“EKONOMİNİN KİTABINI YAZDIK” DİYENE BAK!
Bir krizdir tutturuldu gidiyor. Her yerde her şey kriz; yazılı, görsel, sözel basın; gazeteler, Tv’ler, radyolar, toplu ulaşım araçları, evler; velhasıl 84-85 milyon krizle yatıp krizle kalkıyor. Ekonominin halinin konuşulmasından doğal bir şey yok aslında. Nihayetinde TL’nin başına gelenler işçi sınıfı ve emekçileri, ezilenleri doğrudan ilgilendirmektedir. Para neredeyse pul olmuş, enflasyon başını almış gidiyor, arkasından diktatör Erdoğan bile yetişemiyor. Yetişememek bir kenara, “herkese” söz geçiren diktatör bir enflasyona söz geçiremiyor.
Diktatör demişken... Diktatör “ekonomist” veya “ekonomist” diktatör, her neyse, “ekonominin kitabını yazdık” diyor. Sabahlara kadar Saray’ın ışıklarının neden sönmediği anlaşıldı. Gece yarısı imzalarından sonra ekonomi üzerine kitap yazmış. Dünya bu kitapta yazılanı anlamamış olabilir ama yaşayanlar biz olduğumuz halde biz de anlamamışız.
Diktatör ekonomi sorununa sınıfsal perspektiften bakıyor. Marks da veya Marksist-Leninist politik ekonomi de ekonomiye sınıfsal perspektiften bakmak gerekir, diyor. Bu bağlamda diktatör doğru düşünmüş. Peki, soruna hangi sınıf açısından bakıyor diye sorarsak, diktatör bu soruya da doğru cevap veriyor. Soruna sermayenin, kapitalistlerin çıkarı açısından bakıyor. Onun “siyasal” fıtratında tekelci sermayenin çıkarları için politika yapmak ve ekonomi üzerine kitap yazmak var.
Başta burjuva muhalefet olmak üzere iç ve dış burjuva basın, ekonomiyle ilgili kuruluşlar, ‘Erdoğan, yapılması gerekenin tam tersini yapıyor, yapılanlara şaşıp kalıyoruz; yapılanları hiçbir ekonomi doktrinine sığdıramıyoruz’ diye umutsuzluklarını dile getiriyorlar. Bu umutsuzlar yığını diktatörün tek başına, bizzat doktrin olduğunu anlamamışlar; umutsuzlar tarafından anlaşılacak birisi olsaydı zaten diktatör olamazdı!
Hiç kimse diktatörü anlamıyor, daha doğrusu onu anlaması gerekenler onu anlayacak kapasitede değiller. ‘Konuşmamdan bir şey anlamadınız, bari düşüncelerimi yazılı hale getireyim, belki anlarsınız’ diye düşünmüş olacak ki gece gündüz demeden çalışıp işin kitabını yazmış. Üstelik hiç anlamayan kalmasın diye, “adam” bir de bunu çivi yazısıyla yazmış. Gel gör ki yine de onu anlayan olmadı. Aslında, yalnız kalmış, sadece memleketteki 84-85 milyonluk baldırı çıplağın değil, bütün dünya baldırı çıplaklarının yükünü omuzlamış olan o “ensar”, diktatör “ekonomist” veya “ekonomist” diktatör çok basit bir hesaptan bahsediyor.
1)“Çin'deki salgın dünyayı üretim konusunda alternatif aramaya itmiştir. Ayrıca finans alanında gelişmeler de ülkemize avantaj sağlayacaktır.’’
Çin’in yerini almalıyız. Bir zamanlar ucuz işgücü cenneti olan Çin’e yapılan devasa yatırımlar şimdi Türkiye’ye yönelmelidir. Türkiye dünya fabrikası, üretim merkezi olmalıdır. Salgın, uluslararası sermayenin arayışa girmesine neden olmuştur: Üretimde, hammadde temininde ve tedarik zincirinde kopukluklar, gecikmeler vb. yeni üretim ağı merkezleri oluşturma düşüncesini güçlendirmiştir. Türkiye Avrupa sınırındadır. O halde bu fırsattan yararlanmalıyız. Üstelik bir de Çin, ABD’nin yeni baş düşmanı olmuşken ve ABD tarafından denizden ablukaya alınmışken, Çin’in bu ek zorluklarından yararlanmamak olmaz, diyor diktatör kitabında.
