deneme

14 Mart 2023 Salı

NE CUMHUR İTTİFAKI NE MİLLET İTTİFAKI DEĞİLSE NE?

 NE OLDU ŞİMDİ?

NE CUMHUR İTTİFAKI NE MİLLET İTTİFAKI DEĞİLSE NE?

6’lı Masa-5’li Masa ve yeniden 6’lı Masa fırtınası şimdilik dinmiş durumda. Gündem sıkıntısı çekenler için bol malzemesi olan bu sirk oyunu; milyonların önünde sürdürülen bu koltuk savaşı, akıllara durgunluk veren düşünce, taktik kıvraklığı ne olduysa oldu kısa zamanda sonlandı veya sonlandırıldı. Sonlandı mı, sonlandırıldı mı, bunu zaman gösterecek. Ancak, “seçilebilir aday”da ısrar eden Akşener, kendine göre seçilebilir kapasiteye sahip olmayan Kılıçdaroğlu’nu “seçilebilir aday” mertebesine çıkartarak 6’lı Masa’ya geri döndü. Sünepe Kemal (ne kadar yanlış tanımlamışım), hiç de sünepe olmadığını, bir taktik uzmanı olduğunu gösterdi ve Masa’nın ipini sıkı sıkya eline aldı. Basından anladığım kadarıyla milletvekilliği, Cumhurbaşkanlığı yardımcısı mevkileri dağıtarak, Akşener’i ve iki büyükşehir belediye başkanını boşa çıkartarak Cumhurbaşkanı adaylığını 12/13 maddelik bir bildiriyle tasdik ettirdi. Akşener, bu işlerin döndüğü “kumar masası” söylemini ve Kılıçdaroğlu’nun adaylığını onaylayan “noter masası” çıkışlarını yuttu; o “kumar masası”na ve “noter masası”na geri döndü.

Şimdi, Cumhurbaşkanı adayı olduğuna, Cumhurbaşkanı olmuş gibi sevinen Kılıçdaroğlu önderliğinde 6’lı Masa, Millet İttifakı olarak seçim çalışmasına başlayacak. Kolay gelsin!

Cumhur İttifakı ise seçim çalışmasına zaten başlamış durumda.

Yaklaşan seçim ve bu seçim bağlamında ittifaklaşma tartışmalarına baktığımızda bu seçimde dış koşulların etkisi üzerine hemen hiçbir şey söylenmiyor. Genel eğilim “tek adam” rejiminin yıkılması ve bu rejimi yıkmak için de Millet İttifakı çatısı altında toplanılmasının gerkliliği bir “kurtuluş” reçetesi olarak sunuluyor. Sevindirici olan ise karşı devrimin iki ittifakının yanı sıra bir üçüncü yol ittifakı üzerinde durulmasıdır.

Sanılıyor ki, bu seçimle iktidarın değişmesi; AKP ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakının yenilmesi ve 6’lı Masa bileşenlerinden oluşan Millet İttifakının seçimi kazanması sadece ve sadece Türkiye’ye özgün ekonomik ve toplumsal sorunların, bunlardan kaynaklanan çelişkilerin bir sonucu olacaktır. Cumhur İttifak’nın, 2023 seçimi bir “beka” meselesi derken bundan neyi kast ettiği anlaşılmaksızın ve Millet İttifakı’nın da hangi amaçla ABD/AB tarafından açık seçik dizayn edildiği anlaşılmaksızın bu seçimin uluslararası önemi de anlaşılmaz. Uluslararası alanda değişen güçler dengesi; çok rekabet merkezli dünya düzeninden iki kutuplaşmaya doğru dörtnala gidiş, sanılıyor ki, Türkiye’yi ve bölgemizi doğrudan ilgilendirmiyor, sanki başka bir gezegendeki gelişmeler olarak görülüyor.

