekellere) gerek vardır. Bu tekeller de şu veya bu ülkeye
aittirler.
Açık
ki, Musul, Ortadoğu'nun dünya jeopolitikasındaki önemini
belirleyen faktörlerden biridir. Bu bakımdan Musul'un jeopolitik
önemi, Ortadoğu'nun jeopolitik öneminden ayrı düşünülemez.
Uluslararası
Enerji Ekonomisi Birliği Başkanı Gürkan Kumbaroğlu'nun
açıklamasına göre,“Sadece Musul’daki yeni bir doğalgaz
rezerv alanı, Avrupa’ya 25 yıl yetecek kapasitede. Tüm saha,
yüzlerce yıl yetebilir. Musul, doğalgaz ve petrol denizinin
üzerinde bir ada”dır.
“Teknoloji
çok gelişti ve uydu görüntüleriyle enerjinin nerede olduğuna
yönelik fikir oluşabiliyor. OPEC raporlarında da bu görülüyor.
Irak’ta 150 milyar varil kanıtlanmış, 300 milyar metreküp ise
yeni rezerv petrol sahası var. Ve bu rezerv, Musul ve çevresinde
yoğunlaşıyor.”
“Buradaki
yeni bir sahada, 8-10 trilyon metreküp doğalgaz
çıkması bekleniyor. Bu yaklaşık olarak Türkiye’nin 200,
Avrupa’nın 25 yıllık ihtiyacını tek başına karşılaması
demek. Tüm saha, yüzlerce yıl yetebilir. Musul-Kerkük sahası,
bir doğalgaz ve petrol denizinin üzerindeki ada gibi.
Bölgedeki savaş, tamamen bu havzalarla ilgili.”
Musul'u
ve havzasını önemli kılan faktörleri sıralayalım:
Enerji
(petrol ve doğalgaz) kaynağı olarak Musul:
Musul
ve havzasında veya genel anlamda Irak bütününde bilinen ve
bilinmeyen, çıkartılan ve rezerv enerji (petrol ve doğalgaz)
kaynakları hakkında dönem dönem, yanıltıcı olsun diye de,
farklı değer birimlerinden bahsediliyor. Her halükarda, farklı da
olsa eldeki mevcut veriler, Musul sorununun belirleyici bir ayağı
olan enerji üzerine emperyalist ülkelerin, bölgesel devletlerin ve
uluslararası ve bölgesel petrol ve doğalgaz şirketlerinin
(sermayenin) leş kargaları gibi üşüşmüş olduğunu
göstermektedir.
Enerji
sevkıyatında Musul ve havzası:
Burada
iki boru hattı için kıyasıya bir rekabet söz konusudur.
Bunlardan birisi Katar-Türkiye doğalgaz buru hattıdır, diğeri de
İran Suriye boru hattıdır. Bunun ötesinde Musul'un kimin elinde
kalacağına bağlı olarak yeni güzergahlar da gündeme gelebilir.
(Katar-Türkiye ve İran-Suriye boru hatlarına aşağıda
değineceğiz).
Stratejik
konum bakımından Musul ve havzası:
Tek
başına alındığında Musul'un dünya jeopolitikasında stratejik
bir önemi pek yok, ancak Ortadoğu genelinde bir anlamı var. Ama
bölgesel güçler arasındaki rekabette durum tamamen değişiyor.
Musul, İran'ın Şii Hilali'ni gerçekleştirmesinde, Doğu
Akdeniz'e inme planında elde tutulması gereken bir havza
konumundadır. Bunun ötesinde Musul'u elinde tutan güç, Suriye
sınırının kapanması durumunda Türkiye ile Arap dünyası
arasındaki bağı en azından bu bölge üzerinden kesmiş
olacaktır.
Aynı
şekilde Musul, Kuzey
Irak ve Kerkük petrol boru hatlarının ortasında yer alması
nedeniyle de stratejik bir öneme sahiptir. Bu nedenle Musul'u
kontrol eden bu boru hatlarını da kontrol eder.
Türkiye
açısından Musul'un stratejik önemini anlatmaya gerek yok; Musul
Misak-ı Milli'nin bir parçasıdır. Musul'u kontrol etmek Şii
Hilali'nin gerçekleştirilmesi önünde aşılması güç bir engel
oluşturmak ve enerji kaynaklarını ve sevkıyatını kontrol etmek
anlamına gelir.
Musul'da
kim ne istiyorun kısa dökümü:
Ortadoğu'da
ve onun bir parçası olan Musul'da küresel ve bölgesel güçlerin,
ülkeden ülkeye farklılık arz eden çıkar çatışmalarına göre
kümeleştiğini görüyoruz. Suriye'de farklı cephelerde olanların
Musul'da aynı cephede yer aldığını görebiliyoruz. Buna,
ABD-İran ilişkileri örnektir. Aynı cephede olup da farklı
kümeleşme içinde olanlar da var. Örneğin Türkiye, Batı
cephesinin bir parçası olmasına rağmen Suriye'de Rusya ile
işbirliği yapabiliyor, ABD tarafından frenleniyor ve Musul'da
stratejik ortağı ABD tarafından dışlanıyor.
Musul
ve havzasına, enerji kaynağı olmasının, boru hatları
koridorunda bulunmasının, bir de Sünni toplumun ağırlıkta
olmasının adeta bedeli ödetilmektedir.
Rakamlar
sürekli farklı veriliyor, ama açık ki, Musul operasyonunda ABD
önderliğinde 35 ülke 30 binden fazla asker gücüyle yer
almaktadır. Bu ülkeler Musul'u IŞİD mezaliminden “kurtarmak”,
şehri “özgürleştirmek” için adeta birbirleriyle sahada
yarışıyorlar! Bunun ne anlama geldiğini biliyoruz: Daha önce de
Irak'ı özgürleştirmek, Saddam rejiminden kurtarmak için ABD
öncülüğündeki koalisyon tarafından bu ülke işgal edildi.
Sonuçta Irak, Irak olmaktan çıkartıldı. Libya da Gaddafi'den
kurtarılma adı altında aynı akıbete uğratıldı. Şimdi sıra,
Musul'a geldi. Bu şehir ve havzası da, kurtarılma adı altında
çıkarlara göre parçalanacak; planlar, hesaplar bunun üzerine
yapılmış.
100
sene önce
(1916) Ortadoğu'nun siyasi haritasını
Sykes-Picot
Anlaşmasıyla
çizen İngiltere
ve Fransa,
bugün tek başına veya beraber Ortadoğu'da gelişmelere yön
verecek durumda değiller; bu her iki ülke en azından Ortadoğu
ve somutta da Musul açısından “tek diş kalmış canavar”
konumundadır; ABD'nin
olmadığı koşullarda bu iki ülkeyi yerel hiçbir güç takmaz.
Ancak ABD ile ortaklık içinde bu iki ülke Musul'un kaynaklarından
pay alabilirler, alıyorlar. ABD'nin
çıkarlarına ters düşen çıkar gerçekleştirme çabası içinde
olmaları, daha baştan kaybetmeleri anlamına gelir. Ortadoğu
sorunlarının Londra'da çözümlendiği dönem çoktan geride
kalmıştır. İngiltere ve Fransa gibi ABD önderliğindeki
koalisyonda yer alan diğer bütün Batılı
ülkeler, Musul havzasındaki petrol ve doğalgaz çıkarımında
sermayelerine göre pay sahibi olmak için oradalar.
Amerikan
emperyalizmi Musul havzasında petrol ve doğal gaz üretimini ve
dünya pazarlarına sevkıyatını kontrol etmenin ötesinde bölgenin
bütününü dünya jeopolitik planlaması gereği elde tutulması,
kontrol edilmesi gereken bir alan olarak görmektedir. Tabii, bu
küresel bakışının “sorunsuz” gerçekleştirilmesi için
kendine sorun çıkaracak güçlü bölgesel devletlerin olmaması
için elinden geleni yapmaktadır.
Suriye'de
Rusya ile işbirliği içinde Esad rejimini ayakta tutan İran,
Irak'ta hem merkezi Irak hükümetini kullanarak ve hem de ABD'nin
yol açmasıyla Musul operasyonunda arkada duran güçlü bir oyuncu
konumundadır. Amacı oldukça açık; Sünnilerden oluşan bölgeyi
“Şii Hilali” ile yarmak, İran-Doğu Akdeniz hattını
gerçekleştirmek için Musul'u veya genel olarak Irak'ı üs olarak
kullanmak.
S.
Arabistan'ın derdi, enerji değil, onun derdi Şii
yayılmacılığını Suriye'de durdurabilmektir, İran ile
rekabetinde kendi çıkarına olan her türlü ittifak içinde yer
almaktır.
Türkiye,
Musul'u Misak-ı Milli çerçevesinde ele alıyor, hak sahibi
olduğunu iddia ediyor. Özellikle Erdoğan'ın Musul'da sahada ve
masada olacağız çıkışı, o zamana kadar geri planda durun
İran'ı açıklama yapmaya zorlamıştır. İran'ın korkusu,
Türkiye'nin soruna müdahil olmasıyla Irak-Suriye-Lübnan (Doğu
Akdeniz) hattının Sünni demografik yapı nedeniyle akamete
uğratılmasıdır.
Rusya'nın
merkezi Irak hükümetiyle yakın ilişkisi var; silah yardımı
yapıyor ve Musul operasyonuna doğrudan müdahil olmasa da
gelişmeleri izliyor. Musul'un nasıl şekilleneceğinin Suriye ile
dorudan ilişkisi olduğu için, tetikte bekliyor ve koalisyonun
Musul'da IŞİD karşısında zorda kalmasının doğrudan müdahil
olmak için bir fırsat olabileceğini görüyor. Suriye'ye davet
edildiği gibi Musul'a da davet edilirse şaşmamak gerekir.
Musul'un
IŞİD'dan kurtarılması değil, ama her katılanın kendi hesabına
göre paylaşılması, bölgesel ülkeler ve etnik ve dinsel
topluluklar arasında savaşa yol açabilir. Sünniler, Şiiler,
Hristiyanlar arasında bir savaşın baş kışkırtıcıları,
emperyalist ülkelerin yanı sıra İran,Türkiye, S. Arabistan ve
merkezi Irak hükümetidir.