2) Esas tüketim merkezlerine yakın yerlerde (örneğin Türkiye’de) üretim merkezilerinden birisi olabilmek istiyorsak sanayimiz rekabetçi bir güce sahip olmalıdır, diyor bu “ensar”. Diktatör kitabında "Firmalarımız, salgın döneminde kaliteli ürünleriyle, rekabetçi fiyatlarıyla, hepsinden önemlisi güvenilirlikleriyle öne çıktı. Bu arayışlarda; sanayisi, üretim kapasitesi, rekabetçi fiyatları, nitelikli işgücü, coğrafi konumu, güçlü sağlık ve ulaşım altyapısı ile Türkiye, en gözde ülkelerden biri haline geldi” diye yazıyor “ekonominin kitabını yazdık” diyen.
3)Napolyon “para, para, para” demişti. Diktatör bunu kitabında ihracat, ihracat, ihracat olarak değiştirdi ve Türk ekonomisi tarihinde görülmemiş rekorlar kırdı.
“Özellikle ihracat odaklı çalışan şirketler, müşteri ve ürün yelpazesini genişlettiler.’’
“Üretim, yatırım, istihdam hedeflerimizle birlikte ihracat potansiyelimiz de hedeflerimize ulaşmada önemli bir yere sahiptir...’’
4) Çin gibi “tedarikçi ülke” olmalıyız. Diktatör, Türkiye’nin “vazgeçilemez” jeopolitik konumuna bir de “vazgeçilemez ülke”, “tedarikçi ülke” konumu eklemek istiyor. Bunu da kitabında yazmış.
5) Çin gibi “tedarikçi ülke” olabilmek için işçi ücretlerinin mümkün olduğunca, artan oranda artı değer bırakacak derecede, yani en aşağıya çekilmesi gerekir, bir zamanlar Çin’de olduğu gibi. Böylece işçi sınıfı ve aynı zamanda ek olarak göçmen kitlesi, adeta sınırsız biçimde ulusal ve uluslararası tekellerin sömürüsüne teslim edilmiş olur. Bu da “ekonomist” diktatörün kitabında yer alıyor.
Peki, bunun için ne yapılması gerekir? “Ekonomist” Erdoğan kitabında bunu açık seçik yazıyor:
1) İhracatı teşvik etmek, bolca ve sürekli ihracat yapmak için yol ve yöntemler arayacaksın. Bunu da yazıyor kitabında “ekonomist” diktatör.
TL’yi değersizleştireceksin. TL değersizleştikçe kur yükselecek veya tersi. Yani, en azından belli bir dönem kurun yüksek tutulması veya biraz gevşetilip yeniden yükseltilmesi ihracatçı ülke olma stratejisinin bir parçasıdır. Mevcut koşullarda kurun yükselmesi ihracatın da artması demektir.
2) İşgücü bol, sürekli ve neredeyse bedava olmalıdır; kelepir fiyattan satın alınmalıdır. İşgücünü en ucuza elde etmek için işçi sınıfı örgütsüzleştirilmelidir (sendikasızlaştırılmalıdır), mevcut sendikalar, konfederasyonlar da hükümet politikasına sıkı sıkıya bağlanmalıdır; “yerli” işçiler arasında ve “yerli”-”yabancı” işçiler arasında rekabet körüklenmelidir; ücreti daha da düşürmek için “yabancı” işçiler işe alınmalıdır.
Ülkede genel ücret seviyesi düşürülmelidir. Ücret nominal olarak artsa da reel olarak mutlaka düşmelidir. Bunun için de enflasyon canavarı kullanılmalıdır.
