Türkiye’nin
İdlib “Seferi” ve “Sol”un Çaresizliği!
Veya
Şimdi de Putin’e “Piyon” Olmak
Astana
görüşmelerinin ve Rusya, İran ve Türkiye arasında Suriye
üzerine anlaşmaların “sol” tarafından nasıl
değerlendirildiği, “sol”un çaresizliğini; kalıplaşmış,
dondurulmuş düşünce tarzından kurtulamamayı gösteriyor. “Sol”
denince karşımızda oldukça geniş bir yelpaze çıkıyor. Bu
yelpaze içinde her bir siyasal çevre, yapı, kendine göre bir yer
seçmiş ve o yeri savunmanın derdine düşmüş. Bu derde
düşmeyenler Marksist Leninist Komünistler. Bu yelpaze içinde
diğerlerinin, örneğin son olarak İdlib üzerine yazıp
çizdiklerine bakarsanız bir gariplik görürsünüz. Gerçekten de
sorunları Erdoğan nezdinde Türkiye’nin İdlib “seferi”ni
eleştirmekten çok Erdoğan’ın neden gerçek bir “piyon”
olamayacağını veya Putin’in Erdoğan’ı neden hala gerçek bir
“piyon” olarak görmediğini anlatmak, kanıtlamaya çalışmak
olmuş.
Kavramların
sorunlaştırılması Türkiye “sol”unda hiç de yeni değildir.
Geçen yüzyılın ‘70’li yıllarının başından buyana
kavramlaştırdığımız birtakım çarpık emperyalizm ve bağımlı
ülke -sömürge, yarı sömürge veya yeni sömürge- anlayışlardan
kurtulamamanın sonuçlarını Suriye savaşı bağlamında yapılan
değerlendirmelerde de görüyoruz. Hiçbir nesnel toplum, formasyon
yasasıyla uyuşmayan, salt öznel görüşleri ifade eden bu çarpık
anlayışa göre, ‘emperyalist ülke hep emperyalist ülkedir,
bağımlı ülke hep bağımlı ülkedir’. Türkiye devrimci
hareketinin yazın tarihine bakarsanız bu anlayışı farklı
biçimlerde hemen her siyasi yapıda görürsünüz. Doğru, devrim
yapmak istediğimiz ülkenin -Türkiye’nin- sosyo-ekonomik ve buna
bağlı olarak sınıfsal yapısını biraz araştırmaya başladık.
O dönemlerdeki gibi, Çin’in, Arnavutluk’un, Küba’nın vs.
toplumsal ve ekonomik yapısını Türkiye’ninkinden daha iyi, daha
ayrıntılı bilir durumumuz pek kalmadı. Ama o dönemde teori adına
kazandığımız çarpık emperyalizm anlayışının hala
etkisindeyiz. En azından Suriye savaşıyla ilgili yazılarda bunu
görüyoruz.
Sadece
bu değil. Tabii
başkaları da var. Çok geniş bir yelpaze. Bu yelpazenin bir ucunda
Erdoğan’da
anti-emperyalistlik görenler duruyorsa, diğer uçlarında
Erdoğan’ın “anti-emperyalistliğine” inanmayanlar (!), onu
Putin’in
“piyon”u, “taşeron”u
olarak
görenler, başka bir ucunda da Putin’i anti-emperyalist,
neredeyse devrimci, utanılmasa sosyalist görenler var. Hepsi
Suriye, güncelde de İdlib üzerinden karşılıklı hesaplaşıyor.
Bu arada olup
bitenler bu tarzda tartışanların pek umurunda değil.
Ne
yapıyorlar? Türk ordusunun Cerablus’tan el Bab’a işgali
dönemini hatırlayalım. Propaganda ve ajitasyon adına
söylenenlerden geriye ne kaldı? El Bab “bataklığına
gömülecek”, yenilecek, geri çekilecek, ABD’nin icazeti
olmasaydı, Suriye’de dışlandı vb. Ne oldu? Rusya ile anlaşmalı
olarak girdi, işgal etti ve hala orada. Suriye’den de dışlanmadı.
