EMPERYALİSTLEŞEN
TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son
makale)
Türkiye'nin
sosyo-ekonomik yapısı üzerine tartışmalar en azından
Türkiye'nin tarihi kadar eskidir. Ama en canlı tartışmalar
Türkiye devrimci hareketinin oluşma ve gelişme döneminde
olmuştur; en kaba hatlarıyla 1960'lı yılların sonundan itibaren.
Bu konu üzerine tartışmalar belli bir olgunluğa ulaşmış ve
Türkiye'de sosyo-ekonomik yapının en azından kapitalist olduğu
genel kabul görmüştür. Ama bu konuda hala öznel görüşler,
gerçeğin tamamen inkarı üzerine kurulmuş düşünceler de yok
değil. Örneğin Maocularımızın bir kanadı diğer kanadıyla
sosyo-ekonomik yapı
üzerine polemiklerinde yeni bir üretim biçimi üretme yeteneğini
sergilemiştir; “Partizan” özel sayısında (Haziran 2014)
MKP'nin 3. kongre kararlarını eleştirirken “Yarı-feodal
ilişkiler emperyalizm çağında kendi başına bir ekonomik
ilişkiler bütünü haline evrilmiştir” diyerek
yeni bir üretim biçimi keşfinde bulunuyor (1). MKP
de III. Kongre'sinde “1990’lardan
sonra coğrafyamızda, hem sanayi,
hem tarım, hem de hizmetler alanında esasta kapitalist işleyiş
feodal üretime
oranla hakim hale gelerek üretime damgasını vurmaya başladı”
(2)
tespiti
ile
bir “geç kapitalizm”den
bahsediyor.
Türkiye'de
sosyo-ekonomik yapının karakteri üzerine “Partizan” tarafından
böylesi marjinalleşmiş, hiçbir bakımdan karşılığı; nesnel
dayanağı olmayan bir anlayış savunulurken, aynı zamanda
Türkiye'de kapitalizmin gelişme seviyesi üzerine başkaca
tespitler de yapılmaktadır; kimilerine göre geç kapitalizm,
kimilerine göre “alt-emperyalizm” hakimdir bu coğrafyada.
Tabii, çoğunlukta olan görüş, nüans farklılıklarıyla bu iki
görüş arasında yer almaktadır.
Bu
yazıda amacımız sosyo-ekonomik yapı ve kapitalizmin gelişmişlik
derecesi üzerine tespitleri (geri kapitalizm, orta gelişmiş
kapitalizm, gelişmiş kapitalizm, “alt-emperyalizm”) analiz
etmek değildir. Burada, Partizan'ın yaptığı gibi, düşünceyi;
teoriyi kanıtlayacak veri arayıp da bulamama yerine mevcut nesnel
gerçeklikten hareket ederek belli sonuçlara varmaya çalışacağız.
Dolayısıyla sorunumuz var olanı değerlendirmektir; var olandan
sonuçlar çıkartmaktır. Bu nedenle yanlışımız, en fazlasıyla
var olandan, gerçeklikten çıkardığımız sonuçlarla sınırlı
kalacaktır.
Nereden
nereye gelindi? Emperyalizme bağımlılık hep aynı biçim ve
içerikli midir? Kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasası evrensel
geçerli bir yasa mıdır veya değil midir? Bu sorular
çoğaltılabilir. Türkiye'de kapitalizmin bugünkü gelişme
aşaması,
geçen yüzyılın son 20 yılından bu yana; daha doğrusu 12 Eylül
1980 darbesinden bu yana gelişmesi iyi analiz edilmeden
anlaşılamaz.
12
Eylül faşist darbesi Türk ekonomisinde köklü değişimlerin
yolunu açmıştır. Türkiye, 1980'li yıllarda bir tarım-sanayi
ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım ülkesi durumuna gelmiştir.
Sadece bu gerçeklik ekonomide köklü bir yapısal değişim
anlamına gelmektedir (3).
Bu yıllarda
ekonomide sanayi üretiminin ağırlığı arttı ve aynı zamanda,
tekelleşen sermayenin kabuk değiştirme süreci oldukça hızlı
gelişti. Bu darbenin temel nedenlerinden biri de sermayenin açılıp
serpilmesi önündeki engellerin yıkılmasıydı. Bu
nedenle
bu faşist
darbesinin oynadığı ön açıcı; gelişmenin ortamını hazırlama
rolü iyi analiz edilmelidir.
1930-1980
arasında yerli sermaye, devletin koruması altında iç pazara
yönelik üretimle; gümrük duvarları desteğiyle büyüdü. O
dönemde yerli sermaye ancak böyle palazlandırılabilir ve
geliştirilebilinirdi. Bu, sanayileşmede stratejik anlayıştı.
Söz konusu bu dönemde tekelleşen sermayenin, yeterli, rekabet
edebilecek güce sahip olmadığı için dış pazarlara açılma
diye bir dürtüsü de henüz gelişmemişti. Ama 1980'den itibaren
durum değişmeye başladı. 1980-1990 arasında geçirdiği yapısal
değişimin, büyümede kabuk değiştirmesinin bir sonucu veya
yansıması olarak bölgesel açılımlara girişti. Veya vurgulamak
için şöyle de diyebiliriz: 1980-1990 arasında Türkiye, ilk
yapısal değişimini sonlandırdı. Sermaye kabuk değiştirmişti;
artık iç pazarla yetinemeyen, gözünü dış pazarlara dikmiş bir
sermaye ile karşı karşıyaydık.
1990-2000
döneminde, özellikle revizyonist blokun dağılmasından sonra Türk
burjuvazisinin eline oldukça önemli ve birçok bakımdan bölgesel
olmaktan da çıkan fırsatlar geçti. Bu fırsatları, planladığı,
istediği gibi değerlendirmede dirençlerle karşılaştı, ama hiç
değerlendiremedi demek tamamen yanlış olur. Böyle düşünenler
1990-2000 arasında, en azından dağılan Sovyetler Birliği ve
Yugoslavya eksenli olarak olağanüstü artan diplomasi trafiğini;
uluslararası ilişkileri ve aynı zamanda artan sermaye ilişkilerini
veya genel anlamda siyasi ve sermaye hareketliliğini yok saymalıdır.
Tekelci sermaye 1980'li yıllarda iştahlanmıştı, 1990'lı
yıllarda ise salyası akacak derecede cüretkârlaştı.
Bu dönemde ihracatı, yatırımları yoğunlaştırma, pazar yeri
arama çabaları bu gelişmenin açık ifadesidir.
1990-2000
arası, burjuvazinin ve tekelci sermayenin tarihinde dışa açılma
bakımından cüretkârlaştığı
dönemdir. Bu
dönemde
sermaye, dış pazarsız, dışa açılmaksızın büyüyemeyeceğini
gördüğü için dış pazarlara açılma adımları attı; artık
sıra ihracatı önplana alan, ihracata dayalı üretime geçmeye ve
aynı zamanda sermaye ihracına gelmişti. Bütün bu gelişmeler 20.
yüzyılın sonunda Türkiye'nin yeni bir kabuk değişimine
uğradığını; çapı ne olursa olsun, uluslararası tekelci
sermayenin ve politikanın hesaba kattığı emperyalistleşen ve
bölgesel güç olma sınırlarını zorlayan bir ülke olduğunu
göstermektedir. Dün bunun
üzerine düşünce beyan etmek, bu gelişmeyi
kanıtlamak “zor”du, ama bugün zor olmanın ötesinde, gerçeği
olduğu gibi söylememek affedilmez bir hata olur.
Revizyonist
blokun dağılmasından sonra Türkiye'nin stratejik olarak
önemsizleşeceği üzerine bolca yazıldı. Hangi verilerden veya
kurgulardan hareketle böylesi öznel değerlendirmeler yapıldığı,
yükselen neoliberalizm koşullarında emperyalizmi ve jeopolitikayı
nasıl anladığımızı yansıtır. Oysa gerçekleşen, savunulanın
tam tersiydi; Türkiye'nin dünya jeopolitikasında, dünya
hakimiyeti için rekabet etme yeteneğine sahip olan emperyalist
ülkeler ve aynı zamanda uluslararası tekelci sermaye açısından
stratejik önemi daha da arttı. Şöyle de diyebiliriz; Türkiye'nin
bu önemi daha da görünür oldu. Burjuvazi ve yerli tekelci sermaye
bu durumun bilincindeydi ve eline geçen fırsatları da
değerlendirmekten geri kalmadı.
21.
yüzyıla Türkiye emperyalistleşen bir ülke olarak girdi.
Emperyalistleşen Türkiye kavramı korkutuyorsa, 1970'li yıllardan
kalma, dünya ve ülkeler arası ilişkiler ne derece değişirse
değişsin, değiştirmeye hiç niyetli olmadığımız emperyalizme
bağımlılık anlayışı -mevcut nesnel gerçekliği göz önünde
tuttuğumuzda- dünyamızı yıkıyorsa, başka bir kavram kullanalım
ve emperyal özellikleri görünür olan Türkiye diyelim. Hangi
kavramı kullanırsak kullanalım, ister kapitalizmin geri geliştiği
veya ileri geliştiği veya da orta derecede geliştiği ülke
diyelim, izah etmekten kurtulamayacağımız; bu konudaki
düşüncelerimizi sürekli takip eden; olumlayan veya reddeden
nesnel gerçekler vardır. Bu nesnel gerçeklere aykırı
değerlendirmelerin beş paralık bir değeri yoktur. Nasıl ki,
gördüklerine inanma, sömürü feodaldir demekle Türkiye
gerçekliğini zerre kadar açıklamamış oluyorsak, Türkiye
emperyalizme bağımlıdır demekle de Türkiye gerçekliğini
açıklamış olmuyoruz. İkinci durumda nasıl bir bağımlılık
sorusuna cevap vermek gerekir. Ama avanak küçük burjuva,
emperyalizme bağımlılıktan 'bir kere bağımlı, sürekli
bağımlı'yı anlamanın ötesine henüz geçmemiştir.
12
Eylül darbesinden sonra Özal ile birlikte dışa açılım, devlet
politikası olmaya başlamıştır. Bu açılım darbe öncesinde 24
Ocak kararlarıyla uygulanmak istendi, ama istenilen sonuç
alınamadı; uygulamanın siyasi ortamı darbeden sonra oluşturuldu.
Aynen emperyalist ülkelerde olduğu gibi, devletin dış politik
ilişkilerinde sermayenin çıkarlarını koruması esas amaç oldu.
“Zevat“ın dış gezilerine sermaye sahiplerinin veya şirket
temsilcilerinin yoğun ilgi duymaları, gidilen hemen her yerde iş
bağlantıları kurmaları bunu açıkça göstermektedir.
Devletin
dış gezilere sermaye çevrelerinin katılması özellikle Özal ile
başlamış ve teşvik edilmiştir.
Tekelci
sermaye, meta veya sermaye biçiminde salt ihraç etmekle
yetinmediği, aksine gittiği hemen her yerde, ortam çıkarlarına
uygunsa fabrikalar kurduğu veya mevcut olanları satın aldığı
bir sürece girmişti. Böylece Türk tekelci sermayesi gittiği
ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında etkileyici bir faktör
olmaya başlamıştır. Her halükarda faal olduğu ülkenin
ekonomisine entegre oluyordu.
Birtakım
“sol”ların böyle bir gelişmeyi anlayacaklarını beklemiyorum.
Bu unsurların, emperyalizm ve bağımlılık kapsamında
anlamadıkları, nasıl olur da dışarından sermaye gelmesini
bekleyen, hükümetten bunu teşvik etmesini talep eden yerli tekelci
sermaye, (o da varsa!), aynı zamanda dış pazarlara açılabilir?
Emperyalizm ve ona bağımlılığın diyalektiğini değişmezlik
olarak donduran bu unsurların savundukları düşünce, 1970'li
yılların “yadigârı” olan çarpıtılmış bir emperyalizm
anlayışıdır. Bunun Leninist emperyalizm analiziyle uzaktan
yakından hiçbir ilgisi yoktur.
Gerçekten
de sermaye hareketinin diyalektiğini anlamayan bu unsurlar için
böyle bir gelişme olamaz; Partizan örneğinde olduğu gibi
olmamalıdır. Hele hele ülke, emperyalizme bağımlı, yarı
sömürge olmanın yanı sıra bir de feodal veya yarı feodal ise, o
ülke öyle kalmaya mahkumdur. Veya başka ülkeler bu ilişkilerden
bir biçimde sıyrılıp çıkabilir, ama Türkiye çıkamaz. Tabii
bu anlayış böyle değil, teori kılıfına geçirilerek formüle
edilir. Ama isteyen bu örgütlerin Türkiye ekonomisi ile veya
emperyalizm-Türkiye ilişkileri ile ilgili anlayışlarına
bakabilir.
Bağımlı
bir ülke, yabancı sermayeyi ülkeye davet eder, hükümet bunu
teşvik eder ve bu ülke aynı zamanda dışarıya sermaye ihraç
eder veya genel anlamda söylersek dış pazarlara-dünya
pazarlarına açılır. Bu, sermaye hareketinin diyalektiğini, yerli
tekelci sermayenin uluslararası tekelci sermayeye entegre olduğunu,
onun ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterir.
Kendi kendine
Marksistlerin
anlamadığı da budur.
Belki
de sanılıyor ki, dış pazarlara açılmak, oralarda fırın inşa
edip ekmek satmaktır veya market açıp Türkiye'den getirilen
ürünleri satmaktır. Tabii bunları yapanlar da var, ama sorun
bunlar değil. Dışa açılan sermaye, uluslararası planda rekabet
edebilmek için genel geçerli kalitede ve fiyatta üretmek, ötesinde
kaliteyi yükseltmek, üretim masraflarını düşürmek zorundadır.
Daha fazla artı değerin sağlanabildiği sektörlerde faal olma
yeteneğini geliştirmek zorundadır. Büyük yatırımlara
girişebilecek koşulları oluşturabilecek imkanlara sahip olmak
zorundadır. Birçok yerli tekelci sermaye aynen böyle hareket
etmektedir. Bunların yatırım hacmi milyon değil, milyar dolarla
ifade ediliyor. Stratejik sektörlere, daha çok kâr getiren
sektörlere yöneliyor, gücünü aşan ihalelere girmek için
ortaklıklar (konsorsiyum) oluşturuyor. Böyle stratejik hareket
eden “çok uluslu Türk şirketleri”nin de olduğuna “alışmak”
gerekir (4).
*
Komşularla
”sıfır sorun“ politikası, tahakküm ve gerçekler
Kapitalizmde
eşitsiz gelişme yasası ve rekabet ile “sıfır sorun”
politikası birbiriyle çelişir. “Sıfır sorun” politikası,
sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır. Bu, meselenin bir
yönü. Diğer taraftan “sıfır sorun” politikası, emperyalist
yayılmacılığın, tahakküm eğiliminin, rekabette güçlü
olduğuna inanmanın açık bir ifadesidir. Bu, korkutarak,
sindirerek “sıfır sorun”lu politika uygulamak demektir. Bu
politika, A. Davutoğlu Dışişleri Bakanı olmadan önce de AKP
hükümeti tarafından uygulamaya konmuştu. Bunun böyle olmasında
Davutoğlu'nun rolü önemlidir. Onun Türk burjuvazisinin jeopolitik
açılımı konusunda görüşleri bilinmektedir. “Stratejik
Derinlik” kitabında Türk burjuvazisinin jeopolitik açılımının
nasıl olması gerektiğini ayrıntılı anlatır.
”Sıfır
sorun“la yol alınamayacağını burjuvazi de gördü. Ermenistan
ile ilişkiler öyle kaldı. Suriye ile ”düşmanlık“tan ”can
ciğer“ olmaya geçtik, şimdi yeniden ”düşman“ olduk. İran
ile ilişkiler, ne olacağı bilinmeyen -aslında çok iyi bilinen-
bir aşamada devam ediyor. İsrail ile dostluk ”düşmanlığa“
dönüştü, şimdi yeniden “dost” olunuyor.
“Sıfır
sorun” politikası, ”sıfır sorun“un uygulandığı her alanda
sorunların çıktığını yeteri kadar göstermiştir.
”Sıfır
sorun“ güç dengesine göre tanımlanır. Gücün varsa, tehdit
edebiliyorsan karşındaki gücün seninle bir sorunu “olmaz” ve
böylece onunla ”sıfır sorun“lu olursun. Ama kapitalizmde esas
olan eşitsiz gelişmedir; bugün güçsüz olan yarın güçlenebilir
ve dayatılan ”sıfır sorun“lu ilişkiyi sorunlu ilişkiye
dönüştürebilir.
Türkiye'nin
sınır komşusu ülkelerle ilişkileri oldukça değişkendir.
Değişimin nedeni de genellikle bu ülkelerden değil, Türkiye'den
kaynaklanıyor. Türk burjuvazisi komşu ülkelerle ilişkilerini
kendi çıkarlarına göre dizayn etmek istiyor. Buna uymayan
ülkelerle de sorunlu oluyor. Bu nedenden dolayı ”komşularla
sıfır sorun“ aslında komşularla çok sorun demektir.
Türk
burjuvazisi, komşu ülkeler üzerinde emperyalist tahakküm
anlayışını gizlemek için ”sıfır sorun“ politikasını
uydurmuştur. Öyle ki, bir taraftan ”sıfır sorun“dan
bahsediliyor, diğer taraftan da bölgemizde, biz de olmaksızın bir
adım atılamaz pratiği uygulanıyor. Bunun en somut adımını Irak
ve Suriye'deki gelişmelerde görmekteyiz. Musul-Telafer-Şengal söz
konusu olduğunda biz de masada olacağızı vurgulamak için sınıra
asker yığmıştır. Suriye'de Esad rejimini devirme politikası
iflas etmiş, ABD ve diğer müttefikleriyle arası açılmış, ama
şimdi uçak krizinden dolayı ilişkilerin gerildiği Rusya ile
yeniden ve eskisine göre daha kapsamlı ilişkiler kurarak IŞİD ve
Rojava'ya karşı mücadele adı altında Suriye'de işgalciliğe
girişmiştir. Türk burjuvazisi Irak, ama özellikle de Suriye'deki
gelişmeleri “iç sorun” olarak görmektedir.
*
Burjuvazinin
ne oranda yayılmacı olduğu veya dış politikasının,
uluslararası ilişkilerinin yayılmacılıktan ayrı
düşünülemeyeceği ve tekelci sermayenin dış pazarlarda mevcut
yayılmışlık durumu, Türkiye'nin emperyalistleşmesinde katettiği
mesafeyi göstermektedir. Meta ve sermaye ihracının kapsamı ve
ülke ve bölgelere/kıtalara göre dağılımı bu yazı
çerçevesinde ayrıntı olacaktır. Ama burada şu kadarını
söyleyelim: Türk tekelci sermayesinin Balkanlar, Ortadoğu, Orta
Asya ve Afrika'da yayılmışlık durumunu küçümseyen fena halde
yanılmış olur. Şüphesiz, hacmi kendi çapındadır, ama
önemlidir. Özal ile başlayan Türk sermayesinin uluslararası
alanda önünü açma çabası, AKP hükümetinin temel görevi
olmuştur.
*
Burjuvazinin
mevcut enerji boru hatlarından sadece geçiş ücreti almakla
yetindiğini ve bunun için yeni boru hatlarına talip olduğunu
sanan da fena halde yanılmış olur. Geçiş için alınan ücret
burjuvazi açısından hiç de önemli değildir. Türk
burjuvazisinin sorunu, yakın bölgede elde edilen enerjinin başta
Avrupa olmak üzere dünya pazarlarına sevkıyatında söz sahibi
olabilmektir. Bu da enerji boru hatları (petrol ve doğal gaz)
Türkiye'den geçtiğinde mümkün olabilir. Kıyasıya rekabet bunun
için sürdürülmektedir. Şimdi, Rusya (“Türk Akımı”), Orta
Asya, Hazar Havzası (Baku-Ceyhan hattının yanı sıra inşa
edilmekte olan TANAP boru hattı), İran, Irak kaynaklı petrol ve
doğal gazın Avrupa'ya taşınması üzerine rekabete Doğu
Akdeniz'de keşfedilen petrol ve doğal gaz sahalarının paylaşımı
ve bu enerjinin Avrupa pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet de
eklenmiştir. En kısa ve maliyeti en düşük olan hat, Türkiye
üzerinden geçecek olan hattır (5).
*
Yıllarca
Türkiye'nin stratejik konumunu pazarladığı, bu konumunun ötesinde
bir güç olmadığı üzerine yazdık. Oysa durum hiç de öyle
değil. Yanlış anladığımız emperyalizm-bağımlı ülke
denklemi gözümüzü siyasi ve teorik olarak körleştirmişti.
