ULUSAL
GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV)
1-Ulusal
Güvenlik ve Jeopolitika
Ulusal
güvenlik politikası veya bu politikanın formüle edildiği ve
koşullara göre değişen ulusal güvenlik konsepti, esas itibariyle
emperyalist çağda rekabet, bölge ve dünya hegemonyası için
oluşturulan jeopoltikanın doğrudan bir ifadesi olarak emperyalist
ülkeler ve bölgesel gücü olan devletler tarafından
geliştirilmiştir. Kavram olarak “ulusal güvenlik”, ilk defa
II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizmi tarafından
kapitalist dünyanın önce sosyalist, sonra da revizyonist dünya
karşısında çıkarlarını savunmak için kullanılmaya
başlanmıştır. 1947'de çıkartılan Ulusal Güvenlik Yasası
(“National Security Act”), görünüşte ABD'nin güvenliğiyle
ilgilidir. Ama Amerikan emperyalizmi, o zaman kapitalist dünya
üzerinde kurduğu hakimiyetini devamlı kılmak için kapitalist
dünyanın güvenliğini ABD'nin ulusal güvenliğine entegre
etmiştir. Bunun en açık yansımasını NATO'nun kurulmasında ve
işlevinde görmekteyiz.
Ulusal
güvenlik politikasının ne denli sermayenin çıkarlarıyla,
hegemonya anlayışıyla, bunların toplamı olarak dış politikayla
iç içe olduğunu emperyalist çağ öncesinde; kapitalizmin serbest
rekabetçi döneminde de görmekteyiz. Bir örnek olsun diye o zaman
ABD'nin geliştirdiği “Monroe Doktrini”ni
gösterebiliriz. Dönemin Başkanı James
Monroe, 2 Aralık 1823'te
Kongre'de
ABD'nin uzun vadeli dış politikası üzerine yaptığı konuşmada
“Eski Dünya” diye
tanımlanan Avrupalı güçlerin Latin Amerika'da sömürgeci
faaliyetlerden uzak durmaları gerektiğini, “Amerika'nın
Amerikalılara ait” olduğunu, Latin Amerika'yı ABD'nin “arka
bahçesi” olarak gördüğünü açıklar. Aslında bu, Avrupa'nın
güçlü devletleriyle
ABD arasında dünya çapında bir hegemonya mücadelesidir. Monroe
Doktrini, II. Dünya Savaşından sonra özellikle NATO üzerinden
Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti
doktrini olarak
geliştirilmiştir.
Kapitalizmde
ulusal güvenlik, ulusal güvenlik politikası
oluşturan ülkeler
açısından hiçbir zaman gerçekten ulusal güvenlikle sınırlı
olmaz. Ama istisnai durumlar olabilir. Örneğin, emperyalist
saldırgana karşı kendi topraklarını korumak zorunda kalan
ülkeler, bu saldırgana karşı koymak için gerçekten ulusal
güvenlik politikaları geliştirebilirler. Diğer taraftan ulusal
güvenlik, gerçek anlamda kapitalist dünyada tekil ülkelerin
gerçekleştirdikleri demokratik ve sosyalist devrimler sonucunda
kurulan iktidarların savunulması için söz konusu olabilir. Bu
durumda örneğin, sosyalist olduğu dönemde Sovyetler Birliği'nin
kapitalist dünyaya karşı proletarya diktatörlüğünü, inşa
edilen sosyalizmi savunması doğrudan bir “ulusal” güvenlik
sorunu olmuştur. Bu sorun II. Dünya Savaşından sonra kurulmakta
olan sosyalist dünyayı savunma olarak konseptleştirilmiştir.
1949'da kurulan NATO'ya
karşı 1954'te (29 Kasım – 2 Aralık) Moskova'da bir araya gelen
sekiz ülke (SSCB, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya,
Alman Demokratik Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan) “ortak
güvenliğin” korunması için 1955'te kurulacak olan Varşova
Paktı'nın ilk adımını atmışlardı. Bu ilk adım,
sosyalist
dünyanın kapitalist dünya karşısında ortak savunulmasının ilk
adımıdır. Sonrasında Varşova Paktı, SSCB'nde proletarya
diktatörlüğünün yıkılması ve geriye dönüşle revizyonist
dünyanın kapitalist dünya karşısında savunulmasının aracına
dönüşmüştür.
Her
halükarda II. Dünya Savaşından sonra ulusal güvenlik politikası,
kapitalist dünya, sosyalist dünya ve revizyonist dünya
koşullarında ideolojik içerikli olarak gelişmiştir. Ancak
Sovyetler Birliği ve revizyonist
blokun dağılmasından sonra ulusal güvenlik politikasında
jeopolitik içerik, rekabet daha belirgin olarak önplana çıkmıştır.
Ulusal
güvenlik politikasında “ulusal çıkar” ve “tehdit” algısı,
koşullara göre değişen diyalektik bir bütünü oluşturur. Adı
üzerinde “ulusal güvenlik”, “ulusal çıkar”ların
savunulması için oluşturulan politikadır. Ulusal çıkarlar,
ulusal sınırlar içinde savunulmaz, orada zaten devletin
hükümranlığı var. Ulusal çıkarların savunulması ancak sınır
ötesinde olur; sınır ötesinde ulusal çıkar savunmak, ancak
“tehdit” oluşturmakla mümkündür. Bu durumda; jeopolitika
geliştirme yeteneğine sahip, dünya hegemonyası peşinde koşan
emperyalist ülkeler ve bölgesel rekabet içinde olan güçlü
ülkeler, şu veya bu
devlet, şu veya bu güç ulusal çıkarlarımı
tehdit ediyor diye
onlara karşı mücadeleyi
meşru görürler ve ona
göre de hareket ederler.
Afganistan savaşından Suriye savaşına kadar Amerikan
emperyalizminin, AB'nin, NATO'nun, Rusya'nın
Suriye, Ukrayna, Kafkasya ve Orta Asya'da “tehdit”
yaratarak “ulusal
çıkar” kavgası vermeleri,
İsrail'in sınır ötesi
saldırganlığı bu türden girişimlere
birer örnektir. Şimdi bunu Türkiye de yeni
ulusal güvenlik politikasıyla
Suriye'ye girerek yapmaktadır.
Hakim
sınıf olarak burjuvazinin ulusal
çıkardan anladığı,
demokrasi ve özgürlük
değildir;
sermayenin çıkarlarıdır.
Dolayısıyla ulusal güvenlik politikası, sermayenin çıkarlarının
sınır ötesinde korunması, savunulması politikasıdır. Bu
nedenle aslında ulusal güvenlik politikasının oluşturulmasında
sermayenin, özellikle de uluslararasılaşmış
sermayenin/tekellerin oynadığı rol belirleyicidir.
Ulusal
güvenlik politikaları günümüzde, daha doğrusu II. Dünya
Savaşından bu yana uluslararası güvenlik politikaları olarak
geliştirilmektedir. Yukarıda da belirtiğimiz gibi, başlangıçta
sistemler arası (kapitalist dünya-sosyalist dünya ve kapitalist
dünya-revizyonist dünya) güvenlik olarak geliştirilen güvenlik
politikaları, revizyonist blokun dağılmasından sonra kapitalist
dünyada güvenlik politikaları olarak geliştirilmiştir. Burada
söz konusu olan, tekil ülkelerin ulusal güvenlik politikalarının
yanı sıra AB ve NATO gibi ekonomik ve askeri entegrasyonların
geliştirdikleri uluslararası güvenlik politikalarıdır. Örneğin
Rusya'nın, Çin'in, Japonya'nın ulusal güvenlik politikalarının
yanı sıra AB'nin, ABD'nin de geliştirdikleri ulusal güvenlik
politikaları vardır. Ama ABD'nin ve AB'nin ulusal güvenlik
politikaları aslında NATO çerçevesinde geliştirilen ve uygulanan
güvenlik politikasıdır. NATO örneğinde olduğu gibi
ortaklaştırılmış güvenlik politikası olarak sunulan politika,
aslında bu kurum içinde belirleyici rol oynayan ülke ve ülkelerin
çıkarlarını, oluşturulan tehdide karşı savunmak ve korumak
içindir. Örnek; ABD ve AB'nin Almanya ve Fransa gibi emperyalist
ülkeleri dışında başka NATO üyesi ülkelerin Ukrayna'da, Rusya
ile ilişkilerini germe pahasına bir çıkarı yoktur veya bu
ülkeler Ukrayna üzerinde başka güçlerle rekabet edecek durumda
değiller. Aynı durum Afganistan, Suriye, Irak için de geçerlidir.
Demek ki, NATO politikası adı altında üye ülkeler, AB'nin, ama
özellikle ABD'nin çıkarları için savaşa sürükleniyorlar.
Her
bir ülkenin kendi koşullarından, özgün çıkarlarından kaynaklı
olarak tespit ettiği “tehdit”, farklılık gösterdiği için
NATO gibi “kolektif” askeri örgütlerde politikaların
tespitinde gönüllü ortaklık, görüş ve çıkarların
aynılaştırılması pek mümkün değildir. Örneğin, ABD'nin Irak
ve Suriye politikaları hiç de Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla
uyumluluk içinde değildir; NATO, uluslararası güvenlik için
Türkiye'den yararlanıyor, ama Suriye kaynaklı İslami terör
saldırılarına karşı Türkiye'yi korumak için hiç de gönüllü
hareket etmedi, etmiyor. Alman emperyalizmi, Almanya'nın çıkarlarını
Hindikuş'unda savunmak için NATO çerçevesinde Afganistan
seferine çıkabiliyor, ama her üye ülke kendi çıkarlarını
Hindikuş'unda savunmak için mi NATO çerçevesinde Afganistan
savaşına katıldı?
Bunun
anlamı şudur: Bir ülkenin ulusal güvenlik politikası, başka bir
ülke için bir tehdit olabilir ve hegemonya için rekabet etme
yeteneği olan ülkelerin ulusal güvenlik politikaları da
kaçınılmaz olarak başka ülkeler için bir ulusal güvenlik
sorunudur; bir ülkenin ulusal güvenlik politikası, başka bir
ülke için ulusal tehdit olduğu için, silahlanma kaçınılmaz
olur ve sonunda da “ulusal”
çıkarlar için savaş
gündeme gelebilir.
Açık
ki, ulusal ve uluslararası güvenlik sorununda devletler arasında
standart bir yaklaşım; çıkarların uyumluluğu, geçici,
taktiksel adımlar hariç, pek mümkün değildir. Her devletin
ulusal güvenliği kendi sermayesinin çıkarlarının korunmasıyla
ve genişletilmesiyle ilgilidir, yani rekabet, savunma ve savaş.
“Terörizme
karşı mücadele” ve ulusal/uluslararası güvenlik:
Uluslararası
alanda “terörizme karşı mücadele” 11 Eylül 2001'de
El Kaide'nin ABD'de gerçekleştirdiği saldırıdan sonra Amerikan
emperyalizmi tarafından konseptleştirilmiştir.
Uluslararası alanda terörizme karşı mücadele, “terörizm”in
kaynağı olduğu söylenen
ülkelere karşı savaş ve
işgalle devam ettirilmiştir. İstikrarı sağlanmak istenen,
demokrasi götürülmek istenen bu ülkeler yakılıp yıkılmıştır.
Afganistan'la başlayan bu savaşlar, Irak, Libya ve Suriye
savaşlarıyla devam ettirilmiştir. 11 Eylül'den bu yana
uluslararası alanda “terörizme karşı mücadele” çoğunlukla
da NATO şemsiyesi altında ABD'nin jeopolitik çıkarlarını
gerçekleştirmeye hizmet etmiştir. Afganistan savaşı, öncelikle
Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının bir ayağını
oluştururken, Irak ve Suriye savaşları da keza aynı
jeopolitikanın stratejik
olarak daha geniş bir
coğrafyada başka bir
ayağını oluşturmaktadır.