Şimdi,
İdlib için ne deniyor? “Çöplük”, “süpürge”, “piyon”.
Bu kavramların ötesine geçen bir Türkiye, faşist diktatörlük
tanımlaması yok. Tamam, Erdoğan, sarayda oturuyor, faşist bir
diktatördür, bazen ABD’nin, bazen de Rusya’nın kucağındadır,
piyondur, İdlib’de kendi pisliğini temizlemesi için eline bir
süpürge verilmiştir. Bunların hepsi doğrudur. Ama hepsi bu kadar
mı? Şayet hepsi bu kadarsa bu adamla bu kadar uğraşmanın da bir
anlamı olmaması gerekir. Ama uğraşıyoruz. Niye uğraşıyoruz?
Neden ABD, AB, Rusya Türkiye ile bu denli ilgililer? Veya ABD ve
Rusya Türkiye’yi neden dışlamıyorlar? Peki, Ortadoğu’da
bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren gelişmeler neden Türkiye’siz
olmuyor? Son birkaç sene içinde Türkiye’yi Ortadoğu’dan kaç
defa dışladığınızı hatırlıyor musunuz? Cenevre’de
dışlandı, Astana’da dışlandı, Suriye sahasında dışlandı,
Irak'da dışlandı. Ama nedense Cenevre’de de, Astana’da da,
Suriye’de de ve Irak'da da masanın bir köşesinde hep Türkiye
var. Peki bu durumun bizim için düşündürücü olması gerekmiyor
mu? Bence gerekiyor.
Tamam,
anladık Erdoğan, piyondur, faşisttir, taşerondur. Ama tek başına,
kendi adına piyon, faşist, taşeron değildir. Biraz da bundan
bahsetseniz, bir yazıda 10 kere “piyon” demek yerine veya yanı
sıra bu “piyon”un belli bir sınıfın politikalarını
uygulayan birisi olduğunu söyleseniz ne kaybedersiniz? Sanki düello
yapılıyor ve Erdoğan’ın bu eleştirmenleri de bu düelloda
taraf tutuyorlar. Bu türden anlayışlar, gerçeği görmememiz için
siyasi kör olmamızı beraberinde getiriyor; adeta bakar körüz ve
bu siyasi körlüğü propaganda ve ajitasyona çevirmek için
“terbiyeli’ yalan” (Lenin) söylüyoruz. Yaptığımızın
farkında olmadığımıza inanıyorum.
TSK’nın
İdlib’deki varlığı Astana’daki son görüşmede “garantör”
devletler (Rusya, Türkiye, İran) tarafından alınan kararların
uygulanmasıdır. Bu harekat, dört devletin (Rusya, Türkiye, İran
ve Suriye) silahlı güçlerinin ve cihatçı çetelerin bir arada
olduğu dar bir alanda gerçekleşmektedir. Her birinin kendine göre
bir hesabı var. Ama görünen o ki, İdlib’in çatışmasızlık
bölgesi çerçevesinde ele alınması ve buraya Türk, Rus askeri
güçlerinin ve İran’ın yönlendirdiği paramiliter güçlerin
yerleşmesi öncelikle şunu göstermektedir:
-ABD
ve genel anlamda Batı, bu denklemin dışında kalmıştır (ABD
Dera ve Kuneytra
çatışmasızlık bölgesinde Rusya ile anlaşarak genel resme
müdahale etmeye çalışmaktadır). Ama denkleme tam
dahil olmak için
kışkırtmalardan, provokasyonlardan vaz geçmeyecektir.
-Suriye’deki
gelişmelerde ağırlık Cenevre’den (BM) ve dolayısıyla ABD ve
AB’den Astana’ya kaymıştır.
-Çatışmasızlık
bölgelerinde Astana kararlarına göre sonuç alınması Suriye’de
savaşın sonunu yakınlaştıracaktır.