Etnik
temizlik sadece Musul ile sınırlı kalmayacaktır, Kerkük de bu
temizliğin bir parçası olacaktır. Demografik yapının
değiştirilmesi için göç ve kıyım kapıdadır.
Bölgeyi
parçacıklara ayırarak idare etmek isteyen Batılı güçlerin
ötesinde İran'ın desteklediği ve Irak ordusunun bir parçasını
oluşturan Haşdi Şabi'nin Musul ve Telafer'e girmemesi için
Türkiye'nin ısrarı ve ABD'nin bu ısrarı dikkate alması sahada
ne derece uygulanır, burası bilinmez. Her halükarda S. Arabistan
ve özellikle Türkiye'nin, Haşdi Şabi'nin Musul'a ve Telafer'e
girmesine sessiz kalmayacağını açıklaması son kertede Türkiye
ve İran arasındaki ilişkileri germenin de ötesine taşıma
potansiyeline sahiptir. Nihayetinde buradaki kavga, Türkiye ve İran
arasında bölgesel hegemonya mücadelesidir. Bu mücadelede İran'ın
önünü kesebilecek tek bölgesel güç Türkiye'dir. ABD'nin,
İran'a, arka planda kalarak Haşdi Şabi ve Irak merkezi hükümeti
üzerinden Musul operasyonuna katılmasına yeşil ışık yakması,
İran'ı bölgede güçlendiren bir adımdır. Hangi saiklerle
ABD'nin bunu yaptığını göreceğiz. Çünkü aynı ABD, Suriye'de
İran ile karşı cephelerde yer almakta ve İran'ın Doğu
Akdeniz'e, Lübnan'a uzanması, söz konusu hattı gerçekleştirmesi
önünde fiilen bir engeldir. Amerikan emperyalizmi,
İran-Irak-Suriye-Lübnan arasında kara bağlantısının
kurulmasını kendi jeopolitik çıkarları nedeniyle istemez. Bu
bağlantı son kertede Rusya'nın bütün Ortadoğu'da veya daha dar
anlamda Suriye ve Irak'ta hakimiyet kurmasını kolaylaştıracaktır.
Musul
operasyonu, sadece Musul ile sınırlı bir operasyon değildir.
Şehir merkezindeki IŞİD'li çetelerin şehri terk etmesi için
çemberin batı kısımının açık bırakılması, oyunun içinde
oyun olduğunu göstermektedir; Musul'u kuşatan koalisyon güçleri,
IŞİD'in bu koridoru kullanarak Suriye'ye kaçmasını istiyorlar;
IŞİD, nereye gideceği konusunda ABD tarafından yönlendirilmiş
oluyor. Bu durumu gören Rusya, Dışişleri Bakanı Lavrov üzerinden
gerekirse, böyle bu durum gündeme gelirse askeri tedbirler
alacağını açıkladı.
ABD,
IŞİD'i Musul'da yok ederek yenmek istemiyor, sadece dövmek ve
kovmak istiyor. Ona Suriye'de Rusya'ya, İran'a ve Esad rejimine
karşı mücadelede ihtiyacı olduğu gibi, dünyanın başka
bölgelerinde de, ama özellikle Rusya ve Çin'de Müslüman
toplulukları ayaklandırmak için ihtiyacı vardır.
Her
halükarda, IŞİD'in Suriye'ye kaçma çabasını İran, Esad rejimi
ve Rusya silahlı mücadeleyle karşılayacaktır. Böyle
söylüyorlar. Ama bu kaçma durumu diğer taraftan da ABD'nin Rakka
operasyonunu da zora sokmaktadır; Musul'dan gelen IŞİD güçleriyle
Rakka güçlendirilmiş olacaktır. Burada politikalar adeta günlük
değişiyor! SDG'nin ABD destekli Rakka operasyonu, ABD'nin, IŞİD'i
Musul'dan Suriye'ye öteleme planıyla çelişmektedir. İş karışık;
IŞİD Musul'da direniyor, Suriye'ye kaçış koridoru açık; Rusya,
IŞİD Suriye'ye yönelirse silahla karşılarım diyor. Ama aynı
zamanda ABD güdümünde Rakka operasyonu başlıyor...
ABD,
Rusya'nın, bir taraftan Halep'te yıpranmasını isterken, diğer
taraftan da IŞİD'i Suriye'ye yönlendirerek güçlenmiş IŞİD'e
karşı savaşmasını istiyor. Her iki durumda da Rusya yıpratılmış
olacaktır. Böylece Suriye'de durumun kendi lehine dönmesini ve
Musul'da paylaşım savaşında Rusya'nın etkili olmasının önünü
almaya çalışıyor olabilir. Rusya ise, Suriye'de savaşın bir an
önce sonlanmasından yana, yıpranmak istemiyor.
Her
halükarda Musul operasyonu Musul'u kurtarmayacaktır; bu kurtarma
operasyonu Musul'u paylaşmanın operasyonlarına; etnik ve dinsel
çatışmalara dönüşebilir, dahası bölgesel savaşa yol
açabilir; bu tehlikeyi en azından potansiyel olarak içinde
barındırmaktadır.
Musul'da
bölgesel güçler arasında Türkiye ile İran rekabeti söz
konusudur. Amerikan emperyalizmi, Türkiye'yi hizaya getirmek veya
kendisine rağmen söz sahibi olmasını engellemek için bir
taraftan İbadi'yi konuştururken, diğer taraftan da İran'a yeşil
ışık yakarak Musul sorununa güçlü bir şekilde katılmasını
ve böylece Türkiye ile karşı karşıya gelmesini istemiştir ve
istediği de olmaktadır.
Osmanlı
Devleti ile Safevî Devleti arasında (her ikisi de Türk devletidir,
Osmanlı Sünni, Safevi de Şii) 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı
Şirin anlaşasıyla 1623-1639 Osmanlı-İran Savaşı sona ermiş ve
bugünkü Türkiye - İran sınırı belirlenmiştir. Her iki devlet
de bölgesel güç olarak hemen hemen aynı sahada rekabet
etmektedir. Bu rekabeti Orta Asya'da, Hazar Havzası'nda gördüğümüz
gibi Ortadoğu'da da görmekteyiz. Her iki devlet de son kertede hem
ABD, dolayısıyla İsrail hem de Rusya açısından fazla
güçlenmemesi, emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmede engel
teşkil etmemesi gereken bölgesel güçlerdir.
Ortadoğu'da
Şii Hilali-Sünni sahası üzerine rekabetin başını İran ve
Türkiye çekmektedir. Türkiye açısından adı böyle konmasa da
böyledir. Şimdi Suriye ve Irak'ta, somut olarak da Musul'da bu iki
devletin karşı karşıya gelme olasılığı yüksektir. Amerikan
emperyalizmi, Türkiye'yi Musul operasyonundan uzak tutmaya
çalışırken ve Türkiye sahada da masada da olacağız derken İran
ile bölge üzerindeki rekabeti keskinleşiyor. Nitekim İran,
Türkiye'nin bu tavrından rahatsız olduğunu resmen de
açıklamıştır. Şimdi Irak ordusu içinde yer alan Şii güçlerin
(Haşdi Şabi) Sünnilere saldırması durumunda mezhepsel katliam
olacağı açıktır. Bu duruma izin vermeyiz diyen Türkiye'nin
doğrudan müdahil olması durumunda Türkiye ve İran fiilen karşı
karşıya gelecektir. Sorun bu boyutlara varır mı, bu bilinmez. Ama
varması durumunda her iki devletin kapışması ve güç kaybederek
bölgesel çapta iddialı olma durumundan çıkması, en azından
başta ABD ve Rusya olmak üzere emperyalist ülkelerin bölgemizdeki
çıkarlarına ters düşen güçler konumundan çıkması, ABD ve
Rusya'nın işine gelir. ABD ve Rusya, her iki ülkeyi böyle bir
kapışma için kışkırtabilirler. Bu, bölgesel güçler arasında,
emperyalist güçlerin hakemlik edeceği bir bölgesel savaşa da
dönüşebilir: Bir taraftan İran, yanında Irak merkezi hükümeti,
Esad rejimi ve bölgedeki Şii güçler; diğer taraftan da Türkiye,
yanında belki S. Arabistan, Katar, Sünni güçler. Böyle bir
kapışmayı emperyalist ülkeler çok isterler.
Sonuç
itibariyle:
Musul'da
kim kime karşı ve niçin savaşıyor sorusu bilinmeyeni çok olan
bir denklemi ifade ediyor.
IŞİD'e
karşı Musul operasyonunda koalisyon oluşturan 35 ülke, IŞİD'e
karşı mücadele için değil, kendi çıkarları için dar alanda
tepiniyor. Türkiye de bu tepinmede yer almak için ısrarlı.
Operasyonun
ele alınışı, açık ki, sorunun IŞİD'e karşı mücadele
olmadığını; bunun sadece bir vesile olduğunu; esas amacın
Musul ve havzasındaki petrol ve doğalgazın paylaşımı ve dünya
pazarlarına sevkıyatı için rekabet olduğunu göstermektedir.
Operasyonun
ele alınışı; katılan güçlerin yapısı, Musul'un ve
dolayısıyla Irak'ın gerçekten bölünmesinin
meşrulaştırılmasıdır.
IŞİD,
çok amaçlı bir anahtar ve kullanışlı bir araçtır:
Suriye'de:
Rusya,
IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama IŞİD'e karşı
savaşmıyor...
ABD,
IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama doğrudan, fiilen IŞİD'e
karşı savaşmıyor...
İran,
IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama IŞİD'e karşı
savaşmıyor...
Türkiye,
IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama esas amacı Rojava'ya karşı
savaşmak olduğunu here seferinde dile getiriyor...
Irak:
ABD,
IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatıyor...
İran,
IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatanlar içinde...
Türkiye,
IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatanlar arasında olmak istiyor...
35
koalisyon ülkesi, IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatıyor...
Açık
ki, IŞİD üzerinden Suriye ve Irak'ta (Ortadoğu) hesaplaşma,
rekabet, paylaşım yapılıyor; yeni Ortadoğu haritası
çiziliyor...
Çarpık
saflaşmalar:
Suriye:
ABD ve İran karşı cephelerde, ama Musul operasyonunda aynı
cephede yer alıyorlar; Suriye'de ABD-İran karşıtlığını, Irak
da ise ABD-İran ortaklığını görüyoruz...