BOP, Amerikan
emperyalizminin Avrasya jeopolitikasından bağımsız olarak ele
alınamaz.
Amerikan
emperyalizmi uluslararası
alanda “terörizme karşı mücadele”yi kendi jeopolitik
çıkarlarına hizmet edecek biçimde sürdürmektedir. Bu mücadelede
vekalet savaşı verecek,
gerektiği zaman da “dövülecek”
örgütlerin kurulmasını teşvik
etmektedir. Taliban, El kaide ve son olarak özellikle
de IŞİD bir yerde Amerikan
emperyalizminin birer eseridir. Öyle ki, uluslararası alanda ve
bölgesel olarak söz sahibi olmak isteyen ülkeler, kendi terör
örgütlerini ulusal güvenlik politikalarının birer unsuru olarak
sahaya sürmekteler. Yani bu türden her bir ülkenin kendi teröristi
var; bu ülkeler kendi
teröristleri üzerinden diğer ülkelere karşı vekalet savaşları
sürdürmekteler. Suriye savaşı bu bakımdan bir örnektir, keza
Irak da ayrı bir örnek oluşturmaktadır.
Sovyetler
Birliği ve revizyonist blokun, dolayısıyla Varşova Paktı'nın
dağılmasından sonra var oluş nedeni ortadan kalkan ve “varoluş
krizi”ne
giren NATO, uluslararası
terörizme
karşı mücadele adı altında kuruluş ilkelerinde değişikliğe
gitmiş ve üyelerinin topraklarını savunma anlayışını aşarak
daha geniş bir
coğrafyada faaliyet
sürdürmeye yönelmiştir. Böylece gerçek faaliyet alanının
dışına çıkmıştır.
NATO, bu kararı 21-22
Kasım 2002’de Prag Zirvesi’nde almıştır. Bu kararın içeriği,
alan dışılık ve önleyici savaş stratejisidir.
Önleyici savaş stratejisi
ABD Başkanı George Walke Bush tarafından 11 Eylül saldırısından
sonra gündeme getirilmiştir.
2-Türk
Burjuvazisinin Ulusal Güvelik Anlayışı
Sovyetler
Birliği ve revizyonist blokun dağılması, iki süper güçlü
dünyada düşman ve tehdit algılamasında ve buna uygun güvenlik
politikası geliştirmede önemli değişimlere neden olmuştur.
NATO'nun varlık nedeni üzerine 1990'lı yıllarda sürdürülen
tartışmalar; var olmak için NATO'nun yeni görevlerle donatılması
Türkiye'de ulusal güvenlik oluşumunu ancak gecikmeli olarak,
2000'li yılların başından itibaren etkilemeye başlamıştı. Bu
değişimi, küresel çapta emperyalist ülkeler, kamplar arasında o
zamana kadar maddi zemini olan ittifak anlayışlarının maddi
zemininin ortadan kalkmasıyla uluslararası ve ulusal güvenlik
anlayışlarındaki değişme ve bunun Türkiye'ye yansıması olarak
da tanımlayabiliriz.
Sovyetler
Birliği ve revizyonist blokun ve nihayetinde Varşova Paktı'nın
dağılması, NATO'nun yeniden şekillendirilmesine maddi zemin
oluşturmuştu. NATO'nun klasik güvenlik konseptinin geçersiz
olmaya başlaması ve yeni düşman algılaması veya tehdit olarak
algıladığı gelişmelerin coğrafyamızda; daha doğrusu
Türkiye'yi kuşatan yakın ve orta-uzak coğrafyada
(Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Orta Asya-Afganistan-Ortadoğu)
gündeme gelmesi, buralara müdahalenin karar mekanizmasında, AB
üyesi olmadığı için Türkiye'nin dışlanması kaçınılmaz
olarak Türkiye-ABD, Türkiye-NATO ilişkilerini olumsuz etkilemenin
yolunu açmıştır. Özellikle Suriye savaşının başlangıcından
bu yana Türk burjuvazisi, NATO'ya karşı güvensizliğini, dozajı
giderek artan bir biçimde dile getirmeye başlamıştı. 15 Temmuz
darbe girişimiyle birlikte bu güvensizlik adı konarak
dillendirildi. Bu süreç aynı zamanda Türk burjuvazisinin kendi
ulusal güvenlik politikasını ABD ve NATO'dan bağımsız
geliştirme sürecidir. Bir biçimde 2000'li yıllara kadar geçerli
olan ulusal güvenlik politikasında önemli değişimler olmuştur;
savunmacı anlayış yerini saldırgan anlayışa bırakmaya
başlamıştır. Bu değişim ve gelişmeyi bu makalede analiz etmeye
çalışacağız.
Her
ülkenin ulusal güvenlik anlayışını belirleyen küresel
jeopolitik belirlemelerin yanı sıra özgün faktörler de vardır.
Öyle durumlar (ülkenin coğrafi konumu ve maddi zenginliği) olur
ki, küresel jeopolitik yönelimler özgün faktörlere baskın
olurlar veya özgün faktörler küresel jeopolitik konseptlerde
oldukça önemli rol oynayabilirler. Bu her iki durum Türkiye için
geçerlidir. Türk burjuvazisi ulusal güvenlik konusunda hala
aşamadığı bir sendrom içinde kıvranmaktadır. Bu sendrom,
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması, parçalanarak farklı
devletlere ayrılması ve bu süreci bizzat yaşayarak yeni bir
devlet kurma mücadelesi veren oluşma sürecindeki Türk
burjuvazisinde “bölünme”, “bölecekler” korkusu olarak
açığa çıkmaktadır. Bölecekler sendromuna Sevr Antlaşması
maddi temel teşkil etmektedir. Bu sendrom o kadar çok yönlü ve
etkilidir ki, karanlık bir “üst akıl”ın Lozan Antlaşması
100 seneliktir, Hatay'ın Türkiye'ye katılma referandumu 100
seneliktir, 100 sene sonra 2023'te Lozan Antlaşması ve 2039'da da
Hatay referandumu sonlanacaktır söylemleri çeşitli çevrelere
umut kaynağı olabilmektedir. Her iki 100 senelik hikayesinde de
söylenen şudur: Mevcut sınırları içinde Türkiye, Lozan
Antlaşmasına göre 100 seneliğine kurulmuş bir devlettir. Her
halde o “gizli” maddeye göre 2023'te dağılacaktır. Hatay
referandumu da o “gizli” maddeye göre 2039'da geçersiz
olacaktır ve Hatay Türkiye'de ayrılacaktır. Her iki durumda da
ayrılma, parçalanma, bölünme; Sevr'i gerçekleştirme çabaları
söz konusudur ve bunu da ancak Batılı güçler yapabilirler. İşte
bu, Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik algılamasının esasını
oluşturmuştur. Bu algılama bugün değiştirilmiştir; özellikle
diktatör Erdoğan'ın açıklamaları temelinde yeni bir güvenlik
konsepti oluşturulmaktadır.
Daha
öncesiyle birlikte ele alacak olursak:
1-Osmanlı
devleti Beylik (kuruluşu 1299), kuruluş (1299-1453) ve yükseliş
(1453-1687) dönemlerinde yayılmacı, saldırgan bir politika
izlemiştir. Dolayısıyla o dönemin koşul ve anlayışına göre
“ulusal” güvenlik politikası veya konsepti, saldırganlık ve
işgal üzerine kurulmuştur. O dönem bu türden bir politikayı
sürdürebilecek çok az sayıda küresel güç vardı. Karlofça
Antlaşmasıyla (1699) başlayan gerileme döneminden I. Dünya
Savaşında çökmesine, Sevr Antlaşmasıyla (1920) parçalanmasına
ve Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda yok olmasına kadar
(1699-1923) süren dönemde savunmacı bir “ulusal” güvenlik
politikası izlemiştir.
2-
Türkiye, 1923-1945 döneminde -II. Dünya Savaşı döneminde
“tarafsızlık” anlayışı giderek bozulsa da- emperyalist
ülkelerle sosyalist Sovyetler Birliği arasındaki; daha genel ifade
edersek kapitalist dünya ile sosyalist Sovyetler Birliği; oluşmakta
olan sosyalist dünya arasındaki çelişkilerden yararlanmaya
dayanan bir ulusal güvenlik politikasını takip etmiştir. Bu
ulusal güvenlik konsepti ifadesini “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”
politikasında buluyordu.
II.
Dünya Savaşı dönemini bir geçiş dönemi olarak alırsak
1923-1939 döneminde Türkiye'nin siyasi, askeri, ticari vb.
alanlarda yapmış olduğu bütün anlaşmalara açık bir
“tarafsızlık”, “işbirliği”, “ortaklık” anlayışı
hakimdir; bu anlayış, o zamanki ulusal güvenlik politikasının
dış politika ayağının temelini oluşturmuştur. Türkiye'nin bu
dönemde hiçbir uluslararası çatışmaya girmemesi, sorunların
“barışçıl” çözümünde yana tavır alması bunun açık
ifadesidir.
3-II.
Dünya Savaşından 1952'ye kadarki (NATO'ya giriş) dönem, Türk
burjuvazisinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine
tamamen teslim olmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde bir
taraftan Sovyetler Birliği ile ilişkiler açık bir biçimde
kötüleşirken, kapitalist dünyanın başını çeken Amerikan
emperyalizmiyle ve dolayısıyla Batı dünyasıyla kapsamlı ve
derin bağımlılık ilişkileri kurumlaştırılmıştır. Bu süreç,
Batıya yaslanarak var olma sürecinin başlangıcıdır.
1952'den
bu yana NATO, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasının mihenk
taşını oluşturmaktadır. NATO, Türkiye'yi değil, SSCB'ye ve
Varşova Paktı'na karşı Amerikan emperyalizmi önderliğinde
kapitalist dünyanın daha ziyade ideolojik içerikli jeopolitik
çıkarlarını korumak için oluşturulan uluslararası güvenlik
konseptinin güney kanadının savunulmasında Anadolu coğrafyasını
kullanma stratejileri geliştirmiştir. Bunların hiçbiri doğrudan
Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili değildi.
4-1952-2000
döneminde Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası, NATO'nun temel
ilkelerine göre şekillenmiştir.
5-2000
ve sonrası. 2002-2010 arasında ABD ve AB ile AKP hükümeti
arasındaki uyumluluk giderek bozulmaya, uyumsuzluğa dönüşmeye
başlamıştır. İlişkilerdeki gerilme kaçınılmaz olarak ulusal
güvenlik anlayışına da yansımaya başlamıştır. Bu nedenle AKP
hükümeti, ulusal güvenlik politikasında kendi gücüne dayanma
konseptinin geliştirilmesi için adımlar atmaya başlamıştır.
AKP hükümeti eksenli faşist rejimle başta ABD olmak üzere Batılı
güçler arasında ilişkiler, özellikle ulusal güvenlik
politikaları temelinde gerilmiştir; öyle ki, 15 Temmuz askeri
darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler,
keskinleşen çelişkilere dönüşmüştür.
Var
oluşunun belli bir aşamasından itibaren bölgesel ve küresel
siyasi ve ekonomik gelişmelerde kendine rol biçen ülkelerin,
kendilerine biçtikleri bu rol nedeniyle, ülkenin coğrafi konumunu
da hesaba katarak oluşturdukları veya oluşturmaya çalıştıkları
ulusal güvenlik politikalarına Türkiye tipik bir örnek
oluşturur. Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasını bu
çerçevede; ekonomik gücünü coğrafi konumu ile bağlam içinde
ele almak gerekir.