Türkiye
açısından bu sürecin anlamı şudur:
-Faşist
diktatörlük, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak adı
altında Rojava devrimini boğmanın, Efrin Kantonunu ortadan
kaldırmanın hesabı içindedir.
-İdlib’de
çatışmasızlığı sağlamak faşist diktatörlük açısından
Suriye’de ikinci bir nüfuz alanına yerleşmektir. Bunu da en
azından bizim için tehlike ortadan kalkana kadar orada kalacağız
diye açıklıyor.
-Güney
Kürdistan’dan başlayarak Rojava’dan geçen ve Doğu Akdeniz’e
açılan enerji hattının engellemek.
-Nihayetinde
yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalmamak.
Tabii,
TSK’nın İdlib’deki varlığı daha ince hesapların da
yapıldığı anlamına gelir. Bu ince hesaplar içinde dikkati
çeken, Deaş, El Kaide ve türevlerinin ne olacağıdır. Bu
cihatçı faşist güçlerin bölgeden tamamen çıkartılmasında ve
yok edilmesinde çıkarı olan sadece Suriye, Rusya ve Çin’dir.
Türkiye ve özellikle de ABD’nin bu güçlerin tamamen yok
edilmesine hiç de niyetli değiller. Suriye ve Irak'da
örselenmelerine, zayıflatılmalarına razılar, çünkü misyonları
burada bitmiştir. Ama yarın, Rusya ve Çin’de Müslüman halklar
arasında yeniden sahaya sürülmek için yedekte tutulmaları
gerekmektedir.
Bu nasıl
yapılır, orası ayrı bir konu. İdlib’de çatışmasızlığın
sağlanması için TSK+ÖSO ile cihatçı güçler arasında silahlı
çatışma olur mu, bu büyük ihtimal olmasına rağmen henüz belli
değil. Çatışmanın olmaması Türkiye lehine bir gelişme
olacaktır. Bu da açık.
Durum
böyle, öyle değil diyenler de olacaktır. Ama benim sorunun durum
böyle midir, değil midirden ziyade “sol” adına Türk
burjuvazisini değerlendirmedeki yetersizliktir. Bu bizi, sadece
Suriye meselesinden dolayı değil, her bakımdan doğrudan
ilgilendirmektedir.
Şimdiye
kadar, ekonomi krize girerse Erdoğan buna fazla dayanamaz, direnemez
ve gider deniyordu. Bu değerlendirmeyi yapanlar umutlarını
ekonomik krize bağlamışlardı. Şimdi de Erdoğan'ın savaşla
gideceğinin hesabı yapılıyor; hatta yapılmıyor, kesin
gideceğinden bahsediliyor:
“Bu
savaş..., Erdoğan’ın koltuğunu korumak amacıyla başvurduğu
son çare... Erdoğan’ın artık savaştan başka seçeneği
kalmadı. O sadece koltuğunu, iktidarını koruma ve kollamayı
düşünüyor. Bunun yolu şimdilik Rusya’ya biat etmekten
geçiyor... Eğer, İdlib bahanesiyle Kürtlerin önünü kesemezse,
devlet ve devlete bağımlı kesimler Erdoğan’a desteğini keser.
Yani Erdoğan gider... Uzak bir ihtimal ama diyelim ki başarılı
oldu; Bu başarının maddi ve manevi maliyeti çok yüksek olur. O
maliyetin altından kalkamaz ve yine gider” (K. Düzgören;
“Rusya’nın kucağında anti-emperyalizm!”, 11 ekim 2017,
“artıgerçek”).
Demek ki,
Erdoğan’ın gitmesine, hem de kesin gitmesine az bir zaman kaldı.