Kendi tarihini öğrenmeden Rus, Çin tarihini öğrenen; Rusya, Çin,
Arnavutluk gerçekliğini kendi gerçekliğinden çok daha iyi bilen
bir nesilden geliyoruz. Türkler gelmeden önce de bu coğrafyanın
stratejik önemi vardı. Bu coğrafya bu özelliğinden hiçbir şey
kaybetmemiştir; aksine kapitalizmin uluslararasılaşmasından;
emperyalizmden bu yana dünya hakimiyeti için jeopolitikalar
geliştiren her güç için mutlaka kontrol edilmesi gereken bir alan
olarak görülmüştür. Türkiye, stratejik konumunu pazarlıyor
saptaması 1945-1990 arası için genel hatlarıyla doğrudur. Ama
1990'dan itibaren bu durum değişmeye başlamıştır. Bugün sahip
olduğu ekonomik ve askeri gücüne dayanarak stratejik konumunu
pazarlamanın ötesine geçmiştir. Burjuvazi, tekelci sermayenin
çıkarları söz konusu olduğunda ekonomik, siyasi ve askeri gücüne
dayanarak konum değiştirebilmektedir; açık ki manevra yapma
kabiliyeti artmıştır. Öyle ki, emperyalist dayatmalara
direnebilmekte ve bu anlamda bağımsız politika üretebilmektedir
(Yeni ulusal güvenlik konsepti böyle bir politikadır). Burada
şunu belirtmekle yetinelim: 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk
burjuvazisinin konseptleştirdiği ulusal güvenlik politikası, iyi
analiz edilmesi ve ciddiye alınması gereken bir politikadır. Bu
politika Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş
programıdır; saldırganlıktır, işgalciliktir. Türk burjuvazisi
bu politikayı, şu veya bu emperyalist güce dayanarak değil, tam
tersine müttefikleri de dahil emperyalist ülkeleri (ABD, AB, Rusya)
karşısına alarak bağımsız geliştirdiği bir politikadır. (6).
Özal
ile birlikte Türkiye'nin dış politikası giderek yayılmacı bir
karakter almaya başladı. AKP'nin sürdürdüğü dış politika,
bölgesel bir gücün, emperyalistleşen bir ülkenin dış
politikasından başka bir şey değildir.
Bu
politikanın uygulanabilmesi için belli bir ekonomik ve askeri gücün
olması gerekir. Bu iki güç siyasi gücün, dayatmacı dış
politikanın temelini oluşturur. Türk burjuvazisinin hükümet eden
siyasi temsilcileri, somutta da AKP hükümeti, tekelci sermayenin
çıkarlarına hizmet etmek için bu dış politikayı uygulamak
zorundadır.
Şüphesiz,
Türk burjuvazisini, başta ABD olmak üzere Batı'lı emperyalist
ülkelerin ve yerli tekelci sermayeyi de uluslararası sermayenin
salt taşeronu olarak görenler vardır. Bu siyasi körlere
söylenecek pek fazla bir şey yok, ama en azından şöyle de
düşünebilirler: Dünkü taşeron Türk burjuvazisi ve sermayesi
ile bugünkü taşeron Türk burjuvazisi ve sermayesi arasındaki
nicel farklar nitel değişime uğrama sürecine girmiştir.
Diyalektikte değişmeyen bir şey varsa, o da değişimin
kendisidir diyorsanız taşeronluktaki bu değişimi de kabul etmek
zorundasınız.
İlk
“eksen kayması”
“Eksen
kayması” daha önce Erdoğan'ın 2009'da Davos zirvesinde İsrail
Devlet Başkanı Ş. Peres ile birlikte katıldığı paneldeki
çıkışıyla gündeme gelmişti. O zaman Başbakan olan Erdoğan'ın
”One minute“ çıkışıyla Anadolu coğrafyasından ziyade Arap
coğrafyasında birtakım kalpleri, duyguları, iyi niyetleri
fethettiği bir gerçektir. Onun bu çıkışı; Şimon Peres'i
azarlaması, ”sol“ basın tarafından pek kavranmadı. Veya da
anlamadığımız durumlarda sıkça kullandığımız gibi
”ajitasyon“ olarak algılandı. Oysa bütün dünyanın;
emperyalizmin ”seçkin“ temsilcileri önünde Peres'in
azarlanması, Türk burjuvazisinin hem İsrail'e ve hem de Batı'lı
emperyalist ülkelere meydan okumasından başka bir anlam
taşımıyordu.
”One
minute“ ile ”eksen kayması“ da gündeme geldi. ”Eksen
kayması“, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere Batı'lı
emperyalist ”cephe“den, Batı değerlerinden uzaklaşmak ve
Doğu'ya kaymak, şeriatçı bir rejim eğilimli olmak olarak
yorumlandı. AKP ve İslamcılık arasındaki ilişki de göz önünde
tutulursa denklem tamamlanmış oluyordu. Olabilir, AKP, hükmet
olmaktan çıkıp iktidar olduğuna göre şeriatçı bir rejim
kurmak da isteyebilir. Ne olacak yani, faşist diktatörlük
”şeriatçı faşist” diktatörlüğe dönüşmüş olur veya
İran'daki gibi klerikal faşist bir diktatörlük kurulmuş olur.
Böyle olsa da bu, sorunun tali yönüdür. Bu “eksen kayması”
tartışması, iç politikada burjuvazinin kanatları arasında bir
biçimde hala devam etmektedir. Bu kavga, burjuvazinin, bir türlü
anlayamadığım ”Kemalizm“ -Kemalizm kavram ve içeriğinin
doğuş koşulları tamamen farklıdır ve o Kemalizm ile şimdiki
“Kemalizm” arasında bir bağ yoktur veya bir ulusal burjuvazi
ile işbirlikçi büyük burjuvazi arasında ne kadar bağ varsa o
kadar bağ vardır- diye tanımlanan ve ”hal ve gidişi“yle
tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet etmekten oldukça uzaklaşmış
olan ve bu bakımdan da statükocu konumda olan kanadı ile
muhafazakar, ama “liberal” ve bu haliyle de tekelci sermayenin
tercümanı olan kanadı arasındaki kavgadır. AKP artık iktidar
olmasına rağmen, burjuvazinin her iki kanadı arasındaki mücadele
bugün “rejim değişimi” biçiminde hala sürmektedir. Birinin
”ak“ dediğine diğeri ”kara“ demektedir. Ama her halükarda
AKP'nin hem uluslararası tekelci sermayenin hem de yerli tekelci
sermayenin çıkarlarını savunan güç olduğu tartışma götürmez.
Bu bakımdan statükocu kesim, Türk tekelci sermayesinin
çıkarlarına cevap verecek durumda değildir. Bu işi AKP en iyi
bir biçimde yapmaktadır ve her geçen gün daha da cüretkâr
yapmaktadır.
Tabii
”sol“un bir kısmı ”eksen kayması“ olmadığını,
olup-bitenin ABD ile anlaşmalı olduğunu, Türkiye'nin, ABD'nin bir
kuklası olduğunu, onun adına taşeronluk yaptığını
yazıp-çizdi. Bu, oldukça sığ bir değerlendirmedir. Doğru,
Türkiye ABD'nin bir kuklasıdır, bir taşeronudur, ama eskisinden
oldukça farklı bir kukla ve taşerondur. Truman doktrininden bu
güne, K. Evren'den, Özal'dan, Demirel'den bugüne çok şey
değişti. O koşulsuz uşakların ve taşeronların yerini “koşulu”
uşaklar ve taşeronlar aldı.
Uşaklık
ve taşeronluktaki değişim, tekelci burjuvazinin dünya pazarlarına
açılma hırs ve atılımından bağımsız olarak ele alınamaz.
Burada uşaklıkta ve taşeronlukta değişimi sağlayan Türk
tekelci sermayesinin gücüdür. Genel anlamda “sol“un, özel
anlamda da devrimci solun bu gerçeği görmesi gerekirdi, ama
göremedi.
İkinci
“eksen kayması”
Tarihin
cilvesine bakın! “One Minute' ile başlayan ilk “eksen kayması”
tespitinden bu yana 7-8 sene geçti. O zaman “eksen kayması”ndan
anlaşılan, İslami bir rejime geçişti.
Şimdi,
daha doğrusu 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD ve AB
arasındaki ilişkilerin gerilmesinden ve ABD ile ilişkilerin en
azından Ortadoğu sorunları bazında çelişkiye dönüşmesinden
ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin yeniden ve daha kapsamlı gelişmeye
başlamasından bu yana yeni bir “eksen kayması”ndan
bahsedilmeye başlandı. İlkinde eksen İslamcılığa doğru
kaydırılırken, ikincisinde Rusya'ya, Çin'e; bir bütün olarak
Avrasyacılığa doğru kaydırıldı. Eksenin İslamcılığıca ve
Avrasyacılığa doğru kaymasını savunan çevreler var. Bu
çevreler burjuvazinin değişen politikalarını kendi
anlayışlarına göre yorumluyorlar. Ama veya peki, şu “sol”a,
o avanak küçük burjuvaziye ne oluyor? “Erdoğan eksen
kaydıramazmış. Niye kaydıramazmış? Batı'ya bağımlıymış.Bu
“avanak burjuvazi”, Türkiye Batı'dan kopamazın teorisini
yaparıyor. Onun kafasında kurguladığı siyasal bir düşünce
dünyası var ve bu dünyada Türk burjuvazisi Batı emperyalizme
bağımlıdır ve bu bağımlılık değişmez. Ama bu “avanak
küçük burjuva” Türk burjuvazisinin Batı'dan, müttefiklerinden
kopma diye bir derdinin olmadığını, sadece ve sadece bağımlılık
ilişkilerini yeniden düzenlemek diye bir derdinin olduğunu
anlamıyor. Anlasa böylesi avanaklığı zaten yapmaz. Erdoğan
Batı'dan kopuyorum, Avrasya'ya yöneliyorum diyor mu? Demiyor. Küçük
burjuva değerlendirmenin başka bir türü de var. Bu değerlendirme
oldukça basit: Türkiye, mutlaka emperylizme bağımlıdır; Batı
emperyalizminden koparsa, başka bir emperyalizme bağımlı
olacaktır; Türkiye bir biçimde bu emperyalizme bağımlı değilse,
mutlaka öbür emperyalizme bağımlı olmalıdır!
Tekelci
sermayenin çıkarlarının dile getirilmesi ”eksen kayması“
oluyor. Uluslararasılaşmış sermayenin öyle eksen kaymasıyla
falan bir ilişkisi yok. Olsaydı Çin'e yatırım yapan emperyalist
ülkeler ve tekelleri bayağı eksen kaymasına uğramış olurlardı.
”Eksen kayması“ ile ifade edilen Türk tekelci sermayesinin
dünya pazarlarına açılımıdır; pazarlarını çoğaltması ve
çeşitlendirmesidir.
”Eksen
kayması“, kabına sığmayan, iç pazarla yetinemeyen, kaçınılmaz
olarak dış pazara yönelmek zorunda olan Türk tekelci sermayesinin
faaliyet alanını genişletmesidir. Bu, sermaye hareketinin bir
zorunluluğudur, olmazsa olmaz yasasıdır; büyüyen sermaye iştahı,
saldırganlığı artan sermayedir, yayılmak zorundadır.
Türkiye'de
1980'li ve 1990'lı yıllarda önemli bir sermaye birikimi yoktu, hiç
yoktu değil, önemli boyutlarda yoktu. Ama bu yüzyılın başından
itibaren geçen 16 yıl içinde küçümsenemeyecek boyutlarda bir
sermaye birikimi sağlanmıştır. Bir taraftan dünyanın 17. veya
16. güçlü ekonomisi olacaksın, diğer taraftan da kayda değer
bir sermaye birikimin, dünya pazarlarına açılmışlığın
olmayacak! Bu, sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır.
Birtakım
“sol”lar bunu anlar mı? Anlamaz. Çünkü burada sermayenin
diyalektiğine aykırı olan onların diyalektiğine; düşünce
tarzına asla aykırı değildir!
Sermaye
ihracı
Türkiye'nin
yurt dışındaki toplam varlık (doğrudan yatırımları, ticaret
ve banka alanındaki krediler, borç senetleri, hisse senetleri, para
piyasalarındaki işlemler, her türden banka mevduatları ve
yatırımları ve rezerv konumundaki varlıkları) miktarı 2000'de
yaklaşık 53.2 milyar dolardan 2010'da 185,9 milyar dolara çıkarak
üç misli artar. Bu varlıkların miktarı 2014 yılında 230 milyar
dolara kadar çıkmış, 2015'te ise 210,2 milyar dolar olarak
gerçekleşmiştir. 1996-2014 arasında toplam varlıklarda 7,6 misli
bir artış söz konusudur. Aynı dönemde toplam yükümlülüklerdeki
artış da 7,2 misli olmuştur
(7).
Önemsiz de olsa
toplam varlıkların artışı, toplam yükümlülüklerin artışından
daha hızlı olmuştur.
Türk
ekonomisi, toplam sermaye ihracı bakımından 2000-2016 döneminde
daha öncesiyle karşılaştırılamayacak derecede büyümüştür.
Yurt
dışına sermaye ihracı 2000'den sonra sıçramalı bir gelişme
gösterir. 2000 yılında uluslararası pazarlarda faal olan Türk
sermayeli işletme sayısı 1154 iken bugün 4000 civarındadır.
Türkiye'nin
sermaye ihracı 1990'da sadece 1, 20 milyar dolardı. 2015'te bu
miktar 44 milyar dolara çıkmıştır; yani 36,7 misli artmıştır.
Türk
sermayeli şirketlerin uluslararası pazarlara açılmakta kat ettiği
yol, bu sermayenin Misak-ı Milli sınırları içinde kalmaya artık
hiç de niyetli olmadığını çok açık bir biçimde
göstermektedir. Bu şirketleri sadece yabancı sermaye ağırlıklı
Türk şirketleri olarak görmekte de yanlıştır. Doğru, önceleri
yabancı sermaye ağırlıklı Türk şirketleri söz konusu iken
şimdi uluslararası pazarlarda Türk sermayesi ağırlıklı
şirketler yayılmaktadır.
AKP,
büyüyen bu sermayenin ihtiyaçlarına en iyi cevap veren partidir,
onun esas politikası budur. Türkiye'de dış politik açılımların
veya genel olarak dış politikanın AKP döneminde daha ziyade
sürekli gündemde olmasının, ”sıfır sorun“ adı altında
sağa sola yapılan saldırganlık veya ABD ve AB'ye ”diklenmek“
emperyalistleşen Türkiye'nin çıkarlarını ifade etmektir.
Saldırganlığı, parti olarak AKP ve Erdoğan üslubu diye
açıklamak saflık olur. Sorun üslup değil, sorun büyüyen
sermayenin iştahından kaynaklanan saldıranlıktır.
Burjuvazinin
bütün çabası meta ve sermaye ihracat kapasitesini arttırmak için
yeni pazarlar bulmaktır. Bu nedenle burjuvazinin Ortadoğu, Afrika,
Balkan ülkeleriyle ticari ilişkilerini sıçramalı geliştirmesi
anlaşılır. Meta ve sermaye ihracında değer ağırlığı hala
AB'dir. Ama meta ve sermaye ihraç alanları oldukça çeşitlenmiştir.
Dün, daha doğrusu 2000 öncesi böyle bir ihracat alanı
çeşitlendirmesi yoktu. Önceleri (ve hala da) ekonomik ”eksen“
Avrupa, siyasi ve askeri ”eksen“ de ABD idi. Şimdi bu durum
değişme sürecine girmiştir; Türk burjuvazisi, hal ve hareketiyle
ekonomik ve siyasi ”eksen“ bütün dünya olmalıdır diyor.
Türkiye'de
kapitalizmin 1980'lerden sonra sıçramalı büyümesi sonucunda ne
olmuştur? Türk ekonomisi dünyanın ve Avrupa'nın büyük
ekonomilerinden birisi olmuştur. Ekonomik güç bakımından sınır
komşularıyla karşılaştırırsak: Ekonomik güç bakımından
Türkiye'ye en yakın olan İran'ın GSYİH''sı 1990'da Türkiye'nin
GSYİH'sının yüzde 67'sine, 2015'te de yüzde 55'ine tekabül
etmekteydi. Sadece komşu ülkelerle değil, Rusya hariç bölge
ülkeleriyle (Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya, Afrika)
karşılaştırıldığında birinci ekonomi konumundadır
(8).
Askeri-sanayi
kompleksi ve Türkiye gerçeği
Askeri-sanayi
kompleksinden anlaşılması gereken nedir? Bu kavramı şöyle
tanımlayabiliriz: Silahlanma sermayesinin çıkarlarının ve
gücünün, ordunun ve bürokrasinin çıkarları ve gücüyle
kaynaşarak sağlam bir iktidar kompleksi oluşturmak. Askeri-sanayi
kompleksi, emperyalist politikanın olmazsa olmazlarındandır. Böyle
bir güç veya yapılanma Türkiye'de de gelişmiştir.
Özellikle
Kıbrıs'ın işgalinden bu yana Türkiye'de yerli silah sanayi
geliştirilmiştir. Dış düşman algılaması ve 30-35 senedir
devam eden kirli savaş, bir taraftan TSK'ya milyarlarca dolarla
ifade edilen sermaye akışını sağlarken, diğer taraftan da özel
sektörün bu alanda giderek yoğunlaşan faaliyetine yol açmıştır.
Belirttiğimiz
nedende dolayı yerli silah sanayi de sıçramalı bir gelişme
göstermiştir. TSK ihtiyaçlarının yurt içinde karşılanma oranı
2003'te yüzde 25'ten 2010'da yüzde 52,1'e ve 2015'te de yüzde
60'lara yükselmiştir.
TSK
ihtiyaçlarının yerli üretimle karşılanma oranının 12 sene
içinde yüzde 25'ten yüzde 60'lara çıkması Türkiye'de silah
sanayinin; askeri-sanayi kompleksinin ne denli hızlı gelişmiş
olduğunu gösterir.
Bu
değişim kaçınılmaz olarak silah ithalatı ve ihracatı
dengesinde de değişime neden olmuştur. Bir zamanlar neredeyse
sadece silah ithalatıyla var olabilen Türk Silahlı Kuvvetleri,
özellikle son yıllardaki yerli silah üretim kapasitesini
olağanüstü geliştirmesiyle aynı zamanda silah ihraç eden
ülkeler listesinde yerini almıştır. Bugün birçok silah ve
mühimmat Türk silah fabrikaları tarafından üretilmektedir. Bu
modern teknolojiyle üretilen silahlar hem Kürt Özgürlük
Hareketine karşı hem de Suriye işgali sürecinde IŞİD'e karşı
denenmekte ve kullanılmaktadır.
Askeri-sanayi
kompleksi geliştirmek, her ülkenin üstesinden gelebileceği bir iş
değildir. Bunu yapabilmek için o ülke burjuvazisinin belli bir
gelişmişliği ve jeopolitik hedefleri olmalıdır. Bunun yanı
sıra ülkenin coğrafi konum da askeri-sanayi kompleksinin
oluşturulmasında önemli bir rol oynar. Türk burjuvazisi,
jeopolitik hedeflerinin yanı sıra bu jeostratejik konumundan dolayı
“belalı” coğrafyada var olabilmenin yerli, silah sanayinin
geliştirilmesinden geçtiğini görmektedir.
Mevcut
gelişmişlik haliyle askeri-sanayi kompleksi küçümsenmemelidir.
Zaten ordu olarak TSK, 2016 itibariyle dünyanın en güçlü 10.
ordusu konumundadır. Ama her konuda olduğu gibi askeri gücü
bakımından da TSK “sol” tarafından küçümsenmektedir.
Örneğin uçak yapamıyor, tank yapamıyor, yapsa da motoru
dışarıdan geliyor vb. türünden söylemler TSK'nın gücünü
anlamamanın açık ifadeleridir. Türkiye, ABD, Almanya, Rusya, Çin
gibi güçlü emperyalist bir ülke değil ki, gücünü uçak, tank
motoru üretip üretememesinde arayalım. Türkiye'de askeri-sanayi
kompleksi, kendi gelişim sürecinde nicel ve nitel olarak kat ettiği
mesafe ile ölçülürse bir anlam kazanır. Küçümsenmemesi
gereken de bu mesafedir.
Dünya
çapında değişen güç dengeleri ve Türkiye
Yurt
dışına açılan sermaye, çapı ne olursa olsun dünya
pazarlarında pay talep eden ve bunun içinde rekabet eden sermaye
demektir. Bu karakterli bir sermaye Türkiye'yi kaçınılmaz olarak
saldırganlaştırmaktadır. Bu bakımdan Türkiye, yeni bir paylaşım
savaşının müstakbel aktörlerinden birisidir. Tabii bundan yeni
bir paylaşım savaşının baş aktörü sonucunu çıkartmak
oldukça öznel, oldukça yanlış olur; Türkiye yeni bir paylaşım
savaşında yer almak bakımından müstakbel bir aktördür;
birileriyle birlikte birilerine karşı paylaşımda pay kapmak için
savaşa hazır olan bir aktördür.
Yeni
bir paylaşım savaşının müstakbel aktörü olmasıyla
Türkiye'nin dünya hegemonyası merkezli bir jeopolitik anlayışının
ve bunu uygulama yeteneğinin olduğunu söylemiyorum. Bu anlamda
Türkiye ne ABD ile ne Rusya ve ne de Çin ile boy ölçüşebilir,
ama Balkanlarda, Ortadoğu ve Hazar Havzası/Kafkasya üçgeninde
gözü olan bu ve başka emperyalist ülkeler, Türkiye'nin de bu
bölgelerde gözü olduğunun ve aynı zamanda mutlaka hesaba
katılması gereken bölgesel bir güç olduğunun bilincindeler.
II.
Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeni, revizyonist
blokun çökmesiyle dağıldı. İki kutuplu dünyanın yerini çok
rekabet merkezli dünya aldı. Bu çok rekabet merkezli durum devam
etmektedir. Emperyalist ülkeler arasında kalıcı olan yeni bir
ittifaklaşma henüz yok. Bu ittifaklaşmada Türkiye gibi birçok
ülkenin de söz sahibi olacağı açıktır.
ABD,
Japonya ve AB'nin Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere gibi
emperyalist ülkelerde kapitalist ekonominin dinamikliği
kalmamıştır. Bu ülkelerde ekonomi, adeta yerde sürünmektedir.
ABD ve Almanya'yı biraz ayrı tutarsak bu ülkelerde büyüme
oranları oldukça düşüktür.
G-7'lerin yerini alabilecek yeni ülkeler ortaya çıkmıştır.
Bu, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bütün şiddetiyle
işlediğini gösterir. Yaşlı emperyalist ülkeler, zamanın ve güç
dengesinin değiştiğini pekala görmekteler. G-7'lerin yerini (veya
G-8) 19 ülke ve AB'den oluşan G-20'lerin alması, yaşlanmış
emperyalist ülkelerin bir lütfü değildir; arkadan gelerek hızla
gelişen ülkelerin gelişiyor olduklarını dayatmalarıdır.
Şimdilerde
ise G-20, BRICS, E-7, MIST gibi ülke gruplaşmaları ifade eden
kavramlar önplanda. Açık ki, bu kategorilerde yer alan ülkeler
hesaba katılmadan dünya ülkelerinin katıldığı uluslararası
veya bölgesel toplantılar artık pek anlamlı değildir.
Yeni
güçler bölgesel ve uluslararası alanda sahne alıyorlar. Bu
gerçeği görmek gerekir. Bu güçler mevcut dünya statükosunu
değişim için zorluyorlar. Revizyonist blokun dağılmasından
sonra ABD, AB ve Japonya'dan oluşan çok merkezli rekabetin seyri
daha da karmaşıklaşıyor; rekabet merkezlerinin sayısı artıyor;
ABD'nin, AB'nin, Japonya'nın yanı sıra Çin, Rusya, Hindistan, G.
Kore, Türkiye, Brezilya vb. ülkeler bölgesel ve uluslararası
rekabette söz sahibi oluyorlar.
Güçler
dengesi ve bazı “yükselen” ülkelerin değişen konumu
Türkiye'de
tekelci burjuvazi tarihsel, coğrafi ve ekonomik gücünün
beraberinde getirdiği olanak ve avantajları kullanarak uluslararası
planda değişen güçler dengesi içinde hızlı yükselen güçlerden
birisi oldu. Türk tekelci burjuvazisi, dünyanın dört bir yanında
yatırım ve pazar alanı bulmak için cirit atmaktadır. Sıklaşan
ve yaygınlaşan diplomasi trafiği, artan meta ve sermaye ihracı
bunun açık bir ifadesidir.
Her
gelişen, yükselen güç, önce en yakın çevresine ilgi duyar.
Tarihte bunun örnekleri çoktur. Örneğin Amerikan kapitalizmi
Monroe doktrini ile ”Amerika Amerikanlılarındır” anlayışından
hareket ederek bütün Amerikan kıtasını kendi arka bahçesi ilan
etmiştir. AB, öncelikle Avrupa ülkelerini üye yaparak bütün
kıta üzerinde hakimiyetini kurmuştur. Keza Rusya BDT ile eski SB
ülkeleri üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Türkiye de
Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgenindeki ülkelere
ilgi göstermekte, bu bölgeleri tarihsel olarak da “arka bahçesi”
olarak görmektedir. Tekelci sermayenin stratejisi bölgesel güç
olarak gelişmek ve buna dayanarak dünya pazarlarında pay kapmaya
çalışmaktır.
Arjantin,
Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Türkiye vb. ülkeler,
emperyalist çağda dünya ekonomisi denen o zincirin hangi
halkalarını oluştururlar diye sorarsanız herhalde çoğunluğu
“emperyalizme bağımlı, yeni sömürge veya yarı sömürge”
ülkeler cevabını alırsınız. Şüphesiz, bu tanımlamanın doğru
olduğu dönemler vardı. O dönemler artık geride kaldı. Son
yıllarda, özellikle de revizyonist blokun yıkılmasından ve
küreselleşme dalgasının göklere çıkartılmasından bu yana bir
kenara itilen emperyalizm kavramının yerini sanallaştırılan,
kökeninden kopartılan, ne olduğu belli olmayan, ama her halükarda
uluslar ötesi; ulus-devlet ötesi; ulus-devletten bağımsızlaşmış
bir sermaye aldı. Emperyalist küreselleşme sürecinde söz konusu
bu ülkelerin uluslararası güç dengelerindeki yeri hep
geçiştirildi. Her şey, her gelişme, ulusal kökeninden,
menşeinden
tamamen kopmuş (!), tamamen uluslararasılaşmış (!); yeri yurdu
olmayan (!), ama her tarafta var ve hakim olan uluslararası tekelci
sermayeye tabi kılındı. Dolayısıyla bu ülkeler de bu sermayeye
tabi kılındı. Ama bizzat yaşamın kendisi, etkileri şu veya da
bu ülkede hala devam eden 2008-2010 dünya fazla üretim krizi, bu
anlayışın yanlışlığını gösterdi. Nasıl ki, A. Negri'in
”İmparatorluk“ teorisi birkaç yıl içinde güneş altında
kalmış kar gibi eriyip yok olduysa, ulusal kökeninden, menşeinden
kopuk bir sermayenin de olamayacağını bu dünya krizi döneminde
gördük. Dolayısıyla bu anlayış da güneş altında kalmış kar
gibi eridi. Negri, ”İmparatorluk“ anlayışıyla her şeyi sanal
imparatorluğa bağlamıştı. Diğer anlayış ise neyi nereye
bağlayacağını pek beceremeden bu krizin ortaya çıkardığı
ülkeler arası, sermayeler arası rekabetin tozu-dumanı içinde
yolunu şaşırdı. Ne yapacağını bilemiyor. Küreselleşmeyi
nihai noktasına götürdü ve kapitalist sistemin kendiliğinden
çökeceğini ilan etti. Ama kriz, küreselleşmenin kâr
oranı hareketine bağımlı bir gelişme olduğunu gösterdi. Ortaya
bildiğimiz klasik emperyalist/kapitalist ilişkiler ve çelişkiler
çıktı: Gördük ki, tamamlanmış, nihai sınırına dayanmış
bir küreselleşme yok, dünya pazarlarında rekabet eden sadece
birkaç emperyalist ülke yok; yeni ülkeler de aynı pazarlarda pay
kapmak için eski emperyalist ülkelerle dişe diş rekabet
ediyorlar. Bir kısım ülke giderek gerilerken, bir kısmı ülke
giderek yükseliyor. Öyle ki, eski emperyalist ülkelerden oluşan
çok rekabet merkezli dünya, yeni rekabet merkezleriyle yeni bir
güçler dengesi sürecine girmiştir. Bu gelişme, küreselleşmeyi
nihai sınırına götürenlerin yüzüne çarptı.
Kapitalizmde
eşitsiz gelişme yasasını hesaba katmayan bir değerlendirme ancak
yanlış sonuçlara götürebilirdi. Öyle de oldu.
Sermaye
ve üretimin uluslararasılaşması koşullarında sadece Türkiye
değil, diğer bütün ülkelerin geçirmiş olduğu yapısal değişim
değerlendirmelerde hesaba katılmalıydı. Söz konusu bu ülkelerin
hepsi değişik dönemlerde bir biçimde emperyalizme bağımlı
ülkelerdi. Bu bağımlılık içinde yapısal değişimi içeren
gelişme sergilediler; sıçramalı bir gelişme gösterdiler. Söz
konusu bu ülkeler, farklı dönemlerde iç çatışmalardan geçerek
(Örneğin askeri yönetimler, darbeler) kabuk değiştirebilmişlerdir.
Neydi
o ”müthiş“ anlayış! Emperyalizme bir defa bağımlı mısın,
o zaman ebediyen bağımlısın veya emperyalizm gelişmenin önünde
engeldir. Ama bizzat emperyalizm, gelişmenin önünde engel
olmadığını ama bağımsız gelişmenin önünde kesinlikle engel
olduğunu göstermedi mi? Böyle bir anlayışın Marksist yöntemle,
Leninist emperyalizm analiziyle, hele hele Marks'ın Kapital'de
sermaye hareketini ele alışıyla ne türden bir ilişkisi
olabilirdi. Neyse. Söz konusu bu ülkeler süreç içinde yapısal
değişimden geçerek, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinden
çıkarak gelişmişlik ve dolayısıyla güç seviyesi farklı olan
ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkileri
sürecine girmişlerdir.
Ne
diyordu Stalin? “Savaş döneminde ve savaştan sonra (I.
Dünya Savaşı’nı kastediyor. İ.O.) sömürge ve bağımlı
ülkelerde kendilerine ait genç bir kapitalizm doğmuş ve
büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle
başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazar alanları
uğruna mücadeleyi keskinleştiriyor ve karmaşıklaştırıyor.”
Stalin
kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sonuçlarından
bahsediyor. Söz konusu bu ülkelerdeki yapısal değişim ve eski
emperyalist ülkelerle dünya pazarlarında giriştikleri rekabet de
bu yasanın doğrudan bir sonucudur. Demek ki, önceleri feodal, yarı
feodal, geri gelişmiş kapitalist ülkeler süreç içinde
gelişebilirler, emperyalizme bağımlılık, yarı sömürge
ilişkilerinden çıkarak pekala emperyalistleşebilirler.
Jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip olan veya potansiyel olarak
sahip olan ve başkaca olanakları olan ülkeler sıçramalı
gelişebilirler. E-7, MIST ülkeleri, her biri farklı boyutlarda da
olsa bu özelliklere sahiptir.
Geçen
yüzyılın '70'li yıllarında emperyalist ülkelerin üniversite
çevrelerinde ”alt-emperyalizm“, ”üst-emperyalizm“
tartışmaları oldukça yaygındı. Hocaların da katıldığı
“fikir jimnastiği” bolca yapılırdı. Bu tartışmalar Latin
Amerika'da ”dependenz teorisi“ (bağımlılık teorisi) olarak
devam etti. Bu tartışmalarla o zaman söz konusu olan ülkelerdeki
(Örneğin Brezilya) ekonomik gelişme arasında ne türden bir bağ
vardı, orası ayrı bir konu. Ama her halükarda bir kısım ülke
geliştikçe, emperyalizme bağımlılık ilişkisi de başka
biçimler almaya başladı. Bağımlılık ilişkileri, gelişen,
güçlenen veya “yükselen” ülkeler lehine gevşedi. Bağımlılık
ilişkilerinin gevşemesi, gelişen ülkelerin kendi çıkarlarını
önplana çıkartarak hareket ettikleri anlamına gelir. Bir zamanlar
bölgesinde sadece bağımlı olduğu ülkenin çıkarlarının
jandarması rolünü üstlenmiş ve bu rolü yerine getirdiği oranda
nemalanmış yarı sömürge, emperyalizme bağımlı gelişen
ülkeler, artık bu rolle yetinmiyorlar. Yetinmenin ötesinde kendi
çıkarları göz önünde tutulmuyorsa bu rolü oynamıyorlar. Açık
ki, emperyalist ülkeler, söz konusu böylesi ülkelerdeki yapısal
değişimi görüyorlar ve ona göre hareket etmek zorunda
kalıyorlar. Buna karşın bölgesel güç olan, yükselen ülkeler,
yayılmacı planlarını gerçekleştirmek için emperyalist
ülkelerle ortaklık içinde hareket ediyorlar. Türkiye'nin Batı'lı
müttefikleriyle sıkıntısı; gerginlikten çelişki boyutlarına
varmış ilişkileri bu çerçevede görülmelidir; Türk
burjuvazisi, müttefiklerine artık 'hep bana' dönemi kapandı,
şimdi 'biraz da bana' dönemi başladı diyor.
Bölgesel
güç olan bu ülkeler aslında emperyalistleşen veya da
emperyalistleşmiş ülkelerdir: çapı ne olursa olsun ekonomik,
askeri, mali, siyasi nüfuzu bölgesel olan, ama aynı zamanda
bölgesellik sınırlarını zorlayan, aşan ülkelerdir. Bu
ülkelerden birisi de Türkiye'dir.
Bu
nedenle Türkiye'nin salt stratejik konumunu pazarlaması anlayışı
artık geçerli değildir; Türkiye emperyalizmle ilişkilerinde
stratejik konumunu da kendi tekelci sermayesinin çıkarlarının
hesaba katılması için pazarlıyor; bölgesel çıkarlarda pay
talep ediyor. Bu anlamda ”kırıntı“ kavramının da artık bir
geçerliliği kalmamıştır. Hangi kırıntı için Amerikan
emperyalizmi Türkiye'yi Ortadoğu'da, Balkanlarda, Kafkasya/Hazar
Havzası'nda veya Orta Asya'da kendi çıkarlarına koşabilir? TSK,
hangi kırıntı karşılığında Somali açıklarında “korsan
avcılığı” yapıyor? Veya yeteri kadar nemalanmadığı için mi
İsrail ile restleşebiliyor?
Türk
burjuvazisi Batı'ya bağımlılığın yeniden tanımlanmasını
talep etmektedir. Bu, Batı ile siyasi, ekonomik, askeri ilişkilerin
yeniden düzenlenmesi talebidir.
21.
yüzyılla birlikte dünya ekonomisinde bir grup ülkenin ”gelişen“
ülkelerden koptuğu ve sıçramalı gelişmesinin sonucunda farklı
bir konuma geldiği görüldü. Önceleri ”yükselen“ tek tek
ülkelerden -örneğin Çin, Hindistan, Brezilya- bahsedilirken,
sonraları BRIC ülkelerinden (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin)
bahsedilmeye başlandı. (Bu ülkelere son olarak Güney Afrika da
dahil edildi ve kısaltma BRICS oldu). Bu da olmadı ve G-7
kavramından esinlenerek E-7 kavramı üretildi. Böylece BRICS
ülkelerine Türkiye, Endonezya ve Meksika da eklendi. E-7,
“yükselen“ bu 7 ülkeyi ifade ediyor. Şimdi bu türden ülke
sınıflandırmasına bir de MIST (Meksika, Endonezya, Güney Kore,
Türkiye) eklendi.
Türkiye
çıkışlı (yerli) tekelci sermaye uluslararasılaşmış;
Ortadoğu'da, Afrika'da, bütün Amerika kıtasında, bütün Asya
kıtasında, kısaca bütün kıtalarda faaliyet sürdürüyor, kâr,
daha fazla kâr
peşinde koşuyor. Öyle ki, uluslararasılaşmış önemli
şirketleri satın alıyor; satın alınarak değil, satın alarak
uluslararasılaşıyor. Bu derme çatma bir kapitalizmin; ulusal
sınırlar içinde kalmış
bir sermayenin
değil, uluslararasılaşmış, emperyalistleşen
bir sermayenin,
bir kapitalizmin işi olabilir.
Sadece
Türkiye değil, diğer E-7, MIST ülkeleri de aynı gelişme
içindeler.
2008-2010
dünya ekonomik krizinin
ideolojik sisinde yolunu şaşıranlar, kapitalizmin kendiliğinden
çökeceği teorisine sarıldılar;
dünya
işçi sınıfına ve emekçi yığınlarına
umutsuzluk yaydılar.
Yolunu
şaşıran bunlar,
21. yüzyılda kapitalizmin aynı zamanda uluslararası alanda güç
dengelerinde değişim olduğunu; yeni güç dengelerinin oluşmaya
başladığını, E-7, MIST ülkelerinin de oluşan yeni güç
dengelerinde hesaba katılması
gerektiğini göremiyorlar, ama
uluslararası tekelci sermaye görüyor: Bu
yolunu şaşıranlar, bu gelişmeyi,
şimdiye kadar geçerli olan güç dengelerinin değişmesini,
kapitalizmin kendiliğinden çöküşü olarak algıladılar,
algılıyorlar.
Yayılmacılığın
bazı kurumları
Türk
burjuvazisinin yayılmacılık kurumlarına birkaç örnek verelim.
TİKA, DEİK, AFAD, Yunus Emre Enstitüsü, Diyanet İşleri
Başkanlığı:
TİKA'dan
(9)
(Türk
İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı), DEİK'ten (10)
(Dış
Ekonomik İlişkiler Kurulu), AFAD'dan (11)
(Afet
ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı), başkaca BM
çerçevesinde ve aynı zamanda bağımsız olarak yapılan maddi
yardımlardan bahsedelim. Bu kurumların Türkiye ve Türk sermayesi
için uluslararası alanda oynadığı rolü anlamayan, teorik
sefaletini sergilemekten başka bir şey yapmış olamaz.
Söz
konusu bu kurumların ve bu kurumlarla işbirliği içinde Dışişleri
Bakanlığının politikaları açıktan emperyalist politikalardır.
Türk
devleti bütün emperyalist devletlerin yaptığı gibi hareket
ediyor ve etki alanını genişletmek için birtakım kurumları
kullanıyor ve kendisiyle bütünleştirilebilecek adımlar atıyor.
Örneğin hemen her gidilen ülkede cami inşa etmek istiyor. Bu
isteği dini saiklerle açıklanabilir ve ötesinde bu isteği
küçümseyebiliriz. Ama durum hiç de öyle değil; gelişmiş
kapitalist ülkelerin ve emperyalist ülkelerin Osmanlı
topraklarındaki misyonerlik faaliyeti ile Türk burjuvazisinin cami
yapma faaliyeti arasında bir fark yoktur. Cami olgusuyla kendisini
hatırlatabilecek, ben varım dedirtebilecek bir iz bırakmak
istiyor. Türkiye Diyanet Vakfı aracılığıyla aralarında ABD,
Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Arnavutluk, Filipinler, Filistin ve
Somali’nin de bulunduğu 25 ülkede 50 civarında cami inşa
edilmiştir. Öyle ki, Haiti’de bile cami inşa edilmiştir.
Küba'da da cami üzerinden “hayırseverlik” yapamak istiyor.
Gelişmiş
kapitalist ülkelerin, emperyalist ülkelerin Osmanlı
topraklarındaki misyonerlik faaliyetinde bir art niyet aramıyorsanız
Türk devletinin bu türden faaliyetlerinde de bir art niyet yoktur
diyebilirsiniz. Ama durum ne Osmanlı topraklarında misyonerlik
yapanların ne de Türk devletinin yardımseverliğiyle açıklanamaz.
Bu faaliyetler üzerinden söz konusu ülkelerin yöneticileri ve
halkları ile belli bir yakınlaşma sağlamayı amaçlıyor Türk
burjuvazisi; bu faaliyetleri kendi emperyal amaçlarını hayata
geçirmek için kullanıyor. Türk burjuvazisi nüfuz alanı haline
getirmeyi amaçladığı ülkelerde ve bölgelerde olumlu bir imaj
oluşturmak için kültürel alanda da planlanmış ve kesintisiz
devam eden etkileme faaliyetleri örgütlemektedir. Bu faaliyetler
sadece cami inşasıyla sınırlı değildir; ekonomik yardımları
oldukça yaygındır. Taktik, klasik emperyalist ülkelerin
kullandıkları taktiğin aynısıdır; kültürel etkileşimi
sağlamak, ekonomik destekler sunmak; sonuçta hedef, ülkelerde ve
bölgelerde sermayenin kolay hareket etmesini, ticari ilişkilerin
kurulmasını ve kapsamlaştırılmasını mümkün kılmaktadır.
Örneğin, karşılıksız kalan, Amerikan sermayesinin önünü
açmayan bir Amerikan yardımı var mı? Olmadığını ben
bilmiyorum. Türk burjuvazisinin yardımları da karşılıksız
kalmayacaktır, kalmıyor da.
Türk
burjuvazisi bu türden faaliyetlerini çeşitlendirerek ve
yoğunlaştırarak adeta bir saldırı biçiminde; başka
emperyalist ülkelerle yarışırcasına uygulamaktadır: Sinema,
edebiyat, sanat, eğitim, spor alanlarında Türkiye'nin hedef
ülkelerde sürdürdüğü faaliyetler, ekonomik alanda sunulan
destekler (proje destekleri), hedef ülkeler için yapılan
“bonkörce” harcamalar, şu veya bu konuda gerçekleştirilen
yardım örgütlemeleri ve bütün bu faaliyetlerin sürekli ve her
vesileyle bütün dünyaya tanıtılması karşılıksız değildir.
Türk
burjuvazisinin imkanları bununla sınırlı değildir. Örneğin
TİKA. Başlangıçta Türk Cumhuriyetlerinde kültürel, eğitim,
sosyal, teknik ve ekonomik-ticari alanlarda faaliyet gösteren TİKA
şimdi dünya çapında 100’den fazla ülkede Türk sermayesinin
çıkarları için faaliyet göstermektedir. Bu kuruluşun
faaliyetleri zamanla Orta Asya, Kafkasya ve Balkan ülkelerinden
sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika ve diğer Afrika ülkelerine doğru
yayılmıştır. 2004-2005 arasında Pakistan depreminde; Güney
Asya’da yaşanan tsunami sonrasında TİKA'yı da yardım yapanlar
arasında görüyoruz. 2008 sonunda yaşanan Gazze krizi, 2010’da
Haiti ve Şili depremleri, Pakistan’daki sel felâketi ve 2011’de
Japonya’da meydana gelen deprem ve Libya krizi nedeniyle TİKA
yardım adı altında bu ülke ve bölgelerde çeşitli faaliyetler
sürdürmüştür. Türkiye, Amerikan işgali altındaki Afganistan’a
bir yandan yardım adı altında asker göndermiş, diğer yandan
da Afganistan’ın yeniden imarı da dahil pek çok alanda Türk
sermayesi adına ihale peşinde koşmuştur.
