MARKSİST-LENİNİST ORTAMDA
“ÜÇ MAYMUN OYUNU” VE TASFİYECİLİK
II
Post-modernistler ve Post-marksistler kimdir diye soracak olursanız geçen yüzyılın ‘60’lı ve ‘70’li yıllarına gitmek gerekir. Post-marksizm bağlamında aynı yüzyılın ‘20’li yıllarına inip atalarından bahsetmeye gerek yok. Söz konusu ‘60’lı ve ‘70’lü yıllarda ÇKP etkisinden kopan, ‘68’ gençlik hareketinden devrim çıkartamayan; genel anlamda devrimden umudunu kesmiş, bu nedenle hayal kırıklığına uğramış ve bir nevi düşünsel, mental olarak da “işsiz” kalmış aydın takımının ortaya koyduğu marifet Post-modernizm ve Post-marksizm olmuştur. Aslında bunlar Marksizm-Leninizm’e karşı (onlara göre Marksizm’e karşı) mücadelenin ideolojik yapılarını oluşturmuşlardı. Ortaya karşıdevrimci teorik bir ürün çıkartmışlardı. Yani Marksizm-Leninizm‘e karşı bir “yapı sökümü” mücadelesinin yeni bir versiyon olarak temellerini atmışlardı.
İşçi sınıfını teorik olarak ortadan kaldırmanın neredeyse sayısız denemeleri yapılmıştır. Makinalara artı değer ürttirerek işçi sınıfını ortadan kaldırabileceğiniz gibi, sermaye ile emek arasındaki çelişkiyi yok sayarak da işçi sınıfını sınıf olmaktan çıkarttabilirsiniz. Ancak, Laclau ve Mouffe gibi Post-marksizm’in kurucuları böyle bir zahmete katlanmadan toplumsal değişimin, toplumsal ilerlemenin ana dinamiğini; yani toplumu ileriye götürmesi, devrimleri gerçekleştirmesi gereken özneyi; işçi sınıfını bu görevi yerine getirecek özne olmaktan çıkartmak ve yerine de ezilenciliğin başka bir ifadesi olan “çokluğu”, kimlikleri getirmek yolundan yürümüşlerdir. Amacı kapitalist sistemi aşmayan, burjuva düzen içinde kalan, en fazlasıyla reformlar gerçekleştirmeyi hedefleyen amipvari bir çokluk.
Tabii bu işin bir de “radikal”lik kısmı var. Radikallik kulağa hoş geliyor, enerji dolu, değişim isteyenleri belki de mücadele için kamçılıyor. Ancak, post-marksistlerin radikallikten anladıkları burjuva düzen/demokrasi ufkunu aşmayan bir radikalliktir.
Aşamaz da, çünkü Mouffe için değişim, ancak ve ancak burjuva demokrasisi, “parlamenter demokrasi” çerçevesinde kalmalıdır; “sol”, yeniden seçimler kazanıp hükümet olmalıdır.
Kısacası:
“...geleneksel sosyalist düşüncenin o zamanlar yeni sosyal hareketler -feminizm, ırkçılık karşıtı mücadele, çevre hareketi- diye adlandırılan olguları anlayamadığını hissettik. Geleneksel sosyalist düşünce, bunlara farklı baskı formlarından kaynaklanan, aslî olarak farklı direniş formları diyerek saygı göstermektense, sınıf mücadelesi modeli içine çekmeye çalıştı. Toplumun çatışma (conflict) ile bölündüğü şeklindeki Marksist anlayışa katılıyorduk.
Ancak geleneksel Marksist doktrinin, çatışmaların alabileceği her biçimi anlamak için yeterli alana izin vermediğini hissettik...
Sol-kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu, bir tâbiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar. Fabrikadakileri de kapsar, fakat onlarla sınırlı değildir. Bu aynı zamanda Marksizmle bir kopuştur, çünkü örgütleyici ilkeleri, her şeyden önce, demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. Öyleyse biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun, bu fikirlerin, onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya zorlamaktır.” (“Kalpler, Zihinler ve Demokrasi”; Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ile söyleşi. Çeviren, Asena Günal, (Red Pepper, Haziran 1998, sayı 49).