O zaman hepimiz Erdoğan’dan kurtulmuş olacağız. Erdoğan’dan
kurtulunca veya Erdoğan gidince ne gelecek? Memleket, güllük
gülistanlık mı olacak? Memlekete demokrasi mi gelecek,
sokaklarında gerçekten özgürce düşüncelerimizi dile
getireceğimiz siyasi bir ortam mı doğacak? Bu faşizm, faşist
diktatörlük, burjuva düzen bir kurumsal yapı değil mi, sadece
Erdoğan’ın kişisel tasarrufunda olan bir rejim mi ki, o gidince
faşizm de gitmiş olsun, faşist diktatörlük yıkılmış olsun?
Erdoğan, ekonomik krizle, kazansa da savaşla gitmezse, bu
eleştirmenler bu sefer Erdoğan ölünce gitmiş olacaktır derlerse
hiç şaşmamak gerekir.
Aslında
burada söylenen, aynen ekonomik kriz patlak verirse Erdoğan gider
anlayışında olduğu gibi, umutsuzluktur veya umudunu kendi
dışındaki gelişmelere bağlamaktır. İyiyi de, kötüyü de
kendi dışımızda arıyoruz.
Erdoğan
nezdinde Türkiye'de bu baskı, sömürü ve talan düzeninin
yıkılması ve yerine en geniş anlamda özgürlük ve demokrasi
düzenini kurulması için ne yapıyoruz? Mevcut düzeni yıkmak ve
demokratik, sosyalist bir düzeni kurmak için bir sınıfa, somutta
da işçi sınıfına ve emekçi yığınlara hitap ediyor muyuz,
onları devrimin öznesi olarak örgütlemek için adım atıyor
muyuz? Yoksa, bu işe, hele Erdoğan ekonomik krizle, savaşla bir
gitsin, sonra el atarız mı diye düşünülüyor?
Mevcut
sınıfsal iktidar değil de sadece kişisel
olarak Erdoğan’ı
hedef almak,
bu düşüncede olanların acizliğini gösterir. Diktatör Erdoğan,
kendi adına “iş” yapan birisi değildir; “piyon” ise
de,
“taşeron”
ise
de, uşak ise
de
bugün Türkiye’de hakim
olan rejim adına, hakim sınıf, sermaye adına konuşan birisidir;
o sınıfın, sermayenin siyasi baş temsilcisidir. İşi bittiğinde
istemese de gider, gitmese de götürüler ve yerine başka birisini
getirirler.
Erdoğan
gidince, Türk sermayesi, örneğin Afrika’ya açılmaktan,
yurtdışına yatırım yapmaktan, Kürdistan’ın kurulmasını
“kırmızı çizgi” olarak görmekten;
ulusal güvenlik politikasından; askeri-sanayi kompleksini
geliştirmeye devam etmekten vaz mı geçecek? Türkiye’ye
demokrasi mi gelecek? Sınıf
mücadelesini, şayet böyle bir anlayışınız varsa, bu denli
kişiye bağlı kıldığınıza göre mutlaka bildiğiniz bir
şey
vardır.
Sorun
Erdoğan değil, sorun sistemdir; şimdiye kadar olduğu gibi,
burjuvazi uygun gördüğünü iktidara getirmiştir. Önemli olan
bizim ne yaptığımızdır. Bu sistemin yıkılması için ne
yaptığımızdır.
Türk
burjuvazisini, sermayesini küçümsemekle bir yere varamayız,
abartmakla da bir yere varılmaz. Ama ‘50’lerin, ‘60’ların,
‘70’lerin, ‘80’lerin, ‘90’ların burjuvazisi artık yok;
o dönemin sermayesi ve kapitalizmi de yok. Tarihsel materyalizmin
yasalarını, kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasasını hep
başka ülkelere uygulamaktan vaz geçerek, biraz da kendimize
uygulayalım! O halde yapmamız gereken nesnel gerçekliği analiz
ederek propaganda yapabilmektir (1). Bir makalede 10 kere değil de
30 kere “piyon” demekle, Rusya’ya “biat” etti demekle Türk
burjuvazisinin geliştirdiği ulusal güvenlik konsepti ortadan
kalkmış olmuyor; geliştirilen askeri-sanayi kompleksi yok olmuyor;
Türk sermayesinin dünya pazarlarına açılması, yatırımlar
yapması yok olmuyor; Kürtler üzerindeki inkarcı, Kürt ulusunu
yok sayma politikası ortadan kalkmıyor; genel anlamda baskı ve
sömürü yok olmuyor; hapishaneler boşalmıyor vs. (2).