Üzerinde
yaşadığımız bu coğrafya dünya jeopoltikasında oldukça önemli
bir rol oynamaktadır. Bu nedenle hep sorunlu olmuştur, “belalı”
bir coğrafyadır. Osmanlı döneminde de böyleydi; kuruluş ve
gelişme döneminde bu coğrafya Osmanlı devleti tarafından
saldırganlığın, genişlemenin stratejik önemli faktörü olarak
değerlendirilmiştir. Aynı coğrafya gerileme döneminde, gelişen
güçler tarafından dünya hegemonyası için ele geçirilmesi
gereken stratejik alan olarak görülmüştür.
Türk
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sonucunda kurulan Türkiye, genç
Sovyetler Birliği ile ilişkilerinden, I. Dünya Savaşı sonrasında
emperyalistler arası ve aynı zamanda kapitalist dünya ile
Sovyetler Birliği arasındaki çelişkilerin gelişme/keskinleşme
seyrinden yararlanarak kurulmakta olan savaş sonrası dünyada
bağımsız yer almış ve bu duruşunu da “yurtta sulh cihanda
sulh” politikasıyla formüle ederek doğrudan içe yönelik
(sınıf mücadelesini ve süreklilik arz eden Kürt özgürlük
mücadelesini bastırmak, imha etmek) ulusal güvenlik politikası
geliştirmiş ve uygulamıştır.
II.
Dünya Savaşı sürecinde, ama esas olarak savaş sonrasından
itibaren Türkiye'nin daha ziyade içe yönelik ve yukarıda
belirttiğimiz emperyalistler arası ve sistemler arası
çelişkilerden yararlanmaya dayanan ulusal güvenlik konseptinin
yerini sosyalist sisteme karşı kapitalist dünyanın oluşturduğu
uluslararası güvenlik konsepti almıştır; Türkiye,'nin, başta
ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ve onların
uluslararası örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal
güvenlik politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği
kapitalist dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre
olmasını beraberinde getirmiştir Daha doğrusu, Türkiye'nin
1952'de NATO'ya üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal
güvenlik politikası/konsepti kalmamıştır; ulusal güvenlik NATO
nezdinde Amerikan emperyalizmine havale edilmiştir.
Kısaca:
NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem
dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya
koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin
de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal
olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı.
NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin
uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan
ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu.
Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü
ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.
Emperyalizme
bağımlılık koşullarında bağımsız ulusal güvenlik
politikasının yerini uluslararası bağımlı “ulusal”
güvenlik politikası almıştır. Uluslararası güvenlik
politikasını belirleyen de, uluslararası alanda hegemonya yeteneği
olan güç veya güçlerdir. Örnek olarak belirtirsek: II. Dünya
Savaşından sonra kapitalist dünyanın hakim gücü olan Amerikan
emperyalizmi, NATO kurulana kadar tek başına ve kurulduktan sonra
da NATO çerçevesinde, ama belirleyici güç olarak, sosyalist
dünyaya -SBKP 20. Kongresinden sonra da revizyonist dünyaya- karşı
kapitalist dünyanın güvenliğini kendi çıkarlarına göre
şekillendirerek sağlamayı hedeflemiştir.
Bu
nedenle Amerikan emperyalizmi, dünya çapında rekabetini sürdürmek
için NATO'yu, kapitalist dünyanın başkaca uluslararası
örgütlerini ve ülkelerini sürekli kullanmıştır. Türkiye de
bu amaçla kullanılan ülkelerden birisidir.
Coğrafyanın
bir ülkenin kaderinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet
belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada
belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir;
bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya
rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı
altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar
ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve
böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün,
bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.
Güvenlik
tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu
derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası
ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır;
büyük fırsatlar veriği gibi, büyük belalara da kaynaklık
yapmaktadır. Bu konum bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı
beraberinde getirmektedir.
1923-1945
döneminde belirtilen çelişkilerden yararlanarak var olmayı bir
kenara korsak, II. Dünya Savaşı sonrasından, ama özellikle de
NATO'ya girişten sonra dünya politikasında ve jeopolitikasında
tanımlanmış kamplar vardı; ya sosyalist, sonra da revizyonist
kampta veya da kapitalist kampta yer alınıyor ve ulusal güvenlik
politikası da o kampın uluslararası güvenlik politikası olarak
belirleniyordu. 1991/1992'de sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve
revizyonist kampın dağılmasından sonra o kalıplaşmış anlayış
ve yapılarda belli değişimlerin yolu açıldı.
Osmanlı
devletinin yıkılmasından Sovyetler Birliği ve revizyonist kampın
dağılmasına kadar Türkiye, Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu üçgeninin
merkezinde olmasına rağmen bu üçgenin
sorunlarından/çelişkilerinden pek etkilenmemişti; etkilenemezdi
de, çünkü oralardaki sorunlar iki kutuplu dünyanın süper
güçlerini ilgilendiren, onların nüfuz sahasının sorunları
olarak ele alınmaktaydı. Burada Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya
ile karşılaştırıldığında, her iki kampın rekabetinden dolayı
biraz sıra dışı durumdaydı. Sovyetler Birliği ve revizyonist
kampın dağılmasından sonra koşullar tamamen değişti: Sovyetler
Birliği'nin ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yeni devletler ortaya
çıktı. Yugoslavya'nın parçalanması ve bu topraklarda sürdürülen
savaşlar, Irak'ın Kuveyt'i işgalinden sonra yaşanan Körfez
Savaşı ve 2003'te Irak'ın işgalini ve Saddam rejiminin
devrilmesini beraberinde getiren savaş, en yakın coğrafyasındaki
gelişmeler olarak Türkiye'yi etkilemiştir. Sonuçta söz konusu bu
üçgenin hemen bütün sorunları, sanki kendi sorunları gibi
Türkiye'yi ilgilendirmiştir.
Sovyetler
Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından sonra iki kutuplu
dünya jeopolitiği ve bunun bir ifadesi olarak dünya güvenlik
konsepti, tek kutuplu, çok rekabet merkezli dünya jeopolitiği ve
güvenliği olarak yeniden şekillendirilme sürecine girmiştir.
1990'lı yılların başında oluşmaya başlayan bu süreç, bugün
de devam etmektedir. Türkiye'nin ulusal güvenlik anlayışı da bu
sürecin bir parçası olarak değişime uğramaya başlamıştır.
Türkiye'nin
kuruluşundan bu yana izlediği güvenlik politikasının temel
özelliği -güncel düşman algılamasının değişmesine paralel
olarak- ulusal birlik, milliyetçilik, şovenizm ve nihayetinde
faşizm temelinde her dönem içte saldırganlık, baskı ve dışa
karşı da “tarafsızlık”, savunmacı ve saldırganlık olarak
şekillenmiştir.
Türkiye'de
iç ve dış politika ile ulusal güvenlik ve uygulamaları sürekli
birbirine karıştırılmıştır; burada söz konusu olan üç
kavram (iç politika, dış politika ve ulusal güvenlik) arasındaki
ayrım silikleşmiştir. Her zaman ve her konuda olmasa da bu bir
gerçekliktir. Hükümetlerin şu veya bu konuda en sıradan
sorunları güvenlik sorunu olarak algılamaları ve ona göre de
hareket etmeleri, aslında tartışılması gereken konuların da
ulusal güvenliği ilgilendiren konular olarak tanımlanması ve
adeta tartışılması yasaklanarak gizlilik kılıfına
büründürülmesi toplum tarafından kanıksanmıştır. Bunun böyle
olmasında ordunun rolü oldukça belirleyici olmuştur. Türk
Silahlı Kuvvetlerinin, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşından bu yana
toplum nezdinde kazandığı büyük prestij, sonuçta ordunun
politikada da son karar veren durumda olmasına yol açmıştır.
Darda kalınınca “kurtarıcı” hep ordu olmuştur; siyasete
müdahale etme, darbeler düzenleme ve gerçekleştirme faaliyeti pek
sorgulanmamıştır. Her halükarda ordu, Türkiye'nin kurulmasından
bu yana toplumun şekillendirilmesinde, güvenlik politikalarının
belirlenmesinde hep merkezi bir konuma sahip olmuştur. Daha öncesini
bir kenara bırakırsak, ülkenin iç ve dış güvenlik (ulusal
güvenlik) politikalarının oluşturulmasında ordunun bu merkezi
konumunu MGK'da görmekteyiz. 1960 askeri darbesi sonucunda
oluşturulan yeni anayasada (1961) ulusal güvenlikten sorumlu
kurulun adı Milli Güvenlik Kurulu olarak değiştirilmiş ve görev
ve yetkileri de yeniden tanımlanmıştır (1). Özellikle 1990'lı
yıllarla birlikte ulusal güvenlik, Genelkurmay ve onun
denetimindeki MGK Genel Sekreterliği'nin elindeydi; yani ulusal
güvenlik yapılanmasının başında ordu ve askerleştirilmiş MGK
vardı.
MGK'nın
düşman algılaması, ulusal güvenlik politikasındaki değişimi
göstermektedir. Türk burjuvazisinin ulusal güvenliği tehdit eden
düşman algılama değişiminin 1985-2016 arasında MGK'da nasıl
ifade edildiğine bakalım.
Milli
Güvenlik Kurulu'nda düşman algılama serüveni:
MGK'da
iç ve dış politika konularının ağırlığı:
“1984,
1985, 1986, 1989 ve 1990 yıllarında 12’şer, 1987’de 8, 1988’de
11 toplantı olmak üzere MGK’da 79 toplantı gerçekleşmiş, bu
toplantıların 15’inde dış politika konuları basın
bildirilerine yansımıştır... 1985–1991 MGK Basın
Bildirilerinde Dış Politikanın Ağırlığı yüzde 19'dur...
Bildirilerde
Dış Politikanın Ağırlığının Artması...1991 yılında 17;
1992 ve 1994’te 13; 1995’te 15; 1993, 1996, 1997, 1998, 1999,
2000, 2001 ve 2002 yıllarında ise 12 olmak üzere toplam 154
toplantının basın bildirisi incelendiğinde bunların 92’sinde
dış politika konularının basın bildirilerine yansıdığı
görülmektedir. Böylelikle MGK basın bildirilerinde ele alınan
dış politika konularının oranı bu dönemde yaklaşık yüzde
60’a çıkmıştır...
MGK
basın bildirilerinde dış politika konuları çeşitlenmiş, yeni
sorunların/alanların ortaya çıkışı bildirilere
yansımıştır...Çok çeşitli iç ve dış politika konularının
yanı sıra ekonomi, eğitim vb. alanlara ilişkin konular da
doksanlı yıllar boyunca milli güvenlik meselesi olarak MGK’nın
gündemine gelmiş ve milli güvenlik kapsamında
değerlendirilmiştir...
Özetle,
MGK’nın 1990’lı yıllar boyunca basın bildirilerinde hem dış
politika oranını hem de ele aldığı konu çeşitliliğini
artırdığı görülmüştür. 1980’li yıllarda basın
bildirilerinde ele alınan dış politika konularının oranının
yüzde 19’dan 1990’larda yüzde 60’a çıkması bunun önemli
bir göstergesidir...
Diğer
yandan, bu dönem basın bildirilerinde MGK’nın “hedef
kitlesi”nin genişlediğinden, neredeyse dünya kamuoyuna
seslendiğinden bahsetmek mümkündür...
1990’lı
yıllarda MGK basın bildirileri artık kamuoyunu bilgilendirme,
gündem belirleme, politika saptama noktalarına ek olarak, taraf
olma ve bunu belirtme aşamasına geçildiğini sergilemiştir.
