deneme

4 Şubat 2018 Pazar

FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN AFRİN “SEFERİ” VE ROJAVA DEVRİMİNİN GELECEĞİ



FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN AFRİN “SEFERİ” VE ROJAVA DEVRİMİNİN GELECEĞİ

SURİYE SAHASINDA JEOPOLİTİK OYUNLAR VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ

Oyun büyük, hem de çok büyük!
20 Ocak’tan bu yana Afrin faşist Türk ordusu tarafından çembere alındı. Havadan ve karada yoğun bombardıman ve ÖSO (1) eşliğinde Afrin’in işgali gerçekleştirilmek isteniyor. Ama bu savaş sadece Afrin’le sınırlı değildir. Veya Suriye savaşı, sadece bir Suriye savaşı, sorunu değildir. Bu savaşta Kürt sorunu da belirleyici değildir. Çünkü bu savaş emperyal güçlerin; somutta da Amerikan emperyalizminin, Rus emperyalizminin ve onun arkasında Çin emperyalizminin, yerel güç olarak Türkiye, İran ve İsrail’in Ortadoğu’yu yeniden siyasi olarak şekillendirmek için jeopolitik oyunudur. Ortadoğu’da, Suriye’de ABD ve Rusya oyunu küresel perspektifle, küresel çıkarlarına göre oynuyor. Bu iki ülke küresel jeopolitikanın; jeopolitik konseptlerinin Ortadoğu ayağında çarpışıyorlar. Bu oyun onları dünya hakimiyeti planlarını gerçekleştirmek için Ortadoğu’da karşı karşıya getiriyor. Bu karşı karşıya gelmede Esad rejimi ve Kürt sorunu onların umurunda bile değildir. Türkiye, İran ve İsrail’in de kendilerine göre hesapları var: İran, olası bir Amerikan saldırısını, saldırı olmasa da sıkıştırmasını kendi sınırlarında değil, Lübnan ve Suriye sahasında karşılamak istiyor. İsrail, Amerikan emperyalizminin doğrudan katkısıyla Ortadoğu’da kendine sorun çıkartabilecek güçlü devletlerin yapılanmasını istemiyor; İsrail için devletçiklere ayrılmış bir Ortadoğu en iyi Ortadoğu’dur. Türkiye ise yeni ulusal güvenlik konsepti doğrultusunda hareket etmektedir. Bu, nasıl bir konsepttir, neyi amaçlamaktadır, bunu aşağıda ele alacağız.

Afrin’i işgal girişimi, Suriye merkezli olarak Ortadoğu’da karşı karşıya gelen rekabetçi güçlerin savaşı yeni bir boyuta taşıdıklarını göstermektedir; IŞİD, önce yenildi, sonra buharlaştırıldı; şimdilik sorun olmaktan çıkartılmış olarak yedekte tutuluyor. IŞİD, neden ve bahane olmaktan çıkınca, gerçek niyetler de çırılçıplak kaldı. Durumu gören Rusya, ‘Suriye’de savaş bitti veya bitmek üzere askerlerimi çekiyorum’ dedi ve topu ABD’ye attı. ABD ise Suriye’den çıkmayacağını, daha uzun bir dönem kalacağını açıklamak zorunda kaldı. İran için bir sorun yok; doğrudan değil, milisleri ile sahada temsil ediliyor. Türkiye ise ‘sınırımda terör tehlikesi yok edilene kadar savaşacağım’ dedi ve diyor.

Afrin-Efrin
Afrin’de yürütülen savaş, susan dünyanın, emperyalist ülkelerin, başta da Rusya’nın katkısıyla Erdoğan faşistinin bir eseridir.

Afrin, jeopolitik oyunun kurbanı oldu. Rojava Devrimi de aynı tehlikeyle karşı karşıyadır. Faşist diktatörlüğün Afrin’e saldırısı bu kantondaki özyönetimin yıkılmasını amaçlamaktadır. Anlaşılan o ki, bunda Türkiye, Rusya, İran ve Esad rejimi düşüncede ve eylemde ortaklaşmışlar. Bu ortaklık Rojava Devriminin yenilmesi için devam ettirilecektir. Amerikan emperyalizminin Fırat’ın doğusunda ben varım demesi de bu görüş ortaklığını değiştirmeyecektir. Afrin jeopolitik bir pazarlığın kurbanı oldu. Bu, diktatör Erdoğan’a sırada Münbiç var, Irak sınırına kadar ilerleyeceğiz dedirtebilen jeopolitik bir pazarlığın sonucudur. Bu, öyle bir pazarlık ki, Türk hava kuvvetlerinin Afrin hava sahasını sınırsız olarak kullanıma açılmasını beraberinde getirmiştir. Afrin hava sahasını kontrol eden Rusya’dır ve askerlerini saldırının hemen öncesinde geri çeken de Rusya’dır. Demek ki, Türkiye ile Rusya arasındaki bu jeopolitik pazarlık çok önceden yapılmıştır; Afrin’e saldırı sadece bu pazarlığın bir yansıma biçimidir.

Suriye, fiilen ikiye bölünmüş durumdadır; Batı Suriye, Rusya ve İran’ın nüfus alanıdır. Fırat’ın doğusu ise Amerikan nüfus alanıdır. Bu durumda Rojava, Rus ve Amerikan jeopolitik çıkarları bakımından ikiye bölünmüş durumdadır. Şimdi buna Türkiye de eklenmiştir. Rus emperyalizmi, Fırat Kalkanı ile işgal edilen alan dışında şimdi Afrin’in işgali ile Türk sömürgeciliğine yeni bir alan açmıştır. Münbiç’in işgali sorunlu olabilir, ama imkansız değildir. Esas sorun Fırat’ın doğusunda gündeme gelecektir. Fırat’ın doğusu Rusya ve ABD’yi karşı karşıya getirebilecek bir potansiyele sahiptir.

Şimdiye kadar Rojava Kürtleri, bölgede jeopolitik, emperyalist ve bölgesel güçler arasındaki çelişkileri kullanarak özyönetimlerini kurabilmişler ve geliştirebilmişlerdir. Ama farklı güçler arasındaki çelişkilerden yararlanmanın da bir sınırı vardır. Rusya, Türkiye ile ilişkilerinde ve ABD’ye karşı rekabetinde bu sınıra gelindiğini göstermiştir. Rusya, Kürtlere olan “sempatim” de çıkarlarıma tabidir demekten öte bir adım atmamıştır. Saldırıdan önce Genelkurmay Başkanının ve MİT müsteşarının Moskova ziyareti kısa zaman zarfında neyle karşı karşıya kalacağımızı göstermekteydi. Ama bazı “sol”lar, görüşmede gülen Rus tarafının ve somurtan Türk tarafının resimlerini yayınlayarak, bu resimleri “analiz” ettiler ve Afrin’e izin çıkmadı sonucuna vardılar. Aynen kahve falına bakar gibi. Ne dehşetli bir analizdi! Bu “sol”lar, Putin’e güvendikleri kadar kendilerine güvenmeyen “sol”lardır. Putin’e ilericilik, hatta devrimcilik atfeden, ondan medet uman “sol”lardır. Haklı olarak Erdoğan’a duydukları nefretin bir nebzesini Putin’e, Rus emperyalizminin bu baş savunucusuna duymayan “sol”lardır. Sorunun öznesi olmak yerine uzaktan bakarak akıl dağıtmayı meslek edinmiş “sol”lardır. Bu “sol”lar dün ne yazmıştım diye kendilerine sormuyorlar mı?

Bu jeopolitik oyunun merkezinde Türkiye-NATO/ABD ve Rusya durmaktadır
Putin, Erdoğan’ın Afrin’e girmesine, tek gözünü yumarak izin verebilirdi. Ama iki gözünü birden yumdu; Suriye’de kendi nüfuz alanında hava kuvvetlerini de sınırsız kullanarak Afrin’i işgal etmesinin yolunu açtı. Bu, ufak tefek bir hesabın sonucu olamazdı. Putin’in hesabı, sadece Suriye ve Ortadoğu ile sınırlı bir jeopolitik oyun değildir. Rus emperyalizmi, faşist diktatörlüğün Afrin saldırısının sonucunda bir taşla birçok kuş vuracağının hesabını yapmıştır. Faşist diktatörlüğün ulusal güvenlik konseptinin güney ayağı Rus emperyalizmi için oldukça çekicidir; nihayetinde bu güvenlik konsepti, uygulanması durumunda Türkiye ile ABD’yi kaçınılmaz olarak karşı karşıya getirecektir. Her iki taraf da -Rusya ve Türkiye- bu hamlenin sonuçlarının bilincindedir. Kim bilir, belki de ortak hamlenin sonuçları üzerine de anlaşmışlardır.

