8 MAYIS 1945 SOSYALİZMİN ZAFERİDİR
Aradan 77 sene geçti. 60 milyondan fazla insanın ölümüne neden olan bu savaş Almanya’nın teslim olmasıyla sonlandı.
7 Mayıs'ta Alman Reich temsilcileri, Reims'deki ABD karargahında teslimiyet belgesini imzaladılar. İki gün sonra, aynı belgeyi bu sefer Berlin-Karlshorst'taki Kızıl Ordu komutanlığı önünde imzaladılar. O günden bugüne dünyanın birçok ülkesinde 8 veya 9 Mayıs, “Zafer Bayramı”, “Kurtuluş Günü” olarak kutlanır. Ancak, silahlar 8 Mayıs’ta Avrupa’da sustu. Koşulsuz teslim olan Almanya idi. Alman emperyalizminin kışkırtmasının sonucu patlak veren bu savaş 70 ülkeyi kapsamına almıştı. İnsanlık tarihinde daha önce hiçbir savaşta olmadığı gibi, sivil halk, faşist baskı, tehdit ve zorlamayla faşistlerin "topyekûn savaşına" sürüklendi. Hitler faşizminin korkunç terörü, teslimiyetle birlikte sona erdi ve "Cermen kahraman halkının bin yıllık imparatorluğunu" kurmak isteyen faşist önderler, saklanacak delik aradılar; bir kısmı intihar etti, yakalananlar da cezalandırıldı.
İkinci Dünya Savaşı, okul kitaplarının yazıldığı gibi, yanlış kararların veya megaloman bir faşistin savunduğu düşüncelerin ürünü değildi. Tüm büyük toplumsal çatışmalar gibi, bu savaşın da daha derin itici güçleri vardı. 1917 Ekim Devriminden bu yana, tüm büyük kapitalist güçlerin politikası, dünyadaki ilk sosyalist ülkeyi yok etmeyi amaçlıyordu. Amerika'da, İngiltere'de, Fransa'da, Japonya'da veya İtalya'da olsun, bütün ülkelerde sosyalizm "Bolşevizm" adı altında baş düşman ilan edildi, başta komünistler olmak üzere devrimciler, anti-faşistler baskı altına alındılar, kovuşturmaya maruz kaldılar, katledildiler ve nihayetinde faaliyetleri yasaklandı.
İsteniyordu ki, Hitler savaşı Sovyetler Birliği’ne saldırarak başlatsın. Ama olmadı, II. Dünya Savaşı emperyalistler arası savaş olarak başladı. Ancak faşist Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırdığında savaşın karakteri değişti.
Sovyetler Birliği'ne yönelik faşist Almanya’nın saldırısı 22 Haziran 1941'de gerçekleşti ve böylece savaşın sınıfsal karakteri değişti. Şimdi sorun dünyanın ilk sosyalist ülkesini savunmaktı. Bolşevik Parti ve SSCB olarak kenetlenen Sovyetler Birliğini oluşturan uluslar ve etnik topluluklar Büyük Anavatan Savaşını omuzladılar ve savaştan muzaffer olarak çıktılar.
1956'da Kruşçev önderliğinde sosyalizme ihanet, uluslararası işçi hareketi için en büyük felaket oldu. Kirli karşı-devrimlerini örtmek için Stalin'e saldırdılar.
SBKP(B)’nin XX. Kongresinde siyasi iktidarın gasp edilmesi, proletarya diktatörlüğünün yıkılması 8 Mayıs zaferinin farklı farklı değerlendirilmesinin de önünü açtı.
Emperyalist burjuvazinin, özellikle de Alman burjuvazisinin bugünü nasıl değerlendirdiği pek önemli değil. Önemli olan, Marksist-Leninist, devrimci, kendini “sol” olarak gören partilerin ve örgütlerin 8 Mayıs’ı anlamlandırmaları, anmalarıdır.
