BATI (ABD/AB)-TÜRKİYE ÇATIŞMASI
OYUN JEOPOLİTİKTİR
Önceleri diktatör Erdoğan’ın gidişi ekonomik krize bağlanırdı. Bir kriz patlak verir ve o, krizin altında kalır anlayışı bir biçimde umut olurdu. Olmadı. Krizler patlak verdi, ama Erdoğan gitmedi. Gitmesi için ben ne yapıyorum veya biz ne yapıyoruz sorusu pek sorulmazdı. Kriz, ekonomi ve Batı, diktatöre karşı mücadele eden “özne” olarak görülürdü. Bu sefer şu “10 elçilik” olayı Erdoğan’ın gitmesinden ziyade nasıl gideceği, gittikten sonra ne olacağı sorularını gündeme getirdi. Bu çok olumludur.
Ancak, öyle çevreler var ki, ‘Erdoğan gitsin de ne olursa olsun’ modundan milim sapmamışlar.
Ne olmuştu? 18 Ekim’de O. Kavala’nın tutukluluğunun dördüncü yılı nedeniyle ABD, Fransa, Almanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka, Kanada ve Yeni Zelanda’nın imzaladığı ortak bir açıklama yayımlandı. Açıklama, ABD, Almanya ve Kanada başta olmak üzere bazı ülkelerin Ankara’daki büyükelçiliklerinin sosyal medya hesaplarında da paylaşıldı. Bu açıklamadan dolayı Erdoğan kükredi. Bu ülke elçilerinin “istenmeyen kişi” ilan edilmesi için Dışişleri Bakanlığına talimat verdiğini açıkladı. Ancak, ne olduysa oldu ve Erdoğan bir sonraki açıklamasında bir daha içişlerimize müdahale etmeyecekler türünden bir söylemle 10 elçi defterini kapattı. Ne var ki, ABD ve AB kaynaklı basında Erdoğan’ın U dönüşü yapmasından, tehditten vazgeçerek müttefikleriyle krizi önledi söylemine kadar değerlendirmeler yapıldı. Kısaca Batı basınına göre Erdoğan dize getirilirken Rus basınına göre Erdoğan 10 ülkeyi dize getirmişti. Tabii bu 10 elçi olayının yerli basında da başlıkları ilginçti. “Batı rest” dediden, “On büyük elçi yalnız” değile, “Batı kırmızı ışığı yaktı: Erdoğan için yolun sonu mu?”ya vb. uzanan bir başlıklar diyarı. Bu arada Faşist rejimi her bakımdan destekleyen, rejim ve Erdoğan ile hemhal olmuş Aydınlık çevresi de “Atlantik büyükelçilerine yol göründü Yeni rota” başlıklı yazıda “Atlantik”ten kopuş ve Asya’ya dönüş işlenir. Erdoğancı medya da, beklendiği gibi yapılanı “zafer” olarak kutlar. Hele diktatörün "Benim kitabımda geri adım atmak yok" demesiyle, nasıl bir “restin” çekildiği perçinlenmiş olur. Şimdi sıra 10 ülkeye karşı çekilen bu “rest”in şovenizme, ırkçılığa, yeni bir savaşa, burjuva muhalefeti köşeye sıkıştırmaya tahvil edilmesine gelmiştir. Bu konuda diktatör uzmandır. Ne zaman ve nasıl yapacağını göreceğiz.