Rus emperyalizmi algılamasına göre Fırat’ın batı yakasında Türkiye’ye “yem” olarak verebileceği Afrin var. Erdoğan haftalarca Afrin işgaline açıktan hazırlanmıştır; psikolojik savaş yürütmüş, toplumu sömürgeci işgale hazırlamıştır. Bazı “sol”lar da bunu, Putin’i henüz ikna edemedi, Putin izin vermez vb. türünden saçmalıklar doğrultusunda derin derin “analiz” etmişler, neredeyse Putin’in erdemlerinden bahsedecek seviyede hareket eder olmuşlardır.

Erdoğan bütün gücüyle Afrin’e saldırırken, işgalin burayla sınırlı kalmayacağını, sırada Münbiç’in ve sonrada Irak sınırına kadar Fırat’ın doğu yakasının olduğunu sürekli açıklamıştır. Münbiç, Türkiye-ABD veya Türkiye-NATO ilişkilerinde bir dönüm noktası olabilir; burada Türkiye-ABD askeri olarak karşı karşıya gelebilirler. Ama Münbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruz diyen ABD, son günlerde bu konu müzakere edilerek de halledilir demeye başlamıştır. Amerikan emperyalizmi Münbiç’te Türkiye ile askeri olarak karşı karşıya gelmenin en çok Rus emperyalizmine yarayacağını, Türkiye’nin NATO’dan ve Batı “değerler”inden kopuşunu hızlandıracağını gördüğü için söylemini Münbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruzdan bu konu müzakereyle halledilebilire çevirmiştir.

Rusya’nın ABD’yi Suriye’den çıkartma planı Türkiye’nin Afrin’e saldırısıyla daha da kolaylaşmıştır; Türkiye’nin Afrin’e saldırısı Amerikan emperyalizminin Suriye’de kalıcı olma, en azından uzun vadeli kalıcı olma stratejisine darbe vurmuştur. Bu, Erdoğan ve Putin arasında ortaklığın bir yansımasıdır ve arka planda Esad rejimi ve İran vardır.

IŞİD bahanesi ortadan kalkınca ABD, Suriye’de kalmanın yollarını aramaya başlamış; görünüşte ve gerçekten de İran’la bir hesaplaşması vardır, fırsatını bulursa Esad rejimini değiştirmek için her türlü komplonun içinde olabilir. Bütün bunları İsrail’in geleceği için yapıyor olabilir. Ama Amerikan emperyalizmi, artık, eskiden olduğu gibi Ortadoğu’da derinliği olan bir bölgeye/ülkeye yaslanarak Rusya’ya karşı rekabet edecek durumda değildir. İsrail’in bir derinliği yok. Mısır biraz sapa ve güvenilmez. Keza S. Arabistan’a da güvenmenin bir anlamı yok. Irak’ın durumu ortada. ABD’nin Türkiye’den de bu yönlü bir beklentisi olamaz, olsa da karşılık bulamaz. ABD, Rojava Kürtlerinin ne diyeceğinden bağımsız olarak, elinde sadece Rojava’nın kaldığını görüyor.
Amerikan emperyalizminin Suriye’de -Rojava’da- kalıcı olma stratejisi, daha şimdiden beş ülkeyi bu stratejiye karşı birleştirmiştir; Rusya, Esad rejimine, Irak, İran ve Türkiye.

Türkiye’nin yeni ulusal güvenlik konseptiyle Türk burjuvazisinin/sermayesinin “kabına sığmazlığı”, saldırganlığı arasında bağ kuramıyoruz. Bu güvenlik konseptini analiz dahi etmiyoruz. Aslında öğretilmiş köhne anlayışımızdan vaz geçemiyoruz: Türkiye emperyalizme bağımlıdır; bir defa bağımlıysan ebediyen bağımlısın; kime bağımlıysan onun dediğinden çıkamazsın! Artık bu anlayış bir terane oldu. Yok öyle bir Türkiye. Karşımızda, yıkmak istediğimiz yeni bir güç var. Bunun nasıl bir güç olduğunu analiz edeceğimize ve sınıf mücadelesinde bunu hesaba katacağımıza hala onu küçümsemekle uğraşıyoruz. Küçümsemenin sınıf mücadelesine bir faydası varsa küçümsemeye devam edelim. Ama bir faydasının olduğunu sanmıyorum. Bu Türkiye ile Batı, somutta da AB, ABD, NATO arasında başlangıçta ilişkilerde gerginlik giderek çelişkiye dönüşmüştür. Bir kısım “sol” bunu göremiyor, ama Putin görüyor. Rus emperyalizminin jeopolitikasında en iyi Türkiye, Batıdan, ABD’den, NATO’dan giderek uzaklaşan Türkiye’dir. Putin de Türkiye’nin Batıdan, ABD’den, NATO’dan uzaklaşması için elinden geleni yapıyor. Neden? Erdoğan’ı çok sevdiğinden dolayı değil. Küresel ve bölgesel jeopolitika bakımdan Türkiye eşsiz bir coğrafyadır. Dolayısıyla bu coğrafyayı dolduran Türkiye de oldukça önemlidir. Putin, Türkiye’nin jeopolitik konumunu seviyor. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından bu yana (1952) Rusya’nın eline devasa bir fırsat geçmiştir; Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e hakim olmak için Türkiye, müttefik olması gereken bir güçtür. Bu nedenle Türkiye’nin NATO’dan kopması, ABD’ye sırt çevirmesi Rus emperyalizminin stratejik bir hedefi olmuştur. NATO’dan, Batıdan kopan bir Türkiye, küresel ve bölgesel jeopolitik oyununda Rus emperyalizminin gücüne güç katacaktır hesabını yapan Putin’dir.

Putin küresel oynuyor. Türkiye’yi ABD’ye karşı bu küresel oyununa katmak için Türkiye’ye Ortadoğu’da istediğini vermek zorundadır. Küresel oynadığını sanan ama ancak bölgesel oynayabilen Türkiye de istediğini şimdilik sadece Rusya’dan alıyor. Her iki tarafın jeopolitik anlayışlarında bu ortaklık; bu anlaşma belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu arada, Afrin örneğinde de görüldüğü gibi olan Kürtlere oluyor.

Rus jeopolitik anlayışına göre NATO’dan çıkmış, ABD’den bağımsızlaşmış bir Türkiye, Rusya’nın Türkiye üzerinden ABD-NATO tarafından tehdit edilemeyeceği anlamına gelir. Bu bakımdan Türkiye’nin Rus jeopolitikasına sunacağı katkıyı Türk burjuvazisi de çok iyi bilmektedir ve bu katkının da bir fiyatı olmalıdır. Ama Erdoğan’ın hemen NATO’dan çıkma diye bir derdi olmayacaktır. O da Putin’i, her an geri dönebilirimle tehdit etmeye devam edecek ve bu fırsatı tepe tepe kullanacaktır.

Türkiye-Rusya arasındaki fiili ortaklığa rağmen her iki ülke arasındaki ilişkiler güvensizlik deryasıdır. Bu nedenle, Afrin işgali devam ederken, hava sahasının Türk savaş uçaklarına kapatılması veya önce kapatılacak söylemlerinin medyaya servis edilmesi veya başka kısıtlamaların gündeme gelmesi veya Suriye ordusunun Afrin’e doğru harekete geçmesi, Türkiye-Rusya arasında birtakım anlaşmazlıkların habercisi olarak değerlendirilmelidir.

Tabii ki, Afrin’e saldırının bir de somut, cari fiyatı vardı. Rusya ve Türkiye arasında pazarlığa konu olabilecek iki konu var. Bunlardan birisi İdlib ve diğeri de Halep’in tahliyesi olabilir. Bu saldırının somut, cari fiyatı İdlib’in satılması mıdır, değil midir bunu göreceğiz. Türkiye tarafından desteklenen cihatçı grupların direncinde son dönemlerde gevşeme olsa da devam ediyor. Bu arada Suriye ordusuna karşı saldırı da düzenlediler. Ama genel anlamda bu gruplar Suriye ordusunun baskısı altındalar. Türkiye bu cihatçı grupları desteklemeye devam ediyor. Türkiye ile Rusya arasında Afrin’e karşı İdlib pazarlığı yapıldıysa bunun en önemli işareti Astana sürecinde kararlaştırılan İdlib çatışmasızlık planının uygulanmaması olacaktır. Ama bu sefer de gözlem noktası oluşturmak için TSK, İdlib’in derinliklerine (Tel el Is’ta (Is Tepesi’ne) neden konvoy gönderiyor?

Halep meselesine gelince: Dışişleri Bakanı Çavuşoğolu’na göre Rusya, Halep'te verdiği sözü yerine getirmiş. El Cezire'ye yaptığı açıklamada Çavuşoğlu, ‘'Türkiye, Halep'ten sivil ve muhaliflerin tahliye edilmesine yardım eden tek ülkeydi. Biz, burada Rusya ile birlikte çalıştık ve Rusya, burada verdiği sözü yerine getirdi' diyor. Bu açıklama 3 Şubat 2018 tarihli günlük gazetelerde yer aldığına göre yerine getirilen söz pekala Afrin’e saldırıya göz yummak olabilir.