Bu siyasal körlük, coğrafyamızın dünya jeopolitiğinde oynadığı/oynayacağı rolü, hangi tarafta kalınırsa nelerle karşı karşıya kalacağımızı görmemizi engellemektedir. Öyle bir siyasi körlük ki, Millet İttifakı kazandığında Türkiye’nin ne kadar “demokratik” olacağına Kılıçdaroğlu ve etrafındakiler karar verecekler veya Cumhur İttifakı kazandığında Türkiye’de diktatörün kurmak istediği rejimin nasıl kurulacağında belirleyici olan iç gelişmeler olacak!

Her iki durumda da bu yönlü beklentileri olanlar hayal kırıklığına uğrayacaklar. Millet İttifakı’nın kazanması durumunda Türkiye Amerikan emperyalizminin siyasi, askeri, jeopolitik çıkarlarına göre yeniden dizayn edilecektir. Bunu anlamamız için Kılıçdaroğlu önderliğinde bu ittifakın ve ABD/AB’nin daha ne yapmaları gerekir?

Cumhur İttifakı’nın kazanması durumunda diktatör o “büyük” savaşına; etki alanındaki nüfuzunu pekiştirmeye, rekabet gücünü arttırmaya yönelik her türlü adımı atacağından emin olmamız gerekir.

Bütün bu gerçekler ortadayken bu seçimin önemini sadece iç sorunlarla açıklamaya çalışmak sorunu anlamamanın ötesindedir, siyasi aymazlıktır, özne olarak kendine duyduğu güvensizliktir, ideolojik cıvataların gevşemiş olmasıdır, gerçeği açıklamama korkaklığıdır. O zaman soralım: Niye varsınız, tarihsel misyonunuz ne?

Karşı Devrimin (Burjuvazinin) Her İki Cephesi Neyi Savunuyor?

AKP/Cumhur İttifakı’na göre “Türkiye Yüzyılı”, “Sürdürülebilirliğin Yüzyılı”, “Huzurun Yüzyılı”, “Kalkınmanın Yüzyılı”, “Değerlerin Yüzyılı”, “Gücün Yüzyılı”, “Başarının Yüzyılı”, “Barışın Yüzyılı”, “Bilimin Yüzyılı”, “Haklının Yüzyılı”, “Verimliliğin Yüzyılı”, “İstikrarın Yüzyılı”, “Şefkatin Yüzyılı”, “İletişimin Yüzyılı”, “Dijitalin Yüzyılı”, “Üretimin Yüzyılı”, “İstikbalin Yüzyılı” olmalıdır. Bu amaca ulaşabilmek için şimdiye kadar “her alanda Cumhuriyet'imizin ilk asrının eksiklerini giderecek, ikinci asrının hazırlıklarını tamamlayacak eser ve hizmetler ortaya koyduk”, “Dünyanın yeni ve hayati meydan okumalarla karşı karşıya olduğu şu dönemde, Türkiye Yüzyılı programımızla, Cumhuriyet'imizin yeni yüzyılına güçlü bir başlangıç yapmak istiyoruz." (Erdoğan’ın "Türkiye Yüzyılı" vizyonunu açıklamasından). Bu nedenle diktatör açısından 2023 seçimi bir “beka”dır.

Peki, bu “vizyon”un baskın yönü nedir? Güç, kuvvet gösterisi, savaş, jeopolitika, “başarı”. “Dünyanın yeni ve hayati meydan okumalarla karşı karşıya olduğu şu dönemde” yapılması gereken “ulusal güvenlik” adı altında silahlanmaktır. “Ulusal güvenlik” adı altında güneyde mevcut sınırlar dışında kalan Misak-ı Milli alanlarını (Rojava ve güney Kürdistan) işgal etmektir. Yine “ulusal güvenlik” ve Türkiye’nin çıkarları adı altında Doğu Akdeniz’i aşarak Libya’da söz sahibi olmaktır. Balkan ülkelerindeki etki alanlarını genişletmektir. Yine aynı amaçlı olarak Güney Kafkasya’da Azerbaycan-Ermenistan savaşına müdahil olmaktır. Orta Asya’da Türk cumhuriyetlerini aynı çatı altında toplayarak “Türk Devletleri Teşkilatı”nı kurmaktır.