Yani, artık devrim değil, artık sınıf değil; artık reformlar ve kimlikler politik mücadelenin merkezinde olmalıdır.
Ancak, devrimden, sınıftan kaçışın örgütlenmesi gerekir. Bu reformların gerçekleştirilmesi için mücadeleyi omuzlayan bir özne gerekir. İhtiyaç duyulan o politik mücadelenin merkezinde duran bir güçtür. Bu güç, Mouffe’un kafasında oluşturduğu bir “halk”tır. Bildiğimiz halk değil. Öyle olsaydı “halk” inşa etmeye kalkışmazdı. Mouffe, kafasında bir “halk” canlandırıyor, bu canlandırmayı tasarı haline dönüştürüyor ve arkasında da “inşa ediyor”.
Mouffe’un çıkış noktası belli: İşçi sınıfı artık toplumsal değişimin, onun deyimiyle “radikal demokrasi”nin gerçekleştirilmesi için motor bir güç olmaktan çıkmıştır. İşçi sınıfı, zaten giderek güç kaybetmektedir, parçalanıp bölünmektedir. Teknolojik ve üretimde kullanılan bilimsel yöntemlerin sonucunda işçi sınıfının katmanlarının artması, yeni sektörler bazında ayrışıyor gözükmesi vb. Mouffe açısından sınıfın parçalanması anlamına gelmektedir.
Mouffe’a göre önce toplumu iki kampa bölen siyasi sınırların tespit edilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor. Bu kampın birisinde “iktidar sahipleri”, diğerinde ise “halkımız”, yani ezilenler yer alacak. Burada her iki kamp arasındaki çelişki, iktidar sahipleriyle “halkımız” arasında düşmanlığa dayanmalıdır, iktidar sahiplerine karşı kaybedenlerin, yani “halkımız”ın demokratik taleplerini ifade etmelidir.
Öyleyse önce şu “halk”ı inşa edelim:
Chantal Mouffe diyor ki, “biz” “onlar”a karşıyız. Mouffe “onlar”dan iktidar sahiplerini, “oligarşi”yi anlıyor. “Biz” derken de inşa ettiği “halk”ı anlıyor. (“Für einen linken Populismus”).
Mouffe açısından popülizm her şeyden önce, kitleleri harekete geçirmek için tarafsız bir araçtır. Burada kitleleri harekete geçirmek “onlar”a karşı “biz”im harekete geçirilmesidir, yani inşa edilen “halk”ın karşıtlarına karşı harekete geçirilmesidir.
“Onlar”a karşı “biz” sloganı duygu uyandırır. Mouffe’a göre etkileme ve tutku çok önemlidir. Sol popülizm bunun politikada itici, ilerletici bir güç olduğunun farkına varmalıdır. Bu nedenle bu alan, sağ popülizme bırakılamayacak kadar önemlidir...
Mouffe, kendi sol popülizm anlayışında “halk”ı demokratik olarak inşa ediyor; ortak çıkarlar, işçi sınıfı için eşit değerde bir mücadele, feminizm, etnik kimlikler, çevre sorunu, LGBTİ+’lar, göçmenler vs. Bütün bunlar “halk”ımızın yapı taşlarıdır. Büyük amaç, asla ve asla neoliberal kapitalizmi terbiye etmek, insani kılmak değildir. Büyük amaç inşa edilen “halk”ımızla neoliberal kapitalizmi yıkmaktır. Burada “yıkmak” çok radikal, altüst edici, devrimci bir eylem olarak algılanabilir. Mouffe’un “radikal”liği, sistem değiştirme retoriği, liberal demokrasiyi, yani burjuva demokrasisini güçlendirmekle sınırlıdır. AB’yi demokratik bir Avrupa’ya dönüştürmek isteyenden Mouffe gibilerinden zaten başka bir şey beklenemez.
Demek ki, post-marksist Mouffe’un “radikal demokrasi”nin gerçekleşmesi için toplum iki kampa ayrılmalıdır: Yukarıdakiler, iktidar sahipleridir, oligarşidir. Aşağıdakiler ise “baldırı çıplaklar”dır, Mouffe’un inşa ettiği “halk”tır.