Rusya’nın Türkiye ile koordineli hamlesi, Amerikan emperyalizmini Suriye’de, en azından taktik bakımdan oldukça zor bir duruma düşürmüştür. ABD, Türkiye mi PYD mi sorusuyla sahada fiilen karşı karşıya kalmıştır. PYD dese Türkiye’yi kaybedecek, Türkiye dese Ortadoğu’da sadece Kürtleri kaybetmeyecek; hiçbir güvenirliği kalmayacak. Bu nedenle Afrin bizim ilgi alanımız değil türünden açıklama yapmak zorunda kalmıştır. Amerikan emperyalizmi somut olarak Suriye’de ve Ortadoğu genelinde kendi konumunu zayıflatmıştır. Şimdi faşist diktatörlük, ABD’yi Münbiç konusunda da sıkıştırmaktadır. Cevabını da almışa benziyor; önceleri Münbiç’te çıkmayı düşünmüyoruz, gündemimizde değil diye ABD, bu sorun müzakere ile halledilebilir demeye başlamıştır. Anlaşılan o ki, Rusya ile işbirliği içinde Türkiye Münbiç için de ABD’yi, Türkiye mi, PYD mi ikilemiyle karşı karşıya bırakacaktır.

Türkiye ile ABD arasındaki; daha doğrusu diktatör Erdoğan ile ABD’li yetkililer arasındaki PYD, somutta da Afrin üzerine atışmalar; küresel güç ile bölgesel güç arasındaki ilişkiler, Roma İmparatroluğu ile vazalları arasındaki ilişkileri çağrıştırıyor:
Jupiter’in yaptığını bazı öküzlerin yapma hakkı yoktur”. Bu deyiş Roma’nın en büyük tanrısı Jüpiter ile bir öküzü karşılaştırır. Karşılaştırma her birinin konumundan kaynaklı farklı hakları/yetkileri zemininde yapılır. Söylenen açıktır: Herkes sahip olduğu mülkiyet hakkına ve yetkisine göre konuşur, eyler. Roma vazalları için bu deyişin anlamı şuydu: Bölgesel hakim güçler, Roma’da tanrı-impatarorun mutlak kudretini gözardı ederlerse bunun bedelini yaşamlarıyla öderlerdi. Amerikan emperyalizmi, hala sahip olduğu süper güç konumuyla “modern” imparatorluktur. Bu imparatorluğa tabi olan ülkelerin her biri durumuna göre farklı seviyelerde vazaldır. ABD’ye karşı gelen her yerel güç, havuç politikasından anlamıyorsa sopa politikasıyla iktidardan alınır. ABD, bunu Türkiye’de yıllardır deniyor. Ama bir tülü başarılı olup da Erdoğan’ı iktidardan alamadı. 2016’da 15 Temmuz darbe girişimiyle niyetini tamamen açığa vurdu.

Suriye merkezli gelişmelerde imparator ile vazal arasındaki atışma şöyle:
Erdoğan: Adam binlerce kilometre uzaktan gelmiş benim sınırlarımı dizayn ediyor, bana da karışma diyor. Sahada ve masada olacağız.
ABD: ABD, Suriye’deki askeri varlığını muhafaza etmeye devam edecektir.
Erdoğan: Afrin’e gireceğiz.
ABD: Operasyon süre ve kapsam bakımından sınırlı olmalı, sivil kayıplardan kaçınılmalı.
Erdoğan: Münbiç’e gireceğiz.
ABD: Bu konuyu müzakere ediyoruz.
Erdoğan: Fırat’ın doğusuna da gireceğiz.
ABD: Susuyor.
Erdoğan: Irak sınırına kadar gideceğiz.
ABD: Susuyor.
ABD: Suriye sorununu kaşıma, başlatma, orada askeri varlık bulundurma konusunda uluslararası hukuk beni ilgilendirmez. Uluslararası hukuk benim.
Erdoğan: Sen kendinde bu hakkı görüyorsan ben haydi haydiye görürüm. Burası benim sınırım.
ABD: Biz Rusya’nın, Gürcistan, Ukrayna örneklerinin gösterdiği gibi başka ülkelere girmiyoruz. Uluslararası hukuk çerçevesinde hareket ediyoruz.
Erdoğan: Hangi uluslararası hukuktan bahsediyorsun ya! Afganistan'a, Irak’a yıllar önce girdin ve hala oradasın.
Günümüzde ABD, gerileme, çöküş sürecine girmiş Roma İmparatorluğunu andırıyor.
Bu işgal açıktan, düpedüz Amerikan emperyalizminin çıkarlarına karşı gerçekleştiriliyor. Suriye merkezli Ortadoğu’da iki NATO ülkesinin askeri olarak kapışmaması kaldı geriye.

Afrin’e saldırının diplomasi ayağına baktığımızda şunu görüyoruz: Sanki başta Rusya, ABD, AB, İran, Esad rejimi, BM ve başkaca ülkeler olmak üzere adeta bütün gladyatör Erdoğan’dan korktukları için böyle hareket ediyor? Ama öyle olsa da diktatör Erdoğan gladyatör değil; Türk burjuvazisinin görüşlerini, çıkarlarını dile getiriyor, savunuyor. Bu nedenle Türk burjuvazisinin, sermayesinin baş siyasi temsilciliğini yapıyor.

Amerikan emperyalizmini zor durumda bırakan bir gerçeklikte şudur: Rojava Kürtleri, taleplerimizin karşılanmaması durumunda Rusya ve Esad rejimiyle uzlaşma yoluna gideriz diye her iki güç arasındaki çelişkilerden yararlanarak ABD’yi baskı altına alabiliyorlardı. Şimdi bu yol kapanmışa benziyor; Rusya nerede durduğunu gösterdi ve Esad rejimi ile PYD görüşmeleri sonuç vermedi.

Türkiye’nin gücünü küçümsemeyelim, ama abartmayalım da. Gülen-Hareketinin darbe girişiminden sonra faşist diktatörlüğün ABD ve AB karşısındaki tavrı oldukça değişmiştir. Tabii bu, birden bire olmamıştır; biriken gerginliklerin çelişki olarak patlak vermesinin vesilesi olmuştur. Bu darbe girişiminden bu yana Türk burjuvazisi ABD ve Rusya arasında bir denge politikası uygulamaktadır; kantarın topuzunu ne zaman, nasıl bir gelişme için kimin tarafına kaydıracağının hesabını yaparak hareket etmektedir; Rusya ve ABD arasındaki jeopolitik çıkar farklılığından, çelişkilerden yararlanmaktadır, her iki taraftan da tavizler kopartmaktadır. Bu, Türkiye’nin ekonomisinden kaynaklanan bir güç göstergesi değildir. Bu, doğrudan ülkenin jeopolitik konumundan kaynaklanmaktadır. Onu güçlü kılan, her iki taraftan taviz kopartmasını sağlayan, vazgeçilemez jeopolitik konuma sahip olmaktan kaynaklanan gücüdür.

Tabii bu taktik de bir yere kadardır. Nihayetinde Türk burjuvazisi de hegemonya peşinde koşmaktadır; emperyal çıkarları vardır. Ola ki, bir gün Ortadoğu’da Türkiye’nin emperyal çıkarları her iki emperyalist ülke için tehlike arz etmeye başlarsa, ABD ve Rusya, Türkiye’ye karşı ortak hareket edebilirler. Bu mümkündür.