Bu emperyalist adımları atabilmek, “güçlü” olabilmek için silahlanmada mümkün olduğunca bağımsız hareket edebilmek gerekir. Bu nedenle de bağımsız askeri-sanayi kompleksini; modern silahlanma sanayisini geliştirmek gerekir.

Diktatör, öncelikle Kürt ulusal hareketini ezerek, tasfiye ederek, Güney ve Batı Kürdistan’ı işgal ederek, Doğu Akdeniz’de, Ege’de “Mavi Vatan”ı emperyalist rakiplerine kabul ettirerek bölge ve dünya jeopolitikasında söz sahibi olmak istiyor. Bu söz sahipliği savaştan başka bir şey değildir. Bu nedenle Erdoğan demek, programlanmış savaş, ilhak demektir.

Diktatör, yeni doğmakta olan jeopolitik güç olarak Türkiye’nin kimlere karşı mücadele etmek zorunda olduğunu, bu mücadelede ne bakımlardan güçlü olunması gerektiğini biliyor ve eksiklikleri tamamlamak için bir dönem daha seçilmek istiyor.

Diktatör, bu seçimi kazanarak “her alanda Cumhuriyet'imizin ilk asrının eksiklerini giderecek, ikinci asrının hazırlıklarını tamamlayacak eser ve hizmetler ortaya koyduk” derken rejimi, yani faşist diktatörlüğü de yeniden yapılandırmak amacını gütmektedir. Devraldığı haliyle faşist diktatörlüğü amacına ulaşmaya uygun araç olarak görmemektedir. Nasıl bir rejim yapılandırmasıyla karşı karşıya kalacağımızı, seçimi kazanması durumunda göreceğiz.

Diktatör güçlü Türkiye için inisiyatifinde olan birleştirilmiş sermayeyi oluşturmak için koşulları zorlama pahasına da olsa adımlar atacaktır. Bir taraftan yoksulluğu kontrollü olarak zorlarken, yani öbür taraftan sermaye birikimini sağlarken, TÜSİAD’da örgütlenmiş Batı yanlısı büyük sermayeyi de ya kontrolüne alacak, olmazsa tasfiye edecektir.

Demokrasiden neyi anladığını açıklamaya bile gerek yok.

Bir seçmen olarak böyle bir “vizyonu”, böyle bir Türkiye’yi, böyle bir geleceği reddediyorum. Bu “vizyon” oyu değil, sonuna kadar mücadeleyi hak etmektedir.

Peki Millet İttifakı neyi savunuyor?

20 yıllık karanlığın” öncesine dönmek istiyor; diktatörün “her alanda Cumhuriyet'imizin ilk asrının eksiklerini giderecek, ikinci asrının hazırlıklarını tamamlayacak eser ve hizmetler ortaya koyduk” derken işlemez hale getirdiği müesses nizamı restore etmek istiyor. Esas amacının özlemini duyduğu o “demokratik” Türkiye'ye geri dönmek olduğunu açıklıyor. Bu amacına nasıl ulaşacağını da saklamıyor. Kılıçdaroğlu, ABD ve Avrupa turuna çıkmış, akıl almış ve para (sermaye) sorununu hallettiğini açıklamıştı. Yani emperyalist ülkelerin sermaye fonlarından destek alacak, örneğin IMF’nin kapısına dayanacak. Ancak çok güvendiği ABD ve AB, kazanması durumunda Millet İttifakı’ndan neler beklendiğini çok açık olarak basınlarına açıklatıyorlar. Millet İttifakı için önemli olan, Batı’nın güvenini yeniden kazanmak için ne talep ediliyorsa sorgusuz sualsiz yerine getirilmesidir. Örneğin, Ukrayna savaşına müdahil olunması, Montrö Boğazlar Anlaşmasının delinmesi ve Karadeniz’in bir ABD/NATO gölüne çevrilmesi; Rusya’nın Karadeniz’den çevrelenmesi. Amerikan jeopolitik çıkarlarına teslim olunması ve bu bağlamda güney Kafkasya’da, Irak’da, Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Ege Denizi’nde, Orta Asya’da Amerikan jeopolitik çıkarlarına hizmet için varlık sürdürülmesi veya geri çekilinmesi.