Ancak bu arada sorunun esası, Erdoğan gidiyor heyecanı gölgesinde kaldı. Gerçekten de 10 ülkenin bu çıkışı neden yaptıkları üzerine değerlendirmeler baskın değil. “Mal bulmuş mağribi gibi” sevincin, yani Batı'dan medet ummanın, “özne” Batı ile Erdoğan’ın gideceğine inananların yanı sıra sorunu sadece Kavala ile sınırlayan anlayışlar da az değil. Bu, Kavala değil de başka birisi olabileceği gibi Türkiye’nin herhangi başka bir sorunsalı da vesile edilebilirdi. Demek ki, Erdoğan’ı insan hakları alanında vurmak istemişler. Söz konusu açıklamaya imza atan ülkelerin bileşeni de ilginç. Bunların bir kısmı NATO üyesi ve Türkiye’nin dış ticaretinde önemli olan ülkeler. Açık ki, hazırlığı önceden yapılmış, “hele bir başlayalım” türünden bir yoklama. ‘Türkiye’de ortalık siyasi ve ekonomik olarak dumanlı, Erdoğan’ı sıkıştırmanın tam zamanı’ diye düşünmüş olabilirler. Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmakta hem ABD’nin hem de AB’nin çıkarı belirleyici. AKP’nin iktidara gelmesinin yolunu açan AB ve ABD uzun zamandır gitmesini istiyorlar. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonuç alamadılar. Ama Erdoğan’ı devirme işinden de vaz geçmediler. Özellikle ABD. Demokrat Parti’nin başkan adayı Joe Biden, geçtiğimiz Aralık ayında New York Times'a verdiği bir röportajda Türkiye/Erdoğan hakkında şunları söylüyordu:
“Bence ona (Erdoğan'a) çok farklı bir yaklaşım uygulamalıyız. Muhalif liderleri desteklediğimizi açıkça göstermemiz lazım. Parlamento'ya katkı sunmak isteyen Kürt toplumunu entegre etmek için... Bu iş bir süre iyi gidiyordu.
Bir yol haritamızın olduğunu açıkça göstermemiz lazım. Düşündüğümüz şeyle ilgili sesimizi yükseltmemiz lazım, bedel ödemeli. Nasıl çalışacaklarını anlamak için çevresinde F-15 savaş uçağı uçurdukları hava savunma sistemi olduğuna göre ona belli silahları satmaya devam edip etmeyeceğimiz konusunda bedel ödemeli.'
Yani çok endişeliyim. Ama benim yaptığım gibi onlarla doğrudan temasa geçip Erdoğan'ı yenecek duruma gelmeleri için hâlâ var olan Türk liderliği unsurlarından daha fazla verim almalı ve onları güçlendirmeliyiz. Darbe ile değil, seçim süreci ile... Peki biz ne yapıyoruz? Burada oturup boyun eğiyoruz.
Yapacağım en son şey, ona Kürtler konusunda boyun eğmek olurdu. Kesinlikle en son şey. Ve onlara Kürtlerle ilgili olarak birkaç görüşmem oldu. O dönem henüz üzerlerine gitmiyorlardı.
Yani şunu göstermemiz lazım. Türkiye, Rusya’ya bağımlı olmayı istemek zorunda değil. Uzun bir zaman önce o elmadan bir ısırık aldılar. Ama şu ana kadar onlara davrandığımız şekilde davranmaya devam etmeyeceğimizi anlamak zorundalar. Yani çok endişeliyim. Hava üslerimiz ve onlara erişimimize dair de çok endişeliyim. Bence bölgedeki müttefiklerimizle bir araya gelerek, onun bölgedeki faaliyetlerini nasıl izole edeceğimizle ilgilenmek bizim için son derece fazla iş olacak.
Özellikle Doğu Akdeniz'de petrolle ilgili faaliyetleri ve görüşülmesi uzun sürecek olan çok sayıda başka şey... Ama cevabım 'evet, endişeliyim.” ('https://onedio.com/haber/joe-biden-in-erdogan-i-darbeyle-degil-secimle-devirecegim-sozleri-gundemde-914175)
Bu söyleşinde J. Biden Türkiye-ABD ilişkilerinin neden bu hale geldiğini ve bu hale gelişinden kurtulmanın yol ve yöntemini bütün açıklığıyla anlatıyor.
Bu söyleşide;
1) Artık Erdoğan’a karşı farklı yaklaşımımız olmalıdır. Bu yaklaşım da başkan seçilmem durumunda onu, darbeyle değili, seçimle devirmek olacaktır. Bu nedenle muhalefete destek vereceğim.
2) Bir yol haritamız olmalı; yani Erdoğan’a karşı bir stratejimiz olmalı. Ona hangi silahları satıp satmayacağımızı bildirmeliyiz, bu konuda sesimizi yükseltmeliyiz. Ona istediği silahı satmayarak bedel ödetmeliyiz.
3) Kürtler konusunda boyun eğmeyeceğiz. Yani Rojava’da varlığımızı sürdüreceğiz.
4) Türkiye, Rusya ile ilişkilerine son vermelidir; bizim uygun gördüğümüz çerçevede ilişki sürdürmelidir. Şimdiye kadar geliştirdikleri ilişkilerden yararlandılar, ama artık biz de şimdiye kadar davrandığımız şekilde davranmayacağız.