Diktatör kitabında başka şeyler de yazıyor: Türk ekonomisi ithal etmeden üretemez, dolayısıyla ihraç edemez. Kurlar artınca ithalat da pahalıya mal olacaktır. Pahalı ithalata rağmen kar elde etmenin yolu üretim maliyetini düşürmekten geçer. Bu da şimdilik ücretlerin en düşük seviyede tutulmasıyla mümkün olur. Sınıf mücadelesinin zayıf olduğu günümüz koşullarında işçiyi korkutarak, baskı altına alarak ücretleri düşürmek Erdoğan gibi bir faşistin, pardon “ensar”ın veya “ensar-faşistin pek zorlanmadan yapabileceği bir iştir.
Aslında ithalat girdisini azaltmak için diğer veya esas yol, üretmek için ithal edilen ara, yarı malların yerli üretimini sağlamaktır. Kendin üretirsen ithal etmezsin. Bu da Türk sanayinde teşvik edilmektedir.
Ne pahasına?
TL’yi pula çevirme pahasına!
Enflasyonu körükleme pahasına!
Açlık ve sefaletin önlenemez artışı-yaygınlaşması pahasına!
Halkın önemli bir kısmının borçlanarak yaşam sürdürmesi pahasına!
İşçi sınıfı ve emekçi yığınların hızla mutlak ve görece yoksullaşması pahasına!
Bu “ekonomist”in yazdığı kitabın ana konusu şudur: Sermaye az elde birikmelidir ve bu nedenle de toplumun en geniş kesimi yoksullaşmalıdır; bir kutupta zenginlik, diğerinde yoksulluk!
Kitabında bunun yol ve yöntemlerini açık seçik yazıyor. “Yazar”ın bu konudaki o “derin” düşüncelerini neden anlamadığımızı şahsen ben de anlamadım. Belki de ekonomik krizden başka bir şey düşünecek durumda olmadığımız için anlamadık.
*
Yeri gelmişken işçi sınıfının yoksullaşmasının ne anlama geldiğini de belirtelim:
Kapitalizmde toplumsal-maddi zenginliğin temel üreticisi işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı bir taraftan toplumsal zenginliği üretirken diğer taraftan da mutlak yoksullaşmasının nedenlerini üretir.
"Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye bu burjuva sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük ölür. Sermayenin genişleme gücü ile, emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bundan dolayı yedek sanayi ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfus kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayetinde, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır." (Marks, Kapital, C. I, s. 661)
Marks şunu söylüyor: Sermayenin-zenginliğin birikimi ile birlikte; a) sanayi yedek ordusu büyüyor; b) proletaryanın yoksulluğu/sefaleti artıyor; c) kapitalistin/tekellerin işçiler üzerindeki zorbalığı artıyor.
Demek oluyor ki, işçinin aldığı ücret ne olursa olsun, kapitalizmde bu sınıfın durumu mutlak olarak kötüleşmektedir.
Kapitalizmde işçi sınıfının sermayeye bağımlılığı mutlaktır ve onun yoksullaşması da mutlaktır.
"...Bütün artı değer üretim yöntemleri, aynı zamanda, birikim yöntemleridir ve birikimdeki her gelişme bu yöntemlerin gelişmesi için bir araç haline gelir. Bundan da şu sonuç çıkar ki, sermaye birikimi oranında, aldığı ücret, ister yüksek ister düşük olsun, işçinin yazgısı daha da beter olacaktır. Nihayetinde, görece artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan yasa, işçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Promet-heus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Bu yüzden, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta, yani kendi üretimini sermaye olarak üreten sınıf tarafından sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, ahlaki yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur." (Agk. s. 662/663)
Marks burada -diğer şeylerin yanı sıra- mutlak yoksullaşmanın biçimlerini de sıralıyor: Sefalet-yoksulluk; çalışma yorgunluğu-bezginliği; kölecilik; bilgisizlik-cehalet; zalimlik; ahlaki yozlaşma.