Aslından burada, bu sınır çekmede Marksizm-Leninizm ile Post-marksizm arasında ideolojik, sınıfsal kesin bir ayrışma söz konusudur. Bu ayrımın adı Marksizm-Leninizm’de emek-sermaye veya burjuvazi-işçi sınıfı arasındaki çelişkidir. Mouffe bunu neoliberalizm ile burjuva demokrasisi arasındaki çelişkiye dönüştürmüştür. İlkinde işçi sınıfının tarihsel görevini yerine getirmesi bağlayıcı ve bu çelişki, ancak devrimle çözülebilecek, ortadan kaldırılabilecek bir çelişkiyken ikincisi müesses nizamı yenileme, tamir etme, reform sürecinden geçirme çelişkisidir. Bu çelişkinin çözümünde Mouffe’un inşa ettiği “halk”ın rolü önemlidir.
“Mouffe: Sol-kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu, bir tâbiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar. Fabrikadakileri de kapsar, fakat onlarla sınırlı değildir. Bu aynı zamanda Marksizmle bir kopuştur, çünkü örgütleyici ilkeleri, her şeyden önce, demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. Öyleyse biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun, bu fikirlerin, onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya zorlamaktır.
Hiçbir zaman radikal demokratik zincire yerleştirilemeyecek hareketler vardır, çünkü onlar, diğerlerinin taleplerine uymayı reddedebilirler - örneğin Ku Klux Klan zenci haklarına bağlanamaz. Ancak pek çok mücadele, özgül koşullarda nasıl eklemlendiklerine bağlı olarak, radikal demokratik projenin yanında veya karşısında yer alabilir. Hegemonya mücadelesi toplumdaki tek tek grupların bilincini dönüştürme mücadelesidir. Böylece insanlar çıkarlarının diğer grupların çıkarlarına bağlı olduğunu görürler. Örneğin orta sınıfların talepleri radikal demokratik hegemonyaya bağlanabilir: eğer bunu, insanları ‘daha fazla vergi vermemiz gerektiğini kabul edeceğiz, çünkü daha iyi okullara, daha iyi bir sosyal güvenlik sistemine, daha iyi ulusal sağlık hizmetlerine sahip olmanın önemli olduğuna inanıyoruz’ demeye itecek şekilde sunabilirseniz. Geniş bir anti-kapitalist hareket yaratmak için şu anda radikal olmayan grupların sosyalist davaya bağlanmaları gerekir...
Ancak eşdeğerlilik zincirinde yapısal bir sınır vardır. Bir eşdeğerlilik zincirinin bizim eleştirel sınır dediğimiz şeye ihtiyacı vardır. Radikal bir bakışa sahip olmak için bir hegemonya, bir düşman kurmaya ihtiyaç duyar; bu, kapitalizm, ekolojik yıkım veya insan hakları ihlalleri olabilir. Bugün gerçekleşen siyaset türüne dair daha kaygı verici bulduğum şeylerden biri merkezin konsensusu fikridir. Radikal bir projenin tüm görüşleri kapsaması imkânsızdır. Merkezin konsensusu her şeyin aşağı yukarı aynı kalmasını sağlar.’’ (“Kalpler, Zihinler ve Demokrasi”; Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ile söyleşi. Çeviren, Asena Günal, (Red Pepper, Haziran 1998, sayı 49).
Neoliberal hegemonya yıkılacak, sol popülist hegemonya kurulacak.Bu durumda ne oluyor? Bu durumda kimliklerden bir “eşdeğerlilikler zinciri” oluşuyor, bunlar bir talepler listesi çıkartıyorlar ve işçi sınıfının talepleri de bu listede dile getiriliyor. Bu bir kurnazlık mı, demagoji mi, orası ayrı bir sorundur diyelim. Ancak, Mouffe, safça veya uyanık bir biçimde işçi sınıfını talepleri üzerinden “eşdeğerlilikler zinciri”nin, yani o kimlikler zincirinin bir halkası yapıyor; diğer halkalardan, örneğin feministler, çevreciler, etnik gruplar, İLGTB+’lar gibi, onlarla eşdeğer olan bir halka oluveriyor.