Millet İttifakı, Batı’nın çok sevdiği Türkiye’yi yeniden kurmak için iktidar olmak istediğini saklamıyor. Şimdi genel anlamda neredeyse istisnasız bütün “sol” Millet İttifakı’nın bir biçimde desteklemek için sıraya girmiş.

Peki, Millet İttifakı’nın demokrasiden bahsetmesi onun Cumhur İttifakı karşısında bir üstünlüğü olarak görülebilir mi? Yani, Millet İttifakı seçimi kazanırsa memlekete demokrasi ve özgürlük gelecektir denebilir mi?

Coğrafyamızda bu hayalin bireysel ve kurumsal aşıklarından geçilmiyor. Bütün “sol”un bu aşkı dile getirmek için özne olarak kendini inkar etmekten çekinmediği bir süreçten geçiyopruz.

Şu, özgürlük ve demokrasi getirecek olanlara bakın!

Başta Kılıçdaroğlu, yeniden kurmak istediği AKP öncesi müesses nizamın, o faşist diktatörlüğün katliamlarına, zulmüne bilerek ve isteyerek sahip çıkmaktadır. Kılıçdaroğlu için, anti-demokratik olan, dağıtılması gereken diktatörün “eserleri”dir. Bunu yapmakla Türkiye’ye özgürlük ve demokrasi getirmiş olmayacaktır. Yanında Suruç ve Ankara Gar katliamlarının sorumlusu, diktatörün her emrini yerine getirmiş, önce dışişleri bakanı, sonrada başbakanı olan, geliştirdiği “derin strateji”yle emperyalist yayılmacılığın maddi zeminini hazırlayan siyaset çakalı A. Davutoğlu’yla mı özgürlük ve demokrasinin yolunu açacak? Yoksa, uluslararası tekelci sermayenin Türkiye şube başkanlığını yapışmış, Batı’dan “aferin” alacaklarını bekleyen A. Babacan’la mı özgürlük ve demokrasinin yolunu açacak? Yoksa kıdemli faşist, kontrgerillacı, 1990’lı yıllarda devletin gerçekleştirdiği sayısı bilinmeyen cinayetlerin baş sorumlularından M. Akşener’le mi özgürlük ve demokrasinin yolunu açacak? Veya Sivas katliamının, Madımak otelinde insanların canlı canlı yakılmasının güzellemesini yapan T. Karamollaoğulu’yla mı özgürlük ve demokrasinin yolunu açacak?

Kendimizi kandırmayalım. Bu seçim akla karayı ortaya koyan bir seçimdir. Hiçbir strateji, hiçbir taktik, hiçbir ittifak Miilet İttifakı’nın dolaylı veya dolaysız desteklenmesinin zeminini oluşturamaz. Bir taraftan gerçekten özgürlük ve demokrasi talep etmek; özgürlük ve demokrasinin bir devrim sorunu olduğuna inanmak, diğer taraftan özgürlük ve demokrasi düşmanlarının oluşturduğu Millet İttifakı’nın yanında yer almak tarihin affetmeyeceği bir teslimiyettir, ideolojik yıkımdır, işçi sınıfı ve emekçilere açık bir ihanettir.