Dönüp
dolaşıp aynı yere geliyoruz: Türk sermayesinin çıkarlarını,
işçi sınıfı ve emekçi yığınlara karşı acımasızca savunan
ve
jeopolitik
bakımdan oldukça “belalı” bir coğrafyada bölgesel güç
olmakla yetinmeyen, ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden
yararlanmaya çalışan bir güçle karşı karşıyayız.
İlişkilerin, şimdiye kadar olduğu gibi devam edemeyeceğini
söylemekle
yetinmeyen,
karşılıklı ilişkileri yeniden masaya yatırmak isteyen bir güçle
karşı karşıyayız. Türkiye-ABD, Türkiye-AB, özellikle de
Almanya arasında ilişkilerin bozulmasından, gerilmesinden değil,
çelişkiye
dönüşmüş olmasından
bahsedebiliriz. Bu gücü, istediğimiz kadar “piyon”, “taşeron”,
”biat”
eden olarak
görebiliriz. “Piyon”iken,
“taşeron”iken,
”biat” ederken bunları yapıyorsa, “piyon”luktan,
“taşeron”luktan,
“biat” eder olmaktan çıktığında acaba neler yapar? Bir
düşünün; “piyon”iken,
“taşeron”iken,
”biat” ederken bunları yapan
Erdoğan, emperyalist ülkelerle talep ettiği “eşit” seviyede
ilişki kurduğunda acaba neler yapar?
Yine
dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Peki, bu “piyon”u
devirmek için sen ne yapıyorsun sorusuna nasıl bir cevap
veriyoruz? Biraz da bundan bahsetseniz nasıl olur?
Anladığım
kadarıyla, en azından Suriye sorununun çözümü konusunda piyon
demenin, Putin’i göklere çıkarmanın, Esad rejiminin arkasında
durmanın ve mecburen Kürt varlığını kabul etmenin ötesine
geçen bir anlayışınız yok...
İstanbul'da,
Ankara’da veya Diyarbakır’da veya da istediğiniz bir yerde
İdlib bir işgaldir; yabancı güçler Suriye’den çekilmelidir
vb. türünden bir anlayışınız ve pratiğiniz var mı? Kahrolsun
Amerikan emperyalizmi derken, kahrolsun Rus emperyalizmi diyebiliyor
musunuz? Rojava bir devrimdir, fiilen içinde, yanında olalım,
destekleyelim diyebiliyor musunuz?
Peki, bu
Rusya, Putin sevgisi nereden geliyor? Bir tarafta, anlayışınıza
göre başta Erdoğan olmak üzere Putin’e “yaltaklananlar” ve
diğer tarafta da Putinciler. Anlaşılan sorun burada; birisi biat
ediyor, taşeronluğunu yapıyor, piyonu oluyor, diğerleri ise
Rusya eliyle özgürlüğüne kavuşan Suriye hayalini; evet
anti-emperyalist Putin, daha doğrusu “anti-emperyalist” Rus
emperyalizmi hayalini görüyor. Bir zamanlar Che Guevara’nın 1,
2, 3 Vietnam’ı, -devrimci bir slogandır- şimdi herhalde Putin’in
1, 2, 3 Suriye’si oluyor; Putin kurtarıcı; yani emperyalist
Rusya, Rus sermayesi kurtarıyor, bu beyler de seviniyor.