Pişkin anti-komünistler, güya komünistler; 19. yüzyıldan 21. yüzyıla atlayarak 20. yüzyılı, yani Marksizm-Leninizmi yok sayanlar; sadece Marksizmden ve “devrimci marksizm”den bahsedenler; Marksizm-Leninizmi ağzına almayanlar şüphesiz ki hoşlanmayacaklardır. Her 8 Mayıs’ta olduğu gibi bu yılki 8 Mayıs’ta da şirazeleri kayacaktır. Bunu değiştiremeyiz ama şu da değişmez: Stalin önderliğinde sosyalist Sovyetler Birliği, faşist Almanya’nın, Hitler faşizmini Berlin’e kadar kovaladı, ensesine çöktü, belini kırdı.
Ama sormadan da geçmeyelim: Alman faşizminin belini kıran büyük bir “laboratuvar” olan, bu “labaratuvar”da sosyalizm “deneyimciliği”yle uğraşan Stalin önderliğindeki SSCB değildi.
Muzaffer olan sosyalizmdi
8 Mayıs bir hatırlatmadır, unutmama ve unutturmamadır. 8 Mayıs bir derstir ve güvendir. Peki, 8 Mayıs neyin hatırlatmasıdır, unutulmamasıdır ve unutturulmamasıdır, neyin dersidir ve güvenidir, diye soracak olursak her kafadan farklı seslerin çıktığını duyarız.
Sovyetler Birliği’ne saldıran Hitler Almanya’sı açısından amaç açıktı: IG Farben'ın denetleme kurulu başkanı Carl Duisberg'in dediği gibi, "Bordeaux'dan Odessa'ya kadar uzanan “kapalı bir ekonomik bölge" için bir ön koşul olarak sosyalizmin yıkılması gerekiyordu. Faşist Almanya, Sovyetler Birliği’nin bir kısmını “yaşam alanı” olarak görüyordu.
Şunu da diyebilirsiniz: 8 Mayıs, Sovyetler Birliği'nin Alman emperyalizmi üzerine zaferiydi. Sosyalist toplumsal düzenin, kapitalist toplumsal düzene, onun en acımasız biçimi olan faşizme karşı tarihi bir zaferiydi.
Böyle derseniz karşınıza Troçkistlerden kendine Marksist-Leninist diyenlere kadar bir “ordu” dikilir ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulmadığını, en fazlasıyla birtakım “deneyimler”den bahsedilebileceğini, zaten tek ülkede sosyalizm inşa dilemezdi türünden argümanlarla karşı karşıya kalırsınız.
Öyle olmuyorsa şöyle de diyebilirsiniz: 8 Mayıs, Hitler faşizmine karşı 77 yıllık zaferdir. Bu devrimci tarih savunulmalıdır ve mücadelemize ilham kaynağı olmalıdır! Yukarıda sıraladığım anlayışların bir kısmı belki “zafer” der ama 8 Mayıs’ı savunulması gereken bir devrimci tarih, mücadelesine ilham kaynağı olarak asla görmez.
Faşizmi kim dize getirdi diye sorsanız, bir kısmı Sovyetler Birliği, bir kısmı Kızıl Ordu, bir kısmı da Stalin önderliğinde Sovyetler Birliği der. Ama devamla Sovyetler Birliği nasıl bir ülkeydi, Stalin kimdi diye sorsanız çok farklı cevaplar alırsınız.
Troçkistlerin dünyasında 8 Mayıs 1945 zaferinin yeri yoktur.
