deneme

12 Ekim 2017 Perşembe

Türkiye’nin İdlib “Seferi” ve “Sol”un Çaresizliği! Veya Şimdi de Putin’e “Piyon” Olmak



Türkiye’nin İdlib “Seferi” ve “Sol”un Çaresizliği!
Veya Şimdi de Putin’e “Piyon” Olmak

Astana görüşmelerinin ve Rusya, İran ve Türkiye arasında Suriye üzerine anlaşmaların “sol” tarafından nasıl değerlendirildiği, “sol”un çaresizliğini; kalıplaşmış, dondurulmuş düşünce tarzından kurtulamamayı gösteriyor. “Sol” denince karşımızda oldukça geniş bir yelpaze çıkıyor. Bu yelpaze içinde her bir siyasal çevre, yapı, kendine göre bir yer seçmiş ve o yeri savunmanın derdine düşmüş. Bu derde düşmeyenler Marksist Leninist Komünistler. Bu yelpaze içinde diğerlerinin, örneğin son olarak İdlib üzerine yazıp çizdiklerine bakarsanız bir gariplik görürsünüz. Gerçekten de sorunları Erdoğan nezdinde Türkiye’nin İdlib “seferi”ni eleştirmekten çok Erdoğan’ın neden gerçek bir “piyon” olamayacağını veya Putin’in Erdoğan’ı neden hala gerçek bir “piyon” olarak görmediğini anlatmak, kanıtlamaya çalışmak olmuş.

Kavramların sorunlaştırılması Türkiye “sol”unda hiç de yeni değildir. Geçen yüzyılın ‘70’li yıllarının başından buyana kavramlaştırdığımız birtakım çarpık emperyalizm ve bağımlı ülke -sömürge, yarı sömürge veya yeni sömürge- anlayışlardan kurtulamamanın sonuçlarını Suriye savaşı bağlamında yapılan değerlendirmelerde de görüyoruz. Hiçbir nesnel toplum, formasyon yasasıyla uyuşmayan, salt öznel görüşleri ifade eden bu çarpık anlayışa göre, ‘emperyalist ülke hep emperyalist ülkedir, bağımlı ülke hep bağımlı ülkedir’. Türkiye devrimci hareketinin yazın tarihine bakarsanız bu anlayışı farklı biçimlerde hemen her siyasi yapıda görürsünüz. Doğru, devrim yapmak istediğimiz ülkenin -Türkiye’nin- sosyo-ekonomik ve buna bağlı olarak sınıfsal yapısını biraz araştırmaya başladık. O dönemlerdeki gibi, Çin’in, Arnavutluk’un, Küba’nın vs. toplumsal ve ekonomik yapısını Türkiye’ninkinden daha iyi, daha ayrıntılı bilir durumumuz pek kalmadı. Ama o dönemde teori adına kazandığımız çarpık emperyalizm anlayışının hala etkisindeyiz. En azından Suriye savaşıyla ilgili yazılarda bunu görüyoruz.

Sadece bu değil. Tabii başkaları da var. Çok geniş bir yelpaze. Bu yelpazenin bir ucunda Erdoğan’da anti-emperyalistlik görenler duruyorsa, diğer uçlarında Erdoğan’ın “anti-emperyalistliğine” inanmayanlar (!), onu Putin’in “piyon”u, taşeronu olarak görenler, başka bir ucunda da Putin’i anti-emperyalist, neredeyse devrimci, utanılmasa sosyalist görenler var. Hepsi Suriye, güncelde de İdlib üzerinden karşılıklı hesaplaşıyor. Bu arada olup bitenler bu tarzda tartışanların pek umurunda değil.

Ne yapıyorlar? Türk ordusunun Cerablus’tan el Bab’a işgali dönemini hatırlayalım. Propaganda ve ajitasyon adına söylenenlerden geriye ne kaldı? El Bab “bataklığına gömülecek”, yenilecek, geri çekilecek, ABD’nin icazeti olmasaydı, Suriye’de dışlandı vb. Ne oldu? Rusya ile anlaşmalı olarak girdi, işgal etti ve hala orada. Suriye’den de dışlanmadı.