Ortadoğu'da
Acem oyunları; İran, Türkiye aleyhine olan her denklemin
içindedir; ya kurucusudur olmazsa destekleyicisidir. Bölgede hakim
olması önündeki tek belirleyici bölgesel güç Türkiye'dir...
II-
O harita olmazsa bu harita olur - Jeopolitik harita savaşları
(Herkesin kendine göre
bir haritası var)
Suriye
ve Irak'ta coğrafi ve toplumsal bütünsellik kalmadı; parçalanmış
Suriye ve Irak'ta hakimiyet alanı elde etmek mücadelesi veriliyor.
Bu nedenle herkes kendine göre bir harita çiziyor. Şimdi bir de
Ortadoğu'yu bölüp parçalayan haritalara bakalım.
1-Sykes-Picot
haritası
Aşağıdaki
iki haritada Ortadoğu'nun Sykes-Picot Anlaşmasına göre Fransa ve
İngiltere tarafından paylaşımını görmekteyiz.
“Ortadoğu'da
Jeopolitik Algılama Oyunları - Güçler Dengesi ve “İt Dalaşı”
yazısından.
“Ortadoğu
Haritası Değişiyor mu?”
yazısından.
2-Suriye'yi
bölen haritalar
Türkiye'ye
bağlanan Hatay dışında Suriye üç devlete bölünüyor; Alevi
devleti, Halep devleti ve Şam devleti.
Suriye'yi,
aynı zamanda Irak'ı da bölen başka bir harita:
“IŞİD
– Yaratılan Canavar“Cin Şişeden Çıktı” yazısından.
Bu
siyasi harita güncel Suriye savaşı ile bağlam içinde
hazırlanmıştır ve çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu
haritadan çıkarı olanlar, Rojava'nın doğu kısmı (Cizire
Kantonu) ile Güney Kürdistan'ı birleştirerek bir Kürt devleti;
Doğu Akdeniz (Levant, Bilâdü'ş-Şâm )
bölgesinde bir Alevi devleti ve Suriye ve Irak'ta Sünnilerin yoğun
olduğu topraklarda da bir Sünni devleti kuruyorlar.
Türk
burjuvazisi açısından Suriye ve Irak eksenli Ortadoğu'nun bu
parçalanmışlığı ideal olmasa da “kötünün en iyisi” bir
durumu ifade eder.
3-Ortadoğu'yu
bölen haritalar
Ortadoğu'nun
siyasal haritasını değiştirmek, yeni sınırlar çizmek, rejim
değişikliği gerçekleştirmek için özellikle Amerikan
emperyalizminin hazırladığı planlar önce yalanlanmıştır veya
sahip çıkılmamıştır., ama gündemde kalması sağlanmıştır.
Amerikan
emperyalizmi “Bernard-Lewis-Planı“na ilgi duymaya başlar.
Haziran 2006'da “Armed Forces Journal“da -Amerikan Silahlı
Kuvvetlerinin yarı resmi yayın organı- Ralph Peters imzasıyla
yayımlanan makalede Orta Asya ve Yakın Doğu'nun
“Bernard-Lewis-Planı“ ve “Leslie-Gelb-Planı“ karışımı
bir planla yeniden şekillendirilmesini önerir. Ama her iki plandan
da bahsedilmez. Her halükarda bu haritalarda
Önemli
olan, Ortadoğu'nun etnik ve mezhepsel temelde paramparça
edilmesidir. Aşağıdaki
iki haritada Ortadoğu'nun şimdiki ve gelecekteki (planlanan)
durumunu görüyoruz.
Etnik
ve mezhepsel temelde Ortadoğu'nun devletçiklere bölünmesi:
Önceki
(şimdiki) durum:
Sonraki
(gelecekte istenen) durum:
Asya
ayağı genişletilmiş Ortadoğu ve Bernard-Lewis-Planı haritası:
Bernard-Lewis-Planı'na
göre:
1-Pakistan
ve İran Belucistan bölgelerinin birleştirilmesiyle “bağımsız”
bir “Belucistan” devleti kurmak.
2-Pakistan’ın
kuzeybatısındaki bölgenin Afganistan’daki Peştun bölgesine
katılmasını sağlayarak “bağımsız” bir “Peştunistan”
devleti kurmak.
3-Doğu
(İran), Güney (Irak) ve Kuzey (Türkiye) Kürdistan'ı
birleştirerek “bağımsız” bir Kürdistan devleti kurmak.
4-İran’dan
Kürt ve Beluci bölgeleri kopartıldıktan sonra geriye kalan İran
etnik temelde şu devletlere ayrıştırılıyor:
-İranistan
-Azerbaycan
-Türkmenistan
-Arabistan
5-Irak
3 devlete bölünerek ortadan kaldırılıyor:
-Kuzeyde
Sünni Kürt devleti
-Ortada
Sünni Arap devleti
-Güneyde
Şii Arap devleti
6-Suriye
3 veya da 4 devlete bölünerek ortadan kaldırılıyor:
-Dürzi
devleti
-Alevi-Nusayri
devleti
-Sünni
devleti
-Kürt
devleti
7-Ürdün
2'ye bölünüyor:
-Bedeviler
-Filistinliler
-Batı
Şeria İsrail’e katılıyor
8-Suudi
Arabistan, kuruluşundan (1933) önceki haline, kabile mozaiğine,
dönüştürülüyor ve böylece ortaya çıkacak devletlerin Körfez
devletlerinden (Kuveyt, Bahreyn, Katar ve diğer emirlikler) daha
fazla ağırlığının olmaması sağlanmış oluyor.
9-Lübnan
5 devletçiğe bölünüyor:
-Hristiyan
bir devletçik
-Şii
bir devletçik
-Sünni
bir devletçik
-Dürzi
bir devletçik
-Alevi
bir devletçik
10-Mısır
en azından 2 devlete bölünüyor:
-Müslüman
Arap devleti
-Kıpti
devleti
Bu
planın bir biçimde gerçekleştirilmesi durumunda Ortadoğu,
tarihinde etnik ve mezhepsel temelde en çok sayıda devletçiklere
bölünmüş olacaktır.
Suriye,
Irak, S. Arabistan ve
Libya'nın
bölünmesini gösteren harita:
Son
dönemlerde yeni haritalar da ortaya çıkmıştır. Örneğin New
York Times'ta yayınlanan harita bunlardan birisidir. Bu haritanın
Türkçeleştirilmişi 26.06.2014 tarihinde Milliyet gazetesinde
yayınlandı.
“Ortadoğu
Haritası Değişiyor mu?”
yazısından.
Devlet
olarak Libya ortadan kalkıyor; Trablusgarp, Fizan ve Sirenayka
olarak üçe bölünüyor. Aşiretlere ve mezheplere göre ayrışmış
sayısız güçler arasında devam eden çatışmalar da bu ülkenin
gerçekten bu şekilde fiilen üçe bölündüğünü göstermektedir.
“Washington’s
Blog” 2012'de “Libya'da Gaddafi'yi deviren Amerika'nın
desteklediği muhalefetin büyük bir kısmı El Kaide
teröristlerinden oluşmaktaydı” ve 14 Nisan 2014'te de “ABD,
Gaddafi'yi devirmek için El Kaide'yi silahlandırdı” diye
yazıyordu.
Suriye'den
üç ayrı bölge çıkıyor: Irak'ta Sünnilerin yaşadığı alanla
birlikte bir Sünni devlet; Esad'a kalan Nusayrilerin ağırlıkta
olduğu Akdeniz kıyısı ve Batı Kürdistan.
Altı
Amerikan başkanı (Jimmy Carter, Ronald Reagan, George HW Bush,
Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama) Irak'ı imha etmek için
uğraşmışlardır. Sonunda başardılar. Irak muhtemelen üçe
bölünüyor: Kürdistan, Şii Arap devleti ve Sünni Arap devleti.
S.
Arabistan kuzey, doğu, batı ve ortada bir Vahabi devleti olarak 4
parçaya bölünüyor. Yemen ise yeniden iki parçaya ayrılıyor.
Bu
plana göre beş ülkeden 14 ülke çıkıyor.
Burada
önemli olan, Ortadoğu'nun tıpa tıp bu haritalara -son iki harita
birbirinin aynısıdır- uygun bir biçimde devletçiklere bölünmesi
değildir. Bu haritalar belli hakimiyet, bölmek ve yönetmek
düşüncelerini, sömürgeciliği ifade etmektedir. Bölge üzerinde
emperyalist hakimiyet mevcut haliyle devam ettirilemez bir noktaya
gelmiştir. Bölgede rejim değişimi ve yeni devletçikler oluşturma
planı emperyalist hegemonyanın devam edebilmesi içindir. Bu
anlamda Sykes-Picot Anlaşmasının ömrü dolmuştur ve yeni siyasal
oluşumlara ihtiyaç vardır.
Ortadoğu'nun
bölünüp parçalaması ve bağımsız yaşama olanağı olmayacak
devletsel yapıların ortaya çıkartılması için kullanılan etnik
ve mezhepsel gerçeklik, çelişkiler oluşturacak tarzda ele
alınmaktadır: Sykes-Picot Anlaşması ve bölgenin hegemon ve
bölgesel güçler tarafından hakimiyet altında tutulması, mevcut
sınırların gerçekliği yansıtmadığını, görünen ile
gerçekliğin; biçim ile içeriğin çatışma içinde olduğunu
göstermektedir. Toplumsal yapıların derinliklerindeki bu etnik ve
mezhepsel çelişkiler sürekli zora dayalı yöntemlerle
bastırılmıştır. Devlet olarak temsil edilmesi gerekenler
(örneğin Kürtler), mezhepsel olarak temsil edilemiyorum diyenler,
kendilerini ezenlere, yok sayanlara karşı ayaklanma sürecindeler.
Onların haklı talepleri ve o doğrultuda mücadeleleri,
emperyalizmin bu haritalarda gördüğümüz ayrıştırma
projelerine zemin teşkil etmektedir; daha doğrusu emperyalizm bu
etnik ve mezhepsel çelişkileri kullanmaktadır. Ama bu mücadeleyi
veren güçlerin böyle bir ayrışma, kendi başlarına etnik ve
mezhepsel olgulara dayalı devletçikler kurma diye bir amacının
olup olmaması emperyalizmi asla ilgilendirmemektedir. Emperyalizm,
bu çelişkilerden bir daha kolay kolay bir araya gelmeyecek yapılar,
ayrışma sonucunu çıkartmakta ve Suriye ve Irak'ta olduğu gibi
vekalet biçiminde de olsa savaş da dahil ona göre hareket
etmektedir.