"Proletaryanın görece yoksullaşması, burjuva toplumda işçi sınıfının ulusal gelirin toplam miktarındaki payı sürekli azalırken, sömürücü sınıfların payının sürekli artmasıdır." (Politik Ekonomi Ders Kitabı, Berlin 1955,8.166/167)
Başka türlü ifade edersek; görece yoksullaşma teorisine göre, kapitalistlerin durumuna oranla işçi sınıfının durumu giderek kötüleşir ve kapitalistler giderek daha çok zenginleşirlerken, işçiler giderek daha da fakirleşirler. Kapitalist toplumda bir taraftan zenginlik giderek artarken, diğer taraftan işçilerin durumu giderek mutlak kötüleşir. Kapitalizmde işçilerin durumunun görece olarak kötüleşmesi doğaldır; sermaye birikiminin bir sonucudur. Sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu sömürüdür; işçilerin sömürüsüdür. Ve kapitalist üretimde, kapitalizm koşullarında bir tarafta yoksulluk birikmeksizin, diğer tarafta zenginlik birikmez. Kapitalizmde bir tarafta zenginliğin birikebilmesi için, yoksulluğun ve sefaletin üretilebilmesi gerekir. Veya kapitalizmde bir tarafta üretilen yoksulluk, diğer taraftan biriktirilen zenginlik demektir. "Öyleyse, bir kutupta zenginliğin birikimi aynı zamanda karşı kutupta yoksulluğun... birikimidir." (Marks)
Proletaryanın mutlak yoksullaşması, birikimin de, zenginliğin de giderek düştüğü veya değişmeden kaldığı bir toplumda gerçekleşmez; kapsamı, hacmi ne olursa olsun, birikimin kendisi zenginliğin artışının doğrudan ifadesidir. Öyleyse mutlak yoksullaşma, zenginliğin, birikimin giderek arttığı bir toplumda gerçekleşiyor. Bu, aynı zamanda bir kutupta mutlak zenginleşmenin, diğer kutupta mutlak yoksullaşmanın doğrudan ifadesidir. Bunun, görece yoksullaşma teorisi açısından anlamı nedir?
Bir kutupta mutlak zenginleşmenin ve karşı kutupta da mutlak yoksullaşmanın mantıksal bir sonucu, aynı zamanda bir kutupta görece zenginlik, karşı kutupta da görece yoksulluk demektir. Yani kapitalist sınıf sadece mutlak olarak daha da zenginleşmiyor ve işçi sınıfı da sadece mutlak olarak yoksullaşmıyor. Aynı zamanda kapitalist sınıf, işçi sınıfına nispeten görece olarak daha da zenginleşirken, işçi sınıfı da, kapitalist sınıfa oranla görece olarak daha da fakirleşiyor.
Demek oluyor ki, proletaryanın görece yoksullaşma teorisi sermaye birikiminden kaynaklanıyor ve proletaryanın mutlak yoksullaşma teorisinin mantıksal bir sonucudur (1)
Salgın döneminde işçileri ölümle kucak kucağa çalışmaya, üretmeye zorlayan, evet mahkum eden diktatör değil miydi? Salgının sonlanması durumunda işçi sınıfı açısından koşullar daha da ağırlaşacaktır. Diktatör, salgından kaynaklı eline geçen fırsatı (bu bir rekabet üstünlüğüdür) kaçırmak istemiyor. Bu nedenle diğer ülkeler de bir biçimde düzlüğe çıkmadan önce mümkün olduğunca fazlasını elde etmeye çalışıyor.
*
2018’de son fazla üretim krizinin patlak verdiği dönemde ne demişti diktatör?
“Bizde kriz mriz yok”. O zaman kriz vardı. Ama krizin yanından “mriz”in önemi yoktu. Kriz “mriz”i kapsıyordu. Yani “mriz”in olmadığı kriz olmaz. Ama her “mriz” de mutlaka kriz değildir.
Diğer bir ifadeyle: Şimdi kriz yok, ama “mriz” var.
Gerçekten de nasıl bir krizden bahsediyoruz?
Banka krizi mi var? Halkımız bankaların kapısına mı dayandı?
Kredi krizi mi var? Özel sektör ve devlet dış alemde kredi mi alamıyorlar?
Döviz krizi mi var? Devlet ve sermaye döviz mi bulamıyor?
Borçlanma krizi mi var? Devlet ve sermaye borcunu mu ödeyemiyor?
Sanayinin çarkları durdu mu? Fabrikalar kapanıyor, iflas ediyor, işçiler sokağa mı atılıyorlar?