Bu
yardımların ne anlama geldiğini ve boyutlarını burjuva basından
aktaralım:
“Türkiye’nin
dış yardımları 2014 yılında %47,3 oranında artışla 6,4
milyar ABD Dolarına çıktı. Resmi kalkınma yardımları son bir
yılda %8,6; 12 yılda 42 kat arttı. Milli gelir temelinde dünyanın
"en cömert" donör ülkesi”
(12).
“2016
Dünya İnsani Yardım Raporu! En cömert ülke: Türkiye
Türkiye,
bugün açıklanan Küresel İnsani Yardım 2016 Raporu’na göre,
2015 yılında ABD’nin ardından en çok uluslararası insani
yardım yapan ikinci ülke konumuna geldi. Türkiye 2015 yılında
ayrıca, mili gelirinin 0,37’sini insani yardım için ayırarak,
bir kez daha,“Dünya’nın En Cömert Ülkesi” oldu”.
Türkiye’nin
2014 yılında yaptığı insani yardım miktarı 1,6 milyar ABD
doları iken geçen yıl iki katına, yani 3,2 milyar ABD dolarına
ulaştı. Ülkemiz;2013, 2014, 2015 Küresel İnsani Yardım
Raporlarına göre de, üç yıl üst üste, en çok insani yardım
yapan üçüncü ülke olmuştu.
“En
cömert ülke”
... Gayri safi milli hâsıla gelirinin yüzde 0.37'ine denk gelen
insani yardımlar, ülkemizi bir kez daha, dünyadaki 'en cömert
ülke' konumuna getirdi...
Dünya'daki
yardımın 10'da 1'i Türkiye'den
Rapora
göre, 2014 yılında dünyada gerçekleşen insani yardım tutarı
25,1 milyar ABD doları iken, 2015 yılında 28 milyar ABD doları
gibi rekor bir seviyeye ulaştı. Türkiye’nin gerçekleştirdiği
3,2 milyar ABD dolarlık insani yardım, geçen yıl dünyada yapılan
yardımın yüzde 11’ini oluşturuyor.
Diğer
bir deyişle, 2015 yılında afetlerin ve insani krizlerin mağdur
ettiği insanlara ulaşan her 10 liranın 1 lirasını Türkiye
verdi. Ülkemizin son yıllarda yardım bekleyen ülke konumundan,
yardımı beklenen ülke konumuna gelmesi...
Son
6 yılda, 52 ülkede mağdur ve mazlumların yardımına yetişen
AFAD, 2015 yılında da Arnavutluk ve Malezya’daki sel
felaketlerinde; Afganistan ve Nepal’deki depremlerde; Myanmar,
Yemen ve Ukrayna’daki iç karışıklıklarda; Sierra Leone,
Liberya ve Gine’deki Ebola salgınında da zor durumdaki insanların
umudu oldu” (13).
“Türkiye
dünyanın en cömert 2. ülkesi!
Türkiye
2015 yılında milli gelire oranla en fazla insani yardım yapan
dünyanın en cömert ülkesi oldu. Türk İşbirliği ve
Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Afet ve Acil Durum
Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ve Türk Kızılayı gibi kurumları
ile dünyanın neresinde olursa olsun mazlum ve mağdurların
yaralarını saran Türkiye, 3.2 milyar dolar ile Amerika'dan sonra
dünyada en fazla insani yardım yapan ikinci ülke oldu...
Nerede
mazlum varsa Türkiye TİKA eliyle orada
Son
5 yılda faaliyet coğrafyasını genişleten TİKA ise, bugün 54
ofisiyle 140'ı aşkın ülkede faaliyetlerine devam ediyor. Bu
çerçevede faaliyet coğrafyasında tarımdan sağlığa, eğitimden
idari sivil alt yapıların desteklenmesine kadar birçok alanda on
binlerce projeyi hayat geçiren TİKA, projelerine yenilerini
eklemeye devam ediyor. TİKA, dünyanın her neresinde olursa olsun
ırk, dil, din ayrımı gözetmeksizin mazlumlara el uzatıyor”
(14).
Türkiye
Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı sitesinde bu türden
yardımlarla ilgili devlet politikası açıklanmaktadır (15).
Yunus
Emre Enstitüsü:
Bu
kurum 30’dan fazla ülkede 40’a yakın Türk Kültür Merkezi ile
faaliyet göstermektedir. Bu kurumun yurt dışında Türk kültür
ve dilini yaymak için gerçekleştirdiği projeler de Türkiye'nin
emperyal (kültür) politikalarının önemli bir parçasıdır.
Türk kültürünün, dilinin ve sanatının tanıtılması için
üniversitelerle anlaşmalar yapılıyor ve bu çerçevede oralara
akademisyenler gönderiliyor. Bunun karşılığı olarak da anlaşma
yapılan üniversitelerden Türkiye’deki üniversitelere
akademisyenler geliyor. Bu türden faaliyetler Türkoloji projesi
kapsamında sürdürülmektedir. Erasmus öğrenci değişim
programı da kültürel etkileşim faaliyetleri çerçevesinde ele
alınmalıdır.
Türkiye'de
sinema endüstrisi sinema sanatı bakımından ne kadar değerli ve
önemlidir, bunu bilemem, ama yadsınamayacak gerçek şudur: Türk
sinemasında olağanüstü gelişen “dizi kültürü”ne -her ne
kadar AKP hükümeti dini, ahlaki bakımdan bu dizilerden hoşlanmasa
da, etkisini bildiği ve o etkiyi elde etmek ve kullanmak için- göz
yummaktadır. Türk dizilerinin, Türk burjuvazisinin kültür
emperyalizmini yaygınlaştırmasında ne denli önemli ve aynı
zamanda da bir sermaye kaynağı olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek
yok. Nasıl ki, Amerikan sineması, Amerikan emperyalizmi ve
sermayesi için önemliyse Türk dizileri de Türk emperyalist
kültürünün yaygınlaştırılması ve sermayesi için kendi
çapında önemlidir. Bu çapı küçümsememek gerekir: Türk
dizilerinin popülerliği Balkanlar'la, Ortadoğu'yla, Yakındoğu'yla
sınırlı kalmamıştır. Bu dizilerin “yan etkileri” de Türk
sermayesi için önemli olmuştur; örneğin Türkiye'ye gelen turist
sayısının artmasında, Türk sermayesi için turizmden ticarete
yeni olanakların doğmasında küçümsenmemesi gereken bir
faktördür. Bu diziler Türkiye'nin imajını hep olumlamıştır.
Bu diziler üzerinden de kazanan Türk sermayesi olmuştur.
Gülen
Cemaati'nin yurt dışındaki eğitim faaliyeti de kültür
emperyalizminin gelişmesinde önemli katkılar sunmuştur. Bu
okullar, Türkçenin yaygınlaşmasında ve Türkiye'ye sempatiyle
bakan insanların yetiştirilmesinde önemli rol oynamışlardır.
Bu okullarda yetişenler, kendi ülkelerinde sahip oldukları
konumlarla (siyasi, askeri, kültürel, bürokrasi) Türkiye ve Türk
sermayesi için olanakların sağlanmasında yönlendirici veya
kolaylaştırıcı unsurlar olmuşlardır. Türkiye'de açılan Alman
Lisesi, Robert Kolej, Saint Joseph gibi okullar Almanya, Fransa ve
ABD için ne kadar önemliyse bu cemaatin açtığı okullarda
Türkiye için o kadar önemliydi.
Şimdi,
daha doğrusu 15 Temmuz darbe girişiminden sonra AKP hükümetiyle
Gülen Hareketi'nin arasının açılması, “din düşmanı”
olmaları bu gerçekliği değiştirmez. Gülen
Hareketi'nin elindeki okulları devralmak ve devam ettirmek için
şimdilerde "Yurtiçindeki ve yurtdışındaki
vatandaşlara, soydaş ve akraba topluluklara öğrenimleri sırasında
maddi, manevi destek vermek, eğitim ve öğretimlerine katkı
sağlamak, yüksek ahlaki ve milli değerlere saygılı gençlerin
yetişmesine yardımcı olmak" adına
“Maarif Vafkı” kurdu
bu hükümet.
Bu
çalışmalara “Diyanet İşleri Başkanlığı”nın yurt
dışındaki misyonerlik faaliyetlerini de eklemek gerekir.
ÖYLEYSE
TÜRKİYE NASIL BİR ÜLKEDİR?
Komünistlerin
parti programında tespit ettikleri “...Türkiye, dünya ölçeğinde
değerlendirildiğinde orta düzeyde gelişmiş ülkeler
kategorisinde yer alır” gerçeğinde nitel olarak değişen bir
şey yok. Bu tespit doğrudur. Bu tespitin yapılmasından bu yana bu
orta derecede gelişmişlik, kapitalizmin nicel gelişmelerinin
birikimi sonucunda, yine de orta derecede gelişmişlik kategorisinde
kalsa da belli bir nitel sıçrama sergilemiştir. Şayet
diyalektiğin (materyalizmin) yasalarını reddetmiyorsak, orta
derecede gelişmişliğin niceliğindeki gelişmenin de bir
gerçeklik olduğunu kabul etmek zorundayız. Orta düzeyin de bir
altı, bir ortası ve bir de üstü vardır. Hep aynı yerde
kalınamayacağına göre ya geriye doğru veya da ileriye doğru
gidilir; geriye doğru gitmek “küme düşmektir”, ileriye doğru
gitmek de bir üst kümeye geçmek veya onun sınırına varmak
demektir; sınırına mı varıldı, yoksa üst kümeye geçildi mi
soruları somut durumun somut analizinin bir sonucudur.
Rusya,
Çin, Hindistan, Brezilya orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler
değil mi? Onlar emperyalist, emperyal oluyor da orta derecede
gelişmiş Türkiye neden olmuyor? Rusya'nın silah ve onunla bağlam
içindeki sanayisini bir kenara korsanız, geriye ne kalır?
Türkiye
nasıl emperyal bir güçtür? Bu sorunun ayrıntılı cevabı başlı
başına bir araştırmadır. Burada şu kadarını söyleyelim:
Emperyalistleşen Türkiye'den emperyalist bir Amerika'yı,
Almanya'yı, Japonya'yı anlamak yanlış olur. Türkiye, kapitalist
gelişmesi orta düzeyde olan, siyasi, ekonomik, askeri gücü
bölgesel olan, ama uluslararası pastadan, dünya pazarlarından
güçlü emperyalist ülkelerle ortaklık içinde hareket ederek pay
kapmaya çalışan emperyalistleşen bir
ülkedir.
Sonuç
olarak:
1-Eşitsiz
gelişme yasası, Türk kapitalizmi için de geçerlidir
Stalin,
eşit olmayan gelişmeden neyin anlaşılması gerektiğini şöyle
açıklıyor:
“Emperyalizm
döneminde gelişmenin eşitsizliği yasası, ülkelerden birisinin
diğerlerine kıyasla sıçramalı gelişmesi, ülkelerden birisinin
diğerleri tarafından dünya pazarlarından hızla püskürtülmesi,
paylaşılmış dünyanın, savaşa götüren çatışmalar ve savaş
felaketleri sayesinde periyodik olarak yeniden paylaşımı,
emperyalizmin kampında çatışmaların derinleşmesi ve
keskinleşmesi...
Emperyalizm
koşulunda gelişmenin eşit olmayan yasasının temel unsurları
nelerdir?
Birincisi,
dünya artık emperyalist gruplar arasında paylaşılmıştır,
dünyada ‘boş’, işgal edilmemiş alanlar yoktur. Yeni pazarlar
ve hammadde kaynaklarını (ele geçirmek), işgal etmek ve
genişleyebilmek için başkalarının topraklarını zor yoluyla ele
geçirmek gerekir.
İkincisi;
teknolojinin eşsiz gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme
seviyesinin giderek artan aynılaşması, bir ülkenin
diğerlerini sıçramalı geçişini, daha güçlü ülkelerin daha
az güçlü, ama hızlı gelişen ülkeler tarafından
püskürtülmesini… mümkün kılmıştır ve bu süreci
kolaylaştırmıştır.
Üçüncüsü;
münferit emperyalist gruplar arasında nüfuz sahasının eski
paylaşımı her defasında dünya pazarındaki yeni güçler
ilişkisi ile çatışmaya düşer, nüfuz sahalarının eski
dağılımı ve yeni güçler ilişkisi arasındaki ‘denge’;
dünyanın, emperyalist savaşlar ile periyodik olarak yeniden
paylaşımlarını zorunlu kılar.
Emperyalizm
döneminde eşitsiz gelişmenin keskinleşmesi ve
güçlenmesi
bundan dolayıdır. Emperyalist kampta anlaşmazlıkların barışçıl
yoldan çözülmesi imkânsızlığı
bundan dolayıdır” (16).
Bir
de, “giderek artan farksızlaşma”nın veya
“aynılaşma”nın ne anlama geldiğine bakalım:
“Kapitalist
ülkelerin gelişme seviyesindeki azalan farkın ve bu ülkelerin
giderek aynı seviyeye geliyor olmalarının emperyalizm
(koşulunda) gelişmenin eşitsizliği yasasının etkisini
hafiflettiği söylenebilir mi? Hayır, bu söylenemez. Gelişme
seviyesindeki bu fark büyüyor mu, küçülüyor mu? Şüphesiz ki
küçülüyor. Aynı seviyeye geliş, ilerliyor mu, geriliyor mu?
Mutlaka ki ilerliyor. Büyüyen bu aynılaşma, emperyalizm
(koşulunda) gelişmenin eşitsizliğinin güçlenmesi ile çelişkiye
düşmüyor mu? Hayır, o bununla çelişkiye düşmüyor. Tersine;
aynı seviyeye geliş, emperyalizm (koşulunda) gelişmenin
eşitsizliğinin her şeyden evvel güçlü olarak etkisini
gösterebildiği taban ve arka plandır… Geri kalmış ülkeler
gelişmelerini hızlandırdıkları ve seviyelerini ilerlemiş
ülkeninkine intibak ettirdikleri için, ülkelerden birinin
diğerlerini geçme mücadelesi keskinleşir, tam da bunun için
ülkelerden birinin diğerlerini geçme, onları pazarlardan def etme
olanağı doğar…
Öyleyse;
emperyalizm döneminde aynı seviyeye geliş, gelişmenin
eşitsizliğinin güçlenmesi için koşullardan birisidir.
Emperyalizm
koşulunda gelişmenin eşitsizliği, ülkelerden birisinin
diğerlerine yetişmesi ve sonra onları, ekonomik bakımdan mutat
yoldan, tabir yerindeyse evrimci yoldan,
sıçramasız, savaş felaketleri olmaksızın, paylaşılmış
dünyanın yeniden paylaşımı olmaksızın geçmesidir denebilir
mi? Hayır, bu söylenemez”
(17).
Birbirini
tamamlayan bu iki anlayış, ele aldığımız konunun teorik
temelini oluşturuyor.
Eşitsiz
gelişme yasasının işlerliği veya kapitalizmin işleyiş yasaları
gereği pek çok ülke zaman içinde ekonomik ve siyasal değişim
geçirdiler. Bu ülkelerden birisi de Türkiye'dir. Birçok sömürge
konumunda olan ülke, ulus-devlet kurudu ve ekonomik ilişkiler
kapitalizme evrilerek kapitalist pazarlar gelişmeye başladı.
Türkiye, hiçbir dönem sömürge statüsünde olmadı;
sömürgeleştirmek isteyen güçlere karşı ulusal kurtuluş
mücadelesi vererek kuruldu. Ama sonrasında emperyalizmin yeni
sömürgesi konumuna düştü. Bu dönem zarfında Türkiye'de
kapitalizm gelişti, gelişti ve gelişti! Daha 1939'da büyük
işletmelerin sanayi üretimindeki payı yüzde 60'a, 1950'de ise
yüzde 70'e çıktı (18).
Tabii,
sanayide büyük işletmelerinin payının bu denli yüksek olmasını
anlamak gerekir; bu ezber bozan bir veridir.
1980-1983
döneminde GSMH ve TTÜ'de (Toplam Toplumsal Ürün) sanayinin payı
tarımın payını geçerek Türkiye tarım-sanayi ülkesi olmaktan
çıkmış sanayi-tarım ülkesine dönüşmüştür (19). Bu da
ezber bozan bir gelişmedir.
İhracatta
tarımın payı daha 1990'da yüzde 15,6'dan 2000'de yüzde 6'ya,
2010'da da yüzde 4,2'ye düşerken aynı yıllarda sanayi üretimin
payı yüzde 81,1'den yüzde 90,9'a ve 92,8'e çıkmıştır. Geriye
kalan oran da madencilik ve “diğerler” kalemlere dahildir. Bu
veri de ezber bozmaktadır.
Aslında
sorunun esası, Buldan'lı Cemal efendi ile Türkiye'nin
sosyo-ekonomik yapısı arasındaki diyalektik bağdır. Buldan'lı
Cemal efendi ve Asım efendiyi anlamayan Türkiye'de kapitalizmin
gelişmesinin nereden nereye gelmiş olduğunu asla anlayamaz. Bu
nedenle Türkiye'de kapitalizmin gelişmesi, kat ettiği evre,
Buldan'lı Cemal ve Asım efendilerin neyi, hangi sınıfsal
özellikleri hangi ekonomik koşullar içinde oluşarak nasıl temsil
ettiklerini anlamaktan geçer (20).
Bir
zamanlar, örneğin en geç olarak 1970'li, 1980'li yıllarda; her
halükarda geçen yüzyılın son çeyreğinde Buldan'lı Cemal'i
anlamayanın Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini anlayacağını
beklemek nasıl ki “boşuna bekleyiş”ten farksız idiyse, şimdi
21. yüzyılın, diyelim ki ilk çeyreğinde Türkiye'nin, Türk
kapitalizmi ve sermayesinin gücünü ve gelişmişlik seviyesini
anlamayanın, o zaman Buldan'lı Cemal'i anlamayandan hiçbir farkı
yoktur.
Sözün
kısası; Türkiye'de kapitalizm gelişmiş, gelişmiş, gelişmiş
bu duruma gelmiş! O tespiti yaptığımızda da orta düzeyde
gelişmiş ülkeler kategorisindeydi, bugün de aynı kategoridedir.
Ama bazı ülkeler, birtakım özelliklerinden dolayı, örneğin
Türkiye'nin jeostratejik konumu, kapitalizmin tekelci kapitalizm
olarak nispeten hızlı gelişmesi (devlet desteği, teşvikler) vb.,
orta derecede gelişmiş durumlarından dolayı bölgesel güç
olabilmişlerdir. Hindistan böyle bir ülkedir. Keza Brezilya da
öyledir.
Eşitsiz
gelişme yasasının geçerliliğini inkar ederek; başka ülkelerde
kapitalizmin gelişmesini kabul edip Türkiye söz konusu olduğunda
bu gelişmeyi reddederek bir yere varılmaz; Türkiye söz konusu
olduğunda eşitsiz gelişme yasasını, “yarı-feodal üretim
tarzı” üretme pahsına reddederek sınıf mücadelesine katkımız
ne olabilir?
Eşitsiz
gelişme yasası, kapitalizmin nesnel, içsel bir yasasıdır;
eşitsiz gelişme yasası olmaksızın kapitalizm de olmaz. Her bir
kapitalist ülkenin farklı gelişme göstermesinin nedeni bu yasanın
işlerliğinden dolayıdır; birtakım imkanlar sonucunda her bir
ülkede ekonomik gelişme farklı olur. Türk burjuvazisi de bu
imkanlarını kullanarak gelişmesinin son yıllarında emperyalist
ülkelerin her dayatmasına boyun eğmeyen, kendi çıkarlarını da
göz önünde tutan bir aşamaya gelmiştir. Dünya ekonomisinde
sayılı güçlerden birisidir; bölgesel bir güçtür ve
2000'lerden bu yana dünyaya açılımı, emperyalist ülkelerin
dikkatinden kaçmamıştır. Mevcut sınırların artık dar
geldiğini düşünen sermaye, dünya pazarında pay kapma
derdindedir. Diktatör Erdoğan da bu sermayenin çıkarlarını
siyasi olarak temsil etmektedir. Erdoğan'ın dış politikası, Türk
sermayesinin çıkarlarını dile getirmektedir. Bu da emperyalist
ülkelerin çıkarlarıyla, Türkiye'de ve Türkiye üzerinden
planlarıyla çelişmektedir.
Eşitsiz
gelişme yasası etkisini daha 12 Eylül 1980 askeri faşist
darbesinde göstermiştir. Bu darbeyi “sol” genellikle kendine
karşı yapıldığını sanır. Doğrudur, bu darbenin
gerçekleştirilmesinin iki ana nedeni varsa bunlardan birisi,
Türkiye'de gelişen
örgütlü
devrimci mücadelenin
önünü almaktı,
ülkede sermayenin istediği “mezar suskunluğu” yaratmaktı.