Millet İttifakı’nın siyasal çapı bu. Bunların her biri burjuva ideolojisinin amansız savunucularıdır. Ancak, o ideolojiyi farklı politikalarla gerçekleştirmek istedikleri; politik anlayışları farklı olduğu için farklı yerlerde duruyorlardı. Ne hikmetse 6’lı Masa’yı oluşturarak siyasi olarak da aynı noktada olduklarını göstermeye çalıştılar. Akşener’in yarattığı kriz, bu ortaklığın oldukça yapay olduğunu; Masa’da derin siyasal çatlakların olduğunu göstermiştir. Karamollaoğlu’nun, Babacan’ın, Davutoğlu’nun, Uysal’ın Kılıçdaroğlu’nun adaylığını kabul etmeleri siyasi anlayışlarında bir ortaklığın olduğunu asla göstermez. Bunların niyeti, parti olarak CHP üzerinden parlamentoya girmektir. Kılıçdaroğlu ile Akşener arasında da siyasal bir ortaklık yoktur. Bu durum kendini her bakımdan göstermektedir.

Bunlar mı, diktatörün “her alanda Cumhuriyet'imizin ilk asrının eksiklerini giderecek, ikinci asrının hazırlıklarını tamamlayacak” için ortaya koyduğu “eser ve hizmetleri” yıkıp, “20 senelik karanlığı” geride bırakıp müesses nizamı yeniden kuracaklar?

Seçimi kazanması durumunda Millet İttifakı’nın halkımıza “umut” veren söylemleri kısa zamanda unutulacaktır. Sistem, diktatörün “eser ve hizmetleri” zemininde işleyecektir.

Birkaç rötuşla işi bitirecekler demokrasi vaadi, özgürlük ve demokrasi açılımı başka bir bahara kalacaktır.

Karşı devrimin, yani Türk burjuvazinin bu her iki cephesi arasında nitelik farkı yoktur. Her ikisi de ürettikleri farklı söylemlerle aynı şeyi ifade ediyor; her ikisi de biçimi ne olursa olsun burjuva düzeni daha iyi savunacaklarını iddia ediyor. Millet İttifakı, söylemlerini demokrasi, özgürlük, hak, hukuk sosuyla sunarken, AKP öncesi Türkiye’yi yeniden inşa edeceğini açıklıyor. AKP öncesindeki Türkiye’de şimdi vaat edilen demokrasi de, özgürlük de, hak da, hukuk da yoktu. Rejimin adı faşist diktatörlüktü. Esas yöneten hükümet değil, MGK’ydı.

Bu ittifakın arkasında sıraya giren “sol” da aynı şeyi savunmuş olmayacak mı?

Cumhur İttifakı, Millet İttifakı gibi, demokrasi ve özgürlük, hak, hukuk tüccarlığı yapmıyor. Geleceğin güçlü Türkiye’sini kuracağını açıklıyor. Uluslararası düzende söz sahibi olacak bir Türkiye kuracağını, bu nedenle desteklenmesi gerektiğini açıklıyor. Geliştirdiği savaş teknolojisini, hız verdiği silahlanmayı “ulusal güvenlik”le açıklıyor. Türkiye’nin stratejik konumundan, uluslararası güç dengesinin değişiminden jeopolitik çıkar elde etme peşinde koşuyor ve bunu gizlemiyor.

Her iki burjuva ittifakın Türkiye’nin geleceği için programları var. Her ne kadar seçim endeksli olsa da aslında bu programlarda her iki ittifak nasıl bir Türkiye istediğini açıklıyor. Ancak, bu programlarda halkımıza, işçi sınıfı ve emekçilere vaat ettikleri bir kırıntı dahi yok. Bu programlar demokrasi ve özgürlük eksenli değil. Programları doğal olarak her iki ittifakın burjuva sınıfsal yapısını, sermayenin çıkarlarını, bu bağlamda farklılıklar da arz etse de uluslararası ilişkilerini yansıtmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin payına düşen ise her ikisinden birisini tercih etmektir. Yani hangi ittifak tarafından sömürüleceklerine, baskı altında tutulacaklarına karar vermektir