5) Müttefiklerimizle bir araya gelerek Türkiye’nin bölgedeki faaliyetlerini nasıl izole edeceğimizi konuşmalıyız. Örneğin Doğu Akdeniz...
Papatya falına benzeyen (görüşecek mi, görüşmeyecek mi?) Roma görüşmesi ve sürenin 20 dakikadan 70 dakikaya çıkması meselenin ciddiyetini açıklamak isteyenler için çok önemliydi. Görüşmeyebilirdi, ama görüştü (yani görüşmek zorunda kaldı). 20 dakikadan 70 dakikaya çıkan görüşme süresi, sorunun ne denli kapsamlı ve ciddi olduğunun bir işaretidir vs.
Aslında Roma görüşmesi sadece ve sadece karşılıklı bir hatırlatmadan ibaretti. Türkiye taleplerini ve sıkıntılarını sıraladı. ABD de şimdiye kadar söylediğini tekrar etti.
Türkiye ne dedi? Öncelikle uçak dedi: F-35, vermiyorsan ödediğimiz parayı ver veya bu para karşılığında yeni F-16'lar sat ve mevcut uçakların modernizasyonuna imkan sağla.
ABD ne dedi? F-35’ten çıkarttık. F-16 satımı için önce Senatoyu ikna etmelisiniz.
Bu görüşmede yeni olan, üzerinde yeni argümanlarla tartışılan tek konu buydu; savaş uçağı.
Diğer konular şimdiye kadar gündemde olan savların yinelenmesinden ibaretti.
Peki, neydi bunlar?
Kaçıncı defa olacak bilmiyorum ama bir daha tekrar edelim:
1-Güney Kafkasya (Azerbaycan-Ermenistan savaşı) ABD ile Türkiye arasında bir gerginliklik değil, açıktan birer çelişkidir. Türkiye ABD’ye rağmen Rusya ile işbirliği yaparak bu savaşa doğrudan müdahil olmuştur.
2- Suriye/Rojava, İdlib ve Irak/Güney Kürdistan eksenli Ortadoğu’da ABD ile Türkiye arasında bir gerginlikten değil, çıkar bazında bir çelişki yumağından bahsedebiliriz.
3-Doğu Akdeniz’de ABD ile Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.
4-Kıbrıs'da ABD ve Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.
5-Libya’da ABD ve Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.
6-Türkiye’nin Rusya politikasına ABD doğrudan karşıdır.
Bu sefer bunlara ek olarak S-400 ve F-35 veya F-16 sorunlarını da ekleyelim.
Roma “çıkartması”nda diktatör Erdoğan, ABD ile çelişkili ilişkilerin bir görüşmeyle düzeltilemeyeceğini elbette biliyordu. Ama en azından ilişkileri kendi iktidarına tahammül edilir bir seviyede tutmak için taviz vermesi gerektiğini de biliyordu. Ancak bu da olmadı. ABD, hiçbir konuda taviz vermediği; Türkiye’nin taleplerine olumlu yaklaşmadığı gibi, ilişkileri daha da kötüleştirmeden Erdoğan’ın gidişine kadar idare etme niyetinde olduğunu gösterdi. “Mutabakat” tam da bu politikaya hizmet eden bir adımdır. Şimdi Erdoğan’ın da Batı olarak tanımlanan ABD ve AB’nin 2023’te seçimleri kaybedeceğini beklediklerini anlamış olması gerekir. Buna karşın diktatörün de yapacağı fazla bir şey kalmamıştı. O da şimdiye kadar tekrar ettiği savlarını yineledi. Ancak, en acil sorunlardan birisi olarak savaş uçağı meselesini açtı. Aynen S-400 alımında olduğu gibi. Yarın, belli bir zaman sonra muhtemelen Rusya’dan savaş uçağı alımı söz konusu olursa, ABD’ye biz istedik vermediniz demek için.