Diğer neden ise kapitalizmin, ekonominin kabuk değiştirme
sürecinin önünü açmaktı. O zamana kadar devlet koruması
altında palazlanan büyük burjuvazi, sanayi, ticaret, bankacılık
vb. alanlarda kendi çıkarını ifade eden yapısal değişim talep
etmekteydi, dışa açılmak istiyordu ve istediği de oldu
(21).
“Sol”
ve özel olarak tanımlamak istersek avanak küçük burjuva, bu
gerçeği ne o zaman ne de bugün anlamıştır.
Türkiye'nin
ekonomik gücünü önemsemeyebiliriz, küçümseyebiliriz. Ama
üreten ve bu anlamda dinamik bir ekonomi olduğunu unutmayalım (Bu
konuda “sol” olarak ortak bir yanımız vardır; hep el ele
verdik, cehalet düzeyindeki ekonomi değerlendirmelerimizle
memleketi sürekli batırdık, krizden çıkartmadık, ama hiçbir
değerlendirmemiz doğru çıkmadı. Bu öznelliğimizin sınıf
mücadelesine “katkı”sını hala sorgulamıyoruz). Ama Türk
burjuvazisi, müttefikleriyle
mevcut bağımlılık ilişkilerini sorgulamaktadır; artık eski
bağımlılık ilişkileri içinde değil de, yeni oluşturulacak
ilişkiler içinde olmak istediğini politikalarıyla dile
getirmektedir. Türkiye ile emperyalist ülkeler arasındaki
çelişkilerin kaynağı da budur. 'Dünya gücüyüm, dünya çapında
oyuncuyum' abartısını (isterseniz buna saçmalık da
diyebilirsiniz) bir kenara bırakırsak, bölgesel güç olmasının
gereğinin yerine getirilmesini talep etmektedir. Bu da çelişkileri,
farklı politikaları beraberinde getirmektedir. Örneğin
Ortadoğu'da Irak'ta, Suriye'de Amerikan emperyalizmiyle Türkiye
arasındaki çelişkilerin kaynağı bu farklı duruşlarda
aranmalıdır. Balkanlar'da
Türkiye, başta AB olmak üzere hemen her emperyalist ülkeyi
rahatsız etmektedir. Keza Afrika'da da öyle (Bu
kıtada Türk
işletmeleri, Çin'den sonra ikinci
büyük yatırımcı konumundalar).
Kafkasya-Hazar Havzası'nda, Orta Asya'da Rusya ile çelişki
içindedir. Doğu'dan (Hazar Havzası) ve Güney'den (Ortadoğu ve
Doğu Akdeniz) enerji sevkıyatı için en uygun geçiş koridorunun
Anadolu coğrafyası olması Türk burjuvazisine ayrı bir fırsat
vermektedir.
Bu
nedenlerden dolayı Türk burjuvazisi, artık, şimdiye kadar olduğu
gibi kendine biçilen rolü kabullenmek, kendine biçilen gömleği
giymek istemiyor; o rolün ve gömleğin biçilmesinde bizzat söz
sahibi olmak istiyor.
Ezber
bozan gerçekleri görmemek için emperyalist ülke denince ABD'yi,
Almanya'yı, Fransa'yı, Japonya'yı, İngiltere'yi, İtalya'yı,
Kanada'yı anlarım; emperyalist çağın başından bu yana
emperyalist olarak var olan bu ülkeler dışında emperyalist ülke
tanımıyorum diyorsanız, yapacak bir şey yok. O zaman örneğin
Rusya'yı, Çin'i, Hindistan'ı, evet Güney Kore'yi, Brezilya'yı
nereye koyalım? Bu ülkeleri hangi ülke kategorisine dahil edelim?
Rusya'nın petrolü ve doğal gazı olmasa -bir de silah sanayi- kime
ne satacak? İhracatının bileşiminde petrol ve doğal gazın payı
yüzde 70 (2014, 2015).
Türkiye,
sermaye ihraç eden ülke konumundadır. Bunu küçümseyebilirsiniz,
abarttığımı söyleyebilirsiniz. Ama sermaye ihracının da bir
başlangıcı vardır ve Türk sermayesi başlangıç aşamasını
çoktan aşmıştır. Bunu görmek gerekir. Açık ki, bir Almanya,
ABD; bildik klasik emperyalist ülkeler kadar sermaye ihraç
edememektedir. Bu durum onun orta derecede gelişmiş
emperyalistleşen bir ülke olduğunu gösterir. Ama Türkiye,
ekonomisinin dinamikliğinden ve gücünden dolayı her dönem
uluslararası sermaye hareketinin bir parçası olmuştur, olmaya da
devam etmektedir; Türkiye, uluslararasılaşmış sermaye için
vazgeçilemez bir pazardır. Bu kadar “sıcak”,”soğuk”
parayı nasıl çekiyor üzerine biraz düşünsek nasıl olur?
Yabancı
sermayenin Türk ekonomisi üzerindeki etkisinden; yerli sermayenin
yabancı sermayeye bağımlılığından ve hatta yerli sermayenin
olmadığından bahsedebilir, 1970'lerden bu yana dilimizden
düşürmediğimiz “tekerlemeyi” tekrarlayabilirsiniz. Peki,
böyle düşünürken, acaba Türk ekonomisinde, şirketlerinde
yabancı
kontrollü
girişim oranı
hangi boyutlardadır diye kendimize bir
sorsak ve analiz etsek nasıl olur? (22).
AKP'nin
içte iktidar olma mücadelesinin yanı sıra dış politikada
sergilediği birtakım ”açılım“lar, Türkiye'de kapitalist
gelişmenin ve buna bağlı olarak da burjuvazinin kabuk
değiştirdiğini göstermektedir. AKP, hükümet olma mücadelesini
geride bırakarak iktidar olmuştur. AKP'yi iktidar yapan onun ne
birtakım geleneklerin, dini inançların savunucusu ve uygulayıcısı
olmasıdır ne de “liberal” veya ”ileri demokrasi“ye geçişte
kararlı olmasıdır; büyük burjuvazinin iki kanadı arasındaki
mücadelede; uluslararası tekelci sermaye ile uyumluluk içinde
yerli tekelci sermayenin çıkarlarını en iyi bir biçimde savunma
mücadelesinde siyasi sorumluluğun ona verilmesidir. Burjuvazi son
on yıldan bu yana veya AKP'nin hükümet olmasından bu yana
uluslararası politikada ve Türkiye'nin başka ülkelerle
ilişkilerinde oldukça cüretkâr hareket etmektedir. Tabii bu,
Erdoğan'ın “Kasımpaşalı” olmasıyla açıklanamaz.
Burjuvaziyi cüretkârlaştıran birtakım faktörlerin olması
gerekir. Bu seriden daha önceki makalelerde ve bu makalede bu
faktörlerin ne olduğu üzerine ayrıntılı durulmuştur.
Türk
burjuvazisi ve sermayesi, gelişmesinin belli bir aşamasından sonra
iç ve dış siyasette; başka ülkelerle ilişkilerinde;
müttefikleriyle ilişkilerinde; komşu ülkelerle ilişkilerinde
şimdiye kadar olmadığı kapsamda sorunlar yaşamaya başlamıştır.
Türkiye, bir taraftan sermeyenin yeni çıkarları doğrultusunda
değişiyor, ama bu değişim içte ve dışta sorunsuz olmuyor,
sancılı oluyor. Türkiye'nin ne mevcut bürokratik yapısı ne de
bu yapıya şimdiye kadar hakim olan kesimlerin devleti yapılandırma
anlayışı Türk sermayesinin önünü açmaktadır. Burjuvazinin
belli kesimleri arasındaki iç kavga aslında bu yapılanma
sorunundan kaynaklanmaktadır. Kimi bunu “Atatürkçülük”,
“laiklik”, Avrupa yanlılığı adına sürdürmeye çalışırken,
AKP'li ve AKP'ye yakın büyük sermaye, devletin, sermayenin dünyaya
açılımını sağlayacak, teşvik edecek bir yapılanma içinde
olması gerektiğini savunmaktadır. Bu, başka ülkelerle,
sermayelerle rekabet ve çatışmadan başka bir anlam
taşımamaktadır.
Türkiye'de
devlet korumacılığı altında birikim, bu korumacılığı kalkan
olarak kullanan o eski sermaye gruplarının, bu anlayışta
oldukları müddetçe “yeni” Türkiye'de fazla bir önemleri
kalmayacaktır. Oluşan, güçlenen ve iktidarda AKP gibi sözcüsü
olan yeni sermaye grupları, Türk burjuvazisinin ve kapitalizminin
geleceğini belirliyorlar; bu geleceğin de sadece mevcut sınırlar
içinde olmadığını, dünyaya açılarak belirleneceğini
görüyorlar. Kendi aralarındaki kavga bunun kavgasıdır.
AKP
hükümeti ve diktatör Erdoğan bir konuda oldukça başarılı
olmuşlardır. Hedeflerini iyi bildikleri gibi, o hedefe ulaşmak
için nasıl bir yol, politika izleyeceklerini de çok iyi
biliyorlar. Hemen hiç bir etkisi olmayan ana muhalefet de (CHP) AKP
ve Erdoğan'ın işini kolaylaştırıyor. Burada söz konusu olan
“eski”-”yeni” kavgasıdır. “Eski” Türkiye'nin
karşısında “yeni” Türkiye konmaktadır. Bu “eski” sermaye
ile “yeni” sermayenin açık bir çatışmasıdır. Bu çatışma,
aynı zamanda uluslararası arenada müttefiklerle de çatışma
demektir. Emperyalizm, Türkiye'yi uygun gördüğü bağımlılık
ilişkileri içinde; o “eski” Türkiye içinde tutmuştu şimdiye
kadar. Bunun devam etmesini istiyor. AKP'nin anladığı “yeni”
ise mevcut bağımlılık ilişkilerinin kırılması, yeni
ilişkilerin kurulması için mücadeledir. Bu mücadelenin nasıl
sürdürüldüğünü, hangi boyutlara taşındığını 15 Temmuz
darbe girişimi, yeni ulusal güvenlik politikası, Suriye'de işgalci
girişim, Misak-ı Milli açıklaması vb. çok açık bir biçimde
göstermektedir.
Emperyalizm-bağımlılık
ilişkilerinde ezber bozan bu gerçekler karşısından “sol”
olarak nerede duruyoruz? Bunu kendimize bir soralım.
Şüphesiz
ki, her şey AKP ile birlikte başlamamıştır. Bunun bir de öncesi
vardır. Bunun öncesini 12 Eylül 1980 faşist darbesinin politik
ekonomisinde aramak gerekir. Bunu da Özal'sız açıklayamayız.
AKP'inin bugünkü açılımı Özal dönemindeki atılan adımların
doğrudan bir ürünüdür
(23).
2-Orta
düzeyde gelişmiş ülkeler geliştiler, geliştiler, geliştiler ve
yeni emperyalist ülkelere dönüştüler, dönüşüyorlar
Bu konuda
rivayet çeşitlidir. Örneğin Alman Maocuları “yeni emperyalist
ülkeler”i neredeyse tek kıstasa dayanarak tanımlıyorlar. Bir
ülkenin, dünyanın en büyük 500, 1000 veya 2000 tekeli arasında
yer alan tekelleri var mı, yok mu sorusundan hareketle o ülkenin
“yeni emperyalist” ülke olup olmadığına karar veriyorlar.
Haksızlık etmeyelim, neredeyse bu tek kıstasa indirgiyorlar. Böyle
bir kıstas aramak tabii yanlış olmaz, ama bir ülkeyi “yeni
emperyalist ülke” olarak tanımlamak için de yetersiz kalır.
Türkiye bağlamında “alt-emperyalizm” kavramını kullananların
yanı sıra Mao'nun çok sevdiği “iflah olmazlar” kavramına
uygun biçimde gerçeği reddetmek için yeni bir üretim tarzı
keşfederek, memleketi “yarı feodal üretim tarzı”na;
emperyalizme bağımlılık anlayışını “üç dünyacı”,
1970'lerin küçük burjuva emperyalizm yorumlarına dayandırarak,
değişmezliğe mahkum ederek, emperyalizmi her şeye muktedir kılan
ve daha nice garip, şu veya bu ideolojiyle, teoriyle açıklanması
pek mümkün olmayan; ideolojilerin (burjuva, işçi sınıfı)
melezleştirilmesinin bir ürünü olan değerlendirmeler yapanlar da
var. Bütün bunları ayrı bir çalışmanın konusu olarak ele
almak gerekir.
Türkiye'de
genellikle 1970'li yılların ürünü olan Maoizm, “üç dünya
teorisi” ağırlıklı emperyalizm anlayışı, biraz aşınsa da
hala etkilidir. Bugün de ülkeleri belli gelişmişlik
kategorilerine ayırma yöntemi o zamandan kalmadır. Bu
yöntemin/anlayışın içinde emperyalizme bağımlı, yeni sömürge
ülkelerin gelişebilecekleri, emperyalist ülkelerle rekabet
edebilecek duruma gelebilecekleri yoktur. Her ülkenin yeri bellidir:
Emperyalist ülkeler, onlara bağımlı, yeni sömürge ülkeler.
Başka bir sınıflandırma yoktur. Bu sınıflanfırmaya bağlı
olarak da ülkeler sosyo-ekonomik bakımdan tanımlanırdı;
gelişmiş kapitalist ülkeler (emperyalist ülkeler), az gelişmiş
kapitalist ülkeler, “az gelişmiş tutulan ülkeler”, feodal,
yarı-feodal ülkeler. Bunların son dördü kaçınılmaz olarak
emperyalizme bağımlı ülkeler olarak tanımlanır ve boyunlarına
takılan az gelişmişlikten, feodal ve yarı-feodal olmaktan bir
türlü kurtulamazlardı. Yöntem, bu ülkeleri kafamızda
oluşturduğumuz kategoride yer almaya mahkum ediyordu.
III.
Enternasyonal'in (Komintern) VI. Kongresi'nde (1928) tartışılan
ve kabul edilen programında - Komünist Enternasyonal Programı)
ülkeler gelişmişlik düzeylerine göre farklı kategorilerde
tanımlanırlar:
1-
“Çok gelişmiş kapitalist ülkeler (ABD, Almanya, İngiltere
vs.)”.
2-
“Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler (İspanya,
Portekiz, Polonya, Macaristan, Balkan ülkeleri vs.)”.
3-
“Sömürge ve yarı sömürge ülkeler (Çin, Hindistan vs)”.
4-”Bağımsız
ülkeler (Arjantin, Brezilya vs.)”.
5-
“Daha da geri ülkeler (Afrika'nın bazı bölgelerindeki ülkeler)”
(24).
Aslında
1970'li yıllardaki ülkeleri gelişmişlik durumuna göre
grupladırmakla Komintern'in gruplandırması arasında bir fark yok.
Ama her iki grupladırma arasındaki zaman farkı bir gerçeği
gösteriyor. Komintern gruplandırmasında adı geçen ülkeler aynı
konumda değiller. Geçen zaman bu ülkeleri belli bir kategoriye
mahkum edemeyeceğimizi gösteriyor; gelişme inkar edilemiyor. Ama
1970'li yıllardaki sakatlanmış, dondurulmuş emperyalizm kavrayışı
etkisini hala sürdürmektedir; bu nedenle bazı ülkelerin
sergilediği gelişme görülmüyor; yöntem buna izin vermiyor. Bir
defa bağımlı hep bağımlı anlayışı ilke, kural haline
getirilmiş. Yoksa öyle değil mi?
Bu
nedenle, düşünüyorum, ya bizde bir sorun var veya da o zamanki
komünistlerde bir sorun vardı. Daha 1928'de Komintern ülkeleri
gelişmişlik düzeyine göre tasnif ediyor ve kategorilere göre
devrim önerilerinde bulunuyor. Ama o ülke komünistlerine, ülkeniz
hep bu kategorilerde kalacaktır demiyor. Günümüzde ise neredeyse
deniyor (Herhalde yeni bir Komintern olmadığı için!): Bir defa
emperyalistsen bütün zamanlar için emperyalistsin; bir defa
bağımlı, yarı sömürge isen bütün zamanlar için bağımlı,
yarı sömürgesin!
Ama
gerçekler hiç de öyle değil. Buradan çıkartmamız gereken sonuç
şu olmalı: O zamanki gelişmişlik durumlarına göre söz konusu
bu ülkeler farklı kategorilerde yer alıyorlardı. Şimdi ise hem o
ülkeler hem de o zaman belirtilmeyen ülkeler, değişik
kategorilerde yer alıyorlar. Örneğin, Çin'in, Hindistan'ın
sömürge, yarı sömürge olduklarını, İspanya'nın orta düzeyde
olduğunu söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Bu ülkeler bugün
emperyalist ülkeler kategorisinde yer almaktalar.
Bu ve
başka ülkeler gelişiyorlar, değişiyorlar. Peki, Anadolu
coğrafyasının “günahı” ne? Bu değişim, gelişme dünyanın
her tarafında kol geziyor da Türkiye'ye neden uğramıyor?!
Türkiye'de
“sol”, emperyalizm-bağımlılık ilişkilerini; emperyalizme
bağımlılığın diyalektik olarak ne anlama geldiğin hiç
anlamamıştır. Tamam, doğrudur, Türkiye'de kapitalizm
emperyalizme; Türk sermayesi, emperyalist sermayeye, Türk
burjuvazisi emperyalist burjuvaziye bağımlıdır. Nihayetinde dünya
ekonomisi, halka olarak tanımlanan ülkelerden oluşmaktadır; bu
ülkeler, dünya ekonomisi istediği kadar bütünleşsin, sermaye ve
üretim istediği kadar uluslararasılaşsın hala ulus-devlet
olarak, ulus-sermaye olarak o bütünleşmiş pazarlarda
birbirleriyle
acımasızca rekabet ediyorlar; gerekirse ordularıyla
silah elde savaşıyorlar. Bunların
hepsi emperyalist
küreselleşme ilişkileri içinde oluyor.
Ama bu ilişkiler, Türkiye
somutunda
da bu bağımlılık,
Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinde, sadece gelişmesinde değil,
sıçramalı gelişmesinde engel teşkil etmiş midir? Etmemiştir.
Emperyalizm,
gelişmenin önünde engel değildir, ama bağımsız gelişmenin
önünde kesinlikle
engeldir. Emperyalizm
koşullarında bağımlı, yeni sömürge ülkeler, pekala ekonomik
olarak gelişebilirler ve emperyalist ülkelerle rekabet edebilirler
veya emperyalizm koşullarında bağımlı ülkeler, emperyalist
ülkelerle rekabet edecek kadar gelişebilirler, gelişmiş birçok
kapitalist ülkeyi geride bırakabilirler. Özellikle MIST ülkeleri
buna birer örnektir. Stalin'in
örnek verdiği Hindistan, bugün çok sayıda Hindistan olmuştur.
Komünist
Enternasyonal sözü geçen programında ülkeleri kategorilere
ayırırken aslında gelişme düzeylerini gösteren bir hiyerarşi
piramidi oluşturuyordu. Biz burada bu kategorileştirmeyi, o ve
şimdiki zaman aşısından gösterelim:
“Çok
gelişmiş kapitalist ülkeler” (emperyalist ülkeler):
G-7:
ABD,
Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada.
“Çok
gelişmiş kapitalist ülkeler” (emperyalist ülkeler) ve
“Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler”:
G-20:
ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada, Avrupa
Birliği , Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Hindistan,
Endonezya, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Güney
Kore, Türkiye.
“Kapitalist
gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler”:
E-7:
Çin,,
Hindistan, Brezilya, Rusya, Endonezya, Meksika, Türkiye.
BRICS:
Brezilya,,
Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika.
MIST:
Meksika,, Endonezya, Güney Kore, Türkiye.
Komünist Enternasyonal
tanımlamasına göre bugün ülkelerin gelişmişlik düzeyi
bakımından tasnifi
|
|||
G-7
|
G-20
|
E-7
|
BRICS
|
“Çok
gelişmiş kapitalist ülkeler”
(Emperyalist
ülkeler)
|
“Kapitalist
gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler”
|
“Kapitalist
gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler”
|
“Kapitalist
gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler”
|
ABD
Almanya
Japonya
İngiltere
Fransa
İtalya
Kanada
|
G-7
ve AB hariç aşağıdaki ülkeler:
Arjantin
Avustralya
Brezilya
Çin
Hindistan
Endonezya
Meksika
Rusya
Suudi
Arabistan
Güney
Afrika
Güney
Kore
Türkiye
|
Çin
Hindistan
Brezilya
Rusya
Endonezya
Meksika
Türkiye
|
Brezilya
Rusya
Hindistan
Çin
Güney
Afrika
|
Günümüzde
ülkelerin “çok gelişmiş emperyalist ülkeler”, “gelişmesi
orta düzeyde olan yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler”
olarak tasnifi
|
|||
Çok
gelişmiş emperyalst ülkeler
|
“Gelişmesi orta
düzeyde olan, yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler”
(G-7,
Arjantin ve Suudi Arabistan hariç G-20, BRICS ve MIST ülkeleri
|
Orta
derecede
gelişmiş
kapitalist
ülkeler
|
|
ABD
Almanya
Japonya
İngiltere
Fransa
İtalya
Kanada
|
Avustralya
Brezilya
Çin
Hindistan
Endonezya
Meksika
Rusya
Güney
Afrika
Güney
Kore
Türkiye
|
Arjantin
(Tasnifi
G-7, G-20, E-7, BRICS ve MIST ülke gruplarına göre yaptığımız
için bu kategoriler dışında kalan ülkeler dikkate
alınmamıştır)
|
G-7'lerin,
G-20'lerin, E-7'lerin, BRICS ve MIST ülkelerinin toplamının veya
her bir gruplaşmanın dünya ekonomisindeki ağırlığı nedir
sorusunun cevabı bu konu üzerine yazılmış farklı makalelerde
bulabilirsiniz. Yazıyı daha da uzatmamak için bu konuya girmek
istemiyorum. (Aslında yukarıdaki tablo, Rekabetin Tarihi 6'yı
kaçınılmaz kılıyor. Çünkü, bu tabloda kapitalizmin tarihinde
şimdiye kadar görülmemiş sayıda ülke, sahip oldukları güce
göre kendi aralarında gruplaşmış olsalar da bölgesel ve dünya
pazarlarında birbiriyle rekabet edecek durumdalar. Bu da hegemonya
mücadelesini ve rekabeti sertleştirmekte ve keskinleştirmektedir).