Şimdi, İdlib için ne deniyor? “Çöplük”, “süpürge”, “piyon”. Bu kavramların ötesine geçen bir Türkiye, faşist diktatörlük tanımlaması yok. Tamam, Erdoğan, sarayda oturuyor, faşist bir diktatördür, bazen ABD’nin, bazen de Rusya’nın kucağındadır, piyondur, İdlib’de kendi pisliğini temizlemesi için eline bir süpürge verilmiştir. Bunların hepsi doğrudur. Ama hepsi bu kadar mı? Şayet hepsi bu kadarsa bu adamla bu kadar uğraşmanın da bir anlamı olmaması gerekir. Ama uğraşıyoruz. Niye uğraşıyoruz? Neden ABD, AB, Rusya Türkiye ile bu denli ilgililer? Veya ABD ve Rusya Türkiye’yi neden dışlamıyorlar? Peki, Ortadoğu’da bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren gelişmeler neden Türkiye’siz olmuyor? Son birkaç sene içinde Türkiye’yi Ortadoğu’dan kaç defa dışladığınızı hatırlıyor musunuz? Cenevre’de dışlandı, Astana’da dışlandı, Suriye sahasında dışlandı, Irak'da dışlandı. Ama nedense Cenevre’de de, Astana’da da, Suriye’de de ve Irak'da da masanın bir köşesinde hep Türkiye var. Peki bu durumun bizim için düşündürücü olması gerekmiyor mu? Bence gerekiyor.

Tamam, anladık Erdoğan, piyondur, faşisttir, taşerondur. Ama tek başına, kendi adına piyon, faşist, taşeron değildir. Biraz da bundan bahsetseniz, bir yazıda 10 kere “piyon” demek yerine veya yanı sıra bu “piyon”un belli bir sınıfın politikalarını uygulayan birisi olduğunu söyleseniz ne kaybedersiniz? Sanki düello yapılıyor ve Erdoğan’ın bu eleştirmenleri de bu düelloda taraf tutuyorlar. Bu türden anlayışlar, gerçeği görmememiz için siyasi kör olmamızı beraberinde getiriyor; adeta bakar körüz ve bu siyasi körlüğü propaganda ve ajitasyona çevirmek için “terbiyeli’ yalan” (Lenin) söylüyoruz. Yaptığımızın farkında olmadığımıza inanıyorum.

TSK’nın İdlib’deki varlığı Astana’daki son görüşmede “garantör” devletler (Rusya, Türkiye, İran) tarafından alınan kararların uygulanmasıdır. Bu harekat, dört devletin (Rusya, Türkiye, İran ve Suriye) silahlı güçlerinin ve cihatçı çetelerin bir arada olduğu dar bir alanda gerçekleşmektedir. Her birinin kendine göre bir hesabı var. Ama görünen o ki, İdlib’in çatışmasızlık bölgesi çerçevesinde ele alınması ve buraya Türk, Rus askeri güçlerinin ve İran’ın yönlendirdiği paramiliter güçlerin yerleşmesi öncelikle şunu göstermektedir:

-ABD ve genel anlamda Batı, bu denklemin dışında kalmıştır (ABD Dera ve Kuneytra çatışmasızlık bölgesinde Rusya ile anlaşarak genel resme müdahale etmeye çalışmaktadır). Ama denkleme tam dahil olmak için kışkırtmalardan, provokasyonlardan vaz geçmeyecektir.

-Suriye’deki gelişmelerde ağırlık Cenevre’den (BM) ve dolayısıyla ABD ve AB’den Astana’ya kaymıştır.

-Çatışmasızlık bölgelerinde Astana kararlarına göre sonuç alınması Suriye’de savaşın sonunu yakınlaştıracaktır.

Türkiye açısından bu sürecin anlamı şudur:
-Faşist diktatörlük, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak adı altında Rojava devrimini boğmanın, Efrin Kantonunu ortadan kaldırmanın hesabı içindedir.

-İdlib’de çatışmasızlığı sağlamak faşist diktatörlük açısından Suriye’de ikinci bir nüfuz alanına yerleşmektir. Bunu da en azından bizim için tehlike ortadan kalkana kadar orada kalacağız diye açıklıyor.

-Güney Kürdistan’dan başlayarak Rojava’dan geçen ve Doğu Akdeniz’e açılan enerji hattının engellemek.

-Nihayetinde yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalmamak.

Tabii, TSK’nın İdlib’deki varlığı daha ince hesapların da yapıldığı anlamına gelir. Bu ince hesaplar içinde dikkati çeken, Deaş, El Kaide ve türevlerinin ne olacağıdır. Bu cihatçı faşist güçlerin bölgeden tamamen çıkartılmasında ve yok edilmesinde çıkarı olan sadece Suriye, Rusya ve Çin’dir. Türkiye ve özellikle de ABD’nin bu güçlerin tamamen yok edilmesine hiç de niyetli değiller. Suriye ve Irak'da örselenmelerine, zayıflatılmalarına razılar, çünkü misyonları burada bitmiştir. Ama yarın, Rusya ve Çin’de Müslüman halklar arasında yeniden sahaya sürülmek için yedekte tutulmaları gerekmektedir.