Sınıfların Sonu ve Kimliklerin Yükselişi
Sınıf, Halk, Devrim ve ReformizmYukarıda bahsetmiştik. Laclau ve Mouffe gibilerinin tezlerinin; “yeni” toplum yapılandırma anlayışlarının gerçekleşmesi için işçi sınıfının itici bir tarihsel rolünün olmaması gerekir. Onlar açısından işçi sınıfı toplumsal altüst oluşun öznesi değildir.
Yine yukarıda bahsettiğimiz gibi işçi sınıfının yok sayılmasının farklı yol ve yöntemleri vardır. Örneğin teknolojide gelişmenin üretimde, dolaşımda veya üretim merkezli alanlarda kullanılması sonucunda işçilerin sokağa atılmaları. Yine emperyalist küreselleşme sürecinde gördüğümüz gibi binlerce işçinin çalıştığı büyük işletmelerin parçalanması ve bunun sonucu olarak işçilerin de bölünmesi. Bu durum, genel anlamda sınıfın örgütlenmesini, sendikal mücadelenin zayıflamasını beraberinde getirdiği gibi devletin, sermayenin ve emperyalist küreselleşme sürecinde oldukça yaygınlaşmış olan taşeronculuğun yoğun baskısıyla sınıf mücadelesinin gerilemesine de neden olur.
Mücadelede gerileme, komünist partilerin sınıfla bağının işçileri harekete geçirecek derecede olmaması, sonuçta işçi sınıfının pratik faaliyetteki ve böylece toplum üzerindeki siyasi etkisini zayıflatmıştır. İşçi sınıfının “ölümü” üzerine, “elveda proletarya” üzerine az yazılıp çizilmemiş, teoriler üretilmemiştir. Bu türden teorileri üreten merkezlerden birisi de Post-modernizm ve Post-marksizm’dir. Öyle ki, bu teoriler veya Post-modernizm ve Post-marksizm’in işçi sınıfı üzerine yazıp çizdikleri birçok örgütte Marksizm-Leninizm’den, Marksist-Leninist parti örgütlenmesinden ve nihayetinde işçi sınıfından kaçışın argümanları olmuştur. Bu argümanlar, kapitalist toplumun giderek daha çok, kapsamlı işçileşen bir toplum olduğu biline biline kullanılmıştır. İşçilerin sayısı dünya çapında artmıştır; dün küçük burjuva diye tanımladığımız doktorların, hukukçuların, eğitimcilerin büyük bir kısmı bugün işçi sınıfının saflarında yer almaktalar.
İşçi sınıfının bir taraftan sayısal çoğalması ve kendi içinde katmanlara ayrışması, sonuçta Post-modernizm’i ve Post-marksizm’i inkar edilemeyecek bu gerçeği farklı bir kavramla ifade etmeye zorlamıştır. İşçi sınıfı artık “prekarya” olmuştur.
Prekarya işçi sınıfının sınırlı-kontratlı, yarı zamanlı, proje sözleşmeler ile çalışan kesimini; yani sürekli iş güvencesi ve sürekliliği bulunmayan işlerde çalışan kesimini ifade eder. Gerçekten de neoliberal saldırılardan, ekonomide, çalışma yaşamında düzensizliklerin hakim olmasından dolayı bugün sınıfın bu güvencesizler kesimi oldukça yaygındır. Ama bu ne onları işçi sınıfının parçası olmaktan çıkartır ne de artık işçi sınıfı diye bir sınıf kalmadı argümanına bir neden olur.
Ancak, bu türden argümanların etkisiz kaldığı düşünülmemelidir. Bu argümanlar “sol”da, daha dar anlamda ifade edecek olursak Marksist-Leninist partilerde de etkili olmuştur. Sağ tasfiyeciler Post-modernizm’in, Post-marksizm’in bu türden savlarına dayanarak sınıf politikasını bir kenara atmışlar -hem de hızlıca atmışlar- ve kimlik politikalarına yönelmişlerdir.