“Gelişmesi
orta düzeyde olan”, “çok gelişmiş” ülkelere nazaran “az
gelişmiş, yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler”
kategorisindeki ülkeler, ayrıntılı analiz edilebilir. Şayet bu
analiz yapılırsa şunu görürüz: Bu ülkeler, geçişkenliğin
süreklilik arz ettiği; hızlı gelişmelerin, sıçramaların
olduğu kategoriyi oluşturmaktalar. Bu kategorinin en üstünde
örneğin Çin, Rusya gibi ülkeler yer alırlarken alt kısımında
da Endonezya, Meksika, Güney Afrika, Türkiye gibi ülkeler yer
almaktalar. Hindistan, Güney Kore gibi ülkeler de orta alanda yer
alırlar. Açık ki, bu kategoride yer alan ülkeler arasında önemli
düzey farklılığı vardır.
Burada
avanak küçük burjuva tarafından yasallaştırılmış anlayışla,
Marksizm-Leninizmin ülkelerin gelişmesi konusundaki anlayışı
arasındaki farkı göstermek isterim. Küçük burjuva, toplumsal ve
ekonomik gelişmeyi nasıl anladıysa veya bu gelişme düzeyini
kafasına nasıl nakşettiyse yaşamı öyle görür; değişim
yoktur! Marksizm-Leninizme göre toplum ve ekonomi, sürekli değişim
içindedir. Nicel gelişme, birikim sonuçta nitel değişime dönüşür
vs. Türkiye'de küçük burjuva, sosyo-ekonomik yapıyı durağan
görür. Bu anlayışa göre yapılan bir analizde emperyalist
ülkelerle orta düzeyde gelişmiş ülkeler arasında bir geçişenlik
yoktur; emperyalist ülke emperyalisttir, orta düzeyde gelişmiş
ülke orta düzeyde gelişmişlikle sınırlıdır. Öyle ki, bu
düşünceye göre orta düzeyde gelişmiş bir ülkenin emperyalist
olabilme hakkı yoktur. Ama 20. ve 21. yüzyıl gerçekliği tamamen
farklıdır; birçok ülke, eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu
olarak feodallikten, yarı feodallikten, sömürge ve yarı sömürge
olma statüsünden çıkarak emperyalist ülke olma konumuna
gelmiştir. Hindistan, Endonezya, Güney Kore buna birer örnektir.
Demek oluyor ki, orta düzeyde gelişmiş bir ülke de pekala mevcut
olanaklarını kullanarak hamleler yapabilir ve emperyalistleşebilir.
Türkiye bu türden gelişme için tipik bir ülkedir. Ama küçük
burjuva bunu asla anlamaz. Ona gören sosyo-ekonomik yapı
durağandır; en üstteysen hep oradasın; ortalarda bir yerdeysen
hep orada kalacaksın; altta bir yerdeysen hep orada kalacaksın! Bu
düşüne tarzının en tipik savunucularını yukarıda adı geçen
Partizan çevresinde bulabilirsiniz. Bu arkadaşlar, Türkiye'nin
sosyo-ekonomik yapısını değiştirmemek, durağan olduğunu
“kanıtlamak” için yeni bir üretim tarzı üretebilme
maharetini göstermişlerdir. Bunu da “yarı-feodal üretim tarzı”
diye tanımladılar. Soralım: Türkiye neden orta düzeyde gelişmiş
emperyalistleşen bir ülke değil de, “yarı-feodal” bir ülke
veya “yarı-feodal üretim tarzı”nın hakim olduğu bir ülke?
Verebileceğiniz bir cevap var mı?
Bu
Maocularımızın ve bir biçimde aynı mantığın esiri olanların
ezberini bozmak kolay değildir, hatta mümkün değildir. Bu mantığa
göre emperyalizm, sömürgesi olan, kendine bağladığı ülkelerin
gelişmesine izin vermez. Bu cüretkar söylem aslında doğrudan ve
düpedüz Marks'ın “Kapital”deki ve Lenin'in “Halkın Dostları
Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ediyorlar?”
ve “Emperyalizm” yapıtlarındaki öğretisinin açık inkarıdır.
Her üç yapıtta da Marks ve Lenin, -şu veya bu konuda ne
dediklerin bir kenara bırakalım-, soruna yöntemsel yaklaşımlarıyla
“gelişmeye izin verilmez”liğin mümkün olamayacağını, bunun
diyalektiğe aykırı olduğunu döne döne açıklarlar. Tabii, bu
döne döne açıklamayı anlamak için önce “Kapital” sonra da
“Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl
Mücadele Ediyorlar?” ve “Emperyalizm” yapıtlarını hem
içerik hem de yöntem bakımından anlamak gerekir.
Yukarıdaki
tasnife bir daha bakalım. Çok
gelişmiş emperyalist ülkeler kategorisiyle gelişmesi orta
düzeyde olan, çok
gelişmiş olanlara nazaran
az gelişmiş, yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler
kategorisi arasındaki fark, sadece niceldir. Örneğin sermaye
ihracı, teknoloji kullanımı, meta üretimi, ihracat-ithalat ve
bileşimi bakımından her iki kategori arasında nitel değil, nicel
farklar vardır. Örneğin ABD'nin, Almanya'nı sermaye ihracıyla
Çin'in, Türkiye'nin,
Endonezya'nın sermaye ihracı arasındaki fark rakamsaldır; ABD ve
Almanya 100 sermaye ihraç ederken Türkiye ve Endonezya belki 10
sermaye ihraç ediyor. Burada
önemli olan, ölçek olan, sermaye ihracındaki sürekliliktir.
Nitel aynılık, her iki ülke grubunun da sürekli
sermaye ihraç etme
yeteneğine sahip olması ve sermaye ihraç etmesidir.
Çok gelişmiş emperyalist ülkelerin elinde olan teknoloji az
gelişmiş emperyalist ülkelerin elinde olmayabilir, ama o
teknolojiye sahip olmaları sadece bir zaman meselesidir. Nasıl ki,
her çok gelişmiş emperyalist ülke atom bombasına sahip değilse,
az gelişmiş veye yukarıdaki tasnifte yer almayan Pakistan atom
bombasına sahiptir. Ama atom bombasını yapmak için gerekli
teknolojiye sahip olmak çok gelişmiş emperyalist ülke olmak için
bir kıstas değildir.
Soruna
bir de şöyle bakalım: Bu G-20 olgusu neden dolayı ortaya çıktı,
neden bu 20 ülke belli dönemlerde bir araya gelmek ve özellikle
dünya ekonomisindeki gelişmeler üzerine tartışmak zorunda kaldı?
II. Dünya Savaşından bu yana kapitalist dünyanın BM, IMF, Dünya
Bankası, OECD, DTÖ ve başkaca kurumları var. Söz konusu olan
sorunlar bu kurumlar çerçevesinde tartışılabilir. Tartışıyorlar
da. Acaba
o tartışmalardan sonuç alamadıkları için mi G-20 gündeme
geldi? Hayır. 20. yüzyılın başından bu yana, emperyalist çağla
birlikte dünyayı talan eden bildik klasik emperyalist ülkeler,
kapitalist dünyadaki nesnel gerçekliği, başka ülkelerin de
geliştiklerini, rekabet gücüne sahip olduklarını, her söyleneni,
her baskıyı kabul etmediklerini ve bundan dolayı da G-7
hakimiyetini G-20 hakimiyetine çevirmek zorunda kaldıklarını
görmüşlerdir. Bazı ülkelerin geliştiklerini, sömürü ve
talandan pay talep ettiklerini çok gelişmiş emperyalist ülkeler
görüyorlar, ama avanak küçük burjuvazi görmüyor! Görmediği
için de Türk burjuvazisinin saldırganlığını, efendisi olan çok
gelişmiş emperyalist güçlere kafa tuttuğunu, hatta var olabilmek
için kafa tutmak zorunda
olduğunu bir türlü anlamıyor.
Avanak
küçük burjuva, Türkiye'nin
ekonomik bakımdan
dünya sıralamasında 16.-17. sırada yer aldığının -tabii
bu, konjonktür hareketine göre değişen bir sıralamadır-
ne anlama geldiğini anlamamasını yanı sıra Türk kapitalizminin
dünyanın çeşitli bölgelerine ve ülkelerine büyük yatırımlar
yapan tekellere (sermaye gruplarına) sahip olduğunu ve bu
sermayenin özellikle AKP hükümeti ve diktatör Erdoğan tarafından
siyasi olarak temsil edildiğini; bu temsiliyetin sonucudur ki,
müttefikleriyle arasının açık olduğunu kavrayacak durumda
değildir. Ona göre Türkiye bir gün ABD'nin kucağında, ertesi
gün Rusya'nın kucağında; bir gün ABD kullanıyor, ertesi gün
Rusya kullanıyor. Ama nedense bir türlü de Türkiye'den
vazgeçemiyorlar.
Avanak
küçük burjuva Ortadoğu'da Türkiye ile başta ABD
olmak üzere Batı'lı müttefikleriyle yaşamakta olduğu
gerginliğin çelişkiye dönüştüğünü, artık ABD'nin, NATO'nun
bölgede sorunsuz jandarmalığını yapmaya hiç niyetinin
olmadığını dahi anlamıyor. Avanak küçük burjuva, Türkiye
ekonomik bakımdan güçlendikçe kendi çıkarlarını önplana
çıkartmaya başladığını, Gülen Hareketi'nin ordudaki
tahribatına rağmen hala
oldukça güçlü ve modern silahlara sahip, silah bakımından
dışarıya bağımlılığını yüzde 40'lara indirmiş bir orduyla
rekabet gücünü artırdığını dahi görmüyor.
Öyle
ki avanak küçük burjuva, Türkiye'nin uluslararası alanda askeri
varlığının ne anlama geldiğinin farkında bile değil.
Türkiye'nin
son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok
sayıda ülkede görev alması ve askeri bakımdan uluslararası
tecrübe kazanması; son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak
çok sayıda ülkede askeri faaliyet sürdürmesi; örneğin Somali,
Katar, Irak'ta mevcut üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan
ve Gürcistan'da üs kurma çabaları, Afganistan'da NATO kapsamında
karargahı, avanak küçük burjuvazi için de çok düşündürücü
olması gerekmez m? (25).Gerekmesine
gerekir de o hala Türkiye, Suriye bataklığına gömüldüde
kalmış;
aylardır,
evet
yıllardır
aynı teraneyi tekrarlıyor. Hani “baş düşman” ya, Türkiye'yi
El Bab'da bataklığa gömerek öldürüyor!
Ama
El Bab'da Türk ordusunun yeni silah
denemelerini, yeni savaş taktikleri uygulamasını gerçekleştiriyor
olduğu avanak küçük burjuvanın umurunda değil. Bataklığa
gömdüğümüz sınıf düşmanının Suriye'de siyasal çözüm
masasında oturuyor olması ve bunun ne anlama geldiği avanak küçük
burjuvaziyi hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Sınıf
mücadelesinde en büyük zaaf, belki, iktidarını yıkmak
istediğimiz sınıf düşmanını bütün yönleriyle tanımamaktır,
onu küçümsemektir.
Türk
burjuvazisinin geliştirdiği yeni güvenlik politikası, Türkiye'nin
jeopolitik önemini kavrayarak, kendi çıkarları için kullanarak
hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk
sermayesinin bölgesel ve dünya çapında rekabet etme gücünün
bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü
abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme
lüksümüz olmamalıdır.
Açık
ki, Türkiye geçen yüzyılın ikinci yarısındaki, daha da
daraltırsak son çeyreğindeki Türkiye değildir. Türkiye'de
ekonomik gelişmenin; Türkiye'de kapitalizmin gelişmişlik seviyesi
ve Türk burjuvazisinin bugün içte ve dışta yaşadığı sorunlar
kabuk değişiminin sancılarıdır. Bu sancıları, var olup
olmamasından bağımsız olarak ekonomik, siyasi vb. krizlerle
açıklamak mümkün değildir.
Türkiye'de
kapitalizm, Türk burjuvazisi belli bir sıçrama eşiğindedir;
şimdiye kadar var olduğu gibi var olmanın artık mümkün
olmadığını, aynı ilişkiler ve gelişme aşamasında
kalınamayacağını görmektedir. Bu nedenle gelişmesinin daha
ileri bir aşamasında kendine bir yer açma sorunuyla karşı
karşıyadır. Bu yer açma sorunu, varmak istediği aşamada var
olan güçlerle çelişkili bir durumun oluşmasına neden
olmaktadır.
Türk
burjuvazisi ve kapitalizmi kendisini, varmak istediği aşamada orada
olanlara kabul ettirmek sorunuyla karşı karşıyadır. Batı'lı
müttefikleriyle, Rusya ile sorunun-ilişkilerin kaynağı budur;
ilişkilerin şimdiye kadarkinden daha üst seviyede düzenlenmesi
talebi, Türk burjuvazisinin ve kapitalizminin talebidir. Ya bunu
kabul ettirir veya da “şamar oğlanı” olur. Önümüzdeki
görülebilir zaman içinde bunun ikisinden birisi gerçekleşecektir;
Türkiye, Batı'lı emperyalist müttefikleri veya da Rusya
tarafından ya hizaya getirilecektir; uslandırılıp, eskisi gibi
uysal köleye dönüştürülecektir veya da kendisini kabul
ettirecektir. Türkiye'nin kendisin kabul ettirmesi için elindeki
kozlar, en azından avanak küçük burjuvazinin düşünce ufkunu
aşan boyutlardadır. Ortadoğu'da IŞİD'e karşı mücadele,
Suriye'de işgal girişimi, keza Irak'ta Muslu-Şengal bağlamındaki
gelişmeler; Avrupa ve dünya pazarlarına enerji sevkıyatında
oynayabileceği rol ve nihayetinde kapitalizm var oldukça var olacak
jeopolitik konumunu kullanmasını bilmesi, mevcut ekonomik ve askeri
gücünün yanı sıra Türkiye'nin kozları olacaktır. Hal
böyleyken Türkiye'yi yarı-feodalliğe, az gelişmiş kapitalizme
vb. mahkum etmenin sürdürülen sınıf mücadelesine katkısının
ne olacağını bu konuda ısrarlı olanların bir daha düşünmeleri
gerekmez mi? Gerekir.
Unutmamak
gerekir ki, Türkiye Balkanlar-Kafksya/Haar Havzası-Ortadoğu
üçgeninin merkezini oluşturan ülkedir. Türkiye, bu üçgen
içinde ayakta kalabilmenin ötesinde en güçlü ülkedir. Kaderi,
coğrafyayla hiçbir ülkede görülmemiş derecede bütünleşmiştir.
Türk burjuvazisi gücündeki gelişmeye paralel olarak bu
gerçeklikten kurtulamayacağını anlamıştır. Bu coğrafyada
sosyalizm kurduğumuzda da bu gerçeklikten kurtulamayacağız.
Burjuvaziyle işçi sınıfının bu coğrafyada kader ortaklığı
belki de budur!
*
Rekabetin
tarihini, emperyalistler arası çelişkileri, hegemonya mücadelesini
ve güçler dengesinde değişimi araştırmak isteyenler için: İ.
Okçuoğlu:
-Kapitalizmde
Eşitsiz Gelişmenin ve Rekabetin Tarihi 1 (Ceylan Yayınları, 2.
baskı, Ocak 2006).
-Kapitalizmde
Eşitsiz Gelişmenin ve Rekabetin Tarihi 2 (Ceylan Yayınları,
Kasım Şubat 2001).
-Kapitalizmde
Eşitsiz Gelişmenin ve Rekabetin Tarihi 3 (Ceylan Yayınları,
Mayıs 2002).
-Kapitalizmde
Eşitsiz Gelişmenin ve Rekabetin Tarihi 4 (Ceylan Yayınları,
Eylül 2002).
-Kapitalizmde
Eşitsiz Gelişmenin ve Rekabetin Tarihi 5 (Ceylan Yayınları, Ocak
2006).
-Emperyalist
Küreselleşme ve Jeopolika, Ceylan yayınları, 2009.
Türkiye'de
sosyo-ekonomik yapının gelişmesi ve değişimi araştırmak
isteyenler için:
İ.
Okçuoğlu:
-Türkiye'de
Kapitalizmin Gelişmesi ve İç Pazarın Oluşma Süreci, 1920'ye
kadar, kitap 1, Ceylan Yayınları, 2. baskı Haziran 1999).
-Türkiye'de
Kapitalizmin Gelişmesi ve İç Pazarın Oluşma Süreci, 1923-1950
arası, kitap 2, Ceylan Yayınları, Haziran 1999).
-Türkiye'de
Kapitalizmin Gelişmesi ve İç Pazarın Oluşma Süreci, 1950-1991
arası, kitap 3, Ceylan Yayınları, 2. baskı, Haziran 2003).
Konuya
ilişkin başkaca makaleler için bakınız:
ibrahimokcuoglu.blogspot.com
Dipnotlar:
1)
“Yarı-feodal
ilişkiler emperyalizm çağında kendi başına bir ekonomik
ilişkiler bütünü haline evrilmiştir.
Bu bir toplumsal formasyon, bir üretim ilişkileri karakteri
kazanmıştır. Emperyalizm çağı, burjuvazinin tüm barutunu
tüketmesini ve artık kendi burjuva ilişkilerini tesis etmesini
tümüyle ortadan kaldırmıştır. Bu durum feodalizmle kapitalist
ilişkilerde işbirliği ve ittifaklara da zemin oluşturmuştur.
Yarı-feodalizm bu kalıcı ve tarihsel ittifakın yeni ekonomik
ilişkiler biçimi haline gelmiştir. Bu durum emperyalist çağın
ve emperyalist sermayenin dolaylı biçimde kendini gerçekleştirmek
içinde dayandığı gerici zemindir...Yarı-feodalizmin kendi başına
tarihsel bir üretim ilişkileri biçimini alması, onun bu tarihsel
çıkar ortaklığına ve ittifakına dayanmaktadır” (Partizan,
Özel Sayı, Haziran 2014, s. 112).
2)III.
Kongre belgeleri, s. 48. Arkadaşların sosyo-ekonomik yapının
gelişmesi üzerine analizleri ayrıca incelenmelidir; yöntemsizlik
veya yöntemin yanlış kullanılması sonucunda, gelişmelerinin bu
seviyesinde yapmamaları gereken hatalar yapıyorlar. Buna ilişkin
değerlendirmeyi başka bir çalışmanın konusu olarak görüyorum.
3)
GSYİH'nin
bileşiminde tarım ve sanayinin payı ve yıllara göre değişimi:
Aşağıdaki
verilerde GSMH bileşiminin tarım ve sanayi bazında değişim
sürecini görüyoruz. Uzun vadeli baktığımızda, 1923-2011
arasında tarımın ekonomideki öneminin giderek azaldığını ve
sanayinin öneminin de giderek arttığını ve bu değişimin de
sonuç itibariyle ülke ekonomisinde yapısal değişimi ifade
ettiğini anlıyor ve görüyoruz. Türkiye 1980'li yılların ilk
yarısında tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım
ülkesi olmaya başlamıştır. Sanayinin GSYİH'deki payı 1983'ten
itibaren tarımın payını aşmıştır.