Tabii, bu görüşmeyi farklı perspektiflerden görenler de az değil. Bu perspektiflerin toplamı Biden’ın Erdoğan’a veya ABD’nin Türkiye’ye “ayar” verdiği; görüşmenin tarihini sürüncemede bırakarak (ne anlama geldiği bilinmeyen) mesajlar verdiği, görüşme süresinin 20 dakika olmasının diktatörün ciddiye alınmadığı vb. türünden değerlendirmelerin ne denli anlamsız olduğu ortadadır. Bu ve benzeri değerlendirme yapanların sorunu, iki ülke arasındaki sorunların ne olduğunun analizinden ziyade Erdoğan düşmanlığının ön plana çıkartılmasıdır. Bu ön plana çıkartma sınıf mücadelesiyle; özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle bağlamı içinde ele alınsa kabul edilebilir. Ancak, sorun burjuva muhalefete, “dış” güçlerin Erdoğan’ı alt edeceğine; yani seçimi kaybettireceğine havale ediliyorsa bunun ciddiye alınan bir tarafı olamaz. Bu türden değerlendirme yapanların hepsi yalancı pehlivanlar; zahmetsiz “başarı” sonrası nemalanacak yer arayanlardır; Bunlar “özne” benim dışımda olanlardır; “özne” burjuva muhalefettir, “özne” ABD’dir, AB’dir diyenler veya bunu ima edenlerdir. Öyle yağma yok. Erdoğan’ı yıkmak demek, faşizmi yıkmak demektir. Erdoğan’ı değiştirmek demek faşizmin başka bir atla yola devamı demektir! Bu fark bilinmelidir.
Kim kime nasıl “ayar” verdi, orası bu görüşme sonuçlarında pek okunabilir değil. Görüşme sonuçlarında ortaya çıkan gerçeklik, yukarıda da belirttiğim gibi tarafların şimdiye kadar ısrarla savundukları anlayışlarından taviz vermemiş olmalarıdır.
Oyun jeopolitiktir:
Biden ile Erdoğan’ın Roma görüşmesi Türkiye ile ABD arasındaki jeopolitik kavganın en son sahnesiydi.
ABD tarafından Türkiye’ye söylenen şu: Eski Türkiye ol. Sana söyleneni yap. Esas olan Amerikan çıkarlarıdır. Bu nedenle NATO’nun sana verdiği görevleri yerine getir. Peki, NATO Türkiye’ye hangi görevleri vermişti. Dün olduğu gibi bugün de Rusya’nın çevrelenmesine coğrafi konum itibariyle katılmak. Ancak, günümüz dünyası ne o dünya ve günümüz Türkiye’si de ne eski Türkiye. İki süper güçlü dünya jeopolitikası üzerinde yükselen dünya artık yok. Şimdi çok rekabet merkezli bir dünya var. İşte bu dünyada Türkiye-ABD/NATO arasındaki statükoyu zorlayan, bozan taraf Türkiye olmuştur; ABD’nin, dolayısıyla NATO’nun ve aynı zamanda AB’nin çıkarlarına aykırı hareket eden taraf olmuştur. Bunu birçok alanda görmekteyiz: Suriye’de Amerikan çıkarlarına ters düşmüştür. Doğu Akdeniz’de ABD ve AB çıkarlarına ters düşmüştür. Keza Libya’da da ABD ve AB çıkarlarını hiçe saymıştır. Güney Kafkasya’da da ABD ve AB çıkarlarına göre hareket etmemiştir. Rusya ile ilişkilerini kapsamlaştırmış ve derinleştirmiştir. S-400 alımının yanı sıra stratejik ilişkilere yol açabilecek olan Akkuyu Nükleer Güç Santrali yapımına girişmiştir. Bütün bunların yanı sıra, Güney Kafkasya’da ve Rojava’da Rusya ile işbirliği içinde hareket etmiştir vs. Bunların hepsi Amerikan çıkarlarına ters düşen adımlardır. ABD, kendi çıkarlarını düşünen ve ona göre hareket eden bir Türkiye değil, Amerikan/NATO çıkarlarını düşünen ve ona göre hareket eden bir Türkiye istemektedir. Gerçek durum bu. İstediğiniz kadar Türkiye’nin şöyle sömürge, böyle sömürge, Türk burjuvazisi emperyalizmin uşağıdır diyebilirsiniz. Ama Türkiye-ABD arasındaki çelişkilerin nedenini açıklamış olamazsınız.