2003-2011
MGK Basın Bildirilerinde...ele alınan dış politika konularına
enerji güvenliği, Akdeniz ve Karadeniz güvenliği ve bölge
güvenliği gibi sınır aşan sorunlar taşınmaya başlamıştır...
2000’li
yıllarda MGK basın bildirilerinde dış politikanın oranı yüzde
80’lere varırken, konu çeşitliliğinde azalmaya rastlandığı
belirlenmiştir. MGK, “Türkiye” adıyla bir “Kurul”
etiketiyle kendini tanımlamaya giderek, önceki dönemlere kıyasla
iç politika sorunlarından uzaklaşmış, dış politikada da bir
anlamda komşu ülkeler ve AB ile kendini sınırlandırmıştır...
1990’lı
yıllarda benzer biçimde daha çok iç politika konularına
yoğunlaşılırken, önceki döneme kıyasla dış politika
konularında artış ve çeşitlenme görülmüştür...MGK
uluslararası boyuta taşınan bir hedef kitlesi belirlemiş,
ülkelere/örgütlere doğrudan seslenmiştir...
2000’li
yıllar, MGK’nın “Kurul” ve “Türkiye” etiketleriyle
kimliğe kavuştuğu yıllardır. Bu dönemde MGK basın
bildirilerinin yüzde 88’inde dış politika konularına
değinildiği saptanmıştır...
MGK’da
dış politikanın seyrine ve milli güvenlik söylemine
bakıldığında, 1980’li yıllarda daha çok iç politika ile
birlikte okunan, milli güvenliğin, 1990’lı yıllarda giderek dış
politika alanına kaymaya başladığı, 2000’li yıllarda ise
ağırlıklı olarak içeriğin bu alanda tanımlanmaya başladığı
görülmüştür. Devletin tüzel kişiliğinin korunması anlamında
milli güvenlik, artık daha çok dış politikaya dönüktür. Sonuç
olarak, son dönemde aslında MGK kendi özelinde daha etkili,
bütüncül bir kimliğe kavuşmuş, adeta bir dış politika
uzmanlık kuruluşu gibi bildiriler yayımlamıştır” (2).
2012-2016
arasında MGK'nın ele aldığı konuları, dış politika konuları
ve diğerleri diye ayrıştırırsak şu sonuca varırız:
Dış
politikayı içermeyen konular: 2012'de 7; 2013'te 10; 2014'te 12;
2015'te 24 ve 2016'da 21 kere ve dış politika konuları da 2012'de
26; 2013'te 16; 2014'te 25; 2015'te 32 ve 2016'da a 25 kere ele
alınmıştır.
2012-2016
arasında ele alınan toplam konular içinde dış politika
konularının oranı yüzde 63 iken dış politikayı içermeyen
konuların oranı da yüzde 37 idi
(2012-2016 arası verilerin MGK'nın yıllık basın bildirilerinden
derledik. Yanlış sayım yaptıysam özür dilerim. Kaynak:
http://www.mgk.gov.tr/index.php/2011-2015-yillari-arasi-basin-bildirileri).
Sonuç
itibariyle, 1985-2016 döneminde MGK toplantılarında dış
politikayı ilgilendiren konuların dış politika dışı konulara
oranı giderek artmıştır; bu artış 1985-1991 döneminde yüzde
19'dan 1991-2003 döneminde yüzde 60'a, 2003-2011 döneminde yüzde
88'e çıkmış ve 2012-2016 döneminde de yüzde 63 olmuştur.
Buradan
çıkartmak istediğimiz sonuç şudur: 1990 öncesi dönemde MGK,
esasen iç güvenlik sorunlarını ele alırken 1990'dan sonra
Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasında sınır örtesi sorunlar
giderek ağırlık kazanmıştır.
Ulusal
güvenlik konsptinde 1990'lı yılların hemen başında bir yön
değişimine gidiliyor; daha önce NATO çerçevesinde SSCB'ye ve
aynı NATO üyesi olmasında rağmen Yunanistan'a göre şekillenmiş
olan ulusal güvenlik konseptinde iç tehdit ve bu tehditle bağlam
içinde Suriye-Irak-İran ilk sırada yer alıyordu. Açık ki bu
değişimde revizyonist blokun dağılması (dış düşman algısı)
ve aynı zamanda Kürt ulusal mücadelesinin yükselmesi (PKK-iç
düşman) belirleyici olmuştur.
Ulusal
güvenlik konseptindeki bu değişimlere rağmen bütün 1990'lı
yıllarda Türkiye'nin ulusal güvenlik konsepti iki kutuplu dünyada
geçerli uluslararası güvenlik konsepti çerçevesinde kalmıştır.
Değişim
önce ulusal güvenlik konseptinin belirlenme mekanizmasında
başlamıştır. 1980 askeri faşist darbeden sonra, 1980-1983
arasında siyasi iktidarı elinde tutan Milli Güvenlik Konseyi
(Beşli faşist çete) ulusal güvenlik politikasını hazırlıyor
ve MGK Genel Sekreterliği vasıtasıyla ülkenin ulusal güvenlik
konsepti ve dış politika anlayışı olarak belirletiyordu. MGK
kararları olarak yayınlanan anlayışlar tartışılmıyordu;
“ulusal çıkarlar” baskısıyla MGK'nın izlediği politikaların
sorgulanması engelleniyor, daha ileri gidildiğinde de “vatana
ihanet”le “mezar suskunluğu” ortamı yaratılıyordu.
Ancak
bu durum 2000'li yıllarla birlikte değişmeye başlamıştır.
Değişim önce karar alıcı mekanizmalarda başlamıştır.
AB,
1999'da Türkiye'de reform sürecini teşvik etme kararı almıştı.
Bu karardan sonra Türkiye'de ulusal güvenliğin tanımlanması
üzerine kamuoyunda tartışmalar gündeme geldi. Reform sürecinin
hızlanmasıyla birlikte siyasal alanda sivil toplum lehine genişleme
oldu ve ulusal güvenlik politikası üzerine tartışmalar kısmen
de olsa kamusallaştı(3).
Artık
orduda, kamuoyunda, siyasi alanda ulusal güvenlik anlayışının
sorgulandığı bir sürece girildi. Bu sürece paralel olarak
1999'da Helisinki Zirvesi kararı ile başlayan, ama esasen de
AKP'nin hükümet olmasıyla hızlanan AB'ye uyum için çıkartılan
“uyum paketleri” ile anayasanın birçok maddesi 12 Eylül 2010
referandumu sonrasında değiştirildi. Bu değişiklikler sonuçta
MGK'daki güçler dengesini bozdu; MGK'nın bileşimi sivil üyeler
lehine değişti. MGK'ya sivil bir Genel Sekreter atandı. Bunun
ötesinde YÖK ve RTÜK'ten askeri üyeler çıkartıldı. TSK,
Sayıştay'ın hukuki denetimine tabi kılındı. Yüksek Askeri
Şura'nın (YAŞ) bazı kararlarına karşı yargı yolu açıldı.
Böylece iç ve dış politikada, ulusal güvenlik politikasının
tespitinde ordunun belirleyiciliği kırıldı, etkisi
sınırlandırıldı; MGK'da sivilleşme, aynı zamanda faşist
diktatörlüğün askeri özelliğinin geriletilmesi ve sivil yönünün
önplana çıkması doğrultusunda adımlar atılmış oldu; artık
askeri faşist diktatörlük sivil faşist diktatörlüğe
dönüşüyordu.
Diğer
taraftan, bu değişim süreci MGK-TSK bağlamında şu anlama da
geliyordu: Başlangıçtan 12 Eylül 2010'daki referanduma kadar
MGK, TKS'nın rolünü güçlendiren bir rol oynamaktaydı. Söz
konusu referandumdan sonra durum değişmiş, sivilleşen, bileşimi
değişen MGK, TSK'nın rolünü güçlendiren yapısından
arındırılmış oldu.
Ahmet
Davutoğlu'nun -2003'ten itibaren Başbakan Erdoğan'ın dış
işlerden sorumlu baş danışmanı- 2009'da Dışişleri Bakanı
görevine getirilmesiyle Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik
anlayışındaki değişim de hızlandı; A. Davutoğlu, yeni diye
tanımlanabilecek özellikler gösteren dış politikanın ve
dolayısıyla ulusal güvenlik anlayışının mimarıydı. Yeni dış
politikanın temel özelliklerini Davutoğlu “Stratejik Derinlik”
kitabında ayrıntılı olarak açıklar. Coğrafya, jeopolitika, dış
politika ve ulusal güvenlik arasındaki diyalektik bağı Türk
burjuvazisinin çıkarları açısında irdeler ve atılması gereken
adımları açıklar. Osmanlı coğrafyası ve özellikle de yakın
alan coğrafyası üzerinde tarihsel etkiden, hak sahipliğinden;
komşu ülkelerle yabancılaşmanın sonlandırılmasından,
karşılıklı önyargıların silinmesinden bahseder.
Davutoğlu,
Türkiye'de “proaktif dış politika”nın mimarıdır. “Proaktif
dış politika” sonucunda komşu ülkelerle “sıfır sorun”
temelinde ilişkiler ve bu ilişkiler sonucunda da “azami
işbirliği” gündeme gelir. Ama “proaktif dış politika” hiç
de “sıfır sorun”lu dış politika anlamına gelmiyordu.
“Proaktif dış politika” dış politik gelişmelerde, somutta da
komşularla ilişkilerde edilgen olmaya son vermek, komşuların dış
politikalarını etkilemek, yönlendirmeye çalışmak; dış
politikada, komşularla ilişkilerde önceden planlanmış,
hazırlanmış olarak hareket etmek ve böylece sonuçları etkilemek
anlamına gelir. “Proaktif dış politika”, uygulandığı ülke
üzerinde etkili olmak, onu baskı altına almak anlamına gelir. Bu
bakımdan hiç de “sıfır sorun”lu dış politikaya uygun
değildir; tam tersine sorun çoğaltan dış politikaya zemin
oluşturur. Bu politikanın uygulanmasının sonuçları ortadadır.
Sonuç
itibariyle Davutoğlu, Türkiye'nin yeni dış politikasını coğrafi
konum ve tarihsel miras üzerine kurmuştur. Yeni dış politika
kaçınılmaz olarak yeni ulusal güvenlik politikası oluşturmak
anlamına gelir.
Başbakan
olarak Davutoğlu azledildi. Ama mimarı olduğu “proaktif dış
politika” ve o temelde yükselen yeni ulusal güvenlik konsepti
geliştirildi ve uygulanıyor. Bu politikanın yansımalarından
birisi de Erdoğan'ın gevelediği “Misak-ı Milli”dir; Suriye'de
işgalci girişim ve Musul'a müdahale çabalarıdır.
Sonuç
itibariyle şunu söyleyebiliriz:
A.
Davutoğlu ile daha Erdoğan'ın baş danışmalığı döneminde
başlayan yeni dış politika ve ulusal güvenlik açılımı, bu
alandaki değişim, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri dikkate
alan bir perspektife sahiptir. Bu ulusal güvenlik anlayışı,
açıktan da dile getirildiği gibi Türk burjuvazisinin ve
dolayısıyla sermayesinin bölgesel ve uluslararası aktör olma
iddiasının dışa vurumuydu ve dışa vurumudur. Bu “proaktif dış
politika” ve onun başka bir biçimde tarifi olan ulusal güvenlik
politikası, koşulların uygun olduğu her fırsatı değerlendirerek
yayılmacılığı, saldırganlığı, savaşı içermektedir.
Güncellenen Misak-ı Milli söylemi ve o doğrultuda Suriye'de
atılan adımlar, Musul, Kerkük ve Telafar çıkışları bu
“proaktif dış politika”nın ve yeni güvenlik konseptinin
doğrudan ifadesidir.