Sektörlerin
Gayri Safi Milli Hasıla içindeki payları
|
|||||||||||
Yıllar
|
Tarım
|
Sanayi
|
Yıllar
|
Tarım
|
Sanayi
|
Yıllar
|
Tarım
|
Sanayi
|
Yıllar
|
Tarım
|
Sanayi
|
1923
|
43,1
|
10,6
|
1944
|
43,1
|
15,9
|
1965
|
30,9
|
19,4
|
1986
|
18,8
|
25,0
|
1924
|
47,8
|
8,5
|
1945
|
39
|
15,6
|
1966
|
30,5
|
19,9
|
1987
|
17,2
|
24,9
|
1925
|
44,7
|
8,9
|
1946
|
45,5
|
14,9
|
1967
|
29,3
|
20,7
|
1988
|
18,3
|
25,1
|
1926
|
49,9
|
8,7
|
1947
|
38,6
|
15,2
|
1968
|
33
|
17,1
|
1989
|
16,6
|
25,9
|
1927
|
39,5
|
11,9
|
1948
|
44,3
|
12,8
|
1969
|
31,2
|
18,4
|
1990
|
16,3
|
25,9
|
1928
|
42,4
|
10,6
|
1949
|
40,4
|
13,1
|
1970
|
30,7
|
17,5
|
1991
|
16,1
|
26,5
|
1929
|
49,8
|
9,1
|
1950
|
40,9
|
13,1
|
1971
|
30,2
|
17,8
|
1992
|
15,8
|
26,5
|
1930
|
46,8
|
10,0
|
1951
|
43,4
|
11,9
|
1972
|
27,9
|
18,1
|
1993
|
14,5
|
26,5
|
1931
|
49,2
|
10,5
|
1952
|
42,5
|
11,8
|
1973
|
24,5
|
19,3
|
1994
|
15,3
|
26,6
|
1932
|
39,3
|
13,9
|
1953
|
41,5
|
12,7
|
1974
|
25,2
|
20,0
|
1995
|
14,4
|
27,7
|
1933
|
41,4
|
14,2
|
1954
|
36,8
|
14,3
|
1975
|
24,5
|
20,6
|
1996
|
14
|
27,7
|
1934
|
40,1
|
15,3
|
1955
|
37,5
|
14,7
|
1976
|
24
|
20,5
|
1997
|
12,7
|
28,1
|
1935
|
38,8
|
15,7
|
1956
|
38,2
|
15,6
|
1977
|
22,8
|
21,3
|
1998
|
13,4
|
27,6
|
1936
|
48,6
|
12,3
|
1957
|
37,7
|
16,0
|
1978
|
23,1
|
21,7
|
1999
|
13,4
|
27,9
|
1937
|
46,2
|
13,4
|
1958
|
39,3
|
16,2
|
1979
|
23,2
|
20,7
|
2000
|
13,1
|
27,8
|
1938
|
44,4
|
14,2
|
1959
|
37,9
|
16,1
|
1980
|
24,2
|
20,5
|
2001
|
13,6
|
28,5
|
1939
|
43,2
|
15,5
|
1960
|
37,5
|
15,7
|
1981
|
22,6
|
21,5
|
2002
|
13,6
|
28,8
|
1940
|
44,8
|
14,,6
|
1961
|
35
|
17,2
|
1982
|
22,7
|
21,9
|
2003
|
12,5
|
29,3
|
1941
|
41,8
|
15,9
|
1962
|
34,6
|
16,7
|
1983
|
21,6
|
22,4
|
2004
|
11,6
|
292
|
1942
|
47,2
|
14,7
|
1963
|
34,6
|
17,1
|
1984
|
20,3
|
23,1
|
2005
|
11,4
|
28,9
|
1943
|
45,8
|
16,0
|
1964
|
33,1
|
18,2
|
1985
|
19,4
|
23,6
|
2006
|
11,1
|
29,3
|
-1923-1947
dönemi 1948 fiyatlarıyla, 1948-1967 dönemi 1968 fiyatlarıyla,
1968-2006 dönemi 1987 fiyatlarıyla ölçülmüştür.
-İstatistik
Göstergeler 1923-2006, s. 675.
|
|||||||||||
1998
sabit fiyatlarıyla
|
|||||||||||
1998
|
12,5
|
32,6
|
2002
|
12,2
|
30,4
|
2006
|
10
|
32,9
|
2010
|
9,4
|
32,7
|
1999
|
12,2
|
32,2
|
2003
|
11,4
|
31,2
|
2007
|
8,9
|
33,3
|
2011
|
8,9
|
33
|
2000
|
12,2
|
32,1
|
2004
|
10,7
|
31,9
|
2008
|
9,3
|
32,6
|
2012
|
9,1
|
32,9
|
2001
|
11,9
|
30,9
|
2005
|
10,6
|
32
|
2009
|
10,1
|
31,3
|
-
|
-
|
-
|
-İstatistik
Göstergeler 1923-2011, s. 700; -İstatistik Yıllığı 2012, s.
354
|
Yukarıdaki
grafikte 1923-2011 arasındaki süreçteki değişim eğilimini
göstermeye çalıştık. Aşağıdaki grafikte ise 1975-1990
arasındaki gelişmeyle değişimin somutlaşma sürecini göstermek
istedik.
Tarımın
GSMH'daki payı 1975'te yüzde 24,5'ten 1983'te yüzde 21,6'ya
düşüyor, aynı yıllarda sanayinin payı da yüzde 20,6'dan yüzde
22,4'e çıkıyor. Tabii bu, tek yıl bazında bir değişim. Sürecin
devamında tarımın payı sürekli düşerken, sanayinin payı da
sürekli artıyor. Uzun vadede verili dönem içinde tarımın
GSMH'daki payı 1923'te yüzde 43,1'den 2012'de yüzde 9,1'e
düşerken, sanayinin payı da yüzde 10,6'dan yüzde 32,9'a çıkıyor.
Soruna
bir de Toplam Toplumsal Ürün açısından bakalım. TTÜ'de söz
konusu olan sadece maddi değerler üretiminin hesaba katılmasıdır
(sanayi, tarım, madencilik vs.) Bu açıdan baktığımızda tarım
ve sanayinin TTÜ'deki paylarının yıllara göre değişimini
aşağıdaki gibidir. TTÜ'de pay bakımından değişim 1981-1983
yılları arasında gerçekleşmektedir.
Tarım
ve sanayi üretiminin TTÜ içindeki payları (%)
Tarım
ve sanayi üretiminin TTÜ içindeki payları (%) Sabit fiyatlarla
|
||
Yıllar |
TTÜ'de
tarımın payı
|
TTÜ'de
sanayinin payı
|
1950 |
63,3
|
20,2
|
1955 |
57,4
|
22,4
|
1960 |
57,0
|
23,9
|
1965 |
48,5
|
30,7
|
1970 |
48,4
|
28,7
|
1975 |
39,7
|
34,5
|
1976 |
38,5
|
34,3
|
1977 |
36,7
|
35,4
|
1978 |
37,4
|
36,2
|
1979 |
38,0
|
35,0
|
1980 |
38,6
|
34,0
|
1981 |
36,3
|
35,8
|
1982 |
36,2
|
36,3
|
1983 | 34,4 | 37,0 |
1984 | 32,4 | 38,2 |
1985 | 31,3 | 39,3 |
1990 | 27,3 | 42,9 |
1995 | 24,2 | 45,6 |
Türkiye'de
Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 3, s. 392.
|
4)
Bakınız: “Çok uluslu Türk Şirketleri” anketi; Kadir Has
University (KHU), KPMG Turkey (KPMG-T) and the Foreign Economic
Relations Board (DEIK)“ tarafından yapılan bir araştırma, 31
Ocak 2011.
5)
Bakınız:
İ.
Okçuoğlu, Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolika, Ceylan
yayınları, 2009. ibrahimokcuoglu.blogspot.com:
-Eylül
2012, Suriye Ve İran Sorunu(Ortadoğu ve Orta Asya'da Büyük Oyun
ve Oyuncuları).
-Kasım
2014, IŞİD'e Karşı Savaşın Jeopolitikası - “Belalı”
Coğrafya.
-Ekim
2015,Ortadoğu Cehennemi Dar Alanda Jeopolitik “İt Dalaşı”.
6)
ibrahimokcuoglu.blogspot.com:
-Aralık
2016,Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin
Durumu(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası –
IV).
7)
Uluslararası
Yatırım Pozisyonu -Yıl Sonu İtibariyle Varlık ve
Yükümlülükler (Milyar Dolar)
|
||
Yıllar
|
Toplam
Varlıklar
|
Toplam
Yükümlülükler
|
1996
|
27,
6
|
82,4
|
1997
|
30,
0
|
90,4
|
1998
|
34,5
|
100,1
|
1999
|
49,4
|
124,8
|
2000
|
53,2
|
151,5
|
2001
|
52,2
|
137,6
|
2002
|
62,3
|
147,8
|
2003
|
73,7
|
179,3
|
2004
|
86,0
|
214,0
|
2005
|
107,2
|
281,7
|
2006
|
144,1
|
349,6
|
2007
|
170,1
|
483,8
|
2008
|
186,4
|
386,1
|
2009
|
182,1
|
458,0
|
2010
|
185,9
|
547,3
|
2011
|
179,7
|
494,4
|
2012
|
214,4
|
638,2
|
2013
|
226,1
|
621,6
|
2014
|
230,0
|
673,2
|
2015
|
210,2
|
590,9
|
http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Uluslararasi+Yatirim+Pozisyonu/Veri+%28Tablolar%29
|
8)
Türkiye
ve komşu ülkelerde GSYİH'nın gelişme seyri (Milyar dolar)
|
||||
1990
|
2000
|
2010
|
2015
|
|
Türkiye
|
302
|
436
|
652
|
825
|
Gürcistan
|
15
|
5
|
10
|
13
|
Ermenistan
|
6
|
4
|
8
|
10
|
İran
|
201
|
280
|
462
|
454
(2014)
|
Azerbaycan
|
16
(1992)
|
12
|
50
|
54
|
Irak
|
Veri
yok
|
Veri
yok
|
Veri
yok
|
Veri
yok
|
Suriye
|
Veri
yok
|
Veri
yok
|
Veri
yok
|
Veri
yok
|
Yunanistan
|
176
|
224
|
264
|
221
|
Bulgaristan
|
33
|
28
|
43
|
46
|
Türkiye-GSYİH
=100
|
||||
Gürcistan
|
5
|
1
|
2
|
2
|
Ermenistan
|
2
|
1
|
1
|
1
|
İran
|
67
|
64
|
71
|
55
|
Azerbaycan
|
5
|
3
|
8
|
7
|
Irak
|
-
|
-
|
-
|
-
|
Suriye
|
-
|
-
|
-
|
-
|
Yunanistan
|
58
|
51
|
40
|
27
|
Bulgaristan
|
11
|
6
|
7
|
6
|
World
Bank;World Development Indicators.
2000
sabit fiyatlarıyla Amerikan doları. Rakamları
yuvarladık.Oranları biz hesapladık.
|
9)
Kendi anlatımıyla TİKA:
“25 Aralık 1991 tarihinde
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) dağılmış, Orta
Asya ve Kafkasya’da birçok devlet bağımsızlığını
kazanmıştır. Türkiye, o günlerde bağımsızlığına kavuşan
Türk Cumhuriyetlerini tanıyan ilk ülke olmuştur. Kazakistan,
Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan’dan oluşan
bu devletlerle ortak bir dile, ortak bir hafızaya ve ortak bir
kültüre sahip olmamız ikili ve bölgesel ilişkilerin güçlenmesine
zemin hazırlamıştır. Türkiye ve Orta Asya ülkelerine, tek
milletin farklı devletleri gibi davranmış; dış politikamız
bölgede çok yönlü ve proaktif bir anlayış sergilemiştir.
Türkçe konuşan ülkelerle ilişkilerimiz Türkiye’nin eskimeyen
vizyonu olmuş ve bu vizyon küresel politikaların son 20 yılında
önemli bir yer kazanmıştır.
Ülkemizin
90’lı yıllarda Orta Asya konusundaki ilk önceliği genç Türk
devletlerinin uluslararası toplum tarafından kabul edilmesi
olmuştur. Daha sonra ülkemiz, Orta Asya’da yeni kurulan ülkelerde
yaşayan soydaşlarımız için sosyal, ekonomik ve kültürel alanda
birçok çalışma yapmıştır. İlk başta yapılan yardımlar
zaman içinde uzun soluklu projelere, kalkınma merkezli işbirliği
çalışmalarına dönüşmüştür. Bölgede yapılacak faaliyetleri
ve dış politika önceliklerini uygulayacak, koordine edecek bir
organizasyon ihtiyacı doğmuş ve bu doğrultuda Türk İşbirliği
ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) 1992 yılında
kurulmuştur. Dış politikamıza aktif politika anlayışının
yerleşmesi ile TİKA ortak değerlere sahip olduğumuz ülkeler
başta olmak üzere birçok bölge ve ülkede Türk dış
politikasını uygulayıcı bir aracı haline gelmiştir.
TİKA’nın
o yıllardaki amacını Türk Cumhuriyetlerinin kendi sosyal yapısını
üretmesi, kendi kimliğini sağlıklı bir şekilde inşa etmesi,
kültürel ve siyasi hakların gelişmesi, teknik alt yapı konusunda
eksiklerin giderilmesi olarak özetleyebiliriz. Eğitim, sağlık,
restorasyon, tarımsal kalkınma, maliye, turizm, sanayi alanında
bir çok proje ve faaliyet TİKA tarafından gerçekleştirilmiş.
TİKA Program Koordinasyon Ofislerinin ilki Türkmenistan’da
açılmış; ilerleyen dönemlerde Avrasya bölgesinde bulunan ofis
sayısı 6’ya çıkmıştır. Türkiye’nin dostluk, kardeşlik ve
işbirliği eli aynı heyecanı taşıdığımız ülkelere
ulaşmıştır.
Teknik Altyapıdan Kurumsal Kapasite Arttırımına Uzanan TİKA Projeleri
Teknik Altyapıdan Kurumsal Kapasite Arttırımına Uzanan TİKA Projeleri
Büyüyen,
gelişen ata topraklarımızda yaptığımız çalışmaların
niteliği zaman içinde değişmiştir. 1995 yılına kadar kardeş
ülkelerde ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetler yürüten TİKA,
o tarihten itibaren eğitim ve kültürel işbirliği çalışmalarına
ağırlık vermiştir. Biliyoruz ki her şeyin başı nitelikli, iyi
yetişmiş insan nüfusuna sahip olmaya bağlıdır. Nerede bir
millet iyi bir eğitim sistemine sahipse, bilimi ve teknoloji
yakından takip ediyorsa orada sürdürülebilir kalkınmadan söz
edilebilir. Bu yüzden TİKA 1995 yılından sonra ata topraklarında
eğitim faaliyetlerini hızlandırmış; okullar, kütüphaneler,
laboratuvarlar inşa edilmiş, üniversitelere teknik donanım
yardımları yapılmıştır.
2000’li
yıllarla başlayan süreçte dünya küreselleşmiş ve
küreselleşmenin etkisi doğudan batıya birçok coğrafyada
hissedilmiştir. Bu dönemde aynı dili konuştuğumuz ülkelerin
kalkınma konusunda kazandığı ivmeye paralel olarak TİKA’nın
bölgede yaptığı projeler, kurumsal kapasite artırımı
projelerine dönüşmüştür. Ülkemizin ve TİKA’nın ortak
tarihi mirasa sahip olmanın verdiği haklı gururla ata toprakları
için yaptığı projeler devam etmektedir.
Bugünlere
gelindiğinde Türk Coğrafyasının önemli bir kesimi zenginleşti,
güçlendi ve artık yardıma ihtiyaç duyan değil; yardım eden
konumuna geldi. TİKA olarak beraberce, ortak proje geliştirmek için
çalışmakta ve karşılıklı tecrübe paylaşımını
yürütmekteyiz.
Ülkemizin
dünyada ve bölgesinde önemli bir aktör haline gelme çabasının
bir uzantısı olarak 2000’li yıllardan itibaren dış politika
anlayışımız önemli değişimler geçirmiştir. Bu değişim
doğrultusunda TİKA faaliyet coğrafyasını genişletmiş; 2002
yılında 12 olan Program Koordinasyon Ofisi sayısını 2011 yılında
25’e, 2012 yılında ise 33’e yükseltmiştir. Türk İşbirliği
ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı bugün 54ülkede 56Program
Koordinasyon Ofisi ile faaliyet göstermektedir. Ülkemizin izlemiş
olduğu aktif ve ilkeli dış politikaya bağlı olarak çalışma
yaptığımız ülkelerin sayısı her geçen gün artmaktadır.
Türkiye, TİKA aracılığı ile dost, kardeş ve akraba ülkelere
yönelik olarak yaptığı çalışmaların temelinde bir barış
kuşağı oluşturma çabası bulunmaktadır.
TİKA
kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları
ve özel sektör arasında işbirliği mekanizması görevi
yürütmekte; tüm bu aktörleri ortak paydalarda buluşturmakta ve
Türkiye’nin kalkınma yardımlarını kayıt altına almaktadır.
2002
yılında ülkemizin kalkınma yardımları 85 Milyon ABD doları
iken bu rakam 2015yılında 3milyar 913 milyon ABD dolarına
yükselmiştir. Türkiye bugün aynı dili konuştuğumuz ülkelerle
en çok teknik işbirliği yapan kuruluşları arasında yer
almaktadır.
TİKA,
ofislerinin bulunduğu ülkelerle beraber 5 kıtada 140'ın üzerinde
ülkede kalkınma merkezli işbirliği çalışmaları yapılmaktadır.
Ülkemiz TİKA aracılığı ile Pasifik’ten Orta Asya’ya,
Ortadoğu ve Afrika’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Latin Amerika’ya
kadar birçok ülke ile bilgi ve tecrübesini paylaşıyor”.
http://www.tika.gov.tr/tr/sayfa/hakkimizda-14649
10)
Kendi anlatımıyla DEİK:
“1986 yılında kurulan Dış
Ekonomik İlişkiler Kurulu - DEİK, Türk özel sektörünün dış
ticaret, uluslararası yatırımlar, hizmetler, müteahhitlik ve
lojistik başta olmak üzere, dış ekonomik ilişkilerini yürütme;
yurt içi ve yurt dışında yatırım imkânlarını araştırma;
Türkiye'nin ihracatını artırmaya katkı sağlama ve benzeri iş
geliştirme çalışmalarını koordine etmekle görevlendirilmiş
kurumudur.
11
Eylül 2014 tarihinde çıkarılan 6552 Sayılı Kanunla yeni bir
yapıya kavuşan DEİK, "Türk özel sektörünün dış
ekonomik ilişkilerini yürütme" görevini tamamıyla üstlenmiş
olup, Kurucu Kuruluşları, üyeleri ve İş Konseyleri ile birlikte,
Türkiye'nin önde gelen girişimcilerinin ve iş dünyası
temsilcilerinin oluşturduğu gönüllü bir ‘iş diplomasisi'
örgütüdür.
Küreselleşmenin
her geçen gün insanları, ülkeleri ve hatta kıtaları biraz daha
yakınlaştırdığı; karşılıklı etkileşimin artarak, fiziki
sınırların ortadan kalktığı; uluslararası sermaye
hareketlerinin hızlandığı, dünya ekonomisinin yeniden
şekillendiği; dış ekonomik ilişkileri salt ithalat, ihracat ve
yatırımlar olarak ele almanın güçleştiği bir dönemde DEİK,
dış ekonomik ilişkileri, ticaretin, etkinin, küresel
politikaların, ülke temsilinin çok daha ötesinde ve çok daha
fazlası olarak görmektedir.
Dış
ekonomik ilişkileri bugünkü medeniyetlerin temeli, kültürler
arası temasın müsebbibi, insanlığın gelişmesinin itici gücü
olarak adlandıran DEİK, sadece bir iş insanları kurumu değil;
Türkiye'nin
dünyaya açılan penceresi;
Ülkemiz değerlerinin, vizyonunun ve potansiyelinin küresel temsilcisi;
Ülkemizin küresel aktörlerle temas ettiği bağların kurucusu;
Türkiye'nin dış ekonomide dünyayı kavrayan zihni; ve Türkiye'nin ‘küresel ufku'dur.
Ülkemiz değerlerinin, vizyonunun ve potansiyelinin küresel temsilcisi;
Ülkemizin küresel aktörlerle temas ettiği bağların kurucusu;
Türkiye'nin dış ekonomide dünyayı kavrayan zihni; ve Türkiye'nin ‘küresel ufku'dur.
Bu
anlayışla çalışmaları yürüten DEİK'in vizyonu:
•
Kamu, sivil toplum ve özel
sektör işbirliği ile bölgesel ve küresel düzeyde ekonomik ve
siyasi gelişmelere yön verebilen;
• Makroekonomik istikrarı yakalamış;
• Küresel rekabet gücüne, lider girişimcilere ve markalara sahip;
• Yüksek teknoloji üretebilen;
• Yenilikçi;
• Dünya ticaretinde önemli pay sahibi;
• Dünyanın başlıca yatırım, finans ve AR-GE merkezlerinden biri olan;
• Her alanda çağdaş standartları uygulayan bir Türkiye'dir”.
• Makroekonomik istikrarı yakalamış;
• Küresel rekabet gücüne, lider girişimcilere ve markalara sahip;
• Yüksek teknoloji üretebilen;
• Yenilikçi;
• Dünya ticaretinde önemli pay sahibi;
• Dünyanın başlıca yatırım, finans ve AR-GE merkezlerinden biri olan;
• Her alanda çağdaş standartları uygulayan bir Türkiye'dir”.
https://www.deik.org.tr/
11)
Kendi anlatımıyla AFAD:
“Misyon
ve Vizyon
Misyonumuz:
Afetlerin
gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğinden hareketle,
afet zararlarını azaltmayı, önlemlerini almayı ve etkilerini
azaltmayı amaçlayan AFAD, misyonunu;
“Afetlere
dirençli toplum oluşturmak”
şeklinde
belirlemiştir.
Depremler,
seller, heyelanlar, kaya düşmeleri, kuraklıklar, fırtınalar,
tsunamiler ve diğer birçok afetin insanlar, çevre ve ekonomi
üzerinde yıkıcı etkileri vardır. Ancak insan ve mekânların
dirençliliğinin – insanlar ve mekânlar üzerindeki bu yıkıcı
etkilere karşı koyma ve hızlı bir şekilde ayağa kalkma yeteneği
– artırılması mümkündür. Söz konusu dirençliliğin
artırılması afetlerin etkilerini, zararlarını en aza indirecek
ve afet sonrası toplumun ayağa kalkma süresini minimize edecektir.