Şimdi, jeopolitik ağırlık merkezini Çin’e karşı Pasifik’e kaydıran Amerikan emperyalizmi, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’dan bir kısım gücünü çekmekle karşı karşıya kalmıştır. Çıkacağı alanları, kontrolü kendinde olmak koşuluyla sadık uşaklarına teslim etmek zorundadır. Bu çerçevede Türkiye’ye verilen görev de bellidir: Suriye’yi bırak, Libya’yı bırak, Doğu Akdeniz’i bırak, Kıbrıs’da iki devletli yapıdan bahsetme, Rusya ile ilişkilerini sınırlandır. Yunanistan’ı askeri üsse çevirmeme ses çıkartma. Doğu Avrupa-Karadeniz-Kafkasya hattını tut, Rusya’yı bu hatta durdur! Bu durumda ne oluyor? Baltık ülkelerinden Ukrayna'ya, oradan Karadeniz üzerinden Kafkasya’ya uzanan hattı Rusya’ya karşı savunmak NATO adına daha ziyade Türkiye’nin görevi olacak. Bu hatta esas sorumlu ülkenin, yani Amerikan emperyalizminin vekili olacak ülkenin adı henüz zikredilmese de bunun İngiltere olacağı büyük ihtimal.
Amerikan emperyalizmi Akdeniz’i Fransa’ya emanet etme niyetinde. Ancak, Akdeniz’in, hele hele bu denizin doğu kısmının, ek olarak Libya'nın kontrolü için Fransa cüce kalır; bunun için birkaç Fransa gerekir.
Ortadoğu’nun ne olacağı da henüz belli değil.
Her halükarda Türkiye üzerine Batı cephesinin görüşünde bir değişme yok. Erdoğan’la olmayacağını anladıkları için seçimleri bekleyecekler. Sadece beklemeyecekler, açıkça söyledikleri gibi, muhalefetin kazanması için ellerinden geleni yapacaklar.
Ancak, bu madalyonun bir de diğer yüzü var. O da Türkiye-Rusya ilişkileridir. Türkiye-ABD ilişkileri kadar olmasa da Türkiye-Rusya ilişkileri de sorunludur/çatışmalıdır. Nihayetinde bu ilişkiler de, tıpkı ABD-Türkiye ilişkileri gibi farklı jeopolitik çıkarları yansıtan ilişkilerdir. Bu çatışmalı ilişkilerde ABD, ‘ya benimlesin ya da karşı taraftansın’ deme; böyle tehdit etme lüksüne sahipken Rusya, bir konuda Türkiye ile anlaşırken, başka bir konuda anlaşamadan/çelişki içinde ilişkisini sürdürebilmektedir. Bu durumda ABD, Türkiye’yi sopa ile Rusya’da havuç ile terbiye etmeye çalışıyor. Ancak, şimdiye kadar her iki taraf da bundan bir sonuç alamadılar.
ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrini mutlaka Rusya da takip etmektedir. Salında takip etmesine de pek gerek yok. Biden görüşmesinden önce diktatör Putin ile görüştü. Muhtemelen görüşme sonuçlarını da aktarmıştır.
Rusya, kendi emperyalist, jeopolitik çıkarları bakımından Türkiye’nin stratejik değerini şu veya bu bölgedeki, örneğin Suriye’deki bir taviz için teraziye koymaz, tartmaz. Ama baskılar, az verip çok almak ister. Rusya aynı zamanda Erdoğan'ın seçimle gitmesini de istemez. Dahası mevcut burjuva muhalefetin iktidara gelmesini asla istemez. Bunların doğrudan ABD yanında, NATO yanında yer alacağını, AKP/Erdoğan öncesi duruma dönüleceğini; en azından mevcut Türkiye-Rusya ilişkilerini gerileteceğini; Türkiye’nin bölgede Rusya’nın hareket alanını sınırlandırmak için doğrudan NATO çıkarlarına göre hareket edeceğini biliyor. Bu nedenle Rusya, Erdoğan’ın (seçim sonuçlarına razı olup olmayacağından bağımsız olarak) seçimle gitmesinden veya götürülmesinden yana olamaz. Yani Rusya Erdoğan’ın devrilmesini istemez. Bu nedenle Erdoğan iktidarda kalmalıdır. Ama güçlü bir Erdoğan yerine zayıf bir Erdoğan; en azından ABD ile çelişkili durumu devam ettirecek derecede güçlü bir Erdoğan Rusya’nın tercihidir.
Sonuç itibariyle Türkiye her iki ülke arasında gidip gelmeye devam edecektir. Yakın gelecekte bu iki ülkeye Çin de katılacaktır. O zaman, şimdi iki bilinmeyenli denklem, üç bilinmeyenli denkleme dönüşecektir.