Ekonomide kriz demek, fazla üretim krizi demektir. Bu kriz de maddi değerlerin üretimi sürecinde, yani sanayi üretiminde patlak verir.
Uluslararası ekonomi kuruluşları arka arkaya Türkiye ekonomisinde büyüme oranlarını yukarıya doğru düzeltiyorlar.
2021 yılı itibariyle ekonomi yüzde 9-10 oranında büyüyecek diye diktatör böbürlenip duruyor.
İhracat, şimdiye kadar görülmediği boyutta artmış.
İmalat sanayinde kapasite kullanım oranları neredeyse yüzde 80’e dayanmış.
Siz hangi krizden bahsediyorsunuz?
Burjuva muhalefet krizle yatıp kalkıyor. Halkımız kriz diyor. Eh halkımız kriz dediğine göre “sol” da krizden bahsediyor. Sadece üreten sermaye, dış ekonomi dünyası krizden bahsetmiyor, sadece “mriz”den; yani ekonominin sorunlarından bahsediyor.
Yok, bizde durum hiç de öyle değil:
Dolar fırladı mı? Mutlaka kriz!
İşçiler işten atıldı mı? Mutlaka kriz!
Yoksulluk mu artı? Mutlaka kriz!
Borçlanma mı? Mutlaka kriz!
Tüketici güven endeksi düştü mü? Mutlaka kriz!
“Mutlaka kriz” listesini uzatabilirsiniz.
Aslında ekonomi krizde demek için “zır deli” olmak gerekir. Ama kriz çığırtkanlığı öyle bir hal almış ki, ekonomi krizde değil, yoksulluk diz boyunu aşmış, yoksulluğun yasalarıyla krizin yasaları birbirine karıştırılmamalı demek “zır deli” işi olmuş. Memlekette bu kriz çığırtkanlığı karşısında duran böylesi 2, 2,5 “zır deli” var. Bu garibanlar da kriz mi var, “mriz” mi var hengamesinde kaybolmuş durumdalar.
Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz: “Ekonomist” Erdoğan anlamayanlar için çivi yazısıyla ekonominin kitabını yazmış. Daha da anlamazlarsa ‘hiyeroglif’ yazısıyla yazacağını söylüyor kitabının ikinci baskısını. Tabii orada da sorun çıkmayacak değil. Yazarken çeşitli figürler, şekiller, resimler kullanacak diktatör; misal, kuş resmi koyacak ‘ekonomiyi kuş gibi uçurduk’ anlamında; bizimkiler kuş resmini görünce ‘memleket kaz gibi yolunmuş, ekonominin kolu kanadı kırılmış’ anlayacaklar. Neyse, derdini anlatmak onun sorunu, biz kitabında başka neler var bir bakalım: Onun kitabında demokrasi, adalet, eşitlik adına hiçbir şey yok. Onun kitabı daha çok sömürü, daha çok baskı, daha çok talan, daha çok katliam, daha çok sömürge, daha çok emperyalist politika, daha çok savaş, daha çok silahlanma ve silah üretimi ile doludur. Onun kitabı, programı savaştır, işgaldir.
Bu “ekonomist”in, “Biz ekonominin kitabını yazdık” diyenin ne yaptığını ‘bilmediğini’ sanıyorsanız fena halde yanılmış olursunuz!
*
“Propaganda Nasıl Yapılmaz veya da Nasıl Yapılmamalı” yazısından bir bölüm:
Propaganda ve ajitasyon konusunda “sol”un (yelpazeyi geniş tutmak için “sol” diyorum) bir dizi eksikliklerinin olduğu tartışma götürmez. Bu eksiklikler içinde öne çıkan, birbirine bağlı olan iki konudur. Bunlardan birisi propaganda ve ajitasyonda yöntem sorunu, diğeri de gerçeklik ile gerçek olması istenilenin birbirine karıştırılmasıdır. Bu iki eksikliğe bir de “kime hitap ediyoruz” konusunda kafa karışıklığı eklenince ortaya çok vahim bir durum çıkıyor. Sonuçta, burjuva medyanın etkisinde kalınmış gibi hareket ediliyor ve gerçek durumla bağdaşmayan değerlendirmeler yapılabiliyor; olmasını istediğimizi sanki gerçekmiş, sanki olmuş gibi yazabiliyoruz. Bu değerlendirmeleri insanların okumasını ve bize inanmasını istiyoruz.