Bu nasıl yapılır, orası ayrı bir konu. İdlib’de çatışmasızlığın sağlanması için TSK+ÖSO ile cihatçı güçler arasında silahlı çatışma olur mu, bu büyük ihtimal olmasına rağmen henüz belli değil. Çatışmanın olmaması Türkiye lehine bir gelişme olacaktır. Bu da açık.

Durum böyle, öyle değil diyenler de olacaktır. Ama benim sorunun durum böyle midir, değil midirden ziyade “sol” adına Türk burjuvazisini değerlendirmedeki yetersizliktir. Bu bizi, sadece Suriye meselesinden dolayı değil, her bakımdan doğrudan ilgilendirmektedir.

Şimdiye kadar, ekonomi krize girerse Erdoğan buna fazla dayanamaz, direnemez ve gider deniyordu. Bu değerlendirmeyi yapanlar umutlarını ekonomik krize bağlamışlardı. Şimdi de Erdoğan'ın savaşla gideceğinin hesabı yapılıyor; hatta yapılmıyor, kesin gideceğinden bahsediliyor:

Bu savaş..., Erdoğan’ın koltuğunu korumak amacıyla başvurduğu son çare... Erdoğan’ın artık savaştan başka seçeneği kalmadı. O sadece koltuğunu, iktidarını koruma ve kollamayı düşünüyor. Bunun yolu şimdilik Rusya’ya biat etmekten geçiyor... Eğer, İdlib bahanesiyle Kürtlerin önünü kesemezse, devlet ve devlete bağımlı kesimler Erdoğan’a desteğini keser. Yani Erdoğan gider... Uzak bir ihtimal ama diyelim ki başarılı oldu; Bu başarının maddi ve manevi maliyeti çok yüksek olur. O maliyetin altından kalkamaz ve yine gider” (K. Düzgören; “Rusya’nın kucağında anti-emperyalizm!”, 11 ekim 2017, “artıgerçek”).

Demek ki, Erdoğan’ın gitmesine, hem de kesin gitmesine az bir zaman kaldı. O zaman hepimiz Erdoğan’dan kurtulmuş olacağız. Erdoğan’dan kurtulunca veya Erdoğan gidince ne gelecek? Memleket, güllük gülistanlık mı olacak? Memlekete demokrasi mi gelecek, sokaklarında gerçekten özgürce düşüncelerimizi dile getireceğimiz siyasi bir ortam mı doğacak? Bu faşizm, faşist diktatörlük, burjuva düzen bir kurumsal yapı değil mi, sadece Erdoğan’ın kişisel tasarrufunda olan bir rejim mi ki, o gidince faşizm de gitmiş olsun, faşist diktatörlük yıkılmış olsun? Erdoğan, ekonomik krizle, kazansa da savaşla gitmezse, bu eleştirmenler bu sefer Erdoğan ölünce gitmiş olacaktır derlerse hiç şaşmamak gerekir.
Aslında burada söylenen, aynen ekonomik kriz patlak verirse Erdoğan gider anlayışında olduğu gibi, umutsuzluktur veya umudunu kendi dışındaki gelişmelere bağlamaktır. İyiyi de, kötüyü de kendi dışımızda arıyoruz.

Erdoğan nezdinde Türkiye'de bu baskı, sömürü ve talan düzeninin yıkılması ve yerine en geniş anlamda özgürlük ve demokrasi düzenini kurulması için ne yapıyoruz? Mevcut düzeni yıkmak ve demokratik, sosyalist bir düzeni kurmak için bir sınıfa, somutta da işçi sınıfına ve emekçi yığınlara hitap ediyor muyuz, onları devrimin öznesi olarak örgütlemek için adım atıyor muyuz? Yoksa, bu işe, hele Erdoğan ekonomik krizle, savaşla bir gitsin, sonra el atarız mı diye düşünülüyor?

Mevcut sınıfsal iktidar değil de sadece kişisel olarak Erdoğan’ı hedef almak, bu düşüncede olanların acizliğini gösterir. Diktatör Erdoğan, kendi adına “iş” yapan birisi değildir; “piyon” ise de, taşeronise de, uşak ise de bugün Türkiye’de hakim olan rejim adına, hakim sınıf, sermaye adına konuşan birisidir; o sınıfın, sermayenin siyasi baş temsilcisidir. İşi bittiğinde istemese de gider, gitmese de götürüler ve yerine başka birisini getirirler.