Devrimci bir partinin ana taleplerini hitap ettiği sınıfın ana talepleri oluşturur. Şüphesiz, sosyal tabakaların, etnik ve dinsel grupların, başkaca farklı kimliklerin taleplerine/sorunlarına kayıtsız kalmaz. Ancak, devrimci bir parti, diyelim ki Marksist-Leninist bir parti, kendi varoluş nedeni olan işçi sınıfının temel çıkarlarını temel talep yapmıyorsa veya sözde yapıyorsa ve kendi programını ciddiye almıyorsa ve bunun yerine kimliklere hitap ederek bu kimliklerin çıkarlarını esas alıyorsa, toplumun bütününe, en azından toplumun en büyük kesimini oluşturan işçi sınıfı ve emekçi yığınlara hitap etmiyor, bunun yerine toplumun sınırlı bir kesimine hitap ediyor demektir. Bu durum Marksist-Leninist ortamın bir gerçekliğidir.
Daha önceki çok sayıda yazımda Marksist-Leninist ortamın halinden, tasfiyecilikten bahsettim. Tasfiyeciliğin ideolojik, teorik ve örgütsel derinliğini; Marksist-Leninist ortamda Marksizm-Leninizm’e karşı nasıl mücadele edildiğini; Troçki, Troçkizm demeden Troçki ve Troçkizm; Post-marksizm demeden post-marksist düşüncelerin nasıl savunulduğunu ve Marksist-Leninist ortamın, partinin nasıl bir Troçkist, post-marksist şebeke ve legaliteye dönüştürülmeye çalışıldığını anlattım. Bu makalede de diğerlerinden farklı bir şey yapmadım. Bütün bunlar üç koldan tasfiyeciliğin belli bir dengenin, henüz bozulmamış dengenin doğrudan bir sonucu olarak “üç maymun oyunu” ile gerçekleştirilmektedir.
Marksist-Leninist Ortamda “Üç Maymun Oyunu”
Biri diyor ki, görmedim, duymadım, söylemedim, bilmiyorum.
İkincisi diyor ki, görmedim, duymadım, söylemedim, bilmiyorum.
Üçüncüsü diyor ki, görmedim, duymadım, söylemedim, bilmiyorum.
Peki, neyi görmediler, duymadılar, söylemediler veya bilmiyorlar?
Biri (Post-marksist) diyor ki, zinhar, bizde Troçkist ve Troçkizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.
Diğeri (Troçkist) diyor ki, zinhar, bizde Troçkist ve Troçkizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.
Diğeri (“Marksist-Leninist”) diyor ki, Troçkizm mi dedin? Zinhar, bizde Troçkist ve Troçkizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.
Biri (Troçkist) diyor ki, zinhar, bizde post-marksist ve Post-marksizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.
Diğeri (Post-marksist) diyor ki, zinhar, bizde post-marksist ve Post-marksizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum
Diğeri (“Marksist-Leninist”) diyor ki, Post-Marksizm mi dedin? Zinhar, bizde post-marksist ve Post-marksizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.
Biri diyor ki, yaşasın Marksizm-Leninizm. Ama için için yaşasın Troçki, yaşasın Troçkizm, kahrolsun Marksizm-Leninizm demek istiyor. En azından yazılıp çizilenler bunu gösteriyor.
Diğeri diyor ki, yaşasın Marksizm-Leninizm. Ama için için yaşasın Post-marksizm, yaşasın sınıf prangasından kurtulmuş parti, kahrolsun Marksizm-Leninizm demek istiyor. En azından yazılıp çizilenler bunu gösteriyor.
Diğeri (“Marksist-Leninist”) diyor ki, var olmak için dengeyi korumak, devam ettirmek zorundayız, uzlaşı devam etmelidir.
Marksist-Leninist ortamda açıktan ama adı konmada Troçkizm propagandası yapılırken; Marksizm-Leninizm lanetlenirken Troçkisti de, post-marksisti de, “marksist-leninist”i de görmedim, duymadım, bilmiyorum modundan milim sapmıyor!
Marksist-Leninist ortamda açıktan ama adı konmada Post-marksizm propagandası yapılırken; Marksizm-Leninizm lanetlenirken Troçkisti de, post-marksisti de, “marksist-leninist”i de görmedim, duymadım, bilmiyorum modundan milim sapmıyor!
Devam edecek
İşçi Sınıfı Kendi Hikayesini Nasıl Yazacak?