Uzatmadan Troçki'nin hayal dünyasından bir kesit bugünkü Troçkistlerin 8 Mayıs zaferi hakkında ne düşünüyor olduklarını göstermek için yeterli olacaktır:
“Hitler'in silahlarını doğuya çevirdiğini ve Kızıl Ordu tarafından işgal edilen bölgelere saldırdığını düşünelim. Bu koşullar altında IV. Enternasyonal'in savaşçıları Hitler'e karşı askeri direnişi, Kremlin oligarşisine karşı tavrını herhangi bir biçimde değiştirmeksizin anın en acil görevi olarak öne alacaktır. İşçiler (şunu) söyleyeceklerdir: ‘Stalin'in devrilmesini Hitlere bırakamayız; bu bizim kendi görevimizdir’. Hitler'e karşı askeri mücadele boyunca devrimci işçiler, Kızıl Ordu'nun sıradan askerleriyle oldukça sıkı arkadaşlık ilişkisi kurmaya çalışacaklardır. Bolşevik-Leninistler silah elde Hitler'e karşı mücadele ederlerken, aynı zamanda Stalin'e karşı, önümüzdeki aşamada -ve belki oldukça yakın aşamada- iktidardan alaşağı edilmesinin hazırlanması için devrimci propaganda yürüteceklerdir.” (Leo Trotzki; “Verteidigung des Marxismus - Die UdSSR im Krieg”., “Wir ändern unseren Kurs nicht!” ara başlığı altında, “TROÇKİ, “24 AYAR”ANTİ-KOMÜNİSTİN HİKÂYESİ” kitabından)
O zaman, o “Büyük Anavatan Savaşı” sürerken, Troçki “Bolşevik-Leninistler”in partisiyle, yani kendi önderliğindeki “parti”yle Alman faşizmiyle kol kola “Sovyet Bürokrasisi” rejimini yıkmak için mücadele ediyordu. Bu nedenle 8 Mayıs zaferi aynı zamanda Troçkizm üzerine de bir zaferdir.
8 Mayıs zaferine nasıl sahip çıkılır veya 8 Mayıs zaferine neden sahip çıkılmalıdır, diye sorarsanız aynı yerde, aynı ideoloji zemininde durduğunu sandığınız örgütlenmelerin hiç de aynı yerde, aynı ideoloji zemininde durmadıklarını görürsünüz.
Gerçekten de son yılların, daha doğrusu 21. yüzyıla girildiğinden bu yana Post-Marksizm’in 21. yüzyıl sosyalizmi söylemi daha somut, daha sıkça dillendirildi. Burada ifade edilen sadece sosyalizm değil, aynı zamanda ideoloji olarak Marksizm ve Marksizm-Leninizm’dir. Post-modernizm, diğer bir ifadeyle Post-marksizm, ideologlarının dilinde Marksizm’i, yani Marks ve Engels’in öğretisini aşmak demektir. Bu unsurlar sadece Marksizm’i aşmakla kalmadılar, doğal olarak Marksizm-Leninizm’i de aştılar. Burjuva felsefesinin son umudu olan Post-modernizm, ideolojiye damardan girerek 21. yüzyıla özgün olanı ön plana çıkartıyor. Kısaca işçi sınıfı yok, kimlikler var, sizlere öğretilmiş sosyalizm yok, 21. yüzyıl sosyalizmi var. 20. yüzyılda tarihi bir “kaza” olarak yaşanan sosyalizm yok, 21. yüzyılın sosyalizmi var. Marksizm yok, hele hele Marksizm-Leninizm hiç yok, 21. yüzyıl sınıfsızlığı, dolayısıyla ideolojisizliği var.
Post-modernizm’in, Post-Marksizm’in bu safsatasına kimse inanmaz, diyorsanız fena halde yanılmış olursunuz. Şimdiye kadar Marksizm-Leninizm, Marksist-Leninist diyenler, bu çok uzun kavramı kısaltmak için Marksizm, Marksist demiyorlar. 19. yüzyıldan 21. yüzyıla atlamak, 100 yılı bir sıçramayla geçmek için bunu yapıyorlar. Bunlar için 20. yüzyıl bir “başbelası”dır.
Peki, ne olmuştu 20. yüzyılda?
Rusya’da Bolşevik Parti diye tanımlanan bir parti kurulmuş ve 1917’de Ekim Devrimini gerçekleştirmişti. Devrimle birlikte Rusya’da siyasi iktidar işçi sınıfı ve emekçi yığınların eline geçmişti. Yani kurulan, proletarya diktatörlüğüydü. Bu sınıf, müttefikleriyle birlikte Bolşeviklerin önderliğinde sadece kendi diktatörlüğünü kurmakla kalmamış, aynı zamanda sosyalizmi inşaya girişmiş ve üstelik kapitalist dünyaya karşı devrimi, sosyalizmin inşasını savunmanın güçlü devlet, güçlü ordu olmaksızın mümkün olamayacağını anlamıştı.