Ulusal
güvenlik politikasına geleneksel yaklaşımdan ne derece
kopulmuştur? Bu soruya hem kopulmuştur hem de kopulmamıştır diye
cevap vermek gerekir. Türk burjuvazisinin güvenlik algılamasının
tarihsel bir arka planı vardır. Bu burjuvazinin, ulusal güvenlik
dendiğinde anladığı, tehlikeden korunmaktır ve aynı zamanda
savunma pozisyonunda olmaktır. Sovyetler Birliği'ne karşı
varlığını güvence altına alma kaygısından dolayı NATO'ya üye
olan Türkiye, bu üyeliğine ve zamanla NATO'nun ikinci büyük
ordusuna sahip olmasına rağmen ulusal güvenlik sendromundan hiçbir
dönem kurtulamamıştır. Ne var ki, bu sendrom dün savunmacı
pozisyonda dile getirilirken bugün saldırganlık pozisyonunda dile
getirilmektedir.
Türk
burjuvazisinin ulusal güvenlik üzerine söylemi, Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana söylemde değişse de aslında hiç
değişmemiştir: Bu sendrom Sevr Antlaşmasından kaynaklanmaktadır
ve bölünme, parçalanma korkusudur. Hakim burjuvazi, Türkiye'yi
Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olarak görmektedir. Üç kıtaya
yayılmış olan ve milyonlarca kilometrekarelik alandan 779.452
kilometre kareye gerilemesi sonuçta bölünme korkusunu
güçlendirmiştir.
Türk
burjuvazisinin bölünme ve parçalanma korkusunda dış güçler
belirleyici rol oynar, ama dönem dönem de iç dinamikler de
(örneğin Kürt ulusal hareketi) bölünme ve parçalanma korkusuna
zemin oluşturur.
Türk
burjuvazisinin ulusal güvenlik algılamasında savunmacılık son
döneme kadar hep belirleyici olmuştur. Kıbrıs'a müdahale ve
adanın bir kısmının işgali dahi savunma konseptinde değişime
neden olmamıştır. Ancak Davutoğlu tarafında geliştirilen
“proaktif dış politika” ve bu politikayla bağlam içinde
ulusal güvenlik anlayışı, savunmacı ulusal güvenlik anlayışının
önüne geçmiştir.
Türkiye'nin
güvenlik konsptinde jeostratejik konumu belirleyici önemi haizdir.
Dün değil ama bugün Türk burjuvazisi, bu konuma dayanarak
bölgesel ve küresel jeopolitika geliştirme hevesine kapılmıştır.
Türkiye Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin tam
ortasında yer almakta ve buna ek olarak Akdeniz, Karadeniz ve Eğe
Denizi ile çevrelenmektedir. Bu coğrafya istikrarsızlıklarla,
belirsizliklerle; dolayısıyla her dönem var olan çelişkilerle
dolu bir coğrafyadır. Bu çelişkiler Türkiye'ye her zaman bir
biçimde yansımaktadır. Türk burjuvazisi ülkenin bu jeostratejik
konumunu ulusal güvenlik konseptinin tespitinde başat faktör
olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin ulusal güvenlik
konseptinde coğrafya belirleyicidir; bu konumdan uzaklaşan bir
güvenlik konsepti Türk burjuvazisi için düşünülemez. İki
kutuplu dünyanın dağılmasından sonra Balkanlar'da, Kafkasya'da
ve Ortadoğu'da yaşanan ve hala devam eden savaşlar, Türkiye
coğrafyasının ne denli çelişkilerle dolu olduğunu ve bunun da
Türkiye'yi nasıl etkilediğini göstermektedir.
Dışişleri
Bakanlığı'nın sitesinde yer alan “Türkiye´nin
Uluslararası Güvenlik Perspektifi ve Politikaları” yazısında
coğrafya
ve ulusal güvenlik politikası arasındaki bağ şöyle
açıklanmaktadır:
“Cumhuriyetin
kurulmasından günümüze Türkiye’nin güvenlik politikası, biri
coğrafi konum, diğeri komşu ülkelerle ilişkiler olmak üzere,
iki temel olgu dikkate alınarak şekillendirilmiştir. Bu iki
belirleyici faktör, Türkiye’yi Avrupa, Balkanlar, Kafkasya,
Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde ve zaman zaman bu
bölgelerin de ötesinde güvenlik alanında önemli bir aktör
haline getirmiştir” (4).
3-Türk
Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti
Türkiye'nin
ulusal güvenliğinin oluşumunda ve belirlenmesinde birçok yeni
gelişmeler meydana gelmiştir. Davutoğlu'nun mimarlığını
yaptığı yeni ulusal güvenlik konsepti, şimdi, özellikle de 15
Temmuz darbe girişimi sonrasında açıktan savaş, saldırganlık
konsepti olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türk
burjuvazisi çok özgün bir süreçten geçmektedir. Bu özgünlük
sadece şimdiye kadar olduğundan daha sık ulusal güvenlikten
bahsetmesi, yeni bir ulusal güvenlik politikasının
oluşturulmasından bahsetmesi değildir. Bu sefer durum, şimdiye
kadarki ulusal güvenlik anlayışından oldukça farklıdır. NATO
üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası
NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya
karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine
entegre edilmişti. Şimdi Türk burjuvazisinin dış düşman
algılaması değişiyor. İç düşman algılamasında da Kürt
Özgürlük Hareketi, dönem dönem de politik İslamcı
örgütlenmeler, duruma göre yer değiştirseler de ilk iki sırada
yer alıyorlardı.
Şimdi
durum değişti. Dış düşman algılamasında bu sefer Rusya yer
almıyor, ama NATO'da müttefiki konumunda olan ülkelerin bir kısmı,
ismen tanımlanmasalar da ilk sıralarda yer alıyorlar; Bu ülkelerin
en başında ABD gelmektedir, Onu Almanya takip etmektedir. Bölgesel
olarak Suriye, Irak rejimleri dost olmayanlar cephesinde yer
alıyorlar. Örneğin MGK, 30 Kasım 2016 tarihli toplantısından
sonraki basın bildirisinde “Bazı ülkelerin, PKK/PYD-YPG ve
FETÖ/PDY lehine çifte standart uyguladıkları, mensup ve
destekçilerine kol kanat gerdikleri, bunları maksatlı olarak
farklı şekilde tanımladıkları vurgulanarak, bu ülkeler
tutumlarını değiştirmeye davet edilmiştir” görüşüne
yer vererek düşman algılamasının yönünü Batılı
müttefiklerine çevirmiştir. Burada oldukça diplomatik bir üslup
kullanılıyor, ama diktatör Erdoğan'ın Batı'lı müttefikler
bağlamındaki açıklamaları hiç de diplomatik ve dostane değil.
İç
düşman algılamasında “Gülen Hareketi” ve Kürt Özgürlük
Hareketi başat durumda: Rejim her ikisini de kesinlikle tasfiye
edeceğini açıklıyor ve ona göre de hareket ediyor.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan
“Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında da Batılı
emperyalist güçlerdir. Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz
darbe girişimi, Suriye savaşında ve Musul operasyonunda
ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Yine
yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan Türk burjuvazisinin
“Misak-ı Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası
güdeceğini açıklamasıdır.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı
eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal
güvenlik konsepti arasındaki temel değişim budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş programıdır.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinin içeriğine bakarak bunun nasıl bir
savaş programı olduğunu açıklayabiliriz:
“Uluslararası
İlişkiler ve
Stratejik Analizler Merkezi” (Türksam)
(5),
Türk
burjuvazisine, hükümetlerine, ordusuna akıl hocalığı yapan,
sömürgeci, yayılmacı kurgular üreten ve bunları rejim ile
paylaşan bir “düşünce fabrikası”dır.
Kendi
tanımlamasıyla
Türksam’ın
Vizyonu”:
“Türkiye
Cumhuriyeti’nin bekası ve yurttaşlarının refahının
sağlanmasına yardımcı olmak maksadıyla; bölgesel ve Türkiye’yi
doğrudan-dolaylı ilgilendirebilecek bölge dışı
siyasi-ekonomik-teknolojik-askeri-dini ve sosyokültürel gelişmeleri
yakından izlemek, bu gelişmeler doğrultusunda karar vericilere
yardımcı olabilecek güvenlik ve dış politika seçenekleri
sunmak, kamuoyunu aydınlatmaya yardımcı olmaktır”.
Kendi
tanımlamasıyla “Türksam’ın
Hedef ve İlkeleri”: Türksam,
Türkiye’nin milli güvenliğine yönelik konular üzerine
stratejiler üreterek, Türkiye’nin geleceği için bunları
paylaşmayı hedeflemektedir. Temel ilke olarak, ideolojik tutum ve
önyargılı yaklaşımdan uzak bir çizgiyi benimseyerek; bilimsel
teorik temelli, gerçekçi stratejik açılımları, somut bilgiye
dayanan değişik karar seçenekleri ve etkili çözümleri, gerek
karar alıcılara gerekse kamuoyuna çeşitli şekillerde sunmayı
hedeflemektedir. Çeşitli araştırma alanları ve enstitüleriyle
Türksam, Türkiye’nin içersisinde bulunduğu coğrafyadaki güçlü
ve zayıf yanları, karşı karşıya bulunduğu fırsat ve riskleri
tartışma, yeni fikirler, yeni bakış açıları geliştirme ve
karar alıcılara farklı strateji seçenekleri sunma hedefi
içerisindedir. Bu yüzden Türksam, Türkiye ile ilgili, her yeni
analitik fikir ve her türlü bakış açısına açık bir anlayışa
sahiptir.
Türksam;
bölgesel ve küresel anlamda Türkiye’yi ilgilendiren konular
üzerine düzenleyeceği jeopolitik tartışmalar, bilgilendirme
toplantıları, beyin fırtınaları, seminerler, paneller, devlet
adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin,
gazetecilerin, işadamlarının ve STK temsilcilerini davetle onların
bilgi ve düşüncelerinden Türk kamuoyu ve karar vericilerinin
paylaşmasına yardımcı olmayı, bunlara ilaveten konferanslar ve
periyodik olarak çıkaracağı dergi, bülten, rapor, kitap vb.
yayınları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü ve kararlı
adımlarla, gelecekte dünya ülkeleri arasında tavizsiz ve daha
etkin bir konumda yer alabilmesine katkıda bulunmayı ve hız
kazandırmayı temel ilke edinmiştir” (6).
12
Haziran 2007'de yayınlanan (İlkin 2005'te yayınlanmış) “Sınır
Ötesi Harekat ve Türkiye’nin "Önleyici Vuruş" Hakkı”
başlıklı
yazıda bu
ulusal güvenlik konsepti bağlamında şöyle deniyor:
“ABD
askeri dergisinde küstahça Türkiye'yi bölen haritalar
yayınlanmakta, ABD büyükelçisi sınır ötesi harekatın ABD
iznine bağlı olduğunu ifade etmekten çekinmemektedir. Irak'ta
öldürülen Rus diplomatları için Rusya Duma'sı Başkan Putin'e
teröristlerin nerede olursa olsun bulunması ve öldürülmesi
yetkisi vermektedir. ABD ikiz kulelere saldırı oldu diye Afganistan
ve Irak'ı işgal etmekten çekinmemiş ve hatta bunu bir fırsat
olarak değerlendirmiştir. İsrail bir askeri kaçırıldı diye
bütün Filistin halkını hedef alan saldırılar yapmakta, güvenlik
gerekçesiyle Lübnan'a girmekten çekinmemektedir. Aynı
gerekçelerle Suriye ile İran'ı dahi bombalayacağını söylemekten
geri kalmamaktadır. Görüldüğü gibi ülkelerin güvenlikleri,
ülke vatandaşlarının güvenlikleri ve özellikle de askerlerinin
güvenlikleri söz konusu olduğunda aklı başında büyük
devletler bütün araçları kullanmakta, sınır ötesi harekat
dahil bütün seçenekleri hiç kimsenin 'oluruna' gerek duymadan
uygulamaktadırlar...
Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, “Türkiye'nin, şartlar gerektirdiğinde
sınır ötesi harekat da yapabileceğini” belirtmiştir...
Başbakan
Erdoğan’ın “çekimser ifadelerle” söylemek istediği ve
“sınır ötesi harekat” yeni bir hadise değildir ve
uluslararası anlaşmalardan doğan bir haktır. Şimdiye kadar
dünyanın bir çok ülkesinin kendi milli güvenlikleri gereği
kullandığı bu hak, literatürde “Önleyici Vuruş Hakkı”
olarak bilinmektedir.
11
Eylül terör saldırılarından sonra Başkan Bush tarafından
“Pre-emptive Strike” olarak formüle edilen “Önleyici Vuruş
Doktrini”, devletin gerekli gördüğü hallerde dünyanın
neresine olursa olsun, 'tek yanlı' müdahale etme ve 'düşman'ı
kendi belirleyeceği zamanda 'önceden vurma' hakkına sahip olduğu
konseptine dayanmaktadır. ABD bu hakka dayanarak terör örgütleri
bir yana, bu örgütlerin yuvalandıkları ileri sürülen ülkeleri
dahi işgal etmiştir. Yine İsrail’in Lübnan ve Filistin
topraklarında, ABD’nin Irak ve Afganistan’ın yanısıra bazı
güney Amerika ülkelerinde ve Libya’da bu hakkı kullandıkları
bilinmektedir.
Saddam
rejimi döneminde Türkiye tarafından da sıklıkla kullanılabilen
bu haktan, Rusya dahi gerektiğinde istifade edebileceğini
açıklamıştır. Rusya Genelkurmay Başkanı Korgeneral Yuri
Baluyievski “Moskova, dünyanın her noktasında teröristlerin
üslerine önleyici saldırılar yapmaya hazırdır” diyerek bu
haklarını saklı tutmuştur.
...biz
milli güvenliğimize ve genel olarak ülke bekasına karşı yönelen
bu saldırılara karşı uluslararası camianın kullandığı
“önleyici vuruş hakkı”mızı kullanacağımızı en başından
ilan etmezsek, sonra Anadolu Ajansı’ndan adı belirtilmeyen ABD’li
yetkililerin “siz sınırınız dışında terör örgütlerine
karşı müdahalede bulunamazsınız” türünden saçmalıklarını
daha çok dinleriz. Bu sebeple Türkiye’nin hiç vakit geçirmeden
ve tereddüde mahal bırakmayacak şekilde en üst seviyede
Türkiye’ye tehdit teşkil edebilecek her türlü terör
örgütlerine karşı dünyanın neresinde olursa olsun “Önleyici
Vuruş Hakkını” kullanacağını açıklaması ve uygulaması
gerekmektedir” (7).
Türksam
böyle akıl veriyor; Türkiye'nin “önleyici vuruş hakkı”
vardır, bu hakkı tereddüt etmeksizin kullanması gerekir, Başbakan
Erdoğan bu hakkı kullanma konusunda yıllarca çekingen
davranmıştır, ama sonunda “çekimser ifadelerle de olsa” bu
haktan yararlanılabileceğini açıklamıştır. Türkiye,
tereddütsüz olarak, saldırana karşı bu hakkı, saldıran
neredeyse onu orada imha ederek kullanmak zorundadır vb. Akıl
hocası yeni güvenlik konseptinin saldırganlık üzerine inşa
edilmesini önermektedir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da
savunma içerikli ulusal güvenlik konseptinin, saldırı içerikli
ulusal güvenlik konseptine dönüştürülmesi için adımlar
atılmaya başlanmıştır.
Daha
Türkiye kurulmadan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde,
somutta da Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos – 13 Eylül 1921)
esnasında Mustafa Kemal ulusal güvenlik konseptini "hatt-ı
müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün
vatandır” diye açıklıyordu. Bu, savunma ekseli bir ulusal
güvenlik konseptiydi.
Türk
burjuvazisinin akıl hocası Türksam, böyle bir ulusal güvenlik
konseptinin artık geçerli olamayacağını saldırı eksenli ulusal
güvenlik konseptine geçilmesini önermektedir.
Kürt
Özgürlük Hareketine karşı Saddam döneminden bu yana, dönem
dönem sıkça olmak üzere sınır ötesi saldırılar
düzenlenmiştir, ama bu Türkiye'nin ulusal güvenlik konseptinde
belirleyici olmamıştır. Ulusal güvenlik konsepti, NATO'nun
uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş olarak kalmıştır.
Türksam artık bu anlayışı değiştirilmesi gerektiğini
vurgulamaktadır.
Şimdi
bu saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti hakkında R. T.
Erdoğan'ın ne dediğine bakalım:
9.
Avrasya İslam Şûrası açılışında yaptığı konuşmadan
(11.10.2016):
“Bizim
Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını
barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik
hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer
ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı
dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek,
tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden
önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir
yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz,
bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler
binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok
yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak,
Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350
kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek;
biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.
Diktatör
Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor
(19.10.2016):
“Malum
son zamanlarda gündemde olan önce Lozan’ı ifade ederek gündeme
düşürdüğümüz konu, ardından Misakı Milli konusu, işte
bunlar hepsi bu sürecin nasıl yönetildiğini, bizlere nasıl bazı
gerçekleri yanlış öğrettiklerinin en açık ifadesidir.
Gençlerimizin
Lozan’ı incelemesi, araştırmasıyla, birileri rahatsız oluyor,
varsın rahatsız olsun. Niye korkuyorsunuz? Tartışılsın,
incelensin, kim ne demiş görülsün, doğru-yanlış
bilelim...Lozan...acaba doğru mudur, bu soruyu kendimize bir
soralım. Yanlış diyenler varsa, niye yanlış diyor, bunu da
soralım...
Misakı
Milli dedik değil mi? Şimdi Misakı Milli niye rahatsız ediyor?
Misakı Milliyi gündeme getiren kim? Gazi Mustafa Kemal. Niye
rahatsız oluyorsunuz? Bak biz rahatsız olmuyoruz. Misakı Milli
batıdan doğruya nasıl başlıyor, burada bir tarih yok mu? Burada
bu milletin geçmişi yok mu? Niye rahatsız oluyorsunuz? Rahatsız
olmayın. Onun için de bunu da öğrenelim, bilelim, dün neydi,
bugün ne? Ve bunu tabi birileri anlamak istemiyor, derdi başka, ama
anlayanlar var hamdolsun...
Şimdi
bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda manzara nedir?
Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir devletti ki, bu
devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve manevi olarak derin
yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5 milyon kilometrekare
olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl sonra Lozan’ı
imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza katılan Hatay’la
birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü. Bakın 2,5 milyondan
780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.
Kurtuluş
Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza
sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda
Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları
itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar
olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür.
Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul
edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır.
Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik
biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon
kilometrekarelerden geldik.
2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü
biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış
bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde,
bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik.
Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla,
vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük
bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin
fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...
...Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız...
Türkiye,
Suriye ve Irak’ta yaşanan hadiseler karşısında da işte bu yeni
güvenlik anlayışımıza uygun bir duruş sergiliyor. Yıllarca
Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek,
hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm
bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar
üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda
PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca
anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz
kesmemiz gerekiyor...
İşte
Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne
diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz,
kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var?
El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye
gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi
olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine
doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle
beraber kuşatma altına almamız lazım...
Türkiye’nin
Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki
oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki
Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına
düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden
yapılandırılması meselesidir.
Bağdat
Hükümeti ve Esad rejimi gibi yapılar ile terör örgütleri eliyle
hayata geçirilmeye çalışılan bu proje, Türkiye’nin bekasını
tehdit ediyor. Hiç kimsenin bu oyunda bize biçtiği role rıza
göstermek zorunda değiliz. Türkiye olarak kendi planlarımızı
uygulamaya başladık...
Biz
hem sahada olacağız, hem de masada olacağız.’ Ve bu yeni
yaklaşımın gereği olarak da Musul meselesini Musul’da çözmek
mecburiyetindeyiz. Şayet Musul’u feda edersek, mezhepçiliğe feda
edersek sorunun kendi sınırlarımıza dayanmasını engelleyemeyiz.
Musullu
kardeşlerimizle birlikte Kuzey Irak Yönetimi, hatta tüm bölge bu
süreçten çok büyük zarar görecektir. Suriye’de hangi amaçla
ve nasıl harekete geçtiysek, Musul için de aynı şekilde
davranmakta kararlıyız. Çünkü Musul’un tamamı kahir
ekseriyeti Arap Sünni ve bir miktar da Türkmen Sünni kardeşlerimiz
var. Biz orayı kalkıp da farklı bir mezhebi anlayışa terk
edemeyiz...
Bölgede
etkin olan ülkeler Türkiye’nin bu hakkını saygı göstermek
mecburiyetindedir. Bizim 911 kilometre Suriye sınırımız var, 350
kilometre Irak sınırımız var. Biz burada sınırdaş olacağız,
biz söz söylemeyeceğiz; sınır olmayan onlar istediği gibi
kesecek biçecek, ondan sonra da elbiseyi yapacak… Yok böyle bir
şey. Bu tavrımızın ne savaş çığırtkanlığıyla, ne Irak’ın
egemenliğini ihlalle, ne de başka herhangi bir art niyetle ilgisi
yoktur. Biz kendi istiklalimizi ve istikbalimizi korumak için
mücadeleyi nerede yürütmemiz gerekiyorsa orada olmak istiyoruz. Şu
anda bunun yeri Musul’dur, öyleyse biz Musul’da olacağız...
Suriye’deki,
Irak’taki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki bütün yerler gibi
Halep’i de kendimizden ayrı görmedik, göremeyiz”.
“Bursa
Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmadan (22.11.2016):
“Cumhuriyet
bizim ilk değil son devletimizdir. Bu devletin sınırlarını
gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz, onu da söyleyeyim.
Unutulmamalıdır ki Cumhuriyeti kuran kadronun çok önemli bir
bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni
devletimizin sınırları dışında kalmıştır. Neyi
kastettiğimizi anlıyorsunuz değil mi? Bunu Bursalılar çok iyi
bilir.
Uzun
zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların
etkisiyle biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o
dönemde buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin
tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim
olup devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye
kalkışmaktır; işte biz bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok.
Artık bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi
gerektiğini söylüyoruz” (8).
Söylenenler
oldukça açık. Faşist rejim, ulusal güvenliği sınır ötesinde
operasyonlarla sağlamak için yeni bir konsept oluşturduğunu
açıklıyor. Bu konsepte göre de yapılması gereken neyse onu
yapacağım diyor.
Türk
burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış
buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı
altında doğrudan saldırı eksenli konsept
olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar
olarak sıralayacak olursak:
1)
Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir
Gelişmesinin
bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş
olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli
olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.
Tarihi yeniden yazmak için -burjuvazi tarihi, çıkarlarına göre
sürekli yeniden yorumlayabilir- Lozan'ı “incelenmesi,
araştırılması”, gerçeklerin öğrenilmesi için tartışmaya
açıyor. Erdoğan, şimdiye kadarki resmi tarihin Lozan'ı büyük
bir zafer olarak ele aldığını, toplumun ve özellikle de
gençliğin bu algılamayla yetiştirildiğini, bunun doğru
olmadığını, şimdi gerçekleri dile getirmenin zamanı geldiğini
açıkça ifade ediyor.
