FAŞİST
DİKTATÖRLÜĞÜN AFRİN “SEFERİ” VE ROJAVA DEVRİMİNİN
GELECEĞİ
SURİYE
SAHASINDA JEOPOLİTİK OYUNLAR VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN ULUSAL
GÜVENLİK KONSEPTİ
Oyun
büyük, hem de çok büyük!
20
Ocak’tan bu yana Afrin faşist Türk ordusu tarafından çembere
alındı. Havadan ve karada yoğun bombardıman ve ÖSO (1) eşliğinde
Afrin’in işgali gerçekleştirilmek isteniyor. Ama bu savaş
sadece Afrin’le sınırlı değildir. Veya Suriye savaşı, sadece
bir Suriye savaşı, sorunu değildir. Bu savaşta Kürt sorunu da
belirleyici değildir. Çünkü bu savaş emperyal güçlerin;
somutta da Amerikan emperyalizminin, Rus emperyalizminin ve onun
arkasında Çin emperyalizminin, yerel güç olarak Türkiye, İran
ve İsrail’in Ortadoğu’yu yeniden siyasi olarak şekillendirmek
için jeopolitik oyunudur. Ortadoğu’da, Suriye’de ABD ve Rusya
oyunu küresel perspektifle, küresel çıkarlarına göre oynuyor.
Bu iki ülke küresel jeopolitikanın; jeopolitik konseptlerinin
Ortadoğu ayağında çarpışıyorlar. Bu oyun onları dünya
hakimiyeti planlarını gerçekleştirmek için Ortadoğu’da karşı
karşıya getiriyor. Bu karşı karşıya gelmede Esad rejimi ve Kürt
sorunu onların umurunda bile değildir. Türkiye, İran ve İsrail’in
de kendilerine göre hesapları var: İran, olası bir Amerikan
saldırısını, saldırı olmasa da sıkıştırmasını kendi
sınırlarında değil, Lübnan ve Suriye sahasında karşılamak
istiyor. İsrail, Amerikan emperyalizminin doğrudan katkısıyla
Ortadoğu’da kendine sorun çıkartabilecek güçlü devletlerin
yapılanmasını istemiyor; İsrail için devletçiklere ayrılmış
bir Ortadoğu en iyi Ortadoğu’dur. Türkiye ise yeni ulusal
güvenlik konsepti doğrultusunda hareket etmektedir. Bu, nasıl bir
konsepttir, neyi amaçlamaktadır, bunu aşağıda ele alacağız.
Afrin’i
işgal girişimi, Suriye merkezli olarak Ortadoğu’da karşı
karşıya gelen rekabetçi güçlerin savaşı yeni bir boyuta
taşıdıklarını göstermektedir; IŞİD, önce yenildi, sonra
buharlaştırıldı; şimdilik sorun olmaktan çıkartılmış
olarak yedekte tutuluyor. IŞİD, neden ve bahane olmaktan çıkınca,
gerçek niyetler de çırılçıplak kaldı. Durumu gören Rusya,
‘Suriye’de savaş bitti veya bitmek üzere askerlerimi çekiyorum’
dedi ve topu ABD’ye attı. ABD ise Suriye’den çıkmayacağını,
daha uzun bir dönem kalacağını açıklamak zorunda kaldı. İran
için bir sorun yok; doğrudan değil, milisleri ile sahada temsil
ediliyor. Türkiye ise ‘sınırımda terör tehlikesi yok edilene
kadar savaşacağım’ dedi ve diyor.
Afrin-Efrin
Afrin’de
yürütülen savaş, susan dünyanın, emperyalist ülkelerin, başta
da Rusya’nın katkısıyla Erdoğan faşistinin bir eseridir.
Afrin,
jeopolitik oyunun kurbanı oldu. Rojava Devrimi de aynı tehlikeyle
karşı karşıyadır. Faşist diktatörlüğün Afrin’e saldırısı
bu kantondaki özyönetimin yıkılmasını amaçlamaktadır.
Anlaşılan o ki, bunda Türkiye, Rusya, İran ve Esad rejimi
düşüncede ve eylemde ortaklaşmışlar. Bu ortaklık Rojava
Devriminin yenilmesi için devam ettirilecektir. Amerikan
emperyalizminin Fırat’ın doğusunda ben varım demesi de bu görüş
ortaklığını değiştirmeyecektir. Afrin jeopolitik bir pazarlığın
kurbanı oldu. Bu, diktatör Erdoğan’a sırada Münbiç var, Irak
sınırına kadar ilerleyeceğiz dedirtebilen jeopolitik bir
pazarlığın sonucudur. Bu, öyle bir pazarlık ki, Türk hava
kuvvetlerinin Afrin hava sahasını sınırsız olarak kullanıma
açılmasını beraberinde getirmiştir. Afrin hava sahasını
kontrol eden Rusya’dır ve askerlerini saldırının hemen
öncesinde geri çeken de Rusya’dır. Demek ki, Türkiye ile Rusya
arasındaki bu jeopolitik pazarlık çok önceden yapılmıştır;
Afrin’e saldırı sadece bu pazarlığın bir yansıma biçimidir.
Suriye,
fiilen ikiye bölünmüş durumdadır; Batı Suriye, Rusya ve İran’ın
nüfus alanıdır. Fırat’ın doğusu ise Amerikan nüfus alanıdır.
Bu durumda Rojava, Rus ve Amerikan jeopolitik çıkarları
bakımından ikiye bölünmüş durumdadır. Şimdi buna Türkiye de
eklenmiştir. Rus emperyalizmi, Fırat Kalkanı ile işgal edilen
alan dışında şimdi Afrin’in işgali ile Türk sömürgeciliğine
yeni bir alan açmıştır. Münbiç’in işgali sorunlu olabilir,
ama imkansız değildir. Esas sorun Fırat’ın doğusunda gündeme
gelecektir. Fırat’ın doğusu Rusya ve ABD’yi karşı karşıya
getirebilecek bir potansiyele sahiptir.
Şimdiye
kadar Rojava Kürtleri, bölgede jeopolitik, emperyalist ve bölgesel
güçler arasındaki çelişkileri kullanarak özyönetimlerini
kurabilmişler ve geliştirebilmişlerdir. Ama farklı güçler
arasındaki çelişkilerden yararlanmanın da bir sınırı vardır.
Rusya, Türkiye ile ilişkilerinde ve ABD’ye karşı rekabetinde bu
sınıra gelindiğini göstermiştir. Rusya, Kürtlere olan
“sempatim” de çıkarlarıma tabidir demekten öte bir adım
atmamıştır. Saldırıdan önce Genelkurmay Başkanının ve MİT
müsteşarının Moskova ziyareti kısa zaman zarfında neyle karşı
karşıya kalacağımızı göstermekteydi. Ama bazı “sol”lar,
görüşmede gülen Rus tarafının ve somurtan Türk tarafının
resimlerini yayınlayarak, bu resimleri “analiz” ettiler ve
Afrin’e izin çıkmadı sonucuna vardılar. Aynen kahve falına
bakar gibi. Ne dehşetli bir analizdi! Bu “sol”lar, Putin’e
güvendikleri kadar kendilerine güvenmeyen “sol”lardır. Putin’e
ilericilik, hatta devrimcilik atfeden, ondan medet uman “sol”lardır.
Haklı olarak Erdoğan’a duydukları nefretin bir nebzesini
Putin’e, Rus emperyalizminin bu baş savunucusuna duymayan
“sol”lardır. Sorunun öznesi olmak yerine uzaktan bakarak akıl
dağıtmayı meslek edinmiş “sol”lardır. Bu “sol”lar dün
ne yazmıştım diye kendilerine sormuyorlar mı?
Bu
jeopolitik oyunun merkezinde Türkiye-NATO/ABD ve Rusya durmaktadır
Putin,
Erdoğan’ın Afrin’e girmesine, tek gözünü yumarak izin
verebilirdi. Ama iki gözünü birden yumdu; Suriye’de kendi nüfuz
alanında hava kuvvetlerini de sınırsız kullanarak Afrin’i işgal
etmesinin yolunu açtı. Bu, ufak tefek bir hesabın sonucu olamazdı.
Putin’in hesabı, sadece Suriye ve Ortadoğu ile sınırlı bir
jeopolitik oyun değildir. Rus emperyalizmi, faşist diktatörlüğün
Afrin saldırısının sonucunda bir taşla birçok kuş vuracağının
hesabını yapmıştır. Faşist diktatörlüğün ulusal güvenlik
konseptinin güney ayağı Rus emperyalizmi için oldukça çekicidir;
nihayetinde bu güvenlik konsepti, uygulanması durumunda Türkiye
ile ABD’yi kaçınılmaz olarak karşı karşıya getirecektir. Her
iki taraf da -Rusya ve Türkiye- bu hamlenin sonuçlarının
bilincindedir. Kim bilir, belki de ortak hamlenin sonuçları üzerine
de anlaşmışlardır.
Rus
emperyalizmi algılamasına göre Fırat’ın batı yakasında
Türkiye’ye “yem” olarak verebileceği Afrin var. Erdoğan
haftalarca Afrin işgaline açıktan hazırlanmıştır; psikolojik
savaş yürütmüş, toplumu sömürgeci işgale hazırlamıştır.
Bazı “sol”lar da bunu, Putin’i henüz ikna edemedi, Putin izin
vermez vb. türünden saçmalıklar doğrultusunda derin derin
“analiz” etmişler, neredeyse Putin’in erdemlerinden bahsedecek
seviyede hareket eder olmuşlardır.
Erdoğan
bütün gücüyle Afrin’e saldırırken, işgalin burayla sınırlı
kalmayacağını, sırada Münbiç’in ve sonrada Irak sınırına
kadar Fırat’ın doğu yakasının olduğunu sürekli açıklamıştır.
Münbiç, Türkiye-ABD veya Türkiye-NATO ilişkilerinde bir dönüm
noktası olabilir; burada Türkiye-ABD askeri olarak karşı karşıya
gelebilirler. Ama Münbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruz diyen
ABD, son günlerde bu konu müzakere edilerek de halledilir demeye
başlamıştır. Amerikan emperyalizmi Münbiç’te Türkiye ile
askeri olarak karşı karşıya gelmenin en çok Rus emperyalizmine
yarayacağını, Türkiye’nin NATO’dan ve Batı “değerler”inden
kopuşunu hızlandıracağını gördüğü için söylemini
Münbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruzdan bu konu müzakereyle
halledilebilire çevirmiştir.
Rusya’nın
ABD’yi Suriye’den çıkartma planı Türkiye’nin Afrin’e
saldırısıyla daha da kolaylaşmıştır; Türkiye’nin Afrin’e
saldırısı Amerikan emperyalizminin Suriye’de kalıcı olma, en
azından uzun vadeli kalıcı olma stratejisine darbe vurmuştur. Bu,
Erdoğan ve Putin arasında ortaklığın bir yansımasıdır ve arka
planda Esad rejimi ve İran vardır.
IŞİD
bahanesi ortadan kalkınca ABD, Suriye’de kalmanın yollarını
aramaya başlamış; görünüşte ve gerçekten de İran’la bir
hesaplaşması vardır, fırsatını bulursa Esad rejimini
değiştirmek için her türlü komplonun içinde olabilir. Bütün
bunları İsrail’in geleceği için yapıyor olabilir. Ama Amerikan
emperyalizmi, artık, eskiden olduğu gibi Ortadoğu’da derinliği
olan bir bölgeye/ülkeye yaslanarak Rusya’ya karşı rekabet
edecek durumda değildir. İsrail’in bir derinliği yok. Mısır
biraz sapa ve güvenilmez. Keza S. Arabistan’a da güvenmenin bir
anlamı yok. Irak’ın durumu ortada. ABD’nin Türkiye’den de bu
yönlü bir beklentisi olamaz, olsa da karşılık bulamaz. ABD,
Rojava Kürtlerinin ne diyeceğinden bağımsız olarak, elinde
sadece Rojava’nın kaldığını görüyor.
Amerikan
emperyalizminin Suriye’de -Rojava’da- kalıcı olma stratejisi,
daha şimdiden beş ülkeyi bu stratejiye karşı birleştirmiştir;
Rusya, Esad rejimine, Irak, İran ve Türkiye.
Türkiye’nin
yeni ulusal güvenlik konseptiyle Türk burjuvazisinin/sermayesinin
“kabına sığmazlığı”, saldırganlığı arasında bağ
kuramıyoruz. Bu güvenlik konseptini analiz dahi etmiyoruz. Aslında
öğretilmiş köhne anlayışımızdan vaz geçemiyoruz: Türkiye
emperyalizme bağımlıdır; bir defa bağımlıysan ebediyen
bağımlısın; kime bağımlıysan onun dediğinden çıkamazsın!
Artık bu anlayış bir terane oldu. Yok öyle bir Türkiye.
Karşımızda, yıkmak istediğimiz yeni bir güç var. Bunun nasıl
bir güç olduğunu analiz edeceğimize ve sınıf mücadelesinde
bunu hesaba katacağımıza hala onu küçümsemekle uğraşıyoruz.
Küçümsemenin sınıf mücadelesine bir faydası varsa küçümsemeye
devam edelim. Ama bir faydasının olduğunu sanmıyorum. Bu Türkiye
ile Batı, somutta da AB, ABD, NATO arasında başlangıçta
ilişkilerde gerginlik giderek çelişkiye dönüşmüştür. Bir
kısım “sol” bunu göremiyor, ama Putin görüyor. Rus
emperyalizminin jeopolitikasında en iyi Türkiye, Batıdan, ABD’den,
NATO’dan giderek uzaklaşan Türkiye’dir. Putin de Türkiye’nin
Batıdan, ABD’den, NATO’dan uzaklaşması için elinden geleni
yapıyor. Neden? Erdoğan’ı çok sevdiğinden dolayı değil.
Küresel ve bölgesel jeopolitika bakımdan Türkiye eşsiz bir
coğrafyadır. Dolayısıyla bu coğrafyayı dolduran Türkiye de
oldukça önemlidir. Putin, Türkiye’nin jeopolitik konumunu
seviyor. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından bu yana (1952)
Rusya’nın eline devasa bir fırsat geçmiştir; Ortadoğu ve Doğu
Akdeniz’e hakim olmak için Türkiye, müttefik olması gereken bir
güçtür. Bu nedenle Türkiye’nin NATO’dan kopması, ABD’ye
sırt çevirmesi Rus emperyalizminin stratejik bir hedefi olmuştur.
NATO’dan, Batıdan kopan bir Türkiye, küresel ve bölgesel
jeopolitik oyununda Rus emperyalizminin gücüne güç katacaktır
hesabını yapan Putin’dir.
Putin
küresel oynuyor. Türkiye’yi ABD’ye karşı bu küresel oyununa
katmak için Türkiye’ye Ortadoğu’da istediğini vermek
zorundadır. Küresel oynadığını sanan ama ancak bölgesel
oynayabilen Türkiye de istediğini şimdilik sadece Rusya’dan
alıyor. Her iki tarafın jeopolitik anlayışlarında bu ortaklık;
bu anlaşma belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu arada, Afrin
örneğinde de görüldüğü gibi olan Kürtlere oluyor.
Rus
jeopolitik anlayışına göre NATO’dan çıkmış, ABD’den
bağımsızlaşmış bir Türkiye, Rusya’nın Türkiye üzerinden
ABD-NATO tarafından tehdit edilemeyeceği anlamına gelir. Bu
bakımdan Türkiye’nin Rus jeopolitikasına sunacağı katkıyı
Türk burjuvazisi de çok iyi bilmektedir ve bu katkının da bir
fiyatı olmalıdır. Ama Erdoğan’ın hemen NATO’dan çıkma diye
bir derdi olmayacaktır. O da Putin’i, her an geri dönebilirimle
tehdit etmeye devam edecek ve bu fırsatı tepe tepe kullanacaktır.
Türkiye-Rusya
arasındaki fiili ortaklığa rağmen her iki ülke arasındaki
ilişkiler güvensizlik deryasıdır. Bu nedenle, Afrin işgali devam
ederken, hava sahasının Türk savaş uçaklarına kapatılması
veya önce kapatılacak söylemlerinin medyaya servis edilmesi veya
başka kısıtlamaların gündeme gelmesi veya Suriye ordusunun
Afrin’e doğru harekete geçmesi, Türkiye-Rusya arasında birtakım
anlaşmazlıkların habercisi olarak değerlendirilmelidir.
Tabii
ki, Afrin’e saldırının bir de somut, cari fiyatı vardı. Rusya
ve Türkiye arasında pazarlığa konu olabilecek iki konu var.
Bunlardan birisi İdlib ve diğeri de Halep’in
tahliyesi olabilir. Bu
saldırının somut, cari fiyatı İdlib’in satılması
mıdır, değil midir bunu göreceğiz.
Türkiye tarafından desteklenen cihatçı grupların direncinde
son dönemlerde gevşeme
olsa da devam ediyor. Bu arada Suriye ordusuna karşı saldırı da
düzenlediler. Ama genel anlamda bu gruplar
Suriye ordusunun
baskısı altındalar. Türkiye
bu cihatçı grupları desteklemeye devam ediyor. Türkiye ile Rusya
arasında Afrin’e karşı
İdlib pazarlığı
yapıldıysa bunun en önemli
işareti Astana
sürecinde kararlaştırılan İdlib çatışmasızlık planının
uygulanmaması olacaktır.
Ama bu sefer de gözlem
noktası oluşturmak için TSK, İdlib’in derinliklerine (Tel
el Is’ta (Is Tepesi’ne)
neden konvoy gönderiyor?
Halep
meselesine gelince: Dışişleri Bakanı Çavuşoğolu’na göre
Rusya, Halep'te verdiği sözü
yerine getirmiş. El
Cezire'ye yaptığı açıklamada Çavuşoğlu, ‘'Türkiye,
Halep'ten sivil ve muhaliflerin tahliye edilmesine yardım eden tek
ülkeydi. Biz, burada Rusya ile birlikte çalıştık ve Rusya,
burada verdiği sözü yerine getirdi' diyor. Bu açıklama 3 Şubat
2018 tarihli günlük gazetelerde yer aldığına göre yerine
getirilen söz pekala Afrin’e saldırıya göz yummak olabilir.
Rusya’nın
Türkiye ile koordineli hamlesi, Amerikan emperyalizmini Suriye’de,
en azından taktik bakımdan oldukça zor bir duruma düşürmüştür.
ABD, Türkiye mi PYD mi sorusuyla sahada fiilen karşı karşıya
kalmıştır. PYD dese Türkiye’yi kaybedecek, Türkiye dese
Ortadoğu’da sadece Kürtleri kaybetmeyecek; hiçbir güvenirliği
kalmayacak. Bu nedenle Afrin bizim ilgi alanımız değil türünden
açıklama yapmak zorunda kalmıştır. Amerikan emperyalizmi somut
olarak Suriye’de ve Ortadoğu genelinde kendi konumunu
zayıflatmıştır. Şimdi faşist diktatörlük, ABD’yi Münbiç
konusunda da sıkıştırmaktadır. Cevabını da almışa benziyor;
önceleri Münbiç’te çıkmayı düşünmüyoruz, gündemimizde
değil diye ABD, bu sorun müzakere ile halledilebilir demeye
başlamıştır. Anlaşılan o ki, Rusya ile işbirliği içinde
Türkiye Münbiç için de ABD’yi, Türkiye mi, PYD mi ikilemiyle
karşı karşıya bırakacaktır.
Türkiye
ile ABD arasındaki; daha doğrusu diktatör Erdoğan ile ABD’li
yetkililer arasındaki PYD, somutta da Afrin üzerine atışmalar;
küresel güç ile bölgesel güç arasındaki ilişkiler, Roma
İmparatroluğu ile vazalları arasındaki ilişkileri çağrıştırıyor:
“Jupiter’in
yaptığını bazı öküzlerin yapma hakkı yoktur”. Bu deyiş
Roma’nın en büyük tanrısı Jüpiter ile
bir öküzü karşılaştırır.
Karşılaştırma her birinin konumundan kaynaklı farklı
hakları/yetkileri zemininde yapılır. Söylenen açıktır: Herkes
sahip olduğu mülkiyet hakkına ve yetkisine göre konuşur, eyler.
Roma vazalları için bu deyişin anlamı
şuydu: Bölgesel hakim güçler, Roma’da tanrı-impatarorun
mutlak kudretini gözardı ederlerse bunun
bedelini yaşamlarıyla öderlerdi. Amerikan emperyalizmi, hala sahip
olduğu süper güç konumuyla “modern” imparatorluktur. Bu
imparatorluğa tabi olan ülkelerin her biri durumuna göre farklı
seviyelerde vazaldır. ABD’ye karşı gelen her yerel güç, havuç
politikasından anlamıyorsa sopa politikasıyla
iktidardan alınır. ABD,
bunu Türkiye’de yıllardır deniyor. Ama bir tülü başarılı
olup da Erdoğan’ı
iktidardan alamadı. 2016’da 15 Temmuz darbe girişimiyle niyetini
tamamen açığa vurdu.
Suriye
merkezli gelişmelerde imparator ile vazal
arasındaki atışma şöyle:
Erdoğan:
Adam binlerce kilometre uzaktan gelmiş benim sınırlarımı dizayn
ediyor, bana da karışma diyor. Sahada
ve masada olacağız.
ABD:
ABD, Suriye’deki askeri varlığını muhafaza etmeye devam
edecektir.
Erdoğan:
Afrin’e gireceğiz.
ABD:
Operasyon süre ve kapsam bakımından
sınırlı olmalı, sivil kayıplardan kaçınılmalı.
Erdoğan:
Münbiç’e gireceğiz.
ABD:
Bu konuyu müzakere ediyoruz.
Erdoğan:
Fırat’ın doğusuna
da gireceğiz.
ABD:
Susuyor.
Erdoğan:
Irak sınırına kadar gideceğiz.
ABD:
Susuyor.
ABD:
Suriye sorununu kaşıma, başlatma, orada
askeri varlık bulundurma konusunda uluslararası
hukuk beni ilgilendirmez. Uluslararası hukuk benim.
Erdoğan:
Sen kendinde bu hakkı görüyorsan ben haydi haydiye görürüm.
Burası benim sınırım.
ABD:
Biz Rusya’nın, Gürcistan, Ukrayna örneklerinin gösterdiği
gibi başka ülkelere girmiyoruz. Uluslararası hukuk çerçevesinde
hareket ediyoruz.
Erdoğan:
Hangi
uluslararası hukuktan bahsediyorsun ya!
Afganistan'a,
Irak’a yıllar önce girdin ve hala
oradasın.
Günümüzde
ABD, gerileme, çöküş sürecine girmiş Roma İmparatorluğunu
andırıyor.
Bu
işgal açıktan, düpedüz Amerikan emperyalizminin çıkarlarına
karşı gerçekleştiriliyor. Suriye merkezli Ortadoğu’da iki NATO
ülkesinin askeri olarak kapışmaması kaldı geriye.
Afrin’e
saldırının diplomasi ayağına baktığımızda şunu görüyoruz:
Sanki başta Rusya, ABD, AB, İran, Esad rejimi, BM ve başkaca
ülkeler olmak üzere adeta bütün gladyatör Erdoğan’dan
korktukları için böyle hareket
ediyor? Ama öyle olsa da diktatör Erdoğan gladyatör değil; Türk
burjuvazisinin görüşlerini, çıkarlarını dile getiriyor,
savunuyor. Bu nedenle Türk burjuvazisinin, sermayesinin baş siyasi
temsilciliğini yapıyor.
Amerikan
emperyalizmini zor durumda bırakan bir gerçeklikte şudur: Rojava
Kürtleri, taleplerimizin karşılanmaması durumunda Rusya ve Esad
rejimiyle uzlaşma yoluna gideriz diye her iki güç arasındaki
çelişkilerden yararlanarak ABD’yi baskı altına alabiliyorlardı.
Şimdi bu yol kapanmışa benziyor; Rusya nerede durduğunu gösterdi
ve Esad rejimi ile PYD görüşmeleri sonuç vermedi.
Türkiye’nin
gücünü küçümsemeyelim, ama abartmayalım da. Gülen-Hareketinin
darbe girişiminden sonra faşist diktatörlüğün ABD ve AB
karşısındaki tavrı oldukça değişmiştir. Tabii bu, birden bire
olmamıştır; biriken gerginliklerin çelişki olarak patlak
vermesinin vesilesi olmuştur. Bu darbe girişiminden bu yana Türk
burjuvazisi ABD ve Rusya arasında bir denge politikası
uygulamaktadır; kantarın topuzunu ne zaman, nasıl bir gelişme
için kimin tarafına kaydıracağının hesabını yaparak hareket
etmektedir; Rusya ve ABD arasındaki jeopolitik çıkar
farklılığından, çelişkilerden yararlanmaktadır, her iki
taraftan da tavizler kopartmaktadır. Bu, Türkiye’nin
ekonomisinden kaynaklanan bir güç göstergesi değildir. Bu,
doğrudan ülkenin jeopolitik konumundan kaynaklanmaktadır. Onu
güçlü kılan, her iki taraftan taviz kopartmasını sağlayan,
vazgeçilemez jeopolitik konuma sahip olmaktan kaynaklanan gücüdür.
Tabii
bu taktik de bir yere kadardır. Nihayetinde Türk burjuvazisi de
hegemonya peşinde koşmaktadır; emperyal çıkarları vardır. Ola
ki, bir gün Ortadoğu’da Türkiye’nin emperyal çıkarları her
iki emperyalist ülke için tehlike arz etmeye başlarsa, ABD ve
Rusya, Türkiye’ye karşı ortak hareket edebilirler. Bu mümkündür.
Diğer
taraftan ABD ve Rusya, kendi aralarında anlaşarak Suriye ve genelde
Ortadoğu haritasını yeniden çizebilirler mi? Başlangıçta bu
güçlü bir ihtimaldi. Ama şimdi safların kesin hatlarla
belirlenmiş olduğu bu süreçte örneğin Rusya’nın İran ve
Türkiye’nin çıkarlarını göz ardı ederek ABD ile anlaşması
zayıf bir ihtimal olmuştur.
*
“Sol”
basında yer alan bazı değerlendirmeler, insana ister istemez
“hangi dünyada yaşıyoruz” dedirtiyor. Sanki böyle bir işgal
saldırısının olmayacağından, bunun da Erdoğan’ın bir “Ey”i
olduğundan, ABD’nin, Rusya’nın böyle bir işgale müsaade
etmeyeceğinden hareketle yazılmış yazılar... Sonrasında, işgal
için harekete geçildiğinde işin kolayı da bulunuyor: ABD ihanet
etti, Rusya ihanet etti, İran sessiz kaldı, Esad çabuk çark etti!
Ne kadar da kendimizi başkalarının “hal ve gidişine” göre
konuşlandırmışız! ABD umut, Rusya umut, hatta İran ve Esad da
umut! Ya biz neyiz? “Sol” hala, Erdoğan’ın ne zaman
gideceğinin hesabını yapıyor, bu işgalle düzeni kurtarmaya
çalıştığını; yani savaşmasa zaten gideceğini, gitmemek için
savaştığını yazıp çizmekten yorulmadık. Düşmanı doğru
analiz etmemizin önündeki en büyük engelin bizzat kendimiz
olduğunu; sınıfsal olmayan kin ve nefretin, duyguların
analizlerimize yön verdiğini hala anlamadık. “Fırat Kalkanı”
döneminde de aynı duygularla analizler yapılmadı mı? Giremez,
girse de ilerleyemez, ilerlerse de bataklığa gömülür, geri
çıkamaz, yenilecek, yok olacak vb. türünden değerlendirmeler
şimdi Afrin için yapılmaktadır. “Sol”un bir kısmı yaşamadan
o kadar kopuk ki, faşist diktatörlüğün, ekonomisiyle,
siyasetiyle, psikolojisiyle; velhasıl maddi manevi bütün
olanaklarıyla ve dış dünya desteğiyle bu işgale giriştiğini;
Erdoğan’ın şimdiye değin olmadığı kadar güçlü olduğunu
anlamak istemiyor. Evet, Erdoğan’la, Saray’la özdeşleştirilen
faşist diktatörlük ekonomik, askeri ve siyasi gücünün doruk
noktasında. Aksini gösteren veri var mı ortada? Yok. Niyet
beyanlarını ekonomik ve siyasi analiz olarak saymazsak yok. En
azından ben göremiyorum Varsa gösterelim; kanıtlayarak ekonomi
krizde, hiç üretim yapılmıyor, işi inşaat sektörüyle idare
ediyor diyelim; kanıtlayarak borç batağında debeleniyor,
dışarıdan kredi alamıyor/bulamıyor diyelim; kanıtlayarak askeri
olarak tamamen dışa bağımlı, silah, mühimmat bulamıyor,
kendisi üretmiyor diyelim; kanıtlayarak siyasi olarak da
yönetemiyor, yönetilmek istemeyenler, her gün olmasa da sık sık
sokakları dolduruyorlar; hükümet, Erdoğan binler, on binler, yüz
binler tarafından protesto ediliyor diyelim. Bunları kanıtlayarak
diyemiyorsak, hiç olmazsa, en azından nasıl bir sınıf düşmanı
ile karşı karşıya olduğumuzun bilincine varalım. Sadece şu
Afrin işgali sorunundan dolayı ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın,
NATO’nun ve AB’nin tavrı bu durumu açıklamak için yeter de
artar bile. Ama biz bu gerçeği görmek istemiyoruz. Erdoğan’ı,
yenemeyeceğimiz, tahtından edemeyeceğimiz, Sarayı’nı başına
yıkamayacağımız bir gladyatör yapıyoruz! Veya onu böyle bir
gladyatör yaptığımız için, dışımızdaki; devrimin
öznelerinin dışındaki faktörlerin etkisiyle gideceğinin; bazen
de ha gitti ha gidecek durumunda olduğunun hesabını yapıyoruz.
Bütün “sol” olmasa da bunun hesabını yapanlar çok. Ama
Afrin’de işgale karşı savaşanlar da var. Örneğin MLKP. "MLKP
savaşçıları Serêkaniyê ve Kobanê direnişinde Türk devleti ve
çetelerinin saldırıları karşısında elde edilen zaferin ateş
taşıyıcıları olmuşlardı. Şimdi Efrîn'deler. Ve bu kez
doğrudan faşist sömürgeci Türk devletine karşı savaşıyorlar"
açıklamasını yapıyor (Etkin Haber Ajansı, 22 Ocak 2018; MLKP
Rojava: Savaşçılarımız Efrîn direnişinde).
*
Faşist
diktatörlüğün Afrin saldırısı, yeni ulusal güvenlik
konseptinin hayata geçirilmesinin bir parçasıdır. İlk adımı
“Fırat Kalkanı” operasyonu ile attı ve bölgeyi işgal etti.
İkinci adımı Afrin saldırısı oluşturuyor. Afrin işgalinde
Rusya’nın yanı sıra sessizce destek sunan iki müttefiki daha
var; Esad rejimi, retorik gereği önce hava sahamıza girerseniz
vururuz demekten ses çıkartmama moduna geçmiştir. İran da
retorik gereği, oradaki varlığınız yasal değil demekten
Türkiye’yi destekleme moduna geçmiştir. Aslında hem Suriye hem
de İran, Rojava devriminin bir kantonunda yok edilmesi için
başlatılan bu saldırıdan oldukça memnunlar. Nihayetinde bu
ülkelerin de bir Kürt sorunu var. Kürtler, bölgenin iki büyük
rakibi olan Türkiye ve İran’ı birleştiriyor. İran, Türkiye ve
Irak, Güney Kürdistan’daki referandum sorununda da ortaklaştılar.
İbadi ile Erdoğan’ın “dost” olacakları o zaman pek
düşünülemezdi. Ama Kürt sorunu onları da “dost” yapmıştır.
Kürtlere düşmanlık, somutta da Rojava Devrimine düşmanlık,
bölgenin bu gerici, faşist rejimlerini ortak hareket edecek duruma
getirmektedir.
Türk
burjuvazisinin yeni güvenlik konseptinin Ortadoğu açılımının
merkezinde Kürt ulusuna, Kürt Özgürlük Hareketine, Rojava
Devrimine düşmanlık durmaktadır.
Türk
Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti
Gördüğüm
kadarıyla Türk burjuvazisinin, faşist rejimin siyasi, ekonomik,
askeri durumu “sol” tarafından genel anlamda pek ciddiye
alınmıyor. Bu ciddiye almamanın arka planında emperyalizme
bağımlılık anlayışı var. Emperyalizme bağımlılık kavramı
içeriğinde değişim olmayan bir kavram değildir. Bu kavram
kapitalizmin nesnel yasasını; eşitsiz gelişme yasasını
dışlamıyor. Emperyalizme bağımlılık, bağımlılığın
niteliğinin tartışılır duruma gelmeyeceği; bağımlı ülkelerin
yeni ilişkiler talep etmeyecekleri anlamına gelmez. Bu bir güç
meselesidir; gücün yettiği kadarıyla bu sorunu tartışma konusu
yapabilirsin. Erdoğan’ın da yaptığı bundan başka bir şey
değildir. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi genel anlamda “sol”
tarafından hafife alınıyor; neredeyse yok sayılıyor. Her şeyiyle
dışa; emperyalist ülkelere, yabancı sermayeye, alınan ve
alınacak borçlara bağımlı bir ülke hayal ediliyor. Bu türden
anlayışlarla emperyalizm-bağımlı ülke ilişkileri açıklanamaz.
En azından Türkiye’nin emperyalist ülkelerle ilişkisini
açıklayamazsınız. Bu ekonomi sermaye ihraç ediyor, ama
umurumuzda değil. Bu ülke, dünyada düne kadar gitmediği
ülkelerle ticari, ekonomik, siyasi, askeri ilişkiler kuruyor, ama
umurumuzda değil. Borçlanmasını, burjuva ekonomide kabul
edilebilir bir seviyede tutuyor, ama umurumuzda değil. Ekonominin
merkezinde üretim, sanayi üretimi duruyor, ama inşatla ayakta
duran ekonomi diye açıklama yapmayı marifet sayıyoruz. En modern
teknolojiyi silah üretiminde kullanıyor; kendi çapına göre
devasa bir askeri-sanayi kompleksi kurmuş ve en modern teknolojiyle
de sürekli geliştiriyor ve ürettiği silahları da şimdi Afrin
saldırısında olduğu gibi deniyor (kullanıyor) ama bu bizim
umurumuzda değil. Öyle ki, silah ihracatçısı ülke konumuna
gelmiş ama bu bizi fazla ilgilendirmiyor. Bütün bunlara dayanarak
doğrudan saldırganlığı, emperyal çıkarları, sömürgeciliği,
savaşı temel alan bir ulusal güvenlik konsepti geliştiriyor ama
“sol” bunu anlamayı dahi düşünmüyor. Ulusal güvenlik
konseptiyle Türk burjuvazisi bundan sonrasının planını
çıkartıyor. Bu, bir devrimci partinin siyasi programını doğrudan
etkileyecektir, etkilemektedir, ama “sol”u fazla ilgilendirmiyor.
Öneminden
dolayı bu konu üzerinde durmaya devam edeceğim.
Türk
burjuvazisinin ulusal güvenlik politikasının gelişimini ve
değişimini Aralık 2016’da yayınlanan “Ulusal Güvenlik
Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli
Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV)” makalesinde ele almıştım.
Orada söylenenin oldukça kısa bir özetini bazı eklemelerle
buraya aktarmakla yetiniyorum:
Eski
ulusal güvenlik konseptinin özelliği:
“Türkiye,
1923-1945 döneminde -II. Dünya Savaşı döneminde “tarafsızlık”
anlayışı giderek bozulsa da- emperyalist ülkelerle sosyalist
Sovyetler Birliği arasındaki; daha genel ifade edersek kapitalist
dünya ile sosyalist Sovyetler Birliği; oluşmakta olan sosyalist
dünya arasındaki çelişkilerden yararlanmaya dayanan bir ulusal
güvenlik politikasını takip etmiştir. Bu ulusal güvenlik
konsepti ifadesini “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasında
buluyordu.
II.
Dünya Savaşı dönemini bir geçiş dönemi olarak alırsak
1923-1939 döneminde Türkiye'nin siyasi, askeri, ticari vb.
alanlarda yapmış olduğu bütün anlaşmalara açık bir
“tarafsızlık”, “işbirliği”, “ortaklık” anlayışı
hakimdir; bu anlayış, o zamanki ulusal güvenlik politikasının
dış politika ayağının temelini oluşturmuştur. Türkiye'nin bu
dönemde hiçbir uluslararası çatışmaya girmemesi, sorunların
“barışçıl” çözümünde yana tavır alması bunun açık
ifadesidir.
II.
Dünya Savaşından 1952'ye kadarki (NATO'ya giriş) dönem, Türk
burjuvazisinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine
tamamen teslim olmaya başladığı dönemdir...
II.
Dünya Savaşı sürecinde, ama esas olarak savaş sonrasından
itibaren Türkiye'nin daha ziyade içe yönelik ve yukarıda
belirttiğimiz emperyalistler arası ve sistemler arası
çelişkilerden yararlanmaya dayanan ulusal güvenlik konseptinin
yerini sosyalist sisteme karşı kapitalist dünyanın oluşturduğu
uluslararası güvenlik konsepti almıştır; Türkiye'nin,
başta ABD olmak üzere Batılı
emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası örgütlenmeleriyle
geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik politikasının Amerikan
emperyalizminin temsil ettiği kapitalist dünyanın uluslararası
güvenlik konseptine entegre olmasını beraberinde getirmiştir Daha
doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya üye olmasıyla birlikte,
kendine özgü bir ulusal güvenlik politikası/konsepti
kalmamıştır; ulusal güvenlik NATO nezdinde Amerikan
emperyalizmine havale edilmiştir.
1952'den
bu yana NATO, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasının mihenk
taşını oluşturmaktaydı. NATO, Türkiye'yi değil, SSCB'ye ve
Varşova Paktı'na karşı Amerikan emperyalizmi önderliğinde
kapitalist dünyanın daha ziyade ideolojik içerikli jeopolitik
çıkarlarını korumak için oluşturulan uluslararası güvenlik
konseptinin güney kanadının savunulmasında Anadolu coğrafyasını
kullanma stratejileri geliştirmiştir. Bunların hiçbiri doğrudan
Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili değildi...
Kısaca:
NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem
dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya
koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin
de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal
olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı.
NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin
uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan
ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu.
Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü
ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.
2000
ve sonrası: 2002-2010 arasında ABD ve AB ile AKP hükümeti
arasındaki uyumluluk giderek bozulmaya, uyumsuzluğa dönüşmeye ve
ilişkilerdeki gerilme kaçınılmaz olarak ulusal güvenlik
anlayışına da yansımaya başlamıştır. Bu nedenle AKP hükümeti,
ulusal güvenlik politikasında kendi gücüne dayanma konseptinin
geliştirilmesi için adımlar atmakla karşı karşıya kalmıştır.
AKP hükümeti eksenli faşist rejimle başta ABD olmak üzere Batılı
güçler arasında ilişkiler, özellikle ulusal güvenlik
politikaları temelinde gerilmiştir; öyle ki, 15 Temmuz askeri
darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler,
keskinleşen çelişkilere dönüşmüştür.
Üzerinde
yaşadığımız bu coğrafya dünya jeopolitikasında oldukça
önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle hep sorunlu olmuştur,
“belalı” bir coğrafyadır. Güvenlik tanımlamasında coğrafi
konum, Türkiye için bir gelecek sorunu derecesinde önemlidir. Bu
konum Türkiye'ye uluslararası ilişkilerde pek eşi görülmeyen
bir pozisyon sağlamaktadır; büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük
belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum, bu coğrafyada sürekli
tetikte olmayı beraberinde getirmektedir.
Türkiye'nin
kuruluşundan bu yana izlediği güvenlik politikasının temel
özelliği -güncel düşman algılamasının değişmesine paralel
olarak- ulusal birlik, milliyetçilik, şovenizm ve nihayetinde
faşizm temelinde her dönem içte saldırganlık, baskı ve dışa
karşı da “tarafsızlık”, savunmacı ve saldırganlık olarak
şekillenmiştir.
Güvenlik
politikası Milli Güvenlik Kurulu tarafından belirlenir. Bu kurulun
güvenlik politikası belirleme serüvenine baktığımızda şunu
görürüz:
1985-2016
döneminde MGK toplantılarında dış politikayı ilgilendiren
konuların dış politika dışı konulara oranı giderek artmıştır;
bu artış 1985-1991 döneminde yüzde 19'dan 1991-2003 döneminde
yüzde 60'a, 2003-2011 döneminde yüzde 88'e çıkmış ve 2012-2016
döneminde de yüzde 63 olmuştur.
Buradan
çıkartmak istediğimiz sonuç şudur: 1990 öncesi dönemde MGK,
esasen iç güvenlik sorunlarını ele alırken 1990'dan sonra
Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasında sınır örtesi sorunlar
giderek ağırlık kazanmıştır.
Ahmet
Davutoğlu'nun 2009'da Dışişleri Bakanı görevine getirilmesiyle
Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik anlayışındaki değişim de
hızlandı; A. Davutoğlu, yeni diye tanımlanabilecek özellikler
gösteren dış politikanın ve dolayısıyla ulusal güvenlik
anlayışının mimarıydı. Yeni dış politikanın temel
özelliklerini Davutoğlu “Stratejik Derinlik” kitabında
ayrıntılı olarak açıklar. Coğrafya, jeopolitika, dış politika
ve ulusal güvenlik arasındaki diyalektik bağı Türk
burjuvazisinin çıkarları açısında irdeler ve atılması gereken
adımları açıklar. Osmanlı coğrafyası ve özellikle de yakın
alan coğrafyası üzerinde tarihsel etkiden, hak sahipliğinden;
komşu ülkelerle yabancılaşmanın sonlandırılmasından,
karşılıklı önyargıların silinmesinden bahseder.
Davutoğlu,
Türkiye'nin yeni dış politikasını coğrafi konum ve tarihsel
miras üzerine kurmuştur. Yeni dış politika kaçınılmaz olarak
yeni ulusal güvenlik politikası oluşturmak anlamına gelir...
Başbakan
olarak Davutoğlu azledildi. Ama mimarı olduğu “proaktif dış
politika” ve o temelde yükselen yeni ulusal güvenlik konsepti
geliştirildi ve uygulanıyor. Bu politikanın yansımalarından
birisi de Erdoğan'ın gevelediği “Misak-ı Milli”dir; somutta
da Suriye'de işgalci girişimlerdir.
Sonuç
itibariyle şunu söyleyebiliriz:
A.
Davutoğlu ile daha Erdoğan'ın baş danışmalığı döneminde
başlayan yeni dış politika ve ulusal güvenlik açılımı, bu
alandaki değişim, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri dikkate
alan bir perspektife sahiptir. Bu ulusal güvenlik anlayışı,
açıktan da dile getirildiği gibi Türk burjuvazisinin ve
dolayısıyla sermayesinin bölgesel ve uluslararası aktör olma
iddiasının dışa vurumudur. Bu “proaktif dış politika” ve
onun başka bir biçimde tarifi olan ulusal güvenlik politikası,
koşulların uygun olduğu her fırsatı değerlendirerek
yayılmacılığı, saldırganlığı, savaşı içermektedir.
Güncellenen Misak-ı Milli söylemi ve o doğrultuda Suriye'de
işgalcilik adımları, Musul, Kerkük, Telafar, Ege’de adalar,
Batı Trakya çıkışları bu “proaktif dış politika”nın ve
yeni güvenlik konseptinin doğrudan ifadesidir.
Türkiye'nin
güvenlik konseptinde jeostratejik konumu belirleyici önemi haizdir.
Dün değil ama bugün Türk burjuvazisi, bu konuma dayanarak
bölgesel ve küresel jeopolitika geliştirme hevesine kapılmıştır.
Türkiye, Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin tam
ortasında yer almakta ve buna ek olarak Akdeniz, Karadeniz ve Eğe
Denizi ile çevrelenmektedir. Bu coğrafya istikrarsızlıklarla,
belirsizliklerle; dolayısıyla her dönem var olan çelişkilerle
dolu bir coğrafyadır. Bu çelişkiler Türkiye'ye her zaman bir
biçimde yansımıştır, yansımaktadır. Türk burjuvazisi ülkenin
bu jeostratejik konumunu ulusal güvenlik konseptinin tespitinde
başat faktör olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin
ulusal güvenlik konseptinde coğrafya belirleyicidir; bu konumdan
uzaklaşan bir güvenlik konsepti Türk burjuvazisi için
düşünülemez.
Dışişleri
Bakanlığı'nın sitesinde yer alan “Türkiye´nin
Uluslararası Güvenlik Perspektifi ve Politikaları” yazısında
coğrafya
ve ulusal güvenlik politikası arasındaki bağ şöyle
açıklanmaktadır:
“Cumhuriyetin
kurulmasından günümüze Türkiye’nin güvenlik politikası, biri
coğrafi konum, diğeri komşu ülkelerle ilişkiler olmak üzere,
iki temel olgu dikkate alınarak şekillendirilmiştir. Bu iki
belirleyici faktör, Türkiye’yi Avrupa, Balkanlar, Kafkasya,
Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde ve zaman zaman bu
bölgelerin de ötesinde güvenlik alanında önemli bir aktör
haline getirmiştir” (2).
Yeni
ulusal güvenlik konseptinin özelliği:
Türkiye'nin
ulusal güvenliğinin oluşumunda ve belirlenmesinde birçok yeni
gelişmeler meydana gelmiştir. Yeni ulusal güvenlik konsepti,
şimdi, özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında açıktan
savaş, saldırganlık konsepti olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türk
burjuvazisi çok özgün bir süreçten geçmektedir. Bu özgünlük
sadece şimdiye kadar olduğundan daha sık ulusal güvenlikten
bahsetmesi, yeni bir ulusal güvenlik politikasının
oluşturulmasından bahsetmesi değildir. Bu sefer durum, şimdiye
kadarki ulusal güvenlik anlayışından oldukça farklıdır. NATO
üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası
NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya
karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine
entegre edilmişti. Şimdi Türk burjuvazisinin dış düşman
algılaması değişiyor. İç düşman algılamasında da Kürt
Özgürlük Hareketi, dönem dönem de politik İslamcı
örgütlenmeler, duruma göre yer değiştirseler de ilk iki sırada
yer alıyorlardı.
Şimdi
durum değişti. Dış düşman algılamasında bu sefer Rusya yer
almıyor, ama NATO'da müttefiki konumunda olan ülkelerin bir kısmı,
ismen tanımlanmasalar da ilk sıralarda yer alıyorlar; Bu ülkelerin
en başında ABD gelmektedir, Onu Almanya takip etmektedir. Bölgesel
olarak Suriye, Irak rejimleri dost olmayanlar cephesinde yer
alıyorlar. Örneğin MGK, 30 Kasım 2016 tarihli toplantısından
sonraki basın bildirisinde “Bazı ülkelerin, PKK/PYD-YPG ve
FETÖ/PDY lehine çifte standart uyguladıkları, mensup ve
destekçilerine kol kanat gerdikleri, bunları maksatlı olarak
farklı şekilde tanımladıkları vurgulanarak, bu ülkeler
tutumlarını değiştirmeye davet edilmiştir” görüşüne
yer vererek düşman algılamasının yönünü Batılı
müttefiklerine çevirmiştir. Burada oldukça diplomatik bir üslup
kullanılıyor, ama diktatör Erdoğan'ın Batı'lı müttefikler
bağlamındaki açıklamaları hiç de diplomatik ve dostane değil.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan
“Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında da Batılı
emperyalist güçlerdir. Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz
darbe girişimi, Suriye savaşında, Musul operasyonunda, şimdi de
Afrin’e saldırıda ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle
olduğunu göstermektedir.
Yine
yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin
“Misak-ı Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası
güdeceğini açıklamasıdır.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı
eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal
güvenlik konsepti arasındaki temel değişimlerden birisi budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş, saldırganlık, sömürgecilik
programıdır.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinin içeriğine bakarak bunun nasıl bir
savaş, saldırganlık, sömürgecilik programı olduğunu
açıklayabiliriz...
Daha
Türkiye kurulmadan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde,
somutta da Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos – 13 Eylül 1921)
esnasında Mustafa Kemal ulusal güvenlik konseptini "hatt-ı
müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün
vatandır” diye açıklıyordu. Bu, savunma ekseli bir ulusal
güvenlik konseptiydi.
Türk
burjuvazisinin akıl hocası Türksam’a göre, böyle bir ulusal
güvenlik konsepti artık geçerli olamaz; artık geçerli olması
gereken, saldırı eksenli ulusal güvenlik konseptidir... (3).
Bu
konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak
olursak:
1)
Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir
Gelişmesinin
bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş
olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli
olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.
Tarihi yeniden yazmak için -burjuvazi tarihi, çıkarlarına göre
sürekli yeniden yorumlayabilir- Lozan'ı “incelenmesi,
araştırılması”, gerçeklerin öğrenilmesi için tartışmaya
açıyor. Erdoğan, şimdiye kadarki resmi tarihin Lozan'ı büyük
bir zafer olarak ele aldığını, toplumun ve özellikle de
gençliğin bu algılamayla yetiştirildiğini, bunun doğru
olmadığını, şimdi gerçekleri dile getirmenin zamanı geldiğini
açıkça ifade ediyor.
Erdoğan'a
göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım
zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun
maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la
çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını
gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor
ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal
etmek olduğunu açıklıyor. Bu, bir savaş programıdır.
Misak-ı
Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine Kemalist
diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan,
Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması
gereken bir tarihin; kastettiği coğrafyada “bu milletin
geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının
hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına (4) sahip çıkmak olmasına
rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu
coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın
alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kastediyor ve 780
bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu
açıklıyor: “Asıl
vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip
kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz
işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır”.
Bu
yakın alan coğrafi sınır çizimi “yeni Osmanlıcılık”
olarak da tanımlanabilir. Önemli olan bu alanın
hangi kavramla tanımlandığı değil, önemli olan, Türk
burjuvazisinin bugün gelmiş olduğu gelişmişlik sürecinde bir
Misak-ı Milli talebiyle
“arka bahçe”den
bahsetmesidir.
Açık ki bu, Türk burjuvazisinin yakın alan jeopolitik hedefidir.
2)
“1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz”
Eski
ulusal güvenlik konsepti:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen
Erdoğan
şimdiye
kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk
burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini
ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu
açıklıyor: “1923’ün
psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o
satıh tüm vatandır” anlayışı
“psikolojisi”dir.
Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin
anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen
topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan
topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma
eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
“Bizi
Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek
savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına
cevap vermediğini ve terk
edilmesi
gerektiğini açıklıyor.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti:
Artık
savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli
ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik
konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu
konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin
sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...
Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız”.
Diktatör
Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden
bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye,
hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi
kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan
eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD,
İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik
politikası uygulamaktalar.
3)
Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz
Ulusal
güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952)
müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO
üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun
uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler
Birliği ve revizyonist blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da
Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla
birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli
değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle
Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu
olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk
burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den
ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk
burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak
kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur.
15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da
güvensizliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe
girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik
ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve
Irak'tan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin
algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi)
sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır.
Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven
alıyor...
15
Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı
müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında
iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk
burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen
Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur.
Varlığımıza kastediliyor ve kastedenler de müttefiklerimizdirden
hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada var olmak için kendi
gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası geliştirilmesi
gerektiği sonucuna varmıştır.
Gelişmesinin
ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra
Türk burjuvazisinin Batı'yla sorunsuz denebilecek güvenlik
ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.
4)Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir
Bu
coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın (bağımlılık
ilişkilerine mahkum edilirsin) veya da kuşatırsın. Bu iki durumun
dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir.
Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle
1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır...
NATO
üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde
kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra
da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır.
Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya
tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu
kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti
oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan
kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya
ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile
getirmektedir. Bu jeopolitik anlayışın temel özelliklerini
herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:
Kuşatılmak
istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır
dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın:
Esas
hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı
esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden
Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak
üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük
Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre
Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör”
örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk
burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli
devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi,
devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak
görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları
için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde
olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri
üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin
Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri,
Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu
terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha
edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın
coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul
olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını
istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir;
kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu
yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri
yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün
için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları
için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır.
Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da
girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için
sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile
sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve
Fırat'ın doğusunun da (Kobane Kantonu) hedef alınacağını,
gerekirse Irak'a da aynı amaçla girileceğini açıkça ilan
etmektedir.
Kuşatmayı
yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden
(müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
Bu
coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı,
kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak
için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır:
Bu
nedenle Akdeniz'den
başlayarak Irak
sınırına kadar, yani
Rojava'da kesintisiz bir
tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak
böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi
boğulursa Suriye ve Irak
toprakları Türkiye için
saldırı üssü olmaktan
çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul
hattını
kendi güvenliği için savunma hattı
olarak görmektedir. Halep-Musul hattı
aynı zamanda Misak-ı
Milli'nin güney
sınırlarıdır. Bunu daha
açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı
mücadele bağlamında “Suriye
ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu
mücadeleyi yine sürdüreceğiz”
diyerek Misak-ı Milli'nin
tam sınırını çizmektedir.
Türk
burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini
savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ve bunu da başka
ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur diye açıklamaktadır.
Halep düştü, ama Türk burjuvazisi koridor sevdasından vazgeçmedi
ve geçmeyecektir de. Esas amacı, Güney Kürdistan'ı da katarak
Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir koridordur, ki bu tam da
Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını oluşturmaktadır.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve
Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve
Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça
önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları
içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek
için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin Batı Trakya ve Eğe Denizi cephesi de var: Ege
Denizi’nde adalar sorununun sık sık dile getirilmesi, Batı
Trakya’ya ilginin canlı tutulması, şimdilik Yunanistan’ı
tedirgin edebilir. Ama AB’nin dağılması veya ortak hareket
edemeyecek duruma gelmesi veya da Yunanistan’ın AB şemsiyesinden
mahrum kalması durumunda söz konusu adaların işgal
edilmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin bir de Kıbrıs eksenli Akdeniz cephesi var:
Uzatmaları oynayan Kıbrıs sorunu, bölünmüşlüğün bir biçimde
resmileştirilmesiyle sonuçlandırılabilir. Son dönemlerde Kıbrıs
adası ve çevresinde keşfedilen enerji yatakları ve devam eden
sondaj çalışmaları bu sahada rekabetin şimdiye kadar olduğundan
daha da keskinleşeceğini göstermektedir. Türk burjuvazisini bu
rekabet dışında kalmayacaktır.
Bu
da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı
altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsleri kurdu.
Şimdi de Sudan’a “el attı”. Bu durumda Türk burjuvazisi,
kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman
emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak
için Afganistan işgal ve savaşına katıldığı gibi, Türk
sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali, Afganistan
ve Sudan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.
Türkiye
son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok
sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den
bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet
sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı
sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları
var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var (5).
Türk
burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada
varız diyor! Ama burada önemli olan, Balkanlar-Kafkasya/Hazar
Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık
göstermesidir.
Bütün
bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer
bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır
ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi
savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.
5)”Proaktif”
dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti
Davutoğlu,
Başbakanlıktan azledilmiş olsa da altyapısını oluşturduğu
“proaktif” dış politika, ulusal güvenlik ve Türk
burjuvazisinin jeopolitik açılımı perspektifiyle uygulanmaktadır.
Bu dış politika, Türk burjuvazisine Osmanlı döneminde kendi
hakimiyetinde olan yakın çevresinde yeniden aktif olmanın; bu
bölgelerde hakimiyet kurmanın yol ve yöntemlerini göstermektedir.
Bugün açısından en belirleyici özelliği, ulusal güvenliği
sağlamak için tehdidi sınır ötesinde karşılamanın ve imha
etmenin yanı sıra birtakım insani yardımlarla, kültürel
ilişkilerle, ekonomik desteklerle söz konusu bu bölgelerde
tarihsel ilişkileri canlandırmak ve etkili olmaktır. Türk
burjuvazisi bu jeopolitik açılımında sadece askeri varlığını
değil, bunun ötesinde TİKA, AFAD, Kızılay, Yunus Emre Enstitüsü,
STK'lar gibi sivil kurumları da harekete geçirmektedir. Türkiye'nin
bu alanda yapmış olduğu harcamalar dikkate değer boyutlardadır.
Açık
ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik
açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da
tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi
sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle
yapacaktır.
Böyle
bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri
yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri
Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici
özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var. Bu
önleyiciliği; saldırıyı gerçekleştirmek için Türkiye'nin
erken uyarı sistemlerine, tanker uçaklarına ve uçak gemisine
sahip olması gerekir. Türkiye, erken uyarı sistemlerine, tanker
uçaklarına; istediği noktaya yakıt tankeri ve uçaklarıyla
ulaşabilecek yeteneğine sahip. Ama uçaklara bomba ikmali için
gerekli olan uçak gemisi yok. Anlatıma göre yakında böyle bir
yeteneğe de sahip olacak.
Diktatör
Erdoğan biraz coştuğu, gaza geldiği zaman “esas” Misak-ı
Milli’yi unutup Osmanlı hayalini anlatıyor:
Birileri
bize ‘Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan,
Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?’ diye soruyor.
Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet
gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, ‘Siz burada ne
arıyorsunuz?’ demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin
hiçbiri bize yabancı değil. Rize’yi Batum’dan ayırmak mümkün
mü? Edirne’yi Selanik’ten nasıl ayrı düşünebiliriz?
Gaziantep’le Halep’i, Mardin’le Haseki’yi, Siirt’le Musul’u
nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz?
Hatay’dan çıkın, Fas’a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve
Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz.
Trakya’dan
Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda
ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında
Misakı Milli’yi okuyoruz değil mi? Misakı Milli’de ne var?
Eğer Misakı Milli diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o
zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine,
‘Burada üzerimize düşen görevler var’ demek durumundayız.
İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü
paylaştığımız Gazze’yi Sibirya’ya kadar kendimizden ayrı
düşünebilmemiz için aslımızı inkar etmemiz lazım. Bizim
kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir.
Irak,
Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş bölgeler
ile ilgilenmek, Türkiye’nin hem görevi hem de hakkıdır. Türkiye
sadece Türkiye değildir. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün,
istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim
buna hakkımız olmadığı gibi milletimiz de böyle bir duruma asla
rıza göstermez. Türkiye, sadece Türkiye değildir. Türkiye, 79
milyon vatandaşıyla birlikte köklü, tarihi, kültürel ve insani
bağlarla iç içe olduğu geniş coğrafyadaki yüzmilyonlarca
kardeşine karşı da sorumludur.” (6).
Demirel,
“Adriyatik'ten
Çin Seddine kadar”
ekseniyle
Pantürkizmi
anlatırken, Erdoğan da
buna
“Gazze’den
Sibirya’ya kadar” eksenini
katarak
Pantürkizmi
anlatıyor. Demirel’in eksenini Finlandiya'ya,
Erdoğan’ın eksenini de Hindistan’a doğru çekerseniz karşınıza
bir
biçimiyle-versiyonuyla Turan
haritası çıkar.
Yukarıdaki
anlatımıyla Erdoğan Osmanlıdan
kalma yakın coğrafyanın hamisi olduğunu söylüyor;
buralardan sorumluyuz diyerek bu ülkeler üzerinde hak iddiasında
bulunuyor. Bugün yoğun bir biçimde, savaş haliyle güney
sınırlarında sorunlaştırılan ulusal güvenlik konsepti, yarın
bu bölgelerde de uygulanacaktır. Eğe ve Batı Trakya söylemleri
bunun açık ifadesidir.
Erdoğan'ın
Misak-ı Milli'si
birazcık “bitlenmiş” Türk burjuvazisinin,
sermayesinin niyetidir, saldırganlığının açık ifadesidir. Yeni
“güvenlik konsepti” ile bağlam içinde bütün dünyaya ve
özellikle de komşu ülkelere verilen mesaj şudur: Düşman
diye tanımladığı Kürt özgürlük hareketi ve devrimci
örgütlerin mücadelesini ülke sınırları içinde değil de ülke
sınırları dışında karşılayacağız. Onları yok etmek için
gerekirse komşu ülkelere girip oralarda operasyon yapacağız!
Söylenen
bu.
Ama bu, sorunun bir yanı. Esası ise Misak-ı Milli kavramıyla
Türkiye'ye yeni sınırlar çizmesidir:
-Cerablus
Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye
bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk
adımıdır. İkinci adım Afrin’dir, üçüncü adım Münbiç,
dördüncü adım Fırat’ı doğusundan İran sınırına kadar
Kürdistan olacak.
-Ekim
2016’da 29. Muhtarlar Toplantısı'nda
“Fırat Kalkanı” harekatına ilişkin "En
kısa sürede Münbiç'i PYD'den temizlemekte kararlıyız. Ya çıkıp
terk edecek ya Fırat'ın doğusuna çekilecekler", "Kilis'ten
Kırıkhan'a doğru uzanan bölgede ülkemize yönelik bölgeyi de
teröristlerden
temizleme konusunda da gereğini yaparız"
açıklamasını yapan diktatör
Erdoğan’dan başkası eğildi. O gün
Afrin'i ortadan kaldıracağız, işgal
edeceğiz demiyordu,
ama Kilis-Kırıkhan hattıyla bunu kastediyor. Bu
gün açıktan işgal ediyor.
Bu da bir Misak-ı
Milli gereğidir...
-Suriye'nin
bölünmesi veya federatif yapılanmasına durumunda Türkiye işgal
ettiği bölgelerden kolay kolay çıkmaz. Aynısı Irak için de
geçerli olacaktır; Irak'ın bölünmesi durumunda Türkiye açıktan
kalıcı işgalci olacaktır; her iki durumda da Misak-ı Milli
gereğidir açıklaması yapılacaktır, zaten daha şimdiden
yapılıyor...
-Afrin,
Cerablus-El Bab-Rakka-Telafer-Musul hattını birleştirmek Türk
burjuvazisinin hayalidir. Bu hat, Güneyde Misak-ı Milli'nin
yaklaşık sınırıdır. Rusya, Türkiye ile müttefiklik ilişkileri
içinde Amerikan emperyalizmine karşı küresel oyunda ele
edeceğinin Doğu Akdeniz kıyısına sıkışmış bir küçük
Suriye ile yetinmekten daha değerli olacağı düşüncesine
varabilir ve Türkiye’nin bu saldırganlığını seyredebilir.
Bu
hattın gerçekleştirilmesi durumunda Rojava devrimi çembere
alınmış olur ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalır...
Böylece
Misak-ı Milli sınırları güneyde çizilmiş, bu alanlar işgal
edilmiş olur; diktatör Erdoğan boşuna Lozan'ın yetersiz
kaldığından, Lozan sınırlarını kabul etmediğinden
bahsetmiyor...
Diktatör
Erdoğan,
"Şimdi
bataklığı kurutma devrine girdik, bundan sonra sabredelim,
bekleyelim yok. Olay nerede ise ise orada bitirilecek”, “terör
örgütlerini"
kendi
sınırlarımız içinde karşılamayacağız derken
komşu ülkelere
terör bahanesiyle
her an saldırabiliriz diyor. Bu da Misak-ı Milli'nin
gerçekleştirilmesi
için bir vesile yapılacaktır...
Afrin’e
saldırı vesilesiyle yeni ulusal güvenlik konsepti, savaş, işgal
çığlıklarıyla
şovenizm dizginsiz
kışkırtılarak yeniden
dillendiriliyor. Hitler
faşizminin II. Dünya Savaşı için nereyi nasıl ve neden dolayı
işgal edeceğini açıklamasına; ırkçılığı,
şovenizmi, savaş çığırtkanlığını göklere çıkartmasına
benzer demagojiyle Türk halkını efsunlamaya, Kürt ulusuna karşı
düşmanlığı körüklemeye, varlığı ile
yokluğu belli olmayan burjuva muhalefeti paramparça etmeye
çalışıyor. Hemen bütün burjuva medyayı arkasına alan diktatör
Erdoğan’ın her sözü kutsanıyor. Vahşet, sömürgecilik, Kürt
ulusu düşmanlığı
ifade eden bu kara propagandaya burjuva basından birkaç örnek
verelim:
“Afrin
başlangıç dedik. Sırada Menbiç
var. Asıl büyük hazırlık ise Fırat’ın doğusuna yönelik.
Afrin’den
başladı , Menbiç,
Fırat’ın doğusu ve Irak sınırına kadar tüm bölge terörden
temizlenecek.
Irak sınırına kadar gideceğiz... Türkiye’nin
uzun vadeli hedefi, ABD’nin bölgede oluşturmak istediği terör
koridorunu güvenlik kuşağı haline getirmek. Afrin
ve Münbiç'e müdahale 'Milli Mücadele'dir...Cumhurbaşkanı’nın
çağrısı, duruşu, söylemi Türkiye eksenidir. Ülkenin bugününü,
yarınını kurtarma, büyük yükseliş dönemini devam ettirme
çabasıdır... Fırat’ın Doğu’sundan dört ülke birden
tehdit ediliyor... Türkiye, Suriye, Irak ve İran buradan tehdit
edilecektir...
Türkiye’nin Afrin’e müdahalesi aynı zamanda bölgeyi
ayrıştırıcı ve parçalayıcı 'Büyük Ortadoğu Projesi'ne de
büyük bir darbe olacaktır ve militer bir güce dönüştürülmeye
çalışılan PYD üzerinde de önemli bir baskı oluşturacaktır...
Asıl
kıyamet Fırat’ın Doğu’sunda kopacak!
Afrin
operasyonu, Fırat Kalkanı ile beraber Türkiye’nin en ciddi
jeopolitik hamlesidir. Bölge haritalarının yeniden çizildiği,
yeni emperyal düzen hayallerinin havada uçuştuğu, bugüne kadar
müttefik görünenlerin Türkiye’yi küçültme hazırlıkları
yaptığı bir dönemde, ülkemizin bütün bu haritalara müdahalesi,
bölgesel dinamikleri harekete geçirmesi, artık bu ülkenin
güvenliğinin sadece kendisi tarafından sağlanacağının ilan
edilmesi, “ittifak halkalarına” inancın sıfırlandığının
tescilidir.
Afrin
operasyonuyla bu müdahale devam etmektedir. Münbiç operasyonuyla
kuşatma haritasının Batı kanadı, Akdeniz kapısı tamamen
kapatılacaktır. Ama asıl kıyamet Fırat’ın doğusunda, İran
sınırına kadar olan bölgede kopacaktır...
Türkiye
bugün sadece kendisi için değil, bölge ülkelerinin tamamı için
mücadele etmektedir. Sadece terör örgütlerine karşı değil,
bölgeyi paramparça etmeye dönük o “irade” ile mücadele
etmektedir. Çünkü Akdeniz-İran hattında oluşturulacak harita,
sadece Türkiye’yi kuşatmakla sınırlı değil, dört ülkeyi
birden vurma planlarının en önemli parçasıdır, bir istila
projesidir.
Operasyon
sadece Afrin’le sınırlı olamaz, olmamalı. Münbiç’ten Irak’a
kadar müdahale alanı genişlemelidir. Bugün inanmasanız da gün
gelecek bunu yapmak zorunda olduğumuzu göreceksiniz. Türkiye’nin
bütün güney sınırlarını güvenceye alacak bir güvenli hat
oluşturulmalı.
Türkiye
için Halep-Musul hattının kuzeyi, tamamen güvenlik eksenli
düşünülmesi gereken bir bölgedir. Bu kuşakta hiçbir örgüt ya
da yabancı ülke varlığına izin verilemez”
(Günlük burjuva
gazetelerden).
Faşist
Erdoğan Misak-ı Milli ile bütün toplumu, ordudaki Kemalistleri de
arkasına alarak toplumu Türk milliyetçiliği, şovenizmi potasında
birleştiriyor. Aslında sömürgeciliğini veya Kuzey Kürdistan’ın
sömürge yapısını Misak-ı Milli kavramı çerçevesinde tahkim
etmeyi amaçlıyor.
Misak-ı
Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme
olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli sadece
şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk
burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi
olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...
İşte
bu, Türk burjuvazisinin geldiği noktadır...
Ortadoğu’da
somut olarak da Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele,
şimdi Rojava Kürtlerine, Rojava Devrimine karşı mücadeleye
dönüştü. Faşist diktatörlüğün ordusu 20 Ocak’tan bu yana
toplarıyla, uçaklarıyla, füzeleriyle Afrin’i bombalıyor; hedef
alınan yerlerde taş üstünde taş bırakmıyor. Katil sürüleri
pervasız hareket ediyor. Sivil can kaybı yok deniyor, ama onlarca
sivilin katledildiği de biliniyor. Yoğun
bombardımanla
yerli halkın ve ülkenin
başka bölgelerindeki çatışmalardan kaçan göçmenlerin
yeniden göç
yollarına düşmesi, sahanın
insansızlaştırılması isteniyor.
Devam
eden yoğun bombardıman
karşısında bütün dünya sessizliğini hala koruyor. Düne
kadar, IŞİD’e karşı mücadelede onore ettikleri Rojava
Kürtlerini yalnız bırakarak ne denli ikiyüzlü olduğunu
gösteriyor.
Rusya,
Amerikan emperyalizmine karşı bölgesel ve küresel jeopolitik
oyununda Türkiye’yi yanında görmek için Afrin’i feda etti.
Tam bir emperyalist politika.
ABD,
Türkiye’yi tamamen kaybetmemek, “sakinleştirmek” için Afrin
ilgi alanımız değil diyerek kara gücü olarak kullanmayı
amaçladığı Rojava Kürtlerini kelimenin gerçek anlamıyla sattı.
Tam bir emperyalist politika. Şimdi de Münbiç’ten çıkmanın
yol ve yöntemlerinin müzakere edilebileceğinin açıklamasını
yapmakla meşgul.
Bir
bütün olarak AB, Almanya, Fransa, İngiltere TSK’nın
bombardımanlarını uzaktan seyretmeyi yeğlediler; kılıfına
uydurup nasıl silah satarızı düşünüyorlar. Diktatör
Erdoğan’dan çok ama pek çok korkuyorlar. Erdoğan kapıları
açarsa ne kadar göçmen gelir diye hesap yapıyorlar. İşte bu
basit hesap hepsini kör ve sağır yapıyor.
Arap
ülkelerinin rezilliği de ortada. Suriye rejiminin yanında olanlar
ve olmayanlar (Türkiye yanlısı olanlar) kendi çıkarlarını
önplana çıkartarak işgali seyrediyorlar. Esad rejimini
destekleyenler son kertede bunun Suriye’yi güçlendireceğine
inanıyorlar. Türkiye’den yana tavır alanlar da Türkiye-ABD
kapışmasından yararlanabileceklerini sanıyorlar.
Esad
rejimi önce asarım-keserim, uçaklarınızı düşürürüm dedi,
ama çok çabuk sustu. Esad rejimi de nihayetinde Afrin’in
düşmesini, Rojava Devriminin darbe alması olarak görüyor.
BM
ise bir yandan sivil ölümler var diyor, ama diğer taraftan da
saldırganlığa göz yumuyor, “itidal” çağrısı yapıyor.
Bunlara
alçak vb. demenin bir anlamı yok. Daha doğrusu bu kavramla burjuva
dünyanın ikiyüzlülüğü ifade edilmiş olmaz. Alçaklık
izafidir; burjuva dünya Afrin karşısında bir çukur olduğunu
göstermiştir.
“Şimdi,
Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçilerine ve ezilenlerine, en başta
da onların devrimci antifaşist, ilerici parti ve örgütlerine
düşen görev, tüm güç ve olanaklarıyla savaş ve işgale karşı
mücadeleyi yükseltmek, devlet terörünün ve faşist psikolojik
savaşın sokağı esir almasına izin vermemek, önemli-önemsiz,
barışçıl-zora dayalı, yasal-yasadışı demeden, devrimci
değerlerle çelişmeyecek tüm mücadele araç ve biçimleriyle
ayağa kalkmaktır...
Rojava'yı,
Kürt ulusunu ve Kuzey Suriye halklarını karanlığa, esarete boğma
planını bozguna uğratmak, bölgeyi devrimin alevleriyle
aydınlatacak yeni bir süreci başlatmak imkanı, devrimcilerin,
işçi ve ezilenlerin önündedir. Son sözü onlar söyleyecek”
(7).
Ülke
dışından bu mücadelede Rojava’nın tek dostları uluslararası
dayanışmadır, destektir, daha çok özgürlük ve demokrasi
savaşçısının mücadeleye katılmasıdır. Bu mücadelede kimin
haklı, kimin haksız olduğunun anlatılmasıdır. Dünyanın
sokaklarını Rojava Devrimi için doldurmaktır...
Afrin’de
Davud, Golyat’ı yenecektir...
*
Dipnot/Kaynak:
1)
ÖSO tartışması da yapılıyor. ÖSO’nun ne olduğu bilinmiyor
değil. ÖSO üzerine tartışmalarla da ÖSO daha çok anlaşılır
kılınmıyor. Faşist diktatörlük ÖSO ile ABD, Rusya ve İran’a
mesaj veriyor: ABD’nin YPG’si, Rusya’nın Suriye ordusu,
İran’ın milisleri varsa benim de ÖSO’m var diyor. Amerikan
askeri YPG amblemi taşırsa, benim askerim de ÖSO amblemi taşır
diyor. ÖSO’yu kabul edilir kılınmak istiyor. ÖSO, TSK Suriye
topraklarında çıkmak zorunda kaldığında Türkiye’nin
temsilcisi olacak. Bunda anlaşılmayan bir yan yok.
2)
4)
http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-uluslararasi-guvenlik-perspektifi.tr.mfa.
3)
Bkz.: http://www.turksam.org/tr/kurumsal.
Bkz.:http://www.turksam.org/tr/makale-detay/508-sinir-otesi-harekat-ve-turkiye-nin-onleyici-vurus-hakki.
4)
Mustafa Kemal çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda
Misak-ı Milli sınırlarını tanımlamıştır. Bu bağlamda ilk
açıklamasını 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında ve son
açıklamasını da 30 Ocak 1923 tarihinde yapmıştır. Misak-ı
Milli tanımlaması şöyle:
“Bu
hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile
Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat
nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak
Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.
Bu
hudut, ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı
zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan parçasıdır.”
5)
Özellikle Somali ve Katar'daki üsler dikkati çekmektedir. Bu her
iki ülkenin farklı açılardan stratejik konumları var: Katar,
Ortadoğu-Basra Körfezi'nde enerji havzasında önemli bir ülkedir.
Türkiye bu ülkede hava, deniz ve kara unsurlarını içeren çok
amaçlı askeri üs kurmuştur.
6)
Etkin Haber Ajansı, 26 Ocak 2018; Atılım gazetesinin "Diktatörün
ve sömürgeciliğin ölüm parendesi" başlıklı
başyazısından.
7)
Erdoğan: “Türkiye sadece Türkiye değildir” (Rize’de kendi
adını taşıyan üniversitenin akademik yıl açılışında
yaptığı konuşmadan, 10,10.2016).
Ayrıca
bkz.:
1-Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I), 2 Eylül
2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
2-Ortadoğu'da
“İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli
“Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016,
ibrahimokcuoglu.blogspot.com
3-Musul
“Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli
Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016,
ibrahimokcuoglu.blogspot.com
4-Ulusal
Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),30
Aralık 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
5-Emperyalistleşen
Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son
makale) 14 Mart 2017, ibrahimokcuoglu.blogspot.com