Üstyapı kurumlaşması olarak Paris Komünü dersi olan Komün örgütlenmesi Ekim Devrimiyle aşılmış ve bir Sovyet örgütlenmesi ortaya çıkmıştı. SSCB’de Sovyet, aynı zamanda Komün tecrübesi üzerine yükselen sosyalist devlet yapılanmasıdır, proletarya diktatörlüğüdür.
Lenin önderliğinde bu parti kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sonucu olarak her bir ülkede devrimlerin eş zamanlı gerçekleşmeyeceğini nesnel bir olgu olarak ortaya koymuştu.
Peki, sonra ne olmuştu? Sovyet işçi sınıfı ve emekçileri, kapitalist dünyaya meydan okuyarak sosyalizmi inşa etmeye koyuldular.
Peki, sosyalizmi inşa etmişler mi? Etmişler. Sosyalist üretim biçiminden başka bir üretim biçimi olmayan bu ekonomik yapı, sosyalist ekonominin ekonomik nesnel yasalarını ortaya çıkartabilecek derecede gelişmiş miydi? Gelişmişti ve bundan dolayı da sosyalist üretim biçiminin nesnel ekonomik yasalarından bahsedebiliyoruz.
Dün bu gerçekliği kabul edenler bugün sosyalizmin deneyimlerinden bahsediyorlar. Sanırsınız ki, ülkede kapitalist üretim biçimi, hakim ve Bolşevikler de sosyalizm denemesi yapmak için çevrili arazi sahasında fabrika kuruyorlar, tarım yapıyorlar! Sosyalizm deneyimleri yapıyorlar.
Her halde 8 Mayıs zaferi bu deneyimlerin bir sonucu olsa gerek!
20 yüzyılda sosyalizm ve sosyalist devlete sırt çevirenler açık ki, 21. yüzyılda işi Marks ve Engels’den kalma Paris Komünü’nün ortaya çıkarttığı Komün yapılanmasıyla sürdüremeyecekler. Komünden ileri bir şey söylemeleri gerekir. Sovyet örgütlenmesi Komün örgütlenmesinin bir ileri aşamasıdır; proletarya demokrasinin, devlet olarak örgütlenmenin ne anlama geldiğinin pratiğidir. Komün’den 21. yüzyıla atlayabilmek için Sovyet olgusunu da atlamak gerekir; yani koskoca SSCB, sosyalizm gerçekliğini görmezden gelmek veya reddetmek gerekir.
Peki, bu SSCB ne menem bir devlettir ki, sayısız ulus ve etnik toplulukları kaynaştırarak 8 Mayıs zaferine koşabilmiştir?
8 Mayıs zaferini kabul etmek veya etmemek tarihin umurunda bile değildir. Ancak, kabul edersen Sovyet gerçekliğini de kabul etmiş olursun.
“Deneyimler”den bir 8 Mayıs zaferi çıkartamazsınız!
Sözün kısası:
8 Mayıs zaferini hatırlamak mücadele etmektir. 21. yüzyılda varolabilmek için 20. yüzyılın tecrübelerinden dersler çıkartmak demektir. Ders çıkartma adına yapılan 20. yüzyılda sosyalizm tasfiyeciliği bizi 21. yüzyıla taşımaz.
8 Mayıs zaferi hatırlamak, anmak tarih çarpıtıcılığına karşı sistematik mücadele etmek demektir. Burjuvazi ve Troçkistler sistematik olarak tarih çarpıtıcılığı yapıyorlar. Bu çarpıtıcılıkta dünya burjuvazisinin ve troçkistlerin ufku sınırsızdır. Sosyalizmden başlayarak bonapartizme oradan Hitler-Stalin eşitlemesine, ulusal sosyalizme vs. gidebilirsiniz. Sovyet tarihini sınıfsal değişimi görmezden gelerek bütünlüklü bir tarih olarak görebilirsiniz. 1956’da sosyalizmin yıkılmasına yol açan Kruşçev revizyonistlerinin iktidarı gasp etmesini görmeyerek 1990’da yıkılanın sosyalizm olduğunu da savunabilirsiniz.
Gelecek sosyalizme aittir. En azından bunu biliyoruz!
Ancak, 20. yüzyıl atlanarak o geleceğe varılamayacağını da biliyoruz!