Diğer taraftan ABD ve Rusya, kendi aralarında anlaşarak Suriye ve genelde Ortadoğu haritasını yeniden çizebilirler mi? Başlangıçta bu güçlü bir ihtimaldi. Ama şimdi safların kesin hatlarla belirlenmiş olduğu bu süreçte örneğin Rusya’nın İran ve Türkiye’nin çıkarlarını göz ardı ederek ABD ile anlaşması zayıf bir ihtimal olmuştur.
*
Sol” basında yer alan bazı değerlendirmeler, insana ister istemez “hangi dünyada yaşıyoruz” dedirtiyor. Sanki böyle bir işgal saldırısının olmayacağından, bunun da Erdoğan’ın bir “Ey”i olduğundan, ABD’nin, Rusya’nın böyle bir işgale müsaade etmeyeceğinden hareketle yazılmış yazılar... Sonrasında, işgal için harekete geçildiğinde işin kolayı da bulunuyor: ABD ihanet etti, Rusya ihanet etti, İran sessiz kaldı, Esad çabuk çark etti! Ne kadar da kendimizi başkalarının “hal ve gidişine” göre konuşlandırmışız! ABD umut, Rusya umut, hatta İran ve Esad da umut! Ya biz neyiz? “Sol” hala, Erdoğan’ın ne zaman gideceğinin hesabını yapıyor, bu işgalle düzeni kurtarmaya çalıştığını; yani savaşmasa zaten gideceğini, gitmemek için savaştığını yazıp çizmekten yorulmadık. Düşmanı doğru analiz etmemizin önündeki en büyük engelin bizzat kendimiz olduğunu; sınıfsal olmayan kin ve nefretin, duyguların analizlerimize yön verdiğini hala anlamadık. “Fırat Kalkanı” döneminde de aynı duygularla analizler yapılmadı mı? Giremez, girse de ilerleyemez, ilerlerse de bataklığa gömülür, geri çıkamaz, yenilecek, yok olacak vb. türünden değerlendirmeler şimdi Afrin için yapılmaktadır. “Sol”un bir kısmı yaşamadan o kadar kopuk ki, faşist diktatörlüğün, ekonomisiyle, siyasetiyle, psikolojisiyle; velhasıl maddi manevi bütün olanaklarıyla ve dış dünya desteğiyle bu işgale giriştiğini; Erdoğan’ın şimdiye değin olmadığı kadar güçlü olduğunu anlamak istemiyor. Evet, Erdoğan’la, Saray’la özdeşleştirilen faşist diktatörlük ekonomik, askeri ve siyasi gücünün doruk noktasında. Aksini gösteren veri var mı ortada? Yok. Niyet beyanlarını ekonomik ve siyasi analiz olarak saymazsak yok. En azından ben göremiyorum Varsa gösterelim; kanıtlayarak ekonomi krizde, hiç üretim yapılmıyor, işi inşaat sektörüyle idare ediyor diyelim; kanıtlayarak borç batağında debeleniyor, dışarıdan kredi alamıyor/bulamıyor diyelim; kanıtlayarak askeri olarak tamamen dışa bağımlı, silah, mühimmat bulamıyor, kendisi üretmiyor diyelim; kanıtlayarak siyasi olarak da yönetemiyor, yönetilmek istemeyenler, her gün olmasa da sık sık sokakları dolduruyorlar; hükümet, Erdoğan binler, on binler, yüz binler tarafından protesto ediliyor diyelim. Bunları kanıtlayarak diyemiyorsak, hiç olmazsa, en azından nasıl bir sınıf düşmanı ile karşı karşıya olduğumuzun bilincine varalım. Sadece şu Afrin işgali sorunundan dolayı ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın, NATO’nun ve AB’nin tavrı bu durumu açıklamak için yeter de artar bile. Ama biz bu gerçeği görmek istemiyoruz. Erdoğan’ı, yenemeyeceğimiz, tahtından edemeyeceğimiz, Sarayı’nı başına yıkamayacağımız bir gladyatör yapıyoruz! Veya onu böyle bir gladyatör yaptığımız için, dışımızdaki; devrimin öznelerinin dışındaki faktörlerin etkisiyle gideceğinin; bazen de ha gitti ha gidecek durumunda olduğunun hesabını yapıyoruz. Bütün “sol” olmasa da bunun hesabını yapanlar çok. Ama Afrin’de işgale karşı savaşanlar da var. Örneğin MLKP. "MLKP savaşçıları Serêkaniyê ve Kobanê direnişinde Türk devleti ve çetelerinin saldırıları karşısında elde edilen zaferin ateş taşıyıcıları olmuşlardı. Şimdi Efrîn'deler. Ve bu kez doğrudan faşist sömürgeci Türk devletine karşı savaşıyorlar" açıklamasını yapıyor (Etkin Haber Ajansı, 22 Ocak 2018; MLKP Rojava: Savaşçılarımız Efrîn direnişinde).

*
Faşist diktatörlüğün Afrin saldırısı, yeni ulusal güvenlik konseptinin hayata geçirilmesinin bir parçasıdır. İlk adımı “Fırat Kalkanı” operasyonu ile attı ve bölgeyi işgal etti. İkinci adımı Afrin saldırısı oluşturuyor. Afrin işgalinde Rusya’nın yanı sıra sessizce destek sunan iki müttefiki daha var; Esad rejimi, retorik gereği önce hava sahamıza girerseniz vururuz demekten ses çıkartmama moduna geçmiştir. İran da retorik gereği, oradaki varlığınız yasal değil demekten Türkiye’yi destekleme moduna geçmiştir. Aslında hem Suriye hem de İran, Rojava devriminin bir kantonunda yok edilmesi için başlatılan bu saldırıdan oldukça memnunlar. Nihayetinde bu ülkelerin de bir Kürt sorunu var. Kürtler, bölgenin iki büyük rakibi olan Türkiye ve İran’ı birleştiriyor. İran, Türkiye ve Irak, Güney Kürdistan’daki referandum sorununda da ortaklaştılar. İbadi ile Erdoğan’ın “dost” olacakları o zaman pek düşünülemezdi. Ama Kürt sorunu onları da “dost” yapmıştır. Kürtlere düşmanlık, somutta da Rojava Devrimine düşmanlık, bölgenin bu gerici, faşist rejimlerini ortak hareket edecek duruma getirmektedir.
Türk burjuvazisinin yeni güvenlik konseptinin Ortadoğu açılımının merkezinde Kürt ulusuna, Kürt Özgürlük Hareketine, Rojava Devrimine düşmanlık durmaktadır.

Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti
Gördüğüm kadarıyla Türk burjuvazisinin, faşist rejimin siyasi, ekonomik, askeri durumu “sol” tarafından genel anlamda pek ciddiye alınmıyor. Bu ciddiye almamanın arka planında emperyalizme bağımlılık anlayışı var. Emperyalizme bağımlılık kavramı içeriğinde değişim olmayan bir kavram değildir. Bu kavram kapitalizmin nesnel yasasını; eşitsiz gelişme yasasını dışlamıyor. Emperyalizme bağımlılık, bağımlılığın niteliğinin tartışılır duruma gelmeyeceği; bağımlı ülkelerin yeni ilişkiler talep etmeyecekleri anlamına gelmez. Bu bir güç meselesidir; gücün yettiği kadarıyla bu sorunu tartışma konusu yapabilirsin. Erdoğan’ın da yaptığı bundan başka bir şey değildir. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi genel anlamda “sol” tarafından hafife alınıyor; neredeyse yok sayılıyor. Her şeyiyle dışa; emperyalist ülkelere, yabancı sermayeye, alınan ve alınacak borçlara bağımlı bir ülke hayal ediliyor. Bu türden anlayışlarla emperyalizm-bağımlı ülke ilişkileri açıklanamaz. En azından Türkiye’nin emperyalist ülkelerle ilişkisini açıklayamazsınız. Bu ekonomi sermaye ihraç ediyor, ama umurumuzda değil. Bu ülke, dünyada düne kadar gitmediği ülkelerle ticari, ekonomik, siyasi, askeri ilişkiler kuruyor, ama umurumuzda değil. Borçlanmasını, burjuva ekonomide kabul edilebilir bir seviyede tutuyor, ama umurumuzda değil. Ekonominin merkezinde üretim, sanayi üretimi duruyor, ama inşatla ayakta duran ekonomi diye açıklama yapmayı marifet sayıyoruz. En modern teknolojiyi silah üretiminde kullanıyor; kendi çapına göre devasa bir askeri-sanayi kompleksi kurmuş ve en modern teknolojiyle de sürekli geliştiriyor ve ürettiği silahları da şimdi Afrin saldırısında olduğu gibi deniyor (kullanıyor) ama bu bizim umurumuzda değil. Öyle ki, silah ihracatçısı ülke konumuna gelmiş ama bu bizi fazla ilgilendirmiyor. Bütün bunlara dayanarak doğrudan saldırganlığı, emperyal çıkarları, sömürgeciliği, savaşı temel alan bir ulusal güvenlik konsepti geliştiriyor ama “sol” bunu anlamayı dahi düşünmüyor. Ulusal güvenlik konseptiyle Türk burjuvazisi bundan sonrasının planını çıkartıyor. Bu, bir devrimci partinin siyasi programını doğrudan etkileyecektir, etkilemektedir, ama “sol”u fazla ilgilendirmiyor.
Öneminden dolayı bu konu üzerinde durmaya devam edeceğim.

Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik politikasının gelişimini ve değişimini Aralık 2016’da yayınlanan “Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV)” makalesinde ele almıştım. Orada söylenenin oldukça kısa bir özetini bazı eklemelerle buraya aktarmakla yetiniyorum:

Eski ulusal güvenlik konseptinin özelliği:
Türkiye, 1923-1945 döneminde -II. Dünya Savaşı döneminde “tarafsızlık” anlayışı giderek bozulsa da- emperyalist ülkelerle sosyalist Sovyetler Birliği arasındaki; daha genel ifade edersek kapitalist dünya ile sosyalist Sovyetler Birliği; oluşmakta olan sosyalist dünya arasındaki çelişkilerden yararlanmaya dayanan bir ulusal güvenlik politikasını takip etmiştir. Bu ulusal güvenlik konsepti ifadesini “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasında buluyordu.