4-Türkiye'yi
ve Kürdistan'ı bölen haritalar
Sevr
ve Lozan Anlaşmaları:
10
Ağustos 1920'de İtilaf Devletleri ile Osmanlı hükümeti arasında
imzalanan bu anlaşmaya göre Anadolu ve Ortadoğu aşağıda görülen
haritada olduğu gibi parçalanacaktı.
Anlaşmanın
62-64. maddelerine göre, her ne kadar bağımsızlık için
Milletler Cemiyeti'ne baş vurma hakkı saklı olarak Kürtlere
otonom bir bölge veriliyor olsa da bu anlaşma Kürdistan'ın en
azından sekiz parçaya -Türkiye, otonom böle, İran, Suriye
(Fransa), Fransız nüfuz alanı (bir parçası Kürdistan) Irak
(İngiltere), İngiliz nüfuz alanı (bir parçası Kürdistan) ve
Ermenistan- bölünmesini beraberinde getirecekti. Aşağıdaki
haritada bu bölünmüşlüğü görüyoruz.
“Ortadoğu
Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
Türk
ulusal kurtuluş mücadelesi sonucunda bu anlaşma geçersiz kalmış
ve 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Anlaşmasıyla Türkiye
açısından bugünkü resmi sınırlar belirlenmiş oldu. Lozan'dan
sonra Kuzey Kürdistan, Suriye ve Irak'ın devlet olarak
kurulmalarından sonra da Batı ve Güney Kürdistan bu ülkelerin
sömürgeleri olarak kalmıştır.
Peki,
bu ülkelerin sınırları neden ve nasıl değiştirilecekti?
Böyle
bir harita ortaya çıkartabilmek için açık ki, geniş
anlamda Ortadoğu'nun,
içinden kolay kolay
çıkılamayacak bir kaosa sürüklenmesi gerekir. Bütün
bölge
böyle bir kaosa nasıl sürüklenebilir? Bunun için
etnik ve mezhepsel nedenler
üretilmelidir, yeni üretilenler ve zaten var olanlar kaşınmalı,
kışkırtılmalı ve çatışmaya dönüştürülmelidir. Sünni-Şii
çatışmasının yanı sıra Sünnilik içinde de bir çatışma
çıkartmak için
IŞİD, kullanıldı ve kullanılmaktadır. İstenen oldu; Şii-Sünni,
Sünniler arası çatışmaların yanı sıra etnik çatışmalar da
bir daha bir araya gelinemeyecek boyutlara vardırıldı. Suriye ve
Irak'ın
devlet
olarak
fiilen yok olması bunu göstermiyor mu? Böylece yeni haritanın
maddi zemini oluşturulmuş oldu. Sykes-Picot'nun yerini alacak olan
bu harita, yukarıda adı
geçen Amerikalı
Yarbay Ralph Peters’ın, Bernard-Lewis'in
veya başkalarının adıyla anılabilir. Önemli olan, Ortadoğu'yu
kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmektir.
Soruna çok sonraları
Rusya'nın da dahil olması, meselenin
özünde bir şey değiştirmemektedir.
Ama
bazı açılardan evdeki hesap çarşıya uymadı. Esad rejimi
devrilmedi, Türkiye her
şeye evet demedi, İran
eline geçen her fırsatı nüfuzunu arttırmak için kullandı.
Rusya ise
hesapta yokken, Ortadoğu'da ABD'nin yanı sıra baş aktör oldu.
Bölgemizde
etnik ve mezhepsel kışkırtma devam ediyor. Şimdilerde ABD,
Suriye'de kaybetmemek için her yolu deniyor. Irak da ise Musul
eksenli operasyon ucu açık, nasıl sonuçlanacağı belli değil,
ama her halükarda Musul'un IŞİD'den kurtarılması yeni etnik ve
mezhepsel çatışmalara zemin oluşturacaktır.
İslam
boru hattı -Türkiye/Katar boru hattı haritası:
Daha
önceki konuyla ilgili bir yazıda bu boru hattı rekabeti üzerinde
durmuştum. O yazıda bu konu üzerine özet olarak şu değerlendirme
yer alıyordu:
Katar
doğal gazının Avrupa pazarlarına sevkıyatı ile ve bunun sonucu
olarak da Avrupa'nın Rusya ve İran doğalgazına bağımlılığın
azaltılması amaçlanır. Açık ki, burada Rusya ve İran'a karşı
doğalgaz bağlamında bir rekabet söz konusudur. Veya
genelleştirerek ifade edersek: Ortadoğu'da çıkartılan doğalgazın
hangi güzergahtan geçerek Avrupa pazarlarına ulaştırılacağı
üzerine rekabette iki blokun oluştuğunu ve çetin bir rekabet
içinde olunduğunu görüyoruz: Bir taraftan ABD/AB, bölgesel
ülkeler olarak Türkiye, S. Arabistan, İsrail, Katar; diğer
taraftan da Rusya/Çin, bölgesel ülkeler olarak İran, Irak merkezi
hükümeti, Suriye. ABD/AB açısından en güvenilir güzergah
Türkiye üzerinden geçendir.
Rusya/Çin
açısından ise en güvenilir güzergah Irak-Suriye üzerinden
geçendir.
Rusya
(Çin)-İran-Irak-Suriye'den oluşan grup, “İslam Boru Hattı”
diye tanımlanan hattın inşasından yanadır; Rusya destekli hatla
doğalgaz, Suriye çıkışlı (Doğu Akdeniz) olarak Avrupa
pazarlarına sevk edilecektir.
ABD/AB-Türkiye-Katar
ve S. Arabistan'dan oluşan grup ise Katar-Türkiye doğal gaz boru
hattı diye tanımlanan hatla doğalgazın Nabucco'ya bağlanarak
Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına sevk edilecektir.
Nabucco
boru hattı Türkiye üzerinden Avrupa'ya geçiyor. Başlangıçta
AB'nin desteklediği, sonrasında vazgeçilen hat. Kırmızı renkle
belirtilen hat, Katar-Türkiye boru hattıdır; bu hat Katar
çıkışlıdır ve S. Arabistan, Ürdün ve Suriye'den geçerek
Türkiye'de Nabucco hattıyla birleşecek ve Katar doğalgazını
Avrupa'ya taşıyacaktı. Bu hattın projesinde A ve B planları
vardı. A planına göre hat, Katar-S. Arabistan-Ürdün-Suriye'den
geçerek Türkiye'de Nabucco'ya bağlanacaktı. B planına göre ise
A planındaki güzergahın gerçekleşmemesi durumunda Katar-S.
Arabistan-Irak üzerinden Türkiye bağlantısı kurulacaktı. Suriye
savaşı ve Irak merkezi hükümetinin tavrı, bu hattın proje
olarak kalmasının temel nedenlerini oluşturmuştur.
Bu
hatlardan hangisinin gerçekleşeceği, Suriye savaşının kimin
(Rusya-İran-Esad'lı veya Esad'sız Suriye rejimi veya
ABD-AB-İsrail-Türkiye-S. Arabistan-Katar doğrultusunda bir Suriye
rejimi) lehine sonlanacağına bağlıdır. Avrupa'da enerji
kaynaklarının çeşitlendirilmesi, Rusya'ya bağımlılığın
azaltılması gündemde olduğu müddetçe adı Nabucco veya TANAP
olsun veya olmasın Hazar havzası doğalgazı ve bunu destekleyici
olarak Katar-İran doğalgazı Avrupa'ya bir biçimde
ulaştırılacaktır. Yani bu hatlar üzerine rekabet bütün
şiddetiyle devam etmektedir.
Bu
boru hatları “meydan muharebesi”nde IŞİD'a önemli bir görev
düşmüştü: İran-Akdeniz bağlantısını kesmek için Suriye'de
İran-Rusya yanlısı Esad rejiminin devrilmesini sağlamak ve
Suriye-Irak'ta Sünnilerin yaşadığı alanda bir Sünni İslam
devleti kurmak. Görünüşte bu, İran merkezli Şii yayılmacılığına
(Şii Hilali alanı) karşı ve bu yayılmacılığı Suriye-Irak'ta
Sünni alanda kesintiye uğratma mücadelesidir. Yani söz konusu
İslam boru hattının gerçekleştirilmemesidir.
Her
iki boru hattı, her biri kendisi açısından güvenli bir güzergaha
ihtiyaç duymaktadır.
Kararlaştırılan
ve dondurulan bu projelerden hangileri inşa edilir sorusunun
cevabını bu alanda rekabet eden güçler arasındaki dengenin
değişimine bakarak cevap verebiliriz.
Dünyanın
ikinci büyük petrol ve doğalgaz pazarı ile dünyanın en büyük
petrol ve doğalgaz kaynağı arasındaki doğal transit güzergahı
Türkiye'den geçmektedir. Bu anlamda Avrupa pazarı ile Ortadoğu
enerji zenginliğini birleştiren alan Anadolu olmaktadır.
Rusya'nın
Suriye savaşına aktif müdahil olmasından sonra boru hataları
üzerine rekabette kartlar yeniden karılmıştır:
1-Suriye
savaşından dolayı Türkiye-Katar doğal gaz boru hattının
şimdilik gerçekleştirilemeyeceği anlaşılmıştır. Bu boru
hattı Suriye'nin toprak bütünselliği yeniden sağlandığında,
ama Rusya'nın hakimiyetinde olduğu koşullarda da
gerçekleştirilemeyecektir. Ancak, Suriye bölündüğünde, Rusya
güdümünde Doğu Akdeniz kıyısında küçük bir Suriye'nin yanı
sıra Sünni bir Suriye'nin kurulması durumunda bu hattın
gerçekleştirilmesi mümkün olabilir.
2-
Buna karşın İran doğal gazının İran-Irak-Suriye üzerinden
Akdeniz'e ve oradan Avrupa'ya sevkıyatı da mümkün
gözükmemektedir. Geriye tek alternatif olarak, Suriye kıyılarından
Yunanistan'a kadar deniz altından boru hattı döşemek maliyet
bakımından pek akıl karı olmadığı için İran doğalgazının
Türkiye üzerinden Nabucco'yu yeniden gündeme alarak veya TANAP'a
ekleyerek Avrupa pazarlarına sevk etmek kalmaktadır (“Ortadoğu
Cehennemi - Dar Alanda Jeopolitik “İt
Dalaşı” yazısından, Ekim
2015).