Putin
sevgisi, sadece çaresizlikten kaynaklanan bir “aşk” değildir;
bu ideolojik bir zaaftır. Bu zaaf bir zamanlar devrimcilerde de
vardı: Sovyetler Birliği’nde XX. Kongre’den sonra proletarya
diktatörlüğünün yıkılmasından, kapitalist yeniden inşanın
yolunun açılmasından ve sosyalizmin kalesinin sosyal emperyalist
bir ülkeye dönüşmesinden sonra klasik kapitalist dünya,
özellikle de Amerikan emperyalizmi karşısında Sovyet modern
revizyonizminin; iktidardaki bu revizyonizmin; sosyal emperyalizmin
“kötü” de olsa sosyalizm adına savunulduğu görülmemiş
değildi. Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği yıkıldı ve yerini
Rus emperyalizm aldı. Ama revizyonizm sevgisi öleceğine, aşka
dönüşerek devam etti. Şimdilerde de karşımıza Amerikan
emperyalizmine karşı Rus emperyalizmi, Rus sermayesi ve nihayetinde
Putin aşkı olarak çıkmaktadır. Bu türden anlayışta olanlar,
tabii ki, Ortadoğu’da, somutta da Suriye’de en keskin Putin
savunucuları olacaklardır. Putin’in hangi sınıfın siyasi
temsilcisi olduğunu anlamayan bu Putinciler, Putin’i Erdoğan ile
paylaşmak istemiyorlar.
Bu, öyle
bir ideolojik çukurdur ki, insana ‘ÇKP, yabancı sermaye ile
sosyalizmi kuruyor’ dedirttiği gibi, Rus emperyalizminde, Putin’de
kurtarıcılık da keşfettirir. Bu ideolojik zaaf, kendi gücüne
güvenmemenin, mutlaka birilerine yaslanmanın, birilerinden bir
şeyler beklenenin açık ifadesidir. Bu düşüncede olanlar, başka
güç veya güçlere umut bağlarken, kendilerini hiçleştirdiklerinin
farkında bile değiller.
Paylaşılamayan
piyonculuk! Ruhunu Rus emperyalizmine teslim edenler, Erdoğan ile
aynı yerde olmaktan korkunç rahatsızlık duyuyorlar. Kendini
dünya çapında “lider” gören Erdoğan için Putin’in piyonu
olmak, taşeronu olmak, en fazlasıyla çaresizliğin bir ifadesi
olabilir. Ama Putin’de ilericilik görenler için Putin sevgisi,
gönüllü piyon, taşeron olmanın açık ifadesidir. Böyle yazmak
istemezdim, ama gerçeklik bu. Putincilerin yazılarındaki ruh,
örneğin Suriye, somutta da İdlib sorununda Erdoğan'ı
eleştirmekten ziyade kimin gerçekten daha iyi, hakiki Putinci
olduğunu gösterme ruhudur. Erdoğan’ı Putin’e yakınlaştırmayı
dahi hazmedemeyecek kadar Putin aşkı, Suriye’de hangi etnik
kökenden olursa olsun işçi sınıfı ve emekçi yığınların ve
özellikle de Rojava Kürtlerinin çıkarlarını, ulusal özgürlük
mücadelelerini bastırmaktan, katletmekten başka bir şey yapmamış
olan Esad rejiminin savunulmasıdır.
“Türkiye
bataktan çıkmak için bu iktidardan kurtulmalıdır” derken,
kurtarmak için ne yapıyorsunuz? Hep birileri kurtaracak! Özne
olmaya asla niyetli olmayanlar, yarın, Türkiye için de Putin’i
kurtarıcı olarak sunarlarsa şaşırmamak gerekir.
*
1)İ.
Okçuoğlu;
“Propaganda
Nasıl Yapılmaz veya
da
Nasıl Yapılmamalı”,
25
Nisan 2017, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
----Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I), 2 Eylül 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
----Ortadoğu'da “İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
----Musul “Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
----Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),30 Aralık 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
-----Emperyalistleşen Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale) 14 Mart 2017, ibrahimokcuoglu.blogspot.com