Ayrıntı analizinde “sol”un bayağı bir gelişmişlik durumu var. Öyle ki, ayrıntı analizini diktatör Erdoğan'ı devirmeye kadar götürebiliyoruz. Komplo teorisine bulanmış anlayışlara bel bağlayacak duruma gelinmiş. Tam da bu noktada kendiliğindenciliğin önü alınamaz bir duruma geldiğini görüyoruz. Erdoğan yıkılıyor, ama kim yıkıyor, bu yıkma eyleminde bizim yerimiz ne soruları hep açıkta kalıyor.
Yedi düvelde ve memlekette ne kadar umutsuzluk aşılayan, doğrudan umutsuzluğu ifade eden; 'istiyoruz ama elimizden bir şey gelmiyoru' dillendiren mantıklı olmaktan yoksun düşünce ve komplo teorisi varsa sanki hepsi bir araya gelmiş, elele vermiş ve koro halinde olmadık harikalar yaratıyorlar. Açık söyleyeyim; “Proletaryanın gerçeğe ihtiyacı olduğunu” unutuyorlar, “iyi görünen, terbiyeli, dar görüşlü yalan” (Lenin) söylemekten, yazmaktan çekinmiyorlar. “Gerçekler yerine” kendi “fantezi”lerini (Engels) koyuyorlar. Şimdi bu harika değerlendirmeleri, “terbiyeli yalanları”, “fantezileri” burada bir örnekle gösterelim.
Ekonomik durum analizi ve çıkartılan/çıkartılmayan sonuçlar:
“Evlere şenlik” bir durum. Ekonomi göstergelerinde olumsuza doğru bir kıpırdanma görmek ve hemen kriz patlak verdi demek için -herhalde herkesten önce demek için- birtakım ekonomi üstadı insan adeta 24 saat nöbet tutuyor. Ekonomiyi krizden hiç çıkartmayanlardan bahsetmiyorum. Onların bu konuda iflah olacak bir halleri zaten yok. Ama geçen Kasım-Aralık döneminde ekonomi üzerine yazılanları; yapılan değerlendirmeleri bir hatırlayalım. Hemen kriz patlattılar. Ne oldu? 2016 yılı itibariyle Türk ekonomisi sanayi üretimi bazından yüzde 1,9 ve GSYİH bazında da 2,9 oranında büyüdü. Krizin patlatıldığı 2016'nın son çeyreğin de ise ekonomi GSYİH bazında yüzde 3,5 ve sanayi üretimi bazında da 4,1 oranında büyüyor. Ekonomi hem büyümüş ve büyüyor hem de kriz içinde! Bu işin nasıl olduğunu bir açıklar mısınız?
Maddi değerlerin üretimi dışında ekonomik krizin bir ölçeği var mı? Marks yok diyor, Engels yok diyor, Lenin yok diyor, Stalin yok diyor, Marksist-Leninist politik ekonomi yok diyor! Hatta aklı başında bir burjuva ekonomist bile yok der. Ama memlekette ekonomiden bihaber ekonomistler borsalardaki, döviz kurlarındaki hareketlenmeyi, sanayi üretimindeki bir düşüşü ekonomik krizi patlatmak için yeterli görürler. “Mriz”leri kriz sayarlar.
Propaganda adına nelerin yapıldığına bir örnek daha verelim. Türkiye'de kapitalizmi teşhir etmek için bolca kullanılan iki argüman var: İnşat sektörü, bolca yol yapılıyor vs. İkincisi de üretmiyor ki ve buna bağlı olarak da bazen artı değeri yüksek olan ürün üretilmiyor. Tamam, bolca yol, köprü yapılıyor, “yandaş” inşat firmaları ihya ediliyor. Artı değeri yüksek olmayan ürünler üretiliyor. Bunlar doğru. Peki, Türkiye'de kapitalizmi teşhir etmek için üretmiyor diyebilir miyiz? İhracatının yüzde 90-95'i sanayi ürünlerinden oluşan bir ülke ürün satmıyor da ne satıyor? Bu iddia ile yapılan propaganda değildir, düpedüz bir “algı operasyonu”dur. Kapitalizmi teşhir adına düpedüz “terbiyeli yalan” söyleniyor.