Erdoğan gidince, Türk sermayesi, örneğin Afrika’ya açılmaktan, yurtdışına yatırım yapmaktan, Kürdistan’ın kurulmasını “kırmızı çizgi” olarak görmekten; ulusal güvenlik politikasından; askeri-sanayi kompleksini geliştirmeye devam etmekten vaz mı geçecek? Türkiye’ye demokrasi mi gelecek? Sınıf mücadelesini, şayet böyle bir anlayışınız varsa, bu denli kişiye bağlı kıldığınıza göre mutlaka bildiğiniz bir şey vardır.

Sorun Erdoğan değil, sorun sistemdir; şimdiye kadar olduğu gibi, burjuvazi uygun gördüğünü iktidara getirmiştir. Önemli olan bizim ne yaptığımızdır. Bu sistemin yıkılması için ne yaptığımızdır.

Türk burjuvazisini, sermayesini küçümsemekle bir yere varamayız, abartmakla da bir yere varılmaz. Ama ‘50’lerin, ‘60’ların, ‘70’lerin, ‘80’lerin, ‘90’ların burjuvazisi artık yok; o dönemin sermayesi ve kapitalizmi de yok. Tarihsel materyalizmin yasalarını, kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasasını hep başka ülkelere uygulamaktan vaz geçerek, biraz da kendimize uygulayalım! O halde yapmamız gereken nesnel gerçekliği analiz ederek propaganda yapabilmektir (1). Bir makalede 10 kere değil de 30 kere “piyon” demekle, Rusya’ya “biat” etti demekle Türk burjuvazisinin geliştirdiği ulusal güvenlik konsepti ortadan kalkmış olmuyor; geliştirilen askeri-sanayi kompleksi yok olmuyor; Türk sermayesinin dünya pazarlarına açılması, yatırımlar yapması yok olmuyor; Kürtler üzerindeki inkarcı, Kürt ulusunu yok sayma politikası ortadan kalkmıyor; genel anlamda baskı ve sömürü yok olmuyor; hapishaneler boşalmıyor vs. (2).

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Türk sermayesinin çıkarlarını, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara karşı acımasızca savunan ve jeopolitik bakımdan oldukça “belalı” bir coğrafyada bölgesel güç olmakla yetinmeyen, ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanmaya çalışan bir güçle karşı karşıyayız. İlişkilerin, şimdiye kadar olduğu gibi devam edemeyeceğini söylemekle yetinmeyen, karşılıklı ilişkileri yeniden masaya yatırmak isteyen bir güçle karşı karşıyayız. Türkiye-ABD, Türkiye-AB, özellikle de Almanya arasında ilişkilerin bozulmasından, gerilmesinden değil, çelişkiye dönüşmüş olmasından bahsedebiliriz. Bu gücü, istediğimiz kadar “piyon”, taşeron”, ”biat” eden olarak görebiliriz. “Piyon”iken, “taşeron”iken, ”biat” ederken bunları yapıyorsa, “piyon”luktan, taşeron”luktan, “biat” eder olmaktan çıktığında acaba neler yapar? Bir düşünün; piyon”iken, “taşeroniken, ”biat” ederken bunları yapan Erdoğan, emperyalist ülkelerle talep ettiği “eşit” seviyede ilişki kurduğunda acaba neler yapar?

Yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Peki, bu “piyon”u devirmek için sen ne yapıyorsun sorusuna nasıl bir cevap veriyoruz? Biraz da bundan bahsetseniz nasıl olur?
Anladığım kadarıyla, en azından Suriye sorununun çözümü konusunda piyon demenin, Putin’i göklere çıkarmanın, Esad rejiminin arkasında durmanın ve mecburen Kürt varlığını kabul etmenin ötesine geçen bir anlayışınız yok...

İstanbul'da, Ankara’da veya Diyarbakır’da veya da istediğiniz bir yerde İdlib bir işgaldir; yabancı güçler Suriye’den çekilmelidir vb. türünden bir anlayışınız ve pratiğiniz var mı? Kahrolsun Amerikan emperyalizmi derken, kahrolsun Rus emperyalizmi diyebiliyor musunuz? Rojava bir devrimdir, fiilen içinde, yanında olalım, destekleyelim diyebiliyor musunuz?