II. Dünya Savaşı dönemini bir geçiş dönemi olarak alırsak 1923-1939 döneminde Türkiye'nin siyasi, askeri, ticari vb. alanlarda yapmış olduğu bütün anlaşmalara açık bir “tarafsızlık”, “işbirliği”, “ortaklık” anlayışı hakimdir; bu anlayış, o zamanki ulusal güvenlik politikasının dış politika ayağının temelini oluşturmuştur. Türkiye'nin bu dönemde hiçbir uluslararası çatışmaya girmemesi, sorunların “barışçıl” çözümünde yana tavır alması bunun açık ifadesidir.

II. Dünya Savaşından 1952'ye kadarki (NATO'ya giriş) dönem, Türk burjuvazisinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine tamamen teslim olmaya başladığı dönemdir...

II. Dünya Savaşı sürecinde, ama esas olarak savaş sonrasından itibaren Türkiye'nin daha ziyade içe yönelik ve yukarıda belirttiğimiz emperyalistler arası ve sistemler arası çelişkilerden yararlanmaya dayanan ulusal güvenlik konseptinin yerini sosyalist sisteme karşı kapitalist dünyanın oluşturduğu uluslararası güvenlik konsepti almıştır; Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği kapitalist dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre olmasını beraberinde getirmiştir Daha doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal güvenlik politikası/konsepti kalmamıştır; ulusal güvenlik NATO nezdinde Amerikan emperyalizmine havale edilmiştir.

1952'den bu yana NATO, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasının mihenk taşını oluşturmaktaydı. NATO, Türkiye'yi değil, SSCB'ye ve Varşova Paktı'na karşı Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın daha ziyade ideolojik içerikli jeopolitik çıkarlarını korumak için oluşturulan uluslararası güvenlik konseptinin güney kanadının savunulmasında Anadolu coğrafyasını kullanma stratejileri geliştirmiştir. Bunların hiçbiri doğrudan Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili değildi...

Kısaca: NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı. NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu. Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.

2000 ve sonrası: 2002-2010 arasında ABD ve AB ile AKP hükümeti arasındaki uyumluluk giderek bozulmaya, uyumsuzluğa dönüşmeye ve ilişkilerdeki gerilme kaçınılmaz olarak ulusal güvenlik anlayışına da yansımaya başlamıştır. Bu nedenle AKP hükümeti, ulusal güvenlik politikasında kendi gücüne dayanma konseptinin geliştirilmesi için adımlar atmakla karşı karşıya kalmıştır. AKP hükümeti eksenli faşist rejimle başta ABD olmak üzere Batılı güçler arasında ilişkiler, özellikle ulusal güvenlik politikaları temelinde gerilmiştir; öyle ki, 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler, keskinleşen çelişkilere dönüşmüştür.

Üzerinde yaşadığımız bu coğrafya dünya jeopolitikasında oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle hep sorunlu olmuştur, “belalı” bir coğrafyadır. Güvenlik tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır; büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum, bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı beraberinde getirmektedir.

Türkiye'nin kuruluşundan bu yana izlediği güvenlik politikasının temel özelliği -güncel düşman algılamasının değişmesine paralel olarak- ulusal birlik, milliyetçilik, şovenizm ve nihayetinde faşizm temelinde her dönem içte saldırganlık, baskı ve dışa karşı da “tarafsızlık”, savunmacı ve saldırganlık olarak şekillenmiştir.

Güvenlik politikası Milli Güvenlik Kurulu tarafından belirlenir. Bu kurulun güvenlik politikası belirleme serüvenine baktığımızda şunu görürüz:
1985-2016 döneminde MGK toplantılarında dış politikayı ilgilendiren konuların dış politika dışı konulara oranı giderek artmıştır; bu artış 1985-1991 döneminde yüzde 19'dan 1991-2003 döneminde yüzde 60'a, 2003-2011 döneminde yüzde 88'e çıkmış ve 2012-2016 döneminde de yüzde 63 olmuştur.
Buradan çıkartmak istediğimiz sonuç şudur: 1990 öncesi dönemde MGK, esasen iç güvenlik sorunlarını ele alırken 1990'dan sonra Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasında sınır örtesi sorunlar giderek ağırlık kazanmıştır.
Ahmet Davutoğlu'nun 2009'da Dışişleri Bakanı görevine getirilmesiyle Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik anlayışındaki değişim de hızlandı; A. Davutoğlu, yeni diye tanımlanabilecek özellikler gösteren dış politikanın ve dolayısıyla ulusal güvenlik anlayışının mimarıydı. Yeni dış politikanın temel özelliklerini Davutoğlu “Stratejik Derinlik” kitabında ayrıntılı olarak açıklar. Coğrafya, jeopolitika, dış politika ve ulusal güvenlik arasındaki diyalektik bağı Türk burjuvazisinin çıkarları açısında irdeler ve atılması gereken adımları açıklar. Osmanlı coğrafyası ve özellikle de yakın alan coğrafyası üzerinde tarihsel etkiden, hak sahipliğinden; komşu ülkelerle yabancılaşmanın sonlandırılmasından, karşılıklı önyargıların silinmesinden bahseder.

Davutoğlu, Türkiye'nin yeni dış politikasını coğrafi konum ve tarihsel miras üzerine kurmuştur. Yeni dış politika kaçınılmaz olarak yeni ulusal güvenlik politikası oluşturmak anlamına gelir...

Başbakan olarak Davutoğlu azledildi. Ama mimarı olduğu “proaktif dış politika” ve o temelde yükselen yeni ulusal güvenlik konsepti geliştirildi ve uygulanıyor. Bu politikanın yansımalarından birisi de Erdoğan'ın gevelediği “Misak-ı Milli”dir; somutta da Suriye'de işgalci girişimlerdir.

Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz:
A. Davutoğlu ile daha Erdoğan'ın baş danışmalığı döneminde başlayan yeni dış politika ve ulusal güvenlik açılımı, bu alandaki değişim, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri dikkate alan bir perspektife sahiptir. Bu ulusal güvenlik anlayışı, açıktan da dile getirildiği gibi Türk burjuvazisinin ve dolayısıyla sermayesinin bölgesel ve uluslararası aktör olma iddiasının dışa vurumudur. Bu “proaktif dış politika” ve onun başka bir biçimde tarifi olan ulusal güvenlik politikası, koşulların uygun olduğu her fırsatı değerlendirerek yayılmacılığı, saldırganlığı, savaşı içermektedir. Güncellenen Misak-ı Milli söylemi ve o doğrultuda Suriye'de işgalcilik adımları, Musul, Kerkük, Telafar, Ege’de adalar, Batı Trakya çıkışları bu “proaktif dış politika”nın ve yeni güvenlik konseptinin doğrudan ifadesidir.

Türkiye'nin güvenlik konseptinde jeostratejik konumu belirleyici önemi haizdir. Dün değil ama bugün Türk burjuvazisi, bu konuma dayanarak bölgesel ve küresel jeopolitika geliştirme hevesine kapılmıştır. Türkiye, Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin tam ortasında yer almakta ve buna ek olarak Akdeniz, Karadeniz ve Eğe Denizi ile çevrelenmektedir. Bu coğrafya istikrarsızlıklarla, belirsizliklerle; dolayısıyla her dönem var olan çelişkilerle dolu bir coğrafyadır. Bu çelişkiler Türkiye'ye her zaman bir biçimde yansımıştır, yansımaktadır. Türk burjuvazisi ülkenin bu jeostratejik konumunu ulusal güvenlik konseptinin tespitinde başat faktör olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin ulusal güvenlik konseptinde coğrafya belirleyicidir; bu konumdan uzaklaşan bir güvenlik konsepti Türk burjuvazisi için düşünülemez.

Dışişleri Bakanlığı'nın sitesinde yer alan “Türkiye´nin Uluslararası Güvenlik Perspektifi ve Politikaları” yazısında coğrafya ve ulusal güvenlik politikası arasındaki bağ şöyle açıklanmaktadır:
Cumhuriyetin kurulmasından günümüze Türkiye’nin güvenlik politikası, biri coğrafi konum, diğeri komşu ülkelerle ilişkiler olmak üzere, iki temel olgu dikkate alınarak şekillendirilmiştir. Bu iki belirleyici faktör, Türkiye’yi Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde ve zaman zaman bu bölgelerin de ötesinde güvenlik alanında önemli bir aktör haline getirmiştir” (2).
 