Peki neden bolca yol ve köprü yapılıyor? İş olsun diye mi, yoksa “yandaş” firmaları ihya etmek için mi? Bir propagandacı bu konuda şunu düşünmelidir. Demek ki, Türkiye'de kapitalizm için mevcut kara, deniz ve hava ulaşımı yeterli değildir. Bu nedenle kapitalizmin gereksinimlerini (insan ve meta dolaşımı) karşılayabilmek için bu dolaşıma tekabül eden ulaşım ve komünikasyon ağları kurmak gerekmektedir. Bunların ne pahasına yapıldığına cevap aramak bir ekonomistin, propagandacının görevi olmalıdır. Ama bu konular ele alınması gerektiği biçimde ele alınırlarsa bu sefer de Türkiye'de kapitalizmin bayağı gelişmiş olduğu, bayağı “yerli” bir sermayenin olduğu ve bu sermayenin rekabet gücünün olduğu gerçeği ortaya çıkmış ve kabul edilmiş olunur. İşte tam da bu gerçeği kabul etmemek için, yol-köprü “fantezi”leri geliştiriliyor. Bu konuda nesnel gerçekliği anlatması gereken propagandacı, ekonomist, nesnel gerçeklikten korkuyor! Neden korkuyor? Düşmanı küçümseme adına alışılagelmiş küçümsemenin gerçeği yansıtmadığını görmek istemiyor. Evet, evet, yıkmak istediği “yerli malı” kapitalizmin varlığından korkuyor. Çarpık emperyalizm-bağımlı ülke sendromundan kurtulamıyor. Bu, “sol”da bir hastalık halini almış.
Günümüz Türkiye'sinde 40-50 ene öncesinin kapitalizmini, neden olduğu ilişkilerini eleştirmekle bir yere varılmaz; öyle bir kapitalizm yok. Türkiye'de kapitalizm, mevcut gelişmişlik seviyesinde ele alınarak eleştirilebilir. Bu yapılmadığı için de, istenmeyerek de olsa sermayeye akıl hocalığı yapılmaktadır. Yol-köprü hikayesi akıl hocalığı hikayesidir. Hiç merak etmeyin; sermayenin ihtiyacı varsa, yol da, köprü de yapar. Önemli olan bunu neden ve nasıl yaptığını açıklamaktır. Propaganda budur.
Diğer taraftan, “yandaş” firmaların ihya edilmesi, dönen rüşvet, hırsızlık vb. de bu işler nasıl yapılıyor sorusunun bir cevabı olur.
...Ekonomi konusunda yorum, politik konularda farklı olarak, doğrudan somut verilere bağlıdır veya da somut veriler olmaksızın ekonominin seyri üzerine pek yorum yapılamaz...
Ekonomide kriz patlak verdi anlayışı tek başına kullanılsa anlarım, yanlış bir değerlendirme yapılmış derim. Ama beklenti başka. Batı'lı emperyalist ülkelerin, uluslararası sermayenin kıskacı altında krize giren ekonomi, sonuçta Erdoğan'ın gitmesini de beraberinde getirecektir. Esas umut bu. Erdoğan'ın gitmesi için ekonomik krize umut bağlanıyor. “Zafer” elde etmenin en kolay yolu bu olsa gerek!” (2)
Açıklama/kaynak:
1) Yoksullaşma üzerine kısa not için bkz.:İşçi Sınıfının Yoksullaşması Teorisi; http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/1999/05/isci-sinifinin-yoksullasmasi-teorisi.html
2)Bkz.:Propaganda Nasıl Yapılmaz Veya Da Nasıl Yapılmamalı;
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2017/04/propaganda-nasil-yapilmaz-veya-da-nasil.html