Suriye
savaşıyla yukarıda sözü geçen boru hattı ve o bağlamdaki
değerlendirmelerin şimd,ki durumda fazla bir anlamı kalmadı:
Katar doğalgazını Irak ve Suriye üzerinden dünya pazarlarına
taşıyacak boru hattını bugün için isteyen tek ülke İran'dır.
Irak merkezi hükümeti ve Esad rejimi de isterler, ama her iki
ülkede devlet olarak coğrafi ve toplumsal bütünlüğün fiilen
yok olması bu hattın plan olarak kaldığını gösterir. Aynı
zamanda Doğu Akdeniz'e üsleriyle yerleşen Rusya, suyun başını
tutmuş durumda, mutlaka söyleyeceği bir şeyler vardır. Ne de
olsa dünya pazarlarında enerji ve sevkıyatı üzerine rekabetin
baş aktörüdür.
Diğer
taraftan Katar-Türkiye hattını destekleyen ABD'nin bugün Türkiye
ile mevcut ilişkisi; en azından Ortadoğu bazında uyumluluktan
ziyade çelişkili durumu bu ülkeden bir desteğin gelmeyeceğini
veya TürkiyeNin Amerikan Ortaduğu politikalarına taviz verdiği
koşullarda desteğin gelebileceğini göstermektedir. Bu bağlamda A
ve B planlarına göre hazırlanan hatların gerçekleşme şansı en
azından bugün için pek mümkün gözükmemektedir.
Bu
her iki boru hattı güzergahı konusunda Türkiye ve İran'ı
kapıştırmayı, savaştırmayı ve her ikisini de yıpratmayı
amaçlayan komplo teorileri de üretilmedi değil. Sünni-Şii
çatışması bu boru hatları eksenli değerlendirildi. Sünni-Şii
çatışmasında mutlaka bu boru hatlarının önemli bir rolü
vardır. Ama Sünni derken burada söz konusu olan öncelikle
Türkiye iken, Şii derken de İran'dır. Her iki ülke de
aralarındaki Orta Asya'dan Ortadoğu'ya uzanan rekabetlerinde mezhep
farklılığını sadece kullanıyorlar. Her iki ülke arasındaki
Sünni-Şii çatışması aslında Türk ve Fars sermayeleri
arasındaki çatışmadır.
İran;
Şii Hilali haritası:
IŞİD
yapılanması, İran-Irak-Suriye Boru Hattını geçersiz kılacaktır.
Tabii sorun sadece boru hattıyla sınırlı değildir; İran ve
Irak, Suriye ve Lübnan'dan fiilen kopacaktır ve böylece İran'ın
bu alandaki nüfuzu kırılmış olacaktır.
“Ortadoğu
Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
Levant,
Bilâdü'ş-Şâm veya Maşrık alanında (Doğu Akdeniz'de kıyısı
olan Suriye, Lübnan, İsrail devletleri, Filistin otonomi bölgesi
(Gazze) ve Ürdün'ü kapsamına alan, ama sınırları tam belirli
olmayan alan), somutta da Suriye savaşında görüldüğü gibi
birbirlerine karşı mücadele eden gruplar, örgütler sık sık
cephe değiştirebiliyorlar. Ama burada değişmeyen tek şey,
bilinen ve yeni keşfedilen gaz yataklarıdır. Önemli olan, bu
enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurmaktır. Savaştırılan
güçler ve onların arkasında duran devletler her zaman aynı
görüşte olmayabiliyorlar. Bu nedenle de sık sık saf
değiştirmeler olmaktadır. Suriye'de savaşın seyri bu durumu
açıklamaktadır.
Amerikan
emperyalizmi “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”ni
gerçekleştirmek amacıyla hareket etmektedir. Bu aynı zamanda
bölgede hakimiyet, Suriye gazı da dahil bölgedeki enerji
kaynaklarını ve sevkıyatını (boru hatları) kontrol etmek
anlamına gelmektedir. Sorun enerji ve dünya pazarlarına
ulaştırılması olunca Türk burjuvazisinin seyirci kalacağı
düşünülemez.
Dolayısıyla
Ortadoğu, petrol ve doğalgaz ve dünya pazarlarına ulaştırılması
rekabetinden dolayı da “vekalet savaşları”yla yeniden
şekillendirilmektedir.
“Şii
Hilali” nasıl tanımlanmaktadır?
“Şii
Hilali” aynı zamanda İran petrol ve gazının Akdeniz'e, oradan
da dünya pazarlarına ulaştıran hattır. Ama Katar (ExxonMobil) ve
S. Arabistan da (Aramco) Akdeniz üzerinden dünya pazarlarına
açılmak istiyorlar...
Peki,
Doğu Akdeniz'de yeni keşfedilen doğalgaz yataklarının paylaşımı
ve pazarlanması ne olacak, bu alanı kim kontrol edecek ve hangi
ülkeler bu nedenle gündeme geliyorlar? Rusya ve Çin'i uzak tutmak
için Batılı emperyalist ülkeler adeta seferber olmuş durumdalar.
Bunun ötesinde Mısır, İsrail, Lübnan, Suriye ve Türkiye de
doğrudan henüz pek görünmeyen çatışmanın içindeler. Suriye
savaşı bu çatışmanın doğrudan bir parçasıdır.
Aşağıdaki
haritada koyu renkli yayı andıran alan Şii nüfusunun yoğunlukta
olduğu alandır. “Şii Hilali” İran'dan başlayarak Bahreny'e
inmekte ve Irak ve Suriye üzerinden Lübnan'a kadar uzanmaktadır.
İran'da nüfusun yüzde 90'ı, Bahreyn’de yüzde 70'i, Yemen’de
yüzde 35'i, Lübnan’da yüzde 35'i, Irak’ta yüzde 60'ı,
Kuveyt’te yüzde 24'ü, Katar’da yüzde 16'sı, Birleşik Arap
Emirlikleri’nde keza yüzde 16'sı, Suriye’de yüzde 10-12'si
(Nusayri) ve Suudi Arabistan’da da yüzde 5’i Şiilerden
oluşmaktadır (Haritada rakamlar biraz değişik verilmiştir).
Suriye, Irak, Lübnan ve Körfez ülkelerinde Şii nüfus doğrudan
İran’ın etki alanındadır.
“Ortadoğu
Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
Sykes-Picot,
Ortadoğu'da Osmanlı dövülerek ve yok edilerek çizilmişti. Yeni
Ortadoğu haritası da IŞİD, önce teşvik edilerek sonra da
dövülerek, hemen hemen bütün emperyalist ülkelerin, önde gelen
bölge devletlerinin müdahil oldukları ve destekledikleri güçler
üzerinden sürdürdükleri savaşlarla çizilmek isteniyor.
III-Erdoğan'ın
Misak-ı Milli'si
“Terörle
mücadele ve kamu güvenliğinin sağlanması için her şey
yapılacaktır”, “Türkiye’nin huzurunu, refahını,
büyümesini istemeyen dış mihraklar ve üst akıl odaklarının
düşmanca tutumlarına teslim olunmayacaktır”, “Uluslararası
güçlerin oyunlarına gelmeyiz”, “Türkiye’ye ameliyat
yaptırmayız”, “Birileri 10 bin kilometreden bölgeye müdahale
ediyorsa, bizim müdahalemiz çok daha haklı ve meşrudur”,
“Yanıbaşımızda birileri din kardeşlerimizi, kendi halkını
katlediyorsa biz buna sessiz kalamayız”, “Cerablus’a
müdahalemiz, Musul’a müdahale kararlılığımız Suriye’nin,
Irak’ın toprak bütünlüğü içindir”.
"Tribünden
izleyemeyeceklerini" ilan eden diktatör Erdoğan’ın bu
açıklamaları hezeyan, boş laflar, iç politikaya yönelik
çıkışlar, abartılar vs. olarak görülebilir. Doğrudur,
bunların da payı var, ama bu çıkışların Türk burjuvazisinin
bugün geldiği aşamayı ve taleplerini gösterdiğini söylemekle
de bir şey kaybetmiş olmayız.
“Misak-ı
Milli niye rahatsız ediyor? Misak-ı Milli’yi gündeme getiren
Gazi Mustafa Kemal. Neden rahatsız oluyorsunuz? Burada bir tarih yok
mu? Burada bir milletin geçmişi yok mu? Onun için de bunu da
öğrenelim bilelim dün neydi bugün ne? Bunu birileri anlamak
istemiyor! Ama anlayanlar var hamdolsun.
“Osmanlı
öylesine büyük bir devletti ki, bu devin yıkılışı milletin
üzerinde maddi ve manevi derin yaralar açtı. 1914 yılında, 2.5
milyon kilometrekare olan topraklarımız, 9 yıl sonra 780 bin
metrekareye düştü. Kurtuluş Savaşı’na girerken hedef Misak-ı
Milli’ye sahip çıkmaktı.
Biz
780 bin metrekareye, 20 milyon metrekarelerden geldik. 2016 yılında
1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz... Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır.”
"Halep gibi geçmişte
bize ait olan topraklar, İslam medeniyetinin kadim şehirleri
yıkıldı. Aynı şekilde Irak'ın kadim şehirleri, Kerkük, Musul
geçmişte bizimdi... Şimdi ben Misak-ı Milli deyince kızıyorlar.
Ben tarih dersi veriyorum anlayın."
"Gazi
Mustafa Kemal de istikamet olarak Misak-ı Milli'yi göstermişti.
2003'ten bu yana izlenen yanlış politikalar nedeniyle bölge ölüm
tarlalarına dönüştü. Kendileri bir şey yapmadıkları gibi bizi
de engellediler. Biz Irak krizinin başından beri ülkenin
anahtarının tek bir mezhepe verilmeyeceğini söyledik."
"Uluslararası
hukuk çerçevesinde sahada ne gerekiyorsa onu yapıyoruz. Güney
sınırımız boyunca bir terör bölgesi oluşmasına asla izin
vermeyeceğiz. Cerablus operasyonu bu konudaki kararlılığımızın
bir ifadesidir. Dabık aynı şekilde."