Yeni ulusal güvenlik konseptinin özelliği:
Türkiye'nin ulusal güvenliğinin oluşumunda ve belirlenmesinde birçok yeni gelişmeler meydana gelmiştir. Yeni ulusal güvenlik konsepti, şimdi, özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında açıktan savaş, saldırganlık konsepti olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türk burjuvazisi çok özgün bir süreçten geçmektedir. Bu özgünlük sadece şimdiye kadar olduğundan daha sık ulusal güvenlikten bahsetmesi, yeni bir ulusal güvenlik politikasının oluşturulmasından bahsetmesi değildir. Bu sefer durum, şimdiye kadarki ulusal güvenlik anlayışından oldukça farklıdır. NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine entegre edilmişti. Şimdi Türk burjuvazisinin dış düşman algılaması değişiyor. İç düşman algılamasında da Kürt Özgürlük Hareketi, dönem dönem de politik İslamcı örgütlenmeler, duruma göre yer değiştirseler de ilk iki sırada yer alıyorlardı.

Şimdi durum değişti. Dış düşman algılamasında bu sefer Rusya yer almıyor, ama NATO'da müttefiki konumunda olan ülkelerin bir kısmı, ismen tanımlanmasalar da ilk sıralarda yer alıyorlar; Bu ülkelerin en başında ABD gelmektedir, Onu Almanya takip etmektedir. Bölgesel olarak Suriye, Irak rejimleri dost olmayanlar cephesinde yer alıyorlar. Örneğin MGK, 30 Kasım 2016 tarihli toplantısından sonraki basın bildirisinde “Bazı ülkelerin, PKK/PYD-YPG ve FETÖ/PDY lehine çifte standart uyguladıkları, mensup ve destekçilerine kol kanat gerdikleri, bunları maksatlı olarak farklı şekilde tanımladıkları vurgulanarak, bu ülkeler tutumlarını değiştirmeye davet edilmiştir” görüşüne yer vererek düşman algılamasının yönünü Batılı müttefiklerine çevirmiştir. Burada oldukça diplomatik bir üslup kullanılıyor, ama diktatör Erdoğan'ın Batı'lı müttefikler bağlamındaki açıklamaları hiç de diplomatik ve dostane değil.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan “Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında da Batılı emperyalist güçlerdir. Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye savaşında, Musul operasyonunda, şimdi de Afrin’e saldırıda ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Yine yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası güdeceğini açıklamasıdır.

Yeni ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişimlerden birisi budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş, saldırganlık, sömürgecilik programıdır.

Yeni ulusal güvenlik konseptinin içeriğine bakarak bunun nasıl bir savaş, saldırganlık, sömürgecilik programı olduğunu açıklayabiliriz...

Daha Türkiye kurulmadan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde, somutta da Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos – 13 Eylül 1921) esnasında Mustafa Kemal ulusal güvenlik konseptini "hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır” diye açıklıyordu. Bu, savunma ekseli bir ulusal güvenlik konseptiydi.

Türk burjuvazisinin akıl hocası Türksam’a göre, böyle bir ulusal güvenlik konsepti artık geçerli olamaz; artık geçerli olması gereken, saldırı eksenli ulusal güvenlik konseptidir... (3).

Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

1) Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir

Gelişmesinin bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor. Tarihi yeniden yazmak için -burjuvazi tarihi, çıkarlarına göre sürekli yeniden yorumlayabilir- Lozan'ı “incelenmesi, araştırılması”, gerçeklerin öğrenilmesi için tartışmaya açıyor. Erdoğan, şimdiye kadarki resmi tarihin Lozan'ı büyük bir zafer olarak ele aldığını, toplumun ve özellikle de gençliğin bu algılamayla yetiştirildiğini, bunun doğru olmadığını, şimdi gerçekleri dile getirmenin zamanı geldiğini açıkça ifade ediyor.

Erdoğan'a göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor. Bu, bir savaş programıdır.

Misak-ı Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine Kemalist diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan, Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması gereken bir tarihin; kastettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına (4) sahip çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kastediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu açıklıyor: Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır”.

Bu yakın alan coğrafi sınır çizimi “yeni Osmanlıcılık” olarak da tanımlanabilir. Önemli olan bu alanın hangi kavramla tanımlandığı değil, önemli olan, Türk burjuvazisinin bugün gelmiş olduğu gelişmişlik sürecinde bir Misak-ı Milli talebiyle “arka bahçe”den bahsetmesidir. Açık ki bu, Türk burjuvazisinin yakın alan jeopolitik hedefidir.

2) “1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz”

Eski ulusal güvenlik konsepti:
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen Erdoğan şimdiye kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu açıklıyor: “1923’ün psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır” anlayışıpsikolojisidir. Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına cevap vermediğini ve terk edilmesi gerektiğini açıklıyor.

Yeni ulusal güvenlik konsepti:
Artık savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...

Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız”.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD, İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik politikası uygulamaktalar.

3) Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz

Ulusal güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952) müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler Birliği ve revizyonist blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da güvensizliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve Irak'tan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi) sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır. Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven alıyor...

15 Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur. Varlığımıza kastediliyor ve kastedenler de müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Gelişmesinin ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra Türk burjuvazisinin Batı'yla sorunsuz denebilecek güvenlik ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.

4)Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir

Bu coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın (bağımlılık ilişkilerine mahkum edilirsin) veya da kuşatırsın. Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir. Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır...

NATO üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır. Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile getirmektedir. Bu jeopolitik anlayışın temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:

Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın:
Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir; kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır. Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve Fırat'ın doğusunun da (Kobane Kantonu) hedef alınacağını, gerekirse Irak'a da aynı amaçla girileceğini açıkça ilan etmektedir.

Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır:
Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında Suriye ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını çizmektedir.

Türk burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ve bunu da başka ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur diye açıklamaktadır. Halep düştü, ama Türk burjuvazisi koridor sevdasından vazgeçmedi ve geçmeyecektir de. Esas amacı, Güney Kürdistan'ı da katarak Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir koridordur, ki bu tam da Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını oluşturmaktadır.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Batı Trakya ve Eğe Denizi cephesi de var: Ege Denizi’nde adalar sorununun sık sık dile getirilmesi, Batı Trakya’ya ilginin canlı tutulması, şimdilik Yunanistan’ı tedirgin edebilir. Ama AB’nin dağılması veya ortak hareket edemeyecek duruma gelmesi veya da Yunanistan’ın AB şemsiyesinden mahrum kalması durumunda söz konusu adaların işgal edilmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin bir de Kıbrıs eksenli Akdeniz cephesi var: Uzatmaları oynayan Kıbrıs sorunu, bölünmüşlüğün bir biçimde resmileştirilmesiyle sonuçlandırılabilir. Son dönemlerde Kıbrıs adası ve çevresinde keşfedilen enerji yatakları ve devam eden sondaj çalışmaları bu sahada rekabetin şimdiye kadar olduğundan daha da keskinleşeceğini göstermektedir. Türk burjuvazisini bu rekabet dışında kalmayacaktır.

Bu da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsleri kurdu. Şimdi de Sudan’a “el attı”. Bu durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak için Afganistan işgal ve savaşına katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali, Afganistan ve Sudan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.

Türkiye son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var (5).

Türk burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada varız diyor! Ama burada önemli olan, Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık göstermesidir.
Bütün bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.

5)”Proaktif” dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti

Davutoğlu, Başbakanlıktan azledilmiş olsa da altyapısını oluşturduğu “proaktif” dış politika, ulusal güvenlik ve Türk burjuvazisinin jeopolitik açılımı perspektifiyle uygulanmaktadır. Bu dış politika, Türk burjuvazisine Osmanlı döneminde kendi hakimiyetinde olan yakın çevresinde yeniden aktif olmanın; bu bölgelerde hakimiyet kurmanın yol ve yöntemlerini göstermektedir. Bugün açısından en belirleyici özelliği, ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde karşılamanın ve imha etmenin yanı sıra birtakım insani yardımlarla, kültürel ilişkilerle, ekonomik desteklerle söz konusu bu bölgelerde tarihsel ilişkileri canlandırmak ve etkili olmaktır. Türk burjuvazisi bu jeopolitik açılımında sadece askeri varlığını değil, bunun ötesinde TİKA, AFAD, Kızılay, Yunus Emre Enstitüsü, STK'lar gibi sivil kurumları da harekete geçirmektedir. Türkiye'nin bu alanda yapmış olduğu harcamalar dikkate değer boyutlardadır.

Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle yapacaktır.

Böyle bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var. Bu önleyiciliği; saldırıyı gerçekleştirmek için Türkiye'nin erken uyarı sistemlerine, tanker uçaklarına ve uçak gemisine sahip olması gerekir. Türkiye, erken uyarı sistemlerine, tanker uçaklarına; istediği noktaya yakıt tankeri ve uçaklarıyla ulaşabilecek yeteneğine sahip. Ama uçaklara bomba ikmali için gerekli olan uçak gemisi yok. Anlatıma göre yakında böyle bir yeteneğe de sahip olacak.