Erdoğan'a
göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım
zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun
maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la
çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını
gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor
ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal
etmek olduğunu açıklıyor. Bu, bir savaş programıdır.
Misak-ı
Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine kemalist
diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan,
Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması
gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin
geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının
hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına (9) sahip çıkmak olmasına
rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu
coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın
alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780
bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu
açıklıyor: “Asıl
vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip
kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz
işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır”.
Bu
yakın alan coğrafi sınır çizimi “yeni Osmanlıcılık”
olarak da tanımlanabilir. Önemli olan bu alanın
hangi kavramla tanımlandığı değil, önemli olan Türk
burjuvazisinin bugün gelmiş olduğu gelişmişlik sürecinde bir
Misak-ı Milli talebiyle
“arka bahçe”den
bahsetmesidir.
Açık ki bu, Türk burjuvazisinin yakın alan jeopolitik hedefidir.
2)
“1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz”
Eski
ulusal güvenlik konsepti:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen
Erdoğan
şimdiye
kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk
burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini
ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu
açıklıyor: “1923’ün
psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o
satıh tüm vatandır” anlayışı
“psikolojisi”dir.
Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin
anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen
topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan
topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma
eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
“Bizi
Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek
savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına
cevap vermediğini ve terk
edilmesi
gerektiğini açıklıyor.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti:
Artık
savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli
ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik
konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu
konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin
sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...
Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız”.
Diktatör
Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden
bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye,
hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi
kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan
eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD,
İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik
politikası uygulamaktalar.
3)
Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz
Ulusal
güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952)
müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO
üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun
uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler
Birliği ve revizyonist blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da
Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla
birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli
değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle
Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu
olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk
burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den
ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk
burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak
kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur.
15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da
güvensiliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe
girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik
ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve
Irak'tan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin
algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi)
sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır.
Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven
alıyor. Bu durumu Erdoğan şöyle açıklıyor:
“Yıllarca
Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek,
hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm
bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar
üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda
PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca
anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz
kesmemiz gerekiyor...
İşte
Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne
diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz,
kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var?
El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye
gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi
olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine
doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle
beraber kuşatma altına almamız lazım...”.
15
Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı
müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında
iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk
burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen
Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur.
Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de
müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada
var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası
geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Gelişmesinin
ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra
Türk burjuvazisinin Batı'yla sorunsuz denebilecek güvenlik
ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.
4)Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir
Bu
coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın.
Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün
olabilir. Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama
özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında
yaşamıştır. Her iki dünya savaşı arasında Türkiye-Sovyetler
Birliği arasındaki dostluk ilişkileri gelişmiş, Türkiye ve
Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki mesafeli kalmıştı
(Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya
lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında
Türkiye'nin Batı dünyasına kapağı atması, bu istisnai durumu
ortadan kaldıran adım olmuştur.
NATO
üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde
kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra
da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır.
Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya
tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu
kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti
oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan
kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya
ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile
getirmektedir. Bu jeopolitik anlayışın temel özelliklerini
herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:
-
Kuşatılmak istemiyorsan,
kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında
karşılamak ve imha etmek zorundasın. Esas hedef, “sinekler”
değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu
durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler
hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk
burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır;
onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler
bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar.
Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri
belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi,
devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak
görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları
için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde
olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri
üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin
Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri,
Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu
terör örgütleri nerede konuşlanmışlarda (bataklık) orada imha
edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın
coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul
olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını
istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir;
kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu
yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri
yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün
için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları
için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır.
Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da
girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için
sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile
sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve
Fırat'ın doğusunun da (Kobane Kantonu) hedef alınacağını,
gerekirse Irak'a da aynı amaçla girileceğini açıkça ilan
etmektedir.
-Kuşatmayı
yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden
(müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
-Bu
coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşlatılmışlığı,
kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak
için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.
Bu
nedenle Akdeniz'den
başlayarak Irak
sınırına kadar, yani
Rojava'da kesintisiz bir
tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak
böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi
boğulursa Suriye ve Irak
toprakları Türkiye için
saldırı üssü olmaktan
çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul
hattını
kendi güvenliği için savunma hattı
olarak görmektedir. Halep-Musul hattı
aynı zamanda Misak-ı
Milli'nin güney
sınırlarıdır. Bunu daha
açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı
mücadele bağlamında “Suriye
ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu
mücadeleyi yine sürdüreceğiz”
diyerek Misak-ı Milli'nin
tam sınırını çizmektedir.
Türk
burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini
savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ve bunu da başka
ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur diye açıklamaktadır.
Halep düştü, ama Türk burjuvazisi koridor sevdasından vazgeçmedi
ve geçmeyecektir de. Esas amacı, Güney Kürdistan'ı da katarak
Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir koridordur, ki bu tam da
Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını oluşturmaktadır.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve
Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve
Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça
önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları
içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek
için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.
Bu
da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı
altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsleri kurdu. Bu
durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış
olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını
Hindikuş'unda savunmak için Afganistan işgal ve savaşına
katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için
Katar, Somali ve Afganistan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.
Türkiye
son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok
sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den
bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet
sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı
sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları
var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var (10).
Türk
burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada
varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar
Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık
göstermesidir.
Bütün
bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer
bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır
ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi
savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.
5)”Proaktif”
dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti
Yukarıda
“Proaktif” dış politikadan bahsetmiştik. Eski Başbakan A.
Davutoğlu, bu politikanın ne anlama geldiğini jeopolitik açıdan
“Stratejik Derinlik” kitabında analiz eder. Kendisi
Başbakanlıktan azledilmiş olsa da onun altyapısını oluşturduğu
bu dış politika, bugünlerde ulusal güvenlik ve Türk
burjuvazisinin jeopolitik açılımı perspektifiyle uygulanmaya
konmaktadır. Bu dış politika, Türk burjuvazisine Osmanlı
döneminde kendi hakimiyetinde olan yakın çevresinde yeniden aktif
olmanın; bu bölgelerde hakimiyet kurmanın yol ve yöntemlerini
göstermektedir. Bugün açısından en belirleyici özelliği,
ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde
karşılamanın ve imha etmenin yanı sıra birtakım insani
yardımlarla, kültürel ilişkilerle, ekonomik desteklerle söz
konusu bu bölgelerde tarihsel ilişkileri canlandırmak ve etkili
olmaktır. Türk burjuvazisi bu jeopolitik açılımında sadece
askeri varlığını değil, bunun ötesinde TİKA, AFAD, Kızılay,
Yunus Emre Enstitüsü, STK'lar gibi sivil kurumları da harekete
geçirmektedir. Türkiye'nin bu alanda yapmış olduğu harcamalar
dikkate değer boyutlardadır.
Açık
ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik
açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da
tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi
sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle
yapacaktır.
Böyle
bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri
yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri
Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici
özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var. Bu
önleyiciliği; saldırıyı gerçekleştirmek için Türkiye'nin
erken uyarı sistemlerine, tanker uçaklarına ve uçak gemisine
sahip olması gerekir. Türkiye, erken uyarı sistemlerine, tanker
uçaklarına; istediği noktaya yakıt tankeri ve uçaklarıyla
ulaşabilecek yeteneğine sahip. Ama uçaklara bomba ikmali için
gerekli olan uçak gemisi yok. Anlatıma göre yakında böyle bir
yeteneğe de sahip olacak.
Şu
bizim “Sol”un halleri!
Özgürlük,
demokrasi ve sosyalizm mücadelesini kazanmak için sınıf düşmanını
doğru analiz etmek zorundayız!
Yazı
boyunca Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik konsepti
bağlamında dile getirdiği görüşleri, diktatör Erdoğan'ın
“ey” diye başlayan kükremesini abartmış olabilirim. Ama bu
iktidarın yıkılaması, sosyalizmin kurulması için mücadele eden
birisi olarak bu sınıf düşmanını her halükarda küçümsemek
istemiyorum. Söylediklerinin yüzde 1'inden daha azının doğru
olduğunu düşünelim: Bu durumda bugün yaşadıklarımız; o yüzde
birden daha aza denk düşen baskı, katliam, işgalcilik değil mi?
Rejim
söz konusu olduğunda “Sol” olarak önce ne yaman ne dehşetli
analizler yaptığımıza bakmamız gerekir. Ekonomik kriz gelir,
Erdoğan gidere bel bağlayanlardan hangi çelişkiler nasıl gelirse
faşist rejimin sonu gelire kadar uzanan o geniş “dehşetli”
analiz yelpazesi içinde faşist diktatörlüğe karşı özgürlük,
demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde özne olan sınıf ve sosyal
tabakaların örgütlenmesinde yerimiz nedir sorusu sorulmuyor. Bu
“dehşetli”, aynı zamanda oldukça da ayrıntılı; neredeyse
hiçbir etnik ve dinsel topluluğun rejimle keskinleşen
çelişkilerini gözardı etmeyen analizler, faşist rejimin iç ve
dış çelişkilerin keskinleşmesi ve etkide bulunması sonucunda
yıkılacağına umut bağlayalımla sonlanıyor; işçi sınıfını
ve emekçi yığınları örgütleyeceğim ve bu sömürü ve talan
sistemini yıkacağım ruhunun yerini kendiliğindenci gelişmelere
bel bağlama ruhu alıyor.
Yapamaz,
edemez, giremez, izin vermezler, yıkıldı yıkılacak, kriz götürür
vb. diyenlerin çoğunluğu “sol”da duranlardan oluşmuyor mu? Ne
oldu? Girdi, El Bab'a kadar gitti, işgal etti. Şimdi de El Bab
bataklığında boğulacağına umut bağlayanlar hiç de az değil.
Suriye'de işi bitti, Suriye politikası iflas etti dedik, ama saf
değiştirerek Suriye “sofrası”na şimdilik oturdu. (Şimdilik
diyorum, çünkü Ortadoğu'da her şey her an değişebilir).
Oturmakla kalmadı, Rusya ile birlikte “ateşkes”in devamını
sağlamakta sorumlu “garantör” devletlerden birisi oldu. ABD ve
AB'nin resmen ve düpedüz Suriye sorununda figüran durumuna
düşürülmesinde etkili oldu.
Türk
burjuvazisinin Suriye politikası iflas etmiştir. Bunu hep
söylüyoruz. Yahu bunu hükümet sözcüsü N. Kurtulmuş da aylar
öncesi “başımıza ne geldiyse Suriye politikasından dolayı
geldi” diye açıkladı. Ama hala oraya takılıp kalmış olanlar
yok mu? “Atı alan Üsküdar'ı geçmiş”, ama biz “Sol”
olarak hala oradayız; Suriye politikası iflas etti. Etti de ne
oldu? Suriye sorunuyla bağlam içinde bütün bağları mı koptu?
Kendi içine mi kapandı? Tam tersine yapmaya başladı: Suriye'de
işgalciliğe girişti, yeni ulusal güvenlik konseptinden
bahsediyor, güvenli bölge oluşturacağım, Münbiç'e, Afrin'e
sefer düzenleyeceğim diyor. Suriye sorununu çözen aktörlerden
birisiyim diyor, demekle kalmıyor, masaya da oturmuş durumda.
Burjuvazi politikasını değiştirmiş, başka bir politikaya göre
hareket ediyor, ama “sol” hala Suriye politikası iflas ettide
duruyor ve M. Sönmez'in Türkiye'de kapitalizmin büyümesini
anlattığı yöntemle Türk burjuvazisinin Suriye 'deki
işgalciliğini açıklamaya çalışıyor.
Türkiye'nin
artık eski Türkiye olmadığını; bağımlılık ilişkilerini
yeniden masaya yatırmak istediğini anlamak ve hitap ettiğimiz
sınıf ve sosyal tabakalara nasıl bir sınıf düşmanıyla karşı
karşıya olduğumuz anlatmak bu kadar zor mu? Tabii, avanak küçük
burjuvada Türkiye'nin Batı'lı müttefikleriyle gerilen ve
çelişkiye dönüşen ilişkilerinde bir “anti-emperyalizm”
görme bağnazlığı olduğu müddetçe gerçeği görmenin önü
kapatılmış olur. Ne demiyor Türk burjuvazisi? Batı'dan kopacağım
demiyor, sermayeniz gelmesin demiyor, ülkedeki mevcut sermayenize el
koyacağım, ulusallaştıracağım demiyor. NATO'dan ve başkaca
Batı'lı örgütlenmelerden çıkacağım, antlaşmaları
feshedeceğim demiyor. Ama “Sol” Batı'dan kopamaz, ekonomisi,
askeriyesi Batı'ya bağlı demeyi kendine dert edinmiş. Hangi
nedenlerden dolayı Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler gerildi,
çelişki boyutuna vardı sorusuna cevap vermiyor “Sol”. Batı,
Türkiye'den ne istiyor, Türkiye neyi yapmaya yanaşmıyor sorusuna
cevap aramıyor “Sol”. Batı, önce sevdiği, yolunu açtığı
Erdoğan'ı neden sevmemeye başladı, devirmek için neden darbe
girişiminde bulunda sorusuna cevap aramıyor “Sol”. Türkiye'nin
eski bağımlılık ilişkilerinden sıyrılmak ve yeni ilişkiler
kurmak için imkanlarını kullandığını söyleyememenin sınıf
mücadelesine katkısı nedir? Bilmiyorum.
Şu
“Sol”un ekonomi ve politik gelişmeleri değerlendirmesi bazen
oldukça garip. Ne demek istendiğini anlamak için birkaç kez
okumak gerekiyor. Bazen bu da yetmiyor, aynı konu üzerine bir
önceki görüş beyanında ne denmişti de şimdi -vurgulamak için-
böyle deniyor veya aynı anlayış farklı açılardan işleniyor
diye de düşünmek gerekiyor. Şunu açıkça söylemek istiyorum:
Diktatör Erdoğan önderliğinde faşist rejimin genel anlamda
Ortadoğu, özel anlamda da Suriye ve Irak politikaları ve başta
ABD olmak üzere Batı'lı müttefikleriyle ilişkileri
değerlendirilirken sergilenen yüzeysellik, kendini sınıf
düşmanını tanımamak, onu küçük görmek ve okura; devrimin
öznesi diye hitap edilen sınıfa ve sosyal tabakalara; somutta da
işçi sınıfına ve emekçi yığınlara doğruyu anlatamamak
olarak yansıtmaktadır. Halkların devrimci hareketini
birleştiriyoruz, Türkiye-Kürdistan coğrafyasında devrimci,
savaşan bir mücadele örgütünün vermesi gereken mücadeleyi
veriyoruz. Bu konuda bir sıkıntımız yok. Ama bunun lafını dahi
etmeyip de sonu gelmeyen analizler içinde kaybolanları ne
yapacağız? Onlar da “Sol”un içindeler.
Örneğin
Türkiye Irak'ta işgalcidir demek için İbadi'dinin açıklamasına
sığınanlar da “Sol”un bir parçasıdır. Türkiye'nin
Irak'taki işgalciliği İbadi'nin sözleri kanıt olarak göstererek
açıklanmadı mı? Yani İbadi Türkiye Irak'ta işgalcidir (Başika
kastedilerek) demeseydi, Evrensel yazarı M. Yalçıner Türkiye'nin
Irak'ta işgalci olduğunu açıklayamayacaktı. Çok önemli bir
kaynağa dayanarak bu gerçeği açıkladı! Ama tuhaf olan o ki,
aynı İbadi Türkiye ile sorunların çözüldüğünü de açıklıyor
(Sputnik).
Mürekkebi
kurumadan eskiyen görüşlerle ancak buraya kadar gelinebilirdi.
Sonuç
itibariyle: Diktatör Erdoğan'ı böyle konuşturanı, böyle
söyleteni iyi analiz etmeliyiz. 15 Temmuz darbe girişiminden bu
yana da onu ne Batı'lı güçler ne de Rusya böyle konuşturuyor;
onu böyle konuşturan Türk burjuvazisi ve sermayesidir; diktatör
Erdoğan bu burjuvazi ve sermayesinin siyasal temsilciğinini
yapıyor, onun çıkarlarını savunuyor.
(Gelecek
(son) makalede Türkiye'nin dünya ve bölge ekonomisindeki,
politikasındaki ve askeri kapasitesindeki yerini ele alacağız).
*
Dipnotlar:
1)
Bu kurul 1933-1949 yılları arasında “Yüksek Müdafaa Meclisi
Umumî Kâtipliği”, 1949-1962 yılları arasında da “Millî
Savunma Yüksek Kurulu ve Genel Sekreterliği” adı altında
faaliyet sürdürmekteydi. 1982 Anayasa ile bugünkü halini
almıştır.
2)Bulut
Gürpınar; “Milli Güvenlik
Kurulu ve Dış Politika”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 10, Sayı
39 (Güz 2013), s. 83-98.
3)Bkz.:Altan
Aktaş: “Güvenlikleştirme Yaklaşımı ve Türkiye’nin Ulusal
Güvenlik Anlayışındaki Dönüşüm”; “2001 Ağustosu‟nda
Anavatan Partisi‟nin kongresinde konuşan dönemin Başbakan
Yardımcısı Mesut Yılmaz, Türkiye‟nin AB‟ye entegrasyonunun,
anayasadaki değişiklikleri ve AB tarafından talep edilen diğer
reformları bertaraf eden “ulusal güvenlik sendromu” yüzünden
geciktiğini iddia etti. Yılmaz‟a göre sorun, Türkiye‟nin
ulusal güvenlik kavramsallaştırmasının AB ülkelerine göre çok
geniş tutulmasının yanında, ulusal güvenliğin kapalı kapılar
ardında tanımlanmasıydı. Kamuoyunun ve onun temsilcilerinin bu
süreçte ya çok sınırlı etkisi vardı ya da hiç yoktu. Bu
konuşmasından on gün sonra da, ulusal güvenliğin herkesi
ilgilendiren bir konu olduğunu ve sadece siyasi partiler tarafından
değil, kamuoyu tarafından da tartışılması gerektiğini belirten
bir açıklama yaptı. Yılmaz‟ın bu sözleri Genelkurmay
Başkanlığı, MHP gibi aktörler tarafından tepkiyle ve sert bir
dille karşılanırken, TÜSİAD, ATO, MAZLUMDER gibi sivil toplumu
temsil eden örgütler tarafından desteklendi”, s. 32.
4)
http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-uluslararasi-guvenlik-perspektifi.tr.mfa.
5)
Çalışma Alanları:
“TÜRKSAM,
yukarıda belirtilen ülküye uygun faaliyetler yürütebilmek
maksadıyla, aynı amaca yönelik iki farklı çalışma alanı
belirlenmiş olup, bunlar şöyledir:
1.
Tema Kapsamlı Çalışmalar
a.
Enerji, enerji güvenliği, enerji hatları, enerji stratejileri
b.
Terör, güvenlik politikaları, iç güvenlik, deniz haydutluğu,
Siber-terör
c.
Etnik ve dini çatışmalar
d.
İttifaklar, ittifak içerisinde ilişkiler
1.
NATO, AGİT, AKKA gibi savunma ve silahlanmanın kontrolüyle ilgili
ittifaklar
2.
AB-BAB-AGSP-AGSK
3.
Diğer ittifaklar (KGÖ, ŞİÖ vb)
4.
Savunma örgütü dışındaki diğer örgütlenmeler (BM, UAD, IMF,
Dünya Bankası, İKÖ, KEİT, EİT, Arap Birliği, NAFTA, Akdeniz
Diyalogu vb.)
e.
Silahlanma, savunma sanayi ve silahsızlanma
f.
Genel jeopolitik, strateji ve güvenlik politikası (Uzay jeopolitiği
dahil)
g.
Çevre ve iklim değişikliği
h.
Kültür ve kültür stratejileri
ı.
Muhtelif konular (1915 Ermeni göçü, Patrikhane-Ruhban Okulu ile
ilgili diğer konular)
2.
Saha Kapsamlı Çalışmalar
a.
Slav coğrafyası ile ilgili çalışmalar
1.
Rusya, Türkiye-Rusya ilişkileri
2.
Ukrayna, Moldova, Beyaz Rusya
3.
Karadeniz bölgesi
b.
ABD, ABD-Türkiye ilişkileri
c.
AB, AB-Türkiye İlişkileri
d.
Kafkaslar
1.
Azerbaycan
2.
Gürcistan
3.
Ermenistan (Ermeni Sorunu)
4.
Kuzey Kafkasya
e.
Türkistan ile ilişkiler
1.
Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan
2.
Avrupa’daki Türk dünyası (Bulgaristan, Almanya, Fransa, Belçika,
İsveç, Fransa, İsviçre vb.)
f.
Balkanlar ve Kıbrıs
1.
Yunanistan
2.
Kıbrıs
3.
Balkanlar (diğer)
g.
Orta Doğu
1.
İran
2.
Irak
3.
İsrail, Arap-İsrail Çatışması
4.
Suriye-Lübnan-Ürdün-Mısır
5.
S. Arabistan, Körfez ülkeleri
6.
Kuzey Afrika ülkeleri
h.
Güney Asya
1.
Afganistan
2.
Pakistan
3.
Hindistan
4.
Bangladeş-Srilanka
i.
Uzak Doğu
1.
Çin
2.
Tayvan
3.
Japonya
4.
Kuzey/Güney Kore
j.
Latin Amerika
k.
Diğer (Avustralya, Büyük Okyanus”.
6)Bkz.:
http://www.turksam.org/tr/kurumsal.
7)Bkz.:http://www.turksam.org/tr/makale-detay/508-sinir-otesi-harekat-ve-turkiye-nin-onleyici-vurus-hakki.
8)Bu
konuşmalar için
bkz.:https://www.tccb.gov.tr/receptayyiperdogan/konusmalar/
9)
Mustafa Kemal çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda
Misak-ı Milli sınırlarını tanımlamıştır. Bu bağlamda ilk
açıklamasını 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında ve son
açıklamasını da 30 Ocak 1923 tarihinde yapmıştır. Misak-ı
Milli tanımlaması şöyle:
“Bu
hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile
Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat
nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak
Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.
Bu
hudut, ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı
zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan parçasıdır.”
10)
Özellikle Somali ve Katar'daki üsler dikkati çekmektedir. Bu her
iki ülkenin farklı açılardan stratejik konumları var: Katar,
Ortadoğu-Basra Körfezi'nde enerji havzasında önemli bir ülkedir.
Türkiye bu ülkede hava, deniz ve kara unsurlarını içeren çok
amaçlı askeri üs kurmuştur.
Ortadoğu
petrolünün tamamının yüzde 30; AB'nin, Çin, Japonya, Hindistan
ve Asya'nın geri kalan ülkeleriyle yaptığı ticaretin neredeyse
tamamı Bab el-Mendeb boğazından geçmektedir. Somali'de kurulan üs
ise, dünyanın en kritik ve önemli su yolu geçitlerinden biri
olan bu dar boğaza yakınlığıyla dikkat çekiyor.