AFAD misyonunu bu bakış açısıyla belirlemiştir.
AFAD’ın
vizyonu;
“Afet
ve acil durumlar ile ilgili çalışmalarda sürdürülebilir
kalkınmayı esas alan risk odaklı, etkin, etkili ve güvenilir
hizmet sunan uluslararası düzeyde model alınabilecek yönlendirici
ve koordinatör bir kurum olmak.”
şeklinde
belirlenmiştir.
AFAD
vizyonuyla; risk yönetimi odaklı, sürdürülebilir kalkınmanın
önemine haiz, hizmet sunumunda etkililiğe, etkinliğe ve
güvenirliliğe özen gösteren, uluslararası düzeyde güçlü ve
afet yönetiminde görev alan tüm kurumları etkili bir şekilde
koordine eden bir kurum olmayı öngörmektedir”.
https://www.afad.gov.tr/tr/2288/Misyon-ve-Vizyon
12)
“Dünya İnsani Zirvesi”, 23-24 Mayıs 2016:
http://whsturkey.org/turkiye-ve-zirve/turkiye-insani-yardim-politikasi.
13)
27 Haziran 2016:
http://www.aksam.com.tr/ekonomi/2016-dunya-insani-yardim-raporu-en-comert-ulke-turkiye/haber-528784.
14)
29.06.2016:
http://www.milliyet.com.tr/turkiye-dunyanin-en-comert-2—ekonomi-2270728/
15)
“Türkiye´nin
İnsani Yardımları
1.
Türk halkı insani yardımlar konusunda tarihinden ve kültüründen
kaynaklanan güçlü bir geleneğe sahiptir. Bu bağlamda Türkiye
doğal afetler, savaş, yoksulluk ve toplumsal çatışmalar
nedeniyle zor durumda kalan ülkelere yardımda bulunmayı insani bir
görev ve uluslararası toplumun istikrarında önemli bir unsur
olarak görmektedir.
Bu
düşünceden hareketle ırk, din, dil, cinsiyet farkı gözetmeksizin
ihtiyaç duyulan yerlere, süratle ve imkanların elverdiği ölçüde
insani yardım ulaştırmaya gayret etmekte olan Türkiye, bu
doğrultudaki uluslararası çabaları her zaman desteklemekte ve
katkıda bulunmaktadır.
1980’li
yılların ortalarından itibaren bazı ülkelere gıda yardımı
şeklinde başlayan insani yardımlarımız, son on yılda kayda
değer bir ivme kazanarak dünyanın birçok bölgesine yayılmış,
ayrıca nicelik ve nitelik bakımından da çeşitlenerek, gıda
dışında birçok alanı da kapsar hale gelmiştir.
Başta
Türk Kızılayı olmak üzere pek çok sivil toplum örgütümüz de
insani yardımlar alanında oldukça aktif bir tavır
sergilemektedir.
Öte
yandan, Türkiye, insani yardımlarını sadece ikili düzeyde değil,
BM İnsani İşler Eşgüdüm Ofisi (OCHA), Dünya Gıda Programı
(WFP) gibi uluslararası örgütler aracılığıyla da yapmaya
gayret göstermektedir. Böylelikle, insani yardımlarımıza
uluslararası bir boyut da kazandırılmış ve bu alanda faaliyet
gösteren uluslararası kuruluşlarla işbirliğimiz arttırılmıştır.
Bu doğrultuda, ülkemiz, 1 Temmuz 2014 tarihinde BM İnsani İşler
Eşgüsdüm Ofisine (OCHA) en fazla gönüllü bağış yapan
ülkelerin yer aldığı ve OCHA’nın izlediği insani politikalara
şekil vermeyi amaçlayan bir istişare mekanizması niteliğinde
olan OCHA Donör Destek Grubu’na (ODSG) üye olarak kabul
edilmiştir.
Küresel
İnsani Yardım Raporu’na göre ülkemiz, gerçekleştirdiği 1,6
milyar ABD Doları tutarındaki resmi insani yardımla 2013 yılında
Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin ardından, dünyanın
3. büyük donör ülkesi olmuştur. 2014 yılında toplam 2,4 milyar
ABD Dolarıinsani yardım, ülkemizin Resmi Kalkınma Yardımlarının
% 67’sine tekabül etmiştir. 2015 yılına ait ilk resmi verilere
göre, ülkemiz toplam 2,7 milyar ABD Doları insani yardım
gerçekleşmiştir.
2.
Türkiye’nin son dönemde insani yardımlar alanındaki
faaliyetlerinin başlıca belirleyici unsuru Suriye’de devam
etmekte olan krizin insani boyutları olmuştur. Küresel boyuttaki
etkileri her geçen gün artan sözkonusu kriz, aynı zamanda
ülkemizin mevcut insani yardım sistemi içindeki konumunu da
güçlendirmiştir.
Bu
bağlamda, Türkiye, uluslararası insani hukuktan kaynaklanan
yükümlülükleri çerçevesinde, ülkelerindeki şiddetten kaçan
Suriyelilere yönelik izlediği açık kapı politikasına devam
etmiş, zorla geri göndermeme ve sınırdan geri çevirmeme
ilkelerini titizlikle uygulayarak, uluslararası hukuk uyarınca
Suriyelilere, ayırım gözetmeksizin, geçici koruma sağlamayı
sürdürmüştür. 2016 yılı itibarıyla derlenen verilere göre,
26 geçici barınma merkezinde 260 binin üzerinde Suriyeli ile kamp
dışında muhtelif yerleşim merkezlerimizde yaşayan Suriyelilerin
tüm ihtiyaçları Hükümetimizce karşılanmıştır. 2016 yılında
ülkemizdeki toplam Suriyeli sayısı 2,7 milyonu aşmıştır.
3.
Ülkemiz ve bölgemiz açısından önem arzeden bir diğer insani
kriz ise Irak’ın Musul vilayetinde 6 Haziran 2014 tarihinde
başlayan çatışmalar ve yol açtığı göç dalgasından dolayı
yaşanmış ve ülkemiz bu krize ilk ve süreklilik arzeden şekilde
müdahale eden tek ülke olmuştur. Sözkonusu çatışmalar
nedeniyle Irak Kürt Bölgesel Yönetimi kontrolündeki bölgelere
sığınan 900 bin civarındaki Iraklının gıda, sağlık ve
barınma ihtiyaçlarını karşılamak üzere AFAD, Sağlık
Bakanlığı, Türk Kızılayı ve TİKA tarafından 12 Haziran 2014
tarihinden itibaren başta gıda, sağlık ve barınma alanlarında
insani yardım malzemesi gönderilmiştir. Sözkonusu yardımlar, her
kesimden muhtaç Iraklılar için ayrım gözetilmeksizin devam
ettirilmektedir.
4.
Türkiye, İsrail’in Gazze Şeridi’ne 8 Temmuz 2014 tarihinde
başlattığı saldırı nedeniyle acil insani yardım ihtiyacı
içinde bulunan Filistinlilere yardım eli uzatmak için derhal
harekete geçmiştir. 2015 ve 2016 yıllarında da devam eden nakdi
ve ayni yardımların yanı sıra AFAD koordinasyonunda,
Bakanlığımız, TİKA ve Sağlık Bakanlığı’nın ortak
çalışmaları neticesinde yaralı Gazzeliler ülkemize getirilerek
tedavi edilmiştir. Türkiye bu bağlamda, BM Yakın Doğu'daki
Filistinli Mülteciler için Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nın
(UNRWA) 65 yıldır Filistinli mültecilere sağladığı hizmetin,
zaman içinde birçok ihtilafa sahne olan bölgedeki istikrarın
korunmasında önemli bir unsur olduğunu değerlendirmektedir.
Anılan kuruluşa desteğimizin bir göstergesi olarak ayni ve nakdi
katkı sağlanmasına devam edilmektedir
5.
2004 sonunda meydana gelen Güneydoğu Asya depremi, 2005’teki
Pakistan depremi, 2006’ta Lübnan’da yaşanan insani kriz, 2008
yılının sonunda patlak veren Gazze Krizi, 2010 başında meydana
gelen Haiti ve Şili depremleri, Ağustos ayında yaşanan
Pakistan’daki sel felaketi ve 2011’de meydana gelen Japonya
depremi ile Libya krizi, 2014 yılında Bosna Hersek ve Sırbistan’da
yaşanan sel felaketi, 2015 yılında Nepal ve Afganistan’da
meydana gelen depremler, Andaman Denizinde yaşanan kriz nedeniyle
denizde mahsur kalan binlerce Rohingalı ve Bengallinin kurtarılması,
2016 yılında Ekvator’da meydana gelen deprem, Libya ve Yemen’deki
insani durum nedeniyle gönderilen yardımlar da diğer önemli
yardım faaliyetlerimiz arasındadır.
6.
Günümüzde uluslararası insani yardım sisteminin içinde
bulunduğu tıkanıklık karşısında, BM Genel Sekreteri Ban
Ki-moon’un şahsi girişimi çerçevesinde, Dünya İnsani Zirvesi
(DİZ) tarihte ilk defa 23-24 Mayıs 2016 tarihlerinde ülkemizin ev
sahipliğinde Sayın Cumhurbaşkanımızın himayelerinde İstanbul’da
düzenlenmiştir.
Zirve,
Devlet ve Hükümet Başkanları düzeyinde ve uluslararası
örgütler, sivil toplum kuruluşları, akademik dünya, özel sektör
ve krizlerden etkilenen toplumların temsilcilerinin iştirakiyle çok
paydaşlı formatla gerçekleştirilmiş, BM Genel Sekreteri’nin 9
Şubat 2016 tarihinde yayımladığı “One Humanity: Shared
Responsibility” başlıklı raporu ışığında, küresel insani
sistemin mevcut koşullarda karşı karşıya bulunduğu zorlukların
aşılmasına yönelik hususların kapsamlı biçimde ve sistemde yer
alan tüm aktörlerin katılımıyla ele alınmasını sağlamıştır.
İnsani toplumun tüm paydaşları Zirve sırasında sistemin
geleceğine yönelik çeşitli taahhütlerde bulunmuşlar, görüş
ve tecrübelerini paylaşmışlardır.
173
BM üyesi ülkenin hazır bulunduğu Zirve’ye katılımların 55’i
Devlet ve Hükümet Başkanı düzeyinde gerçekleşmiş, ayrıca
60’ı aşkın Bakan ve 40’tan fazla uluslararası örgüt de
Genel Sekreter / Başkan seviyesinde katılım sağlamıştır. Diğer
paydaşlarla birlikte Zirveye toplamda 9 bin katılımcı iştirak
etmiştir. 900 medya mensubunun takip ettiği zirve, uluslararası
medyada geniş yankı bulmuştur.
Bu
katılım düzeyiyle, DİZ, bir kerede en fazla ülkenin katılım
sağladığı, BM merkezi New York dışındaki en büyük Zirve
ünvanını almıştır.
Ülkemizin,
insani sistemin içinde bulunduğu sorunlara yönelik çözüm
önerileri ve sistemin geleceğine dair görüşleri ve bu kapsamda
ulusal ülkemizin uygulamaları, Sayın Cumhurbaşkanımızın bizzat
katıldıkları ve eş başkanlık yaptıkları üst düzey
toplantılarda ve ayrıca Bakanlarımız ve üst düzey
yöneticilerimizin katıldıkları bir dizi toplantı ve
etkinliklerde uluslararası insani toplumun temsilcileriyle
paylaşılmıştır.
Zirvede
ayrıca 130’u aşkın yan etkinlik düzenlenmiştir. Bunların 21
tanesi çeşitli Bakanlık ve uzman kuruluşlarımızın ev
sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Öte yandan, Zirve sırasında
faaliyet gösteren sergi ve yenilikçi buluş alanlarında ülkemiz,
Bakanlığımız ile AFAD, TİKA ve Kızılay başta olmak üzere
paydaş kurumlarımızın 30’u aşkın sergi ve stantlarıyla
temsil edilmiştir.
Zirve
sonucu olarak, BM Genel Sekreteri tarafından bir “Başkanlık
Özeti” hazırlanmış ve evsahipliğimizin ve Zirve’nin
içeriğine yapmış olduğumuz katkıların paha biçilmez olduğu
vurgulanmıştır.
Önümüzdeki
dönemde de, Zirve’nin sonuçları ve tüm paydaşlarca insani
alanda dile getirilen taahhütlerin hayata geçirilmesi ve izlenmesi
sürecinde de Türkiye etkin rol almaya devam edecektir”.
16)
Stalin; C. 9, s. 93/94,
“VII. Erweitertes Plenum des EKKI”.
17)
Stalin; agk, s. 92/93.
18)
Bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi,
Kitap 2.
19)
İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, Kitap 3,
s. 391-392.
20)
Bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi,
Kitap 2.
21)
Bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi,
Kitap 3.
22)
Türk
ekonomisinde yabancı sermayenin rolü sürekli tartışma konusu
olmuştur. Bir ülkede, somutta da Türkiye'de kapitalizmin
gelişmesini analiz ediyorsanız, bu, yabancı sermayenin rolünün
de analiz edilmesi anlamına gelir. Sorununuz bir ülkede, somutta da
Türkiye'de yerli sermaye ile yabancı sermaye karşılaştırması
yapmak ve yabancı sermayenin ekonomideki konumunu araştırmaksa bu
sefer de yabancı sermaye olgusunu ele almak zorundasınız. Yani
yabancı sermayeyi çok farklı açılardan ele alabilirsiniz;
sömürüsünden, talanında, beraberinde getirdiği ekonomi ötesi
-siyasi, teknolojik vb.- bağımlılıktan bahsedip sonunda
“kahrolsun yabancı sermaye” de diyebilirsiniz. Ama burada ele
aldığımız sorunda yerli sermayenin karşısına yabancı sermaye
silahını çıkartarak yerli sermayenin “eti ne budu ne”, her
şeyi yönlendiren yabacı sermaye derseniz fena halde yanılmış
olursunuz. Burada söz konusu olan kapitalizm, oluşma ve gelişme
aşamasında olan bir kapitalizm değildir; gelişmesinin belli
aşamasına gelmiş ve dışa açılma derdi olan kapitalizmdir. Dışa
açılan sermayenin menşeini sorarsanız, o zaman da emperyalist
küreselleşmeden, dünya pazarının bütünleşmesinden, mali
sermayenin dünya hakimiyetinden bahsetmemeniz gerekir. Eğer bundan
bahsediyorsanız, o zaman sermayenin menşeini irdeleyerek kapitalizm
araştırması yapamazsınız. Bu durumda ulusal sermaye ile gelişen
kapitalizm aramış olursunuz; hal böyle olunca da
uluslararasılaşmış, dünyaya hakim sermayenin ulusal menşeinden
kopmuş olduğunu savunamazsınız. Karışık bir iş. Bu, en
azından benim değil, böyle düşünenlerin sorunudur.
Mesele
şudur: 1923- 1951 döneminde Türkiye'nin bir yabancı sermaye
sorunu yoktu; özellikle 1923-1940 arasında heme hemen hiç yoktu.
Bu nedenle de Türkiye'de devlet desteğiyle tekelci olarak gelişen
kapitalizmde bir yabancı sermaye yönlendirmesi, etkilemesi
olmamıştır. Aksini iddia eden buyursun, göstersin. 1940'lı
yılların ikinci yarısında Amerikan “yardımı”yla başlayan
süreç, 1950'li yıllarda çıkartılan yabancı sermaye yasası
sonucunda Türkiye'ye yabancı sermaye girişi başlamıştır. Bu
sermaye Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini engellememiştir, ama
çokça kullandığımız kavramla ifade edecek olursak “çarpık”
gelişmesine neden olmuştur. Sermaye, kendi bulunduğu, faal olduğu
alandaki gelişmeyi engelleyemez. Aksi taktirde kar elde edemez.
Avanak küçük burjuva bunu bir türlü anlamamıştır. Sermayenin
faaliyet alanının gelişmesini engellemesi demek, kendini yok
etmesi demektir. Tarih şimdiye kadar bu derece aptal, kendini yok
etme pahasına aptal olan bir sermayeye şahit olmamıştır.
Burada
söz konusu olan kapitalizm, nasıl gelişmiş olursa olsun gelişmiş
bir kapitalizmdir. Bu kapitalizm şöyle gelşimiştir-böyle
gelişmiştir tartışması yapılıyorsa yabancı sermayenin rolü
analiz edilir. Ama burada söz konusu olan bu değil. Bu nedenle Türk
ekonomisinde yabancı sermayenin rolü üzerinden Türkiye'de
kapitalizmin gelişmişlik düzeyini ve bunun ne anlama geldiğini
tespit edemezsiniz. Etseniz de bu, Türk sermayesinin dünyaya
açılışını veya açılamamasını izah etmez. Sadece, böyle
düşünenlerin bu konuya ne denli yabancı olduklarını gösterir.
'Sanayi
ve Hizmet İstatistiklerinin tamsayım kapsamındaki girişimlerde
yabancı kontrol oran:
Sanayi
ve Hizmet İstatistiklerinin tamsayım kapsamındaki girişimlerde
yabancı kontrol oranı 2006'da yüzde 14,4; 2007'de yüzde 14,3;
2008'de yüzde 14,1; 2009'da yüzde 15,1; 20102da yüzde 14,7;
2011'de yüzde 14,1; 2012'de yüzde 13,6; 2013'te yüzde 13,4 ve
2014'te de yüzde 13,8 idi' (Tüik).
Yabancı
Kontrollü Girişim hakkında Tüik açıklaması:
“Yabancı
kontrollü girişim, yurt içinde faaliyet gösteren ancak doğrudan
ya da dolaylı olarak yurt dışında yerleşik bir birim tarafından
kontrol edilen girişimdir. Yabancı kontrollü girişim
istatistikleri, Ekonomik Faaliyetlerin İstatistiksel Sınıflaması,
NACE Rev.2’ye göre sınıflandırılmıştır. YSHİ, NACE Rev.
2’deki B’den S’ye kadar olan kısımları (K kısmı hariç)
kapsamaktadır. YSHİ tamsayım kapsamı ise 20 veya daha fazla
çalışanı olan girişimler ile bazı özellikli faaliyet
sınıflarında faaliyet gösteren girişimlerden oluşmaktadır.
Bu
çalışmanın kapsamını, 2014 Yıllık Sanayi ve Hizmet
İstatistikleri (YSHİ) araştırmasının tamsayım kapsamındaki
104 564 girişim oluşturmaktadır. Bu girişimler, 2014 YSHİ
kapsamındaki tüm girişimlere ait üretim değerinin %83’ünden
fazlasına sahiptir. Bu girişimlerden 2 459’u yabancı
kontrolündedir” (http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1058).
“Yabancı
Kontrol Oranı : Doğrudan veya dolaylı olarak kontrol edilen
birimlerin oluşturduğu
üretim
değerinin, bulunduğu gruptaki üretim değeri toplamına oranıdır”
(Tüik).
Gerçeklikle
ilişkisi olmayan değerlendirmelere alışık hale geldik.
Türkiye'de kapitalizmi, ekonomik büyümeyi eleştiri adı altında
yapılan saçmalıklar saymakla bitmez. Bu coğrafyada inşat
sektörünü ekonomik büyümenin motoru olarak görebilen,
ekonomiden bihaber “ekonomistler”in de var olduğunu bilmemiz
gerekir. Bu “ekonomistler”e göre örneğin 1970'de ekonomideki
payı ancak yüzde 6,4, 2015'te yüzde 4,8 oranında olan inşat
sektörü ekonomiyi “çekip çeviriyor”! İnşat sektörü olmasa
yandık!
Türkiye'de Ekonominin Yapısı-Sektörlerin Payı (%) | ||||||
---|---|---|---|---|---|---|
Yıllar
|
Tarım | Sanayi | İnşat | Ticaret | Nakliyat | Hizmetler |
1970 | 29.8 | 22.8 | 6.4 | 11.0 | 7.1 | 22.9 |
1980 | 20.1 | 24.5 | 5.9 | 14.2 | 9.7 | 25.6 |
1990 | 13.4 | 32.1 | 6.6 | 16.9 | 10.4 | 20.5 |
2000 | 11.0 | 25.1 | 5.5 | 16.4 | 13.4 | 28.6 |
2010 | 9.7 | 22.2 | 4.8 | 15.2 | 15.2 | 33.0 |
2015 | 8.6 | 21.7 | 4.8 | 16.3 | 15.8 | 32.8 |
23)
Bakınız:
-İbrahim
Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, Kitap 3, s. 391-392
-ibrahimokcuoglu.blogspot.com:
Eylül 2011, 12 Eylül Darbesinin Politik Ekonomisi ve
Emperyalistleşen Türkiye.
24)
Komünist Enternasyonal VI. Dünya Kongresi Protokolü”, C. IV, s.
79-80, Almanca.
25)
Özellikle Somali ve Katar'daki üsler dikkati çekmektedir. Bu her
iki ülkenin farklı açılardan stratejik konumları var: Katar,
Ortadoğu-Basra Körfezi'nde enerji havzasında önemli bir ülkedir.
Türkiye bu ülkede hava, deniz ve kara unsurlarını içeren çok
amaçlı askeri üs kurmuştur.