"Şimdi
diyorlar ki, El Bab'a inmeyin, mecburuz ineceğiz. Terörden
arındırılmış bir bölge oluşturmak zorundayız. Irak'ta da
kendi ülkemizin güvenliği için sahada etkin olmaya çalışıyoruz.
Bunun yanında bin yıllık kardeşliğimiz gereği orada insanların
geleceğinin karartılmasına izin vermeyeceğiz."
"Musul,
Kerkük, Haseki'deki kardeşlerimizin güvenliğini de
kendimizinkinden farklı görmüyoruz. Biz sadece kendimiz ve
bölgemizdeki kardeşlerimiz için barış ve huzurdan başka bir şey
istemiyoruz."
"Ülkemizin
güvenliğini ilgilendiren konuları tribünden izlemeyeceğiz. Terör
koridoruna izin vermeyeceğiz. El Bab'a inmeyin diyorlar. Koalisyon
razı olursa Rakka'da da gerekeni yapacağız. Terör örgütlerini
yanımıza almayacağız. Dün ABD Savunma Bakanı buradaydı.
Irak'ın mezhep savaşına sürüklenmesine kayıtsız kalmayacağız.
Topraklarımızın güvenliği için sahada etkin olmaya çalışıyoruz.
İştahı kabaranların heveslerini kursaklarında bırakacak güce
sahibiz. Kardeşlerimizin güvenliğini kendimizinkinden farklı
görmüyoruz." (Günlük burjuva gazetelerden derlenmiştir)
Hem
yalan hem de gerçek! Yalan olan “Cerablus’a müdahalemiz,
Musul’a müdahale kararlılığımız Suriye’nin, Irak’ın
toprak bütünlüğü içindir” açıklamasıdır.
Diğer söyledikleri, birazcık “bitlenmiş” Türk
burjuvazisinin,
sermayesinin niyetidir, saldırganlığının açık ifadesidir. Yeni
“güvenlik konsepti” ile bağlam içinde bütün dünyaya ve
özellikle de komşu ülkelere verilen mesaj şudur: Düşman
diye tanımladığı Kürt özgürlük hareketi ve devrimci
örgütlerin mücadelesini ülke sınırları içinde değil de ülke
sınırları dışında karşılayacağız. Onları yok etmek için
gerekirse komşu ülkelere girip oralarda operasyon yapacağız!
Söylenen bu.
Ama bu, sorunun bir yanı. Esası ise Misak-ı Milli kavramıyla
Türkiye'ye yeni sınırlar çizmesidir:
-Cerablus
Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye
bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk
adımıdır...
-İş
Suriye'nin bölünmesine veya federatif yapılanmasına gidince,
Türkiye işgal ettiği bölgelerden kolay kolay çıkmaz. Aynısı
Irak için de geçerli olacaktır; Irak'ın bölünmesi durumunda
Türkiye açıktan kalıcı işgalci olacaktır; her iki durumda da
Misak-ı Milli gereğidir açıklaması yapılacaktır, zaten daha
şimdiden yapılıyor...
-Cerablus
girişi gibi Musul ve Telafer girişi olursa, Ortadoğu jeopolitiği
tamamen değişir...
Cerablus-El
Bab-Rakka-Telafer-Musul hattını birleştirmek Türkiye'nin
hayalidir. Bu hat, Güneyde Misak-ı Milli'nin yaklaşık sınırıdır.
Rusya, Doğu Akdeniz kıyısına sıkışmış bir küçük Suriye
ile yetinebilir ve bu gelişmeyi seyredebilir. Bu durumda Rusya
olmaksızın İran, Suriye'de kaybedeceği bir rekabete girmez. Bu
hat için yolun açılması, ABD'nin Suriye'de etkisiz kalması, en
azından Türkiye ile istemeyerek de olsa işbirliği içinde hareket
etmesi demektir. Nitekim Rakka'nın geleceğine ilişkin olarak her
iki ülke Genelkurmay Başkanlarının Ankara'daki son görüşmede
aldıkları karar bunu göstermektedir.
Bu
hattın gerçekleştirilmesi durumunda Rojava devrimi çembere
alınmış olur ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalır...
Böylece
Misak-ı Milli sınırları güneyde çizilmiş, bu alanlar işgal
edilmiş olur; diktatör Erdoğan boşuna Lozan'ın yetersiz
kaldığından, Lozan sınırlarını kabul etmediğinden
bahsetmiyor...
Bu
açıklamaları da göstermektedir ki, Erdoğan demek, savaş
demektir...
Erdoğan,
Türk burjuvazisinin/sermayesinin savaş programıdır...
Diktatör
Erdoğan, "Kilis'ten
Kırıkhan'a doğru uzanan bölgede ülkemize yönelik bölgeyi de
teröristlerden
temizleme konusunda da gereğini yaparız. Bu mesele bizim için beka
meselesi”dir
diyor. Diğer bir ifadeyle, Afrin'i ortadan kaldıracağız, işgal
edeceğiz demiyor, ama Kilis-Kırıkhan hattıyla bunu kast ediyor.
Bu da bir Misak-ı
Milli gereğidir...
Diktatör
Erdoğan,
"Şimdi
bataklığı kurutma devrine girdik, bundan sonra sabredelim,
bekleyelim yok. Olay nerede ise ise orada bitirilecek”, “terör
örgütlerini"
kendi
sınırlarımız içinde karşılamayacağız derken
komşu ülkelere
terör bahanesiyle
her an saldırabiliriz diyor. Bu da Misak-ı Milli'nin
gerçekleştirilmesi
için bir vesile yapılacaktır...
Açık
ki, Misak-ı Milli bir vesiledir; bununla bütün toplumu, ordudaki
Kemalistleri de arkasına alarak toplumu Türk milliyetçiliği,
şovenizmi potasında birleştiriyor.
Misak-ı
Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme
olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli sadece
şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk
burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi
olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...
İşte
bu, Türk burjuvazisinin geldiği noktadır...
IV-Türkiye
neden istenmiyor?
İşin
oyun tarafı şöyle: “Fırat Kalkanı” harekatıyla Türkiye,
stratejik ortağı ABD'nin Suriye planını bozdu, böylelikle İran
ve Irak'ın da planları bozuldu. Rusya'nın sessiz onayıyla Türkiye
Suriye'de oyun bozan oldu. Musul operasyonu gündeme gelirken, bu
operasyonda Türkiye'yi dışlamak için ABD'nin Türkiye'yi dışlama,
Irak'ta askeri varlığını (Başika kast edilerek) illegal
olduğu, Musul operasyonuna kimin katılıp katılmayacağına Irak
hükümetinin karar vereceğini hem bizzat
dillendirdi hem de Irak merkezi hükümetine söylettirdi ve İbadi
kükremeye başladı. Son sahnede İran da yer aldı. ABD, İran ve
Irak merkezi hükümeti, hala, Türkiye'yi Musul sorununda dışlamak,
masaya oturmasını engellemek için her yolu denemeye devam
ediyorlar. Önce işe Başika
ile başladılar; IŞİD'e karşı Musul operasyonu öncesinde ilk
adımı Irak Temsilciler Meclisi attı ve Başika'ya işaret edilerek
Türkiye'ye askerlerini çek dendi, iş BM'ye taşındı, ama aynı
meclis başka ülkelerin Irak'taki askeri varlığını
hiç gündeme getirmedi. Oysa TSK, davet edilerek gitmişti, bunun
belgeleri de ortaya çıktı. Ama İran'ın Irak'taki davetsiz, yasal
dayanağı olmayan askeri varlığı üzerine Irak merkezi hükümeti
tek kelime söz etmedi. Türkiye, burada kalacağım, sahada da
masada da olacağım diye işgalcilikte ne denli kararlı olduğunu
gösterdi. İbadi'nin söylemleri yetmeyince mezhepçilik kaşındı
ve Şii imam devreye sokuldu. Öyle ki, Şii lider Sadr, Başika'yı
kast ederek “Türk askerinin Irak’ta bulunmasının
askeri açıdan sakıncalı ve tatsız bir durumdur,
bu sebeple kovulmadan önce şerefinizle
topraklarımızdan çıkın. Tüm Iraklılar sizi reddetme konusunda
anlaştı. Irak’a girmeniz konusunda uluslararası anlaşmalar olsa
bile bu bizi ilgilendirmez. Sana ülkeni demokrasi ve özgürlük
standartlarına getirmeni nasihat ediyorum. Daha sonra ne istersen
söyleyebilirsin” diyerek sorunu mezhepçilik açısından
iyice kaşıdı. Açık ki, cevap verilmesini, soruna Sünnilik
açısından yaklaşımı beklediler.
Haşdi
Şabi de kendi açısından açıklamada bulundu, Türkiye'yi
Irak'ta "işgalci" olarak tanımladı ve Irak'tan
çekilmezse IŞİD'e karşı savaştıkları gibi Türk ordusuna
karşı da savaşacakları tehdidini savurdu. Haşdi Şabi Güvenlik
Sözcüsü Yusuf El Kilabi, "Irak'ın kuzeyinde bulunan
güçler işgalcidir ve Irak hükümeti tarafından
davet edilmemiştir. Bu şekilde kalmaları durumunda onlara işgalci
güç muamelesi yapar, IŞİD'le savaştığımız gibi onlara karşı
da savaşırız. Aynı şekilde Türk Ordu güçlerine karşı da
geliriz" dedi.
Türkiye'yi
Irak'tan dışlamaya, Musul operasyonundan uzak tutmaya çalışan
ABD, önce ortalığı karıştırdı, sonra da güya düzeltmeye
çalıştı: IŞİD karşıtı uluslararası koalisyonun ABD'li
sözcüsü Albay John Dorrian, "Irak topraklarında bulunan
Türk ordusu, Irak hükümeti tarafından verilen resmi izinle
gelmemiştir ve illegaldir" açıklamasıyla Türkiye'yi
Musul operasyonundan dışlamak için oldukça açık mesaj verdi.
Dorrian, Türk askerlerinin, Irak hükümetine IŞİD'e karşı
mücadelesinde yardımcı olan ve destek veren uluslararası
koalisyon güçlerinin bileşeni olmadığını söyledi.