Peki, bu Rusya, Putin sevgisi nereden geliyor? Bir tarafta, anlayışınıza göre başta Erdoğan olmak üzere Putin’e “yaltaklananlar” ve diğer tarafta da Putinciler. Anlaşılan sorun burada; birisi biat ediyor, taşeronluğunu yapıyor, piyonu oluyor, diğerleri ise Rusya eliyle özgürlüğüne kavuşan Suriye hayalini; evet anti-emperyalist Putin, daha doğrusu “anti-emperyalist” Rus emperyalizmi hayalini görüyor. Bir zamanlar Che Guevara’nın 1, 2, 3 Vietnam’ı, -devrimci bir slogandır- şimdi herhalde Putin’in 1, 2, 3 Suriye’si oluyor; Putin kurtarıcı; yani emperyalist Rusya, Rus sermayesi kurtarıyor, bu beyler de seviniyor.

Putin sevgisi, sadece çaresizlikten kaynaklanan bir “aşk” değildir; bu ideolojik bir zaaftır. Bu zaaf bir zamanlar devrimcilerde de vardı: Sovyetler Birliği’nde XX. Kongre’den sonra proletarya diktatörlüğünün yıkılmasından, kapitalist yeniden inşanın yolunun açılmasından ve sosyalizmin kalesinin sosyal emperyalist bir ülkeye dönüşmesinden sonra klasik kapitalist dünya, özellikle de Amerikan emperyalizmi karşısında Sovyet modern revizyonizminin; iktidardaki bu revizyonizmin; sosyal emperyalizmin “kötü” de olsa sosyalizm adına savunulduğu görülmemiş değildi. Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği yıkıldı ve yerini Rus emperyalizm aldı. Ama revizyonizm sevgisi öleceğine, aşka dönüşerek devam etti. Şimdilerde de karşımıza Amerikan emperyalizmine karşı Rus emperyalizmi, Rus sermayesi ve nihayetinde Putin aşkı olarak çıkmaktadır. Bu türden anlayışta olanlar, tabii ki, Ortadoğu’da, somutta da Suriye’de en keskin Putin savunucuları olacaklardır. Putin’in hangi sınıfın siyasi temsilcisi olduğunu anlamayan bu Putinciler, Putin’i Erdoğan ile paylaşmak istemiyorlar.

Bu, öyle bir ideolojik çukurdur ki, insana ‘ÇKP, yabancı sermaye ile sosyalizmi kuruyor’ dedirttiği gibi, Rus emperyalizminde, Putin’de kurtarıcılık da keşfettirir. Bu ideolojik zaaf, kendi gücüne güvenmemenin, mutlaka birilerine yaslanmanın, birilerinden bir şeyler beklenenin açık ifadesidir. Bu düşüncede olanlar, başka güç veya güçlere umut bağlarken, kendilerini hiçleştirdiklerinin farkında bile değiller.
Paylaşılamayan piyonculuk! Ruhunu Rus emperyalizmine teslim edenler, Erdoğan ile aynı yerde olmaktan korkunç rahatsızlık duyuyorlar. Kendini dünya çapında “lider” gören Erdoğan için Putin’in piyonu olmak, taşeronu olmak, en fazlasıyla çaresizliğin bir ifadesi olabilir. Ama Putin’de ilericilik görenler için Putin sevgisi, gönüllü piyon, taşeron olmanın açık ifadesidir. Böyle yazmak istemezdim, ama gerçeklik bu. Putincilerin yazılarındaki ruh, örneğin Suriye, somutta da İdlib sorununda Erdoğan'ı eleştirmekten ziyade kimin gerçekten daha iyi, hakiki Putinci olduğunu gösterme ruhudur. Erdoğan’ı Putin’e yakınlaştırmayı dahi hazmedemeyecek kadar Putin aşkı, Suriye’de hangi etnik kökenden olursa olsun işçi sınıfı ve emekçi yığınların ve özellikle de Rojava Kürtlerinin çıkarlarını, ulusal özgürlük mücadelelerini bastırmaktan, katletmekten başka bir şey yapmamış olan Esad rejiminin savunulmasıdır.

“Türkiye bataktan çıkmak için bu iktidardan kurtulmalıdır” derken, kurtarmak için ne yapıyorsunuz? Hep birileri kurtaracak! Özne olmaya asla niyetli olmayanlar, yarın, Türkiye için de Putin’i kurtarıcı olarak sunarlarsa şaşırmamak gerekir.

*
1)İ. Okçuoğlu; “Propaganda Nasıl Yapılmaz veya da Nasıl Yapılmamalı”, 25 Nisan 2017, ibrahimokcuoglu.blogspot.com

2)İ. Okçuoğlu;
----Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I), 2 Eylül 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
----Ortadoğu'da “İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
----Musul “Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
----Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),30 Aralık 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
-----Emperyalistleşen Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale) 14 Mart 2017, ibrahimokcuoglu.blogspot.com