Diktatör Erdoğan biraz coştuğu, gaza geldiği zaman “esas” Misak-ı Milli’yi unutup Osmanlı hayalini anlatıyor:
Birileri bize ‘Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan, Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?’ diye soruyor. Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, ‘Siz burada ne arıyorsunuz?’ demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin hiçbiri bize yabancı değil. Rize’yi Batum’dan ayırmak mümkün mü? Edirne’yi Selanik’ten nasıl ayrı düşünebiliriz? Gaziantep’le Halep’i, Mardin’le Haseki’yi, Siirt’le Musul’u nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz? Hatay’dan çıkın, Fas’a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz.

Trakya’dan Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında Misakı Milli’yi okuyoruz değil mi? Misakı Milli’de ne var? Eğer Misakı Milli diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine, ‘Burada üzerimize düşen görevler var’ demek durumundayız. İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü paylaştığımız Gazze’yi Sibirya’ya kadar kendimizden ayrı düşünebilmemiz için aslımızı inkar etmemiz lazım. Bizim kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir.
Irak, Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş bölgeler ile ilgilenmek, Türkiye’nin hem görevi hem de hakkıdır. Türkiye sadece Türkiye değildir. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün, istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim buna hakkımız olmadığı gibi milletimiz de böyle bir duruma asla rıza göstermez. Türkiye, sadece Türkiye değildir. Türkiye, 79 milyon vatandaşıyla birlikte köklü, tarihi, kültürel ve insani bağlarla iç içe olduğu geniş coğrafyadaki yüzmilyonlarca kardeşine karşı da sorumludur.” (6).

Demirel, Adriyatik'ten Çin Seddine kadar” ekseniyle Pantürkizmi anlatırken, Erdoğan da buna “Gazze’den Sibirya’ya kadar” eksenini katarak Pantürkizmi anlatıyor. Demirel’in eksenini Finlandiya'ya, Erdoğan’ın eksenini de Hindistan’a doğru çekerseniz karşınıza bir biçimiyle-versiyonuyla Turan haritası çıkar.

Yukarıdaki anlatımıyla Erdoğan Osmanlıdan kalma yakın coğrafyanın hamisi olduğunu söylüyor; buralardan sorumluyuz diyerek bu ülkeler üzerinde hak iddiasında bulunuyor. Bugün yoğun bir biçimde, savaş haliyle güney sınırlarında sorunlaştırılan ulusal güvenlik konsepti, yarın bu bölgelerde de uygulanacaktır. Eğe ve Batı Trakya söylemleri bunun açık ifadesidir.

Erdoğan'ın Misak-ı Milli'si birazcık “bitlenmiş” Türk burjuvazisinin, sermayesinin niyetidir, saldırganlığının açık ifadesidir. Yeni “güvenlik konsepti” ile bağlam içinde bütün dünyaya ve özellikle de komşu ülkelere verilen mesaj şudur: Düşman diye tanımladığı Kürt özgürlük hareketi ve devrimci örgütlerin mücadelesini ülke sınırları içinde değil de ülke sınırları dışında karşılayacağız. Onları yok etmek için gerekirse komşu ülkelere girip oralarda operasyon yapacağız! Söylenen bu. Ama bu, sorunun bir yanı. Esası ise Misak-ı Milli kavramıyla Türkiye'ye yeni sınırlar çizmesidir:

-Cerablus Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk adımıdır. İkinci adım Afrin’dir, üçüncü adım Münbiç, dördüncü adım Fırat’ı doğusundan İran sınırına kadar Kürdistan olacak.

-Ekim 2016’da 29. Muhtarlar Toplantısı'nda “Fırat Kalkanı” harekatına ilişkin "En kısa sürede Münbiç'i PYD'den temizlemekte kararlıyız. Ya çıkıp terk edecek ya Fırat'ın doğusuna çekilecekler", "Kilis'ten Kırıkhan'a doğru uzanan bölgede ülkemize yönelik bölgeyi de teröristlerden temizleme konusunda da gereğini yaparız" açıklamasını yapan diktatör Erdoğan’dan başkası eğildi. O gün Afrin'i ortadan kaldıracağız, işgal edeceğiz demiyordu, ama Kilis-Kırıkhan hattıyla bunu kastediyor. Bu gün açıktan işgal ediyor. Bu da bir Misak-ı Milli gereğidir...

-Suriye'nin bölünmesi veya federatif yapılanmasına durumunda Türkiye işgal ettiği bölgelerden kolay kolay çıkmaz. Aynısı Irak için de geçerli olacaktır; Irak'ın bölünmesi durumunda Türkiye açıktan kalıcı işgalci olacaktır; her iki durumda da Misak-ı Milli gereğidir açıklaması yapılacaktır, zaten daha şimdiden yapılıyor...

-Afrin, Cerablus-El Bab-Rakka-Telafer-Musul hattını birleştirmek Türk burjuvazisinin hayalidir. Bu hat, Güneyde Misak-ı Milli'nin yaklaşık sınırıdır. Rusya, Türkiye ile müttefiklik ilişkileri içinde Amerikan emperyalizmine karşı küresel oyunda ele edeceğinin Doğu Akdeniz kıyısına sıkışmış bir küçük Suriye ile yetinmekten daha değerli olacağı düşüncesine varabilir ve Türkiye’nin bu saldırganlığını seyredebilir.

Bu hattın gerçekleştirilmesi durumunda Rojava devrimi çembere alınmış olur ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalır...
Böylece Misak-ı Milli sınırları güneyde çizilmiş, bu alanlar işgal edilmiş olur; diktatör Erdoğan boşuna Lozan'ın yetersiz kaldığından, Lozan sınırlarını kabul etmediğinden bahsetmiyor...

Diktatör Erdoğan, "Şimdi bataklığı kurutma devrine girdik, bundan sonra sabredelim, bekleyelim yok. Olay nerede ise ise orada bitirilecek”, “terör örgütlerini" kendi sınırlarımız içinde karşılamayacağız derken komşu ülkelere terör bahanesiyle her an saldırabiliriz diyor. Bu da Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesi için bir vesile yapılacaktır...

Afrin’e saldırı vesilesiyle yeni ulusal güvenlik konsepti, savaş, işgal çığlıklarıyla şovenizm dizginsiz kışkırtılarak yeniden dillendiriliyor. Hitler faşizminin II. Dünya Savaşı için nereyi nasıl ve neden dolayı işgal edeceğini açıklamasına; ırkçılığı, şovenizmi, savaş çığırtkanlığını göklere çıkartmasına benzer demagojiyle Türk halkını efsunlamaya, Kürt ulusuna karşı düşmanlığı körüklemeye, varlığı ile yokluğu belli olmayan burjuva muhalefeti paramparça etmeye çalışıyor. Hemen bütün burjuva medyayı arkasına alan diktatör Erdoğan’ın her sözü kutsanıyor. Vahşet, sömürgecilik, Kürt ulusu düşmanlığı ifade eden bu kara propagandaya burjuva basından birkaç örnek verelim:
Afrin başlangıç dedik. Sırada Menbiç var. Asıl büyük hazırlık ise Fırat’ın doğusuna yönelik. Afrin’den başladı , Menbiç, Fırat’ın doğusu ve Irak sınırına kadar tüm bölge terörden temizlenecek. Irak sınırına kadar gideceğiz... Türkiye’nin uzun vadeli hedefi, ABD’nin bölgede oluşturmak istediği terör koridorunu güvenlik kuşağı haline getirmek. Afrin ve Münbiç'e müdahale 'Milli Mücadele'dir...Cumhurbaşkanı’nın çağrısı, duruşu, söylemi Türkiye eksenidir. Ülkenin bugününü, yarınını kurtarma, büyük yükseliş dönemini devam ettirme çabasıdır... Fırat’ın Doğu’sundan dört ülke birden tehdit ediliyor... Türkiye, Suriye, Irak ve İran buradan tehdit edilecektir... Türkiye’nin Afrin’e müdahalesi aynı zamanda bölgeyi ayrıştırıcı ve parçalayıcı 'Büyük Ortadoğu Projesi'ne de büyük bir darbe olacaktır ve militer bir güce dönüştürülmeye çalışılan PYD üzerinde de önemli bir baskı oluşturacaktır...
Asıl kıyamet Fırat’ın Doğu’sunda kopacak!
Afrin operasyonu, Fırat Kalkanı ile beraber Türkiye’nin en ciddi jeopolitik hamlesidir. Bölge haritalarının yeniden çizildiği, yeni emperyal düzen hayallerinin havada uçuştuğu, bugüne kadar müttefik görünenlerin Türkiye’yi küçültme hazırlıkları yaptığı bir dönemde, ülkemizin bütün bu haritalara müdahalesi, bölgesel dinamikleri harekete geçirmesi, artık bu ülkenin güvenliğinin sadece kendisi tarafından sağlanacağının ilan edilmesi, “ittifak halkalarına” inancın sıfırlandığının tescilidir.
Afrin operasyonuyla bu müdahale devam etmektedir. Münbiç operasyonuyla kuşatma haritasının Batı kanadı, Akdeniz kapısı tamamen kapatılacaktır. Ama asıl kıyamet Fırat’ın doğusunda, İran sınırına kadar olan bölgede kopacaktır...

Türkiye bugün sadece kendisi için değil, bölge ülkelerinin tamamı için mücadele etmektedir. Sadece terör örgütlerine karşı değil, bölgeyi paramparça etmeye dönük o “irade” ile mücadele etmektedir. Çünkü Akdeniz-İran hattında oluşturulacak harita, sadece Türkiye’yi kuşatmakla sınırlı değil, dört ülkeyi birden vurma planlarının en önemli parçasıdır, bir istila projesidir.
Operasyon sadece Afrin’le sınırlı olamaz, olmamalı. Münbiç’ten Irak’a kadar müdahale alanı genişlemelidir. Bugün inanmasanız da gün gelecek bunu yapmak zorunda olduğumuzu göreceksiniz. Türkiye’nin bütün güney sınırlarını güvenceye alacak bir güvenli hat oluşturulmalı.
Türkiye için Halep-Musul hattının kuzeyi, tamamen güvenlik eksenli düşünülmesi gereken bir bölgedir. Bu kuşakta hiçbir örgüt ya da yabancı ülke varlığına izin verilemez” (Günlük burjuva gazetelerden).

Faşist Erdoğan Misak-ı Milli ile bütün toplumu, ordudaki Kemalistleri de arkasına alarak toplumu Türk milliyetçiliği, şovenizmi potasında birleştiriyor. Aslında sömürgeciliğini veya Kuzey Kürdistan’ın sömürge yapısını Misak-ı Milli kavramı çerçevesinde tahkim etmeyi amaçlıyor.

Misak-ı Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli sadece şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...
İşte bu, Türk burjuvazisinin geldiği noktadır...


Ortadoğu’da somut olarak da Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele, şimdi Rojava Kürtlerine, Rojava Devrimine karşı mücadeleye dönüştü. Faşist diktatörlüğün ordusu 20 Ocak’tan bu yana toplarıyla, uçaklarıyla, füzeleriyle Afrin’i bombalıyor; hedef alınan yerlerde taş üstünde taş bırakmıyor. Katil sürüleri pervasız hareket ediyor. Sivil can kaybı yok deniyor, ama onlarca sivilin katledildiği de biliniyor. Yoğun bombardımanla yerli halkın ve ülkenin başka bölgelerindeki çatışmalardan kaçan göçmenlerin yeniden göç yollarına düşmesi, sahanın insansızlaştırılması isteniyor.
Devam eden yoğun bombardıman karşısında bütün dünya sessizliğini hala koruyor. Düne kadar, IŞİD’e karşı mücadelede onore ettikleri Rojava Kürtlerini yalnız bırakarak ne denli ikiyüzlü olduğunu gösteriyor.

Rusya, Amerikan emperyalizmine karşı bölgesel ve küresel jeopolitik oyununda Türkiye’yi yanında görmek için Afrin’i feda etti. Tam bir emperyalist politika.

ABD, Türkiye’yi tamamen kaybetmemek, “sakinleştirmek” için Afrin ilgi alanımız değil diyerek kara gücü olarak kullanmayı amaçladığı Rojava Kürtlerini kelimenin gerçek anlamıyla sattı. Tam bir emperyalist politika. Şimdi de Münbiç’ten çıkmanın yol ve yöntemlerinin müzakere edilebileceğinin açıklamasını yapmakla meşgul.

Bir bütün olarak AB, Almanya, Fransa, İngiltere TSK’nın bombardımanlarını uzaktan seyretmeyi yeğlediler; kılıfına uydurup nasıl silah satarızı düşünüyorlar. Diktatör Erdoğan’dan çok ama pek çok korkuyorlar. Erdoğan kapıları açarsa ne kadar göçmen gelir diye hesap yapıyorlar. İşte bu basit hesap hepsini kör ve sağır yapıyor.

Arap ülkelerinin rezilliği de ortada. Suriye rejiminin yanında olanlar ve olmayanlar (Türkiye yanlısı olanlar) kendi çıkarlarını önplana çıkartarak işgali seyrediyorlar. Esad rejimini destekleyenler son kertede bunun Suriye’yi güçlendireceğine inanıyorlar. Türkiye’den yana tavır alanlar da Türkiye-ABD kapışmasından yararlanabileceklerini sanıyorlar.

Esad rejimi önce asarım-keserim, uçaklarınızı düşürürüm dedi, ama çok çabuk sustu. Esad rejimi de nihayetinde Afrin’in düşmesini, Rojava Devriminin darbe alması olarak görüyor.

BM ise bir yandan sivil ölümler var diyor, ama diğer taraftan da saldırganlığa göz yumuyor, “itidal” çağrısı yapıyor.

Bunlara alçak vb. demenin bir anlamı yok. Daha doğrusu bu kavramla burjuva dünyanın ikiyüzlülüğü ifade edilmiş olmaz. Alçaklık izafidir; burjuva dünya Afrin karşısında bir çukur olduğunu göstermiştir.

Şimdi, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçilerine ve ezilenlerine, en başta da onların devrimci antifaşist, ilerici parti ve örgütlerine düşen görev, tüm güç ve olanaklarıyla savaş ve işgale karşı mücadeleyi yükseltmek, devlet terörünün ve faşist psikolojik savaşın sokağı esir almasına izin vermemek, önemli-önemsiz, barışçıl-zora dayalı, yasal-yasadışı demeden, devrimci değerlerle çelişmeyecek tüm mücadele araç ve biçimleriyle ayağa kalkmaktır...

Rojava'yı, Kürt ulusunu ve Kuzey Suriye halklarını karanlığa, esarete boğma planını bozguna uğratmak, bölgeyi devrimin alevleriyle aydınlatacak yeni bir süreci başlatmak imkanı, devrimcilerin, işçi ve ezilenlerin önündedir. Son sözü onlar söyleyecek” (7).

Ülke dışından bu mücadelede Rojava’nın tek dostları uluslararası dayanışmadır, destektir, daha çok özgürlük ve demokrasi savaşçısının mücadeleye katılmasıdır. Bu mücadelede kimin haklı, kimin haksız olduğunun anlatılmasıdır. Dünyanın sokaklarını Rojava Devrimi için doldurmaktır...

Afrin’de Davud, Golyat’ı yenecektir...
*


Dipnot/Kaynak:
1) ÖSO tartışması da yapılıyor. ÖSO’nun ne olduğu bilinmiyor değil. ÖSO üzerine tartışmalarla da ÖSO daha çok anlaşılır kılınmıyor. Faşist diktatörlük ÖSO ile ABD, Rusya ve İran’a mesaj veriyor: ABD’nin YPG’si, Rusya’nın Suriye ordusu, İran’ın milisleri varsa benim de ÖSO’m var diyor. Amerikan askeri YPG amblemi taşırsa, benim askerim de ÖSO amblemi taşır diyor. ÖSO’yu kabul edilir kılınmak istiyor. ÖSO, TSK Suriye topraklarında çıkmak zorunda kaldığında Türkiye’nin temsilcisi olacak. Bunda anlaşılmayan bir yan yok.

2) 4) http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-uluslararasi-guvenlik-perspektifi.tr.mfa.

3) Bkz.: http://www.turksam.org/tr/kurumsal.

Bkz.:http://www.turksam.org/tr/makale-detay/508-sinir-otesi-harekat-ve-turkiye-nin-onleyici-vurus-hakki.
4) Mustafa Kemal çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda Misak-ı Milli sınırlarını tanımlamıştır. Bu bağlamda ilk açıklamasını 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında ve son açıklamasını da 30 Ocak 1923 tarihinde yapmıştır. Misak-ı Milli tanımlaması şöyle:
Bu hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.
Bu hudut, ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan parçasıdır.”

5) Özellikle Somali ve Katar'daki üsler dikkati çekmektedir. Bu her iki ülkenin farklı açılardan stratejik konumları var: Katar, Ortadoğu-Basra Körfezi'nde enerji havzasında önemli bir ülkedir. Türkiye bu ülkede hava, deniz ve kara unsurlarını içeren çok amaçlı askeri üs kurmuştur.

6) Etkin Haber Ajansı, 26 Ocak 2018; Atılım gazetesinin "Diktatörün ve sömürgeciliğin ölüm parendesi" başlıklı başyazısından.

7) Erdoğan: “Türkiye sadece Türkiye değildir” (Rize’de kendi adını taşıyan üniversitenin akademik yıl açılışında yaptığı konuşmadan, 10,10.2016).

Ayrıca bkz.:
1-Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I), 2 Eylül 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com

2-Ortadoğu'da “İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com

3-Musul “Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com

4-Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),30 Aralık 2016, ibrahimokcuoglu.blogspot.com

5-Emperyalistleşen Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale) 14 Mart 2017, ibrahimokcuoglu.blogspot.com