Sonra
ABD ağız değiştirdi, Dışişleri Bakanlığı üzerinden "Türk
askerlerinin Başika’ya Irak hükümetinin daveti üzerine DEAŞ'a
karşı mücadele edecek kişileri eğitmek üzere girdiğini kabul
ettiklerini", “Türk askerlerinin Irak’ın izni ile
orada olmaları gerekiyor. Türkiye’nin Irak’a nasıl girdiğini
anlıyorum. Irak hükümetinin daveti üzerine DEAŞ’a karşı
savaşacak Iraklı gönüllüleri eğitmek için girdiler”
açıklamasını yaptı. Kısa zamanda görüş değiştiren,
önce illegal, sonra da legal diyen ABD'dir. Peki neden? Her yolu
deneyerek Türkiye'yi Irak'tan uzak tutmak, dışlamak, Suriye'de
olduğu gibi oyununun bozulmasını engellemek. ABD Türkiye'yi Irak
merkezli Ortadoğu'da frenlemek, geri plana itmek, etkisizleştirmek
için İran ile açıktan açığa ortak hareket etmekten
çekinmiyor...
ABD,
Türkiye'yi, bu stratejik ortağını Ortadoğu'da oyun bozan olarak
görmektedir, kendi çıkarları önünde en tehlikeli bölgesel güç
olarak görmektedir. Bu nedenle Irak'ta istememektedir. Türkiye bu
nedenle, burada nüfuz sahibi olmasın diye istenmiyor. Başkaca ne
türden bir neden olabilir ki? ABD, Türkiye'den daha az sömürgeci,
işgalci, Türkiye'den daha az gerici, katliamcı değil ki,
Türkiye'yi bu yüzden dışlamak istesin.
Türkiye
Lozan'dan kalma haritalarını masaya koyuyor. Irak ve Suriye
savaşları
ve şimdi de Musul operasyonu
Sykes-Picot
Anlaşmasıyla
(1916) siyasal haritası belirlenmiş Ortadoğu'nun yeniden dizayn
edilmesinin adımlarıdır. Türk burjuvazisi,
o zaman kaçırdığımı şimdi alacağım diyor. Bu nedenle Musul
operasyonunda hem sahada hem de masada olmalıyım diyor. Diktatör
Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisi/sermayesi, Batılı
emperyalist ülkelerin, başta da ABD'nin, İngiltere'nin,
Almanya'nın, Fransa'nın; diğer
kampın temsilcisi olarak
Rusya'nın ve
arka planda Çin'in; bölgesel güç olarak İran'ın
aktif olarak
katıldığı bu yeni oyununun dışında kalamam
diyor.
Ortadoğu'ya
hakim olmak isteyen veya bölgesel güç olarak pay sahibi olmak
isteyen hiçbir güç IŞİD'e karşı mücadeleyi öne sürerek,
Musul operasyonundan bizi dışlayarak
enerji kaynakları ve
dünya pazarlarına nakli için yürütüle bu rekabette bizi
dışlayamaz diyor.
Suriye'de
olduğu gibi Irak'ta da Türkiye kendi haritasını masaya koymak
için mücadele ediyor. Türk burjuvazisi açıkça “Senin yüz
yıllık, benim bin yıllık hesabım var” diyor ve Ortadoğu'daki,
somutta da Suriye ve Irak'taki gelişmelere seyirci kalmayacağını
sürekli vurguluyor. Çok uzaklardan gelen ülkelerin, hiç bir hak
hukuk tanımadan; zorun “hukuk”unu, güçlü olanın “hakkı”nı
kullanarak Ortadoğu'nun tamamını kendi çıkarlarına göre
yeniden dizayn etmek için akıl almaz oyunlara başvururken, o
coğrafyanın doğrudan bir parçası olan Türkiye'ye 'sadece
yardımcı ol, kenarda dur ve seyret' “muamelesi”ni Türk
burjuvazisi kabul etmeyeceğini sürekli vurguluyor. Önce Suriye
sorununda kenarda dur ve seyret dendi, şimdi de Musul operasyonu
vesilesiyle kenarda dur ve seyret deniyor. Kenarda durup
seyretmeyeceğimin bir ifadesi olarak Cerablus'a girildi, El Bab'a
kadar gideceğiz diyen Türk burjuvazisi gerekirse, şartlar oluşursa
Musul'a da, Telafer'e de gireceğim diyor.
Musul'a,
Telafer'e sahip çıkma zamanı...
Türk
burjuvazisi bu cüreti nereden alıyor, bunu iyi analiz etmek gerekir
Ne de olsa karşımızda iktidarını yıkmak istediğimiz sınıf
durmaktadır. Suriye bağlamında sürekli dillendirdiği “kırmızı
çizgileri” konusunda “sol”da alay konusu oldu, efendisi izin
vermeden yerinden kıpırdayamaz dendi, ama efendisine rağmen
yerinden kıpırdamakla kalmadı, Suriye'de işgal harekatına
girişti (Şimdi “sol” o bataklıktan çıkamazsın, orada
gömüleceksin söylemleriyle uğraşıyor). Yanı sıra daha yüksek
dozajda bir cüretle bu sefer Musul meselesinde girerim demeye
başladı. Şimdilerde güney sınırında askeri yığınak yapıyor.
Bakalım ne olacak.
“Sol”un
boş lafları:
Musul
operasyonu öncesinde Türkiye'nin bu operasyona katılıp
katılmaması üzerine burjuva ve “sol” basında bolca yazılıp
çizildi. AKP yanlısı medya dışında kalanlarda ortaklaşmış
görüş, Türkiye bu operasyona katılamaz, Başika'daki varlığı
bir işgalci varlığıdır. Bu medya,
buna “sol” gazeteler de dahildir, yine ağız birliği
yapmışcasına İbadi'nin açıklamalarını kanıt olarak
göstermekte; İbadi, Türkiye Musul operasyonuna katılamaz, buna
izin vermeyiz, Başika'daki varlığı işgalciliktir, oraya terk
etmelidir vb. türünden açıklamalarıyla bu gazetelere ilham
kaynağı olmuştu. Sonra veya bu arada ABD işe karışıyor, önce
Türkiye'nin Başika'daki varlığını illegal ilan ediyor, meşru
değildir diyor, sonra, “pardon” dercesine düzeltme yapıyor;
Türkiye'nin oradaki varlığı meşrudur diyor, ama Türkiye'nin
Musul operasyonuna katılıp katılmayacağına Bağdat
karar verir diyor. Türkiye'nin bu operasyona katılmasını hiç
istemeyen ABD topu İbadi'ye atıyor. İşin
içine İran da karışıyor
ve İbadi'yi işaret ediyor.
Yani Musul ve Başika konusunda İbadi'yi ABD ve İran konuşturuyor.
Peki, Türkiye'nin Irak'ta işgalci olduğunu göstermek, kanıtlamak
için İbadi'yi şahit gösteren bu gazeteler, İbadi'nin kimin sesi
olduğunu bilmiyorlar mı? Herhalde bilmiyorlar! O zaman söyleyelim:
İbadi konuşunca ABD konuşuyor diye anlamamız gerekir, bazen de
İran konuşuyor diye anlamak gerekir. Bakmayın görünüşüne,
İbadi Irak merkezi hükümet Başbakanı değildir, ABD'nin ve
kısmen de İran'ın Irak valisidir. Burada
felsefi açıdan da bir sorun var; biçim ve içerik birbirine
uymuyor!
Öbür
taraftan Türkiye, hem sahada hem de masada olacağım diyor ve ona
göre A, B, C planları hazırlıyor. En
azından bunu birkaç gün öncesine kadar söylüyordu, birkaç
günden bu yana da sınıra yığınak yapıyor.
Şimdi bizim sorunumuz, ABD'nin ve olmazsa İran'ın duruma göre
şöyle konuş, böyle konuş dedikleri İbadi'nin açıklamalarıyla
mı Türkiye'nin
sömürgeci ve işgalci olduğunu kanıtlamaktır
veya açıklamaktır?
Sorunumuz bu kadar basit mi? “Sol” olarak sen ne
diyorsun? Senin Musul ve bu
bağlamda Türkiye'nin durumu hakkındaki görüşün ne? Bunu neden
İbadi'yi konuşturarak, şahit göstererek açıklama gereği
duyuyorsun?
Yahu,
orman kanunlarının geçerli olduğu bir yerde; işgalin, savaşın
olduğu bir yerde hangi hukuk, haklılık geçerlidir ki, Türkiye'ye
işgalci demek için İbadi şahit gösteriliyor? Neden doğrudan,
Türkiye işgalcidir demiyorsun da 'bak, İbadi de böyle düşünüyor'
deme gereğini duyuyorsun? Türkiye'nin işgalci olduğunun kanıtı
İbad'nin açıklaması mı? Neden Kuzey Kürdistan'ın sömürge
olduğunu, işgal edildiğini, Suriye'ye girildiğini, bunun bir
işgal olduğunu söyleyerek Türkiye'nin sömürgeci ve işgalci
olduğunu söyleyemiyorsun?
Bu
“sol”, garip bir “sol”dur; Türk burjuvazisi ve sermayesi
adına diktatör Erdoğan'ın savaş kışkırtıcılığı yaptığı,
gövde gösterisi yaptığı, Cerablus gibi Irak'a da bir biçimde
gireceği konusunda insanları inandıran, yönlendiren analiz, haber
yapmıyor, İbadi'yi kaynak, şahit göstererek Irak'ta işgalcisin
diyor. Ne de dehşetli bir değerlendirme değil mi?
Diktatör
Erdoğan, emperyal adım atıyor, sen hala Başika'daki varlığının
resmi olup olmadığını, işgal olup olmadığını açıklamak
için İbadi'yi şahit gösteriyorsun!
İbadi'nin
ağzıyla sarf edilen boş laflardan geriye ne kaldı? En azından
Türkiye-Irak bağlamında analiz,
değerlendirme, düşmanı tanıma ve okuma çapımız İbadi'nin
hezeyanlarıyla sınırlı kalmadı mı? İbadi şunu dedi, bunu dedi
aktarmaları yapacağımıza
bu faşist rejimin neye muktedir
olduğunu görmek esas
sorunumuz değil mi?;
Cerablus
meselesinde de ağzımız dolusu konuştuk, sonuç ne oldu?
Cerablus'tan önce de
giremez,
izin vermezler dedik bolca, ama girdi, işgal etti ve bunu söyleyen
“sol”dan tık yok, yanlış analiz etmişiz, şu şu faktörlerin
bir araya gelmesinden dolayı Türk ordusu Cerablus'a
girdi, işgal alanını genişletiyor, bu
işgalciliğe karşı şöyle böyle mücadele edelim denmiyor.
Neden denmiyor?
Musul'da
orman kanunları geçerlidir; gücü gücü yetene. Musul, IŞİD'dan
temizlendikten sonra da aynı kanunlar geçerli olacaktır;
haydutlar, gücüne göre söz sahibi olacaklardır. Faşist,
sömürgeci, inkarcı, tekçi, İslamcı
sıfatlarıyla tanımladığımız bu rejimin
Musul operasyonundan İbadi dediği için uzak kalacağını
düşünüyorsak, bu sadece
ve sadece bizim nesnel
gerçekliği görme ve analiz etme derinliğimizi gösterir.
Algı
operasyonu yalancının mumu yatsıya kadar yanarın pratiğidir...
Bazı “sol”lar algı operasyonu ile ajitasyon ve propaganda
birbirine karıştırıyorlar...
Algı
operasyonu, olmayanı var olarak göstermenin yol ve yöntemidir.
Burjuvazinin işi gücü algı operasyonudur; gerçekleri işçi
sınıfı ve emekçilerden saklamaktır. Bu nedenle dizginsizce yalan
söyler; yalanı, olmayanı gerçek diye sunar.
Bu
anlamda İbadi'nin ipiyle kuyuya inmek ABD'nin, olmazsa İran'ın
ipiyle kuyuya inmek anlamına gelir. ABD ve İran da, ister İbadi,
isterse de başkası biçiminde olsun kendilerinin ipiyle kuyuya
inenleri, kendilerine benzetmeksizin o kuyudan çıkarmazlar.
Bu
anlamda şunu düşünmek gerekir: Irak'ı Türkiye mi işgal etti
veya işgal ediyor! İbadi ne kadar işgalci Türkiye diye gürlerse,
Türkiye'de avanak “sol” o kadar işgalci Türkiye diye
bağırıyor. Peki Irak'ı kim işgal etti? Onca emperyalist ülkeye,
o irili ufaklı emperyalist ülkelerin başını çektiği, bilmem
kaç ülkeden oluşan o koalisyona ne demeli? ABD, Irak'ı yakıp
yıkmadı mı? İşgalci başı o değil mi? Tamam, Türkiye'nin
Musul çıkışlarını eleştirelim, bunun işgalcilik olacağını,
Başika'daki askeri varlığın işgalcilik olduğunu döne döne
anlatalım. Ama bunu yaparken parçayı bütünün yerine koymayalım;
Musul operasyonunun örgütleyici aktörünün Amerikan emperyalizmi
olduğunu anlatmaksızın, Irak ve Musul sorununu ne derece gerçeğe
uygun açıklamış oluruz? Tamam, Türkiye işgalci de, diğerleri
ne? O bilmem kaç ülkeden oluşan koalisyon, İran orada; Irak'ta,
Musul'da ne halt işliyor?
Hani
bir laf vardır: Kılavuzu karga olanın... Kılavuzu İbadi
açıklamaları olanın varacağı yer ABD'nin bu konu hakkında
Türkiye açıklamaları olur.
O
“sol”un en son ne zaman “dolu” laf ettiğini hatırlamıyorum!
Ama ben beni bildim bileli hep boş laf ediyor:
Ekonomiden
anlamaz, ekonomi üzerine yazılıp çizilenlerin içeriği bir incir
çekirdeğini bile doldurmaz. İşin içinden çıkamayınca krizi
“patlatır”!
Devrimden,
sınıflar arası çelişkilerden umudu kesmiştir;
Faşist
rejimi küçümser, nasıl ayakta kaldığını ve bu
saldırganlıkları neye dayanarak sürdürdüğünü bir türlü
açıklayamaz!
Kafasına
koymuştur; Türkiye emperyalizme bağımlı. Analiz, değerlendirme
olayı bitmiştir...
Burjuvazinin
kırmızı çizgileriyle alay eder, ama şu Suriye'deki
işgalciliğini, ABD ile bölgeye özgü çelişkilerini bir türlü
analiz edemez. Türk burjuvazisinin ABD ve AB ile dalaşını analiz
edemez...
ABD
ile Rusya arasındaki çelişkilerden nasıl yararlandığını
açıklayamaz. Bu yararlanmadan dolayı Ortadoğu'da jeopolitik
dengeleri değiştirecek bir konumda olduğuna bir türlü akıl
erdiremez; çünkü bunu bağımlı Türkiye kalıbına sığdıramaz...
Tabii
bunları yapamayınca da nerede neden durduğunu ve ne istediğini de
da açıklayamaz...
Böyle
yazmak istemiyorum, ama avanak küçük burjuvazinin bu hali,
değerlendirmesi bana çok dokunuyor.
Bu
“sol” gerçeği anlatmıyor, analiz etmiyor, buna karşı nasıl
mücadele edilmelidire cevap aramıyor, gönlünden geçeni gerçekmiş
gibi anlatıyor.
Şu
anlayışa bakın:”Demek ki “kendi kendine gelin güvey
olma”ymış! Türkiye “katıldım” demiş ama kimsenin haberi
ya da onayı olmamış! Nereden öğreniyoruz? Amerika’nın yaptığı
“Türkiye koalisyona dahil değil” açıklamasından”
(Evrensel,17 Ekim 2016, Mustafa Yalçıner).
Kendi
mantığı, kendi analiz yöntemi yok! Ancak Amerika açıklama
yapınca neyin ne olduğunu anlıyor ve bu arkadaş Türkiye'yi güya
böyle teşhir ediyor! Amerika'yı şahit göstermeden Türkiye'nin
işgalci olduğunu açıklayacak durumda değil misin?
ABD'nin
bu sözünden sonra Türkiye'nin Musul operasyonunu yapan koalisyona
neden katılamadığını analiz etmenin bir anlamı, bir gereği var
mı? Yok!
V-Musul'u,
kurtaranlarından kurtarmak
Kalabalık
bir devletler topluluğu Musul'u, IŞİD'den kurtarmak için
operasyon yapıyor. Diyelim ki, Musul'u IŞİD'den kurtarmak iyidir,
önemlidir. Ama sonra ne olacak? Burası karanlık. Aslında burada
soru, bu kadar kalabalık bir devletler topluluğu Musul'u IŞİD'den
neden kurtarmak istiyor ve sonra ne yapacak sorusudur. Bu
bağlamda Musul'un geleceği; orada nasıl bir yönetim kurulacağı
sorunu onu “kurtaran” güçlerin çıkarlarıyla doğrudan
ilgilidir. İşte tam da bu noktada; daha Musul kurtarılmadan,
kurtarıldıktan sonra nasıl bir Musul sorunu üzerine şiddetli
tartışmalar yapılmakta; operasyona katılan her güç kendi
ajandasını dayatmaktadır. Musul'un kurtarılmasında olduğu gibi
geleceği konusunda da herkes oldukça hassas.
Musul'un,
kurtarıcılarından nasıl kurtarılacağı Kürtler açısından
oldukça önemlidir; bu, Kürtlerin geleceğini doğrudan
ilgilendirir. Etnik ve mezhepçi temelde şekillenecek bir Musul,
Kürtler için büyük bir tehdit olur. Bu nedenledir ki, etnik ve
mezhepçi temelde bir Musul, Kürtlerin tamamı tarafından olmasa da
ezici çoğunluğu tarafından istenmez, mücadele edilmesi gereken
bir oluşum olur. Nasıl bir Musul konusunda Kürtlerde henüz bir
görüş ortaklığı da oluşmamıştır.
Aynı
durum, Musul'un geleceği konusunda görüş birliği Araplarda ve
Türkmenlerde de oluşmamıştır. Bunlarda Sünni-Şii ayrımı, bu
mezhepsel fark, arkalarında duran güçlerin etkisiyle görüş
ortaklığı oluşturamama doğrultusunda şekillenmiştir.
Musul,
kurtarılma adına sahada olan güçler tarafından parçalanıyor;
her “kurtarıcı” gücüne göre nüfuz sahası talep ediyor...
Musul'u
IŞİD'den kurtarma operasyonunun başını çeken emperyalist
ülkelerin, özellikle de Amerikan emperyalizminin tabii ki, başka
planları vardır. Bu planlar yerine göre şu veya bu etnik
topluluğu, şu veya bu mezhebi okşayabilir, öyle de olacaktır.
Onların esas amacı Musul'u ve havzasını esas sahiplerine
vermemektir. Niçin Musul'a önem verdiklerini yazı içinde
açıklamaya çalıştık.
Musul,
Irak ve Ortadoğu'nun yenide jeopolitik dizaynınında önemli bir
aşamadır; bu Suriye'nin jeopolitik dizaynından bağımsız olarak
ele alınamaz...
Musul'un
IŞİD'den kurtarılmasında ve geleceği üzerine planlamalarda;
yani hem sahada ve hem de masada kılıçların çekildiği dehşetli
bir gerici, faşist, dinci faşist, mezhepçiliğe ve etnik
kimliklere büründürülmüş, ama her halükarda sermayenin
çıkarına olan bir rekabet söz konusudur.
Bu
karmaşa içinde çözümsüzlüğün çözüm olarak dayatılması
mümkündür ve buna karşı mücadele edilmelidir. Bu mücadele
bölgesel devrime işaret etmektedir. Sadece Irak'ta ve Suriye'de
değil, bütün Ortadoğu'da bölgesel devrim ve bunun sonucu olan
Demokratik Ortadoğu Federasyonu çözüm yolunu göstermektedir.
Demokratik Ortadoğu Federasyonu, sosyalizme açık bir
federasyondur.
Bölgemizde
yaşanmakta olan ve askeri çatışmalar boyutuna varmış olan bu
böl parçala, hakim ol rekabetinin, savaşının; bu krizin
sorumluları emperyalist ülkeler ve bölgesel işbirlikçileri,
bölgesel güçlerdir. Esas olan bu güçleri bölgemizden söküp
atmak ve gerici, faşist işbirlikçi rejimleri devirmektir; böyle
bir mücadelenin olmaması için maddi zemin Ortadoğu'da artık
kalmamıştır; yani böyle bir mücadelenin ilerici, devrimci güçler
tarafından ortaklaşa sürdürülmesi zemini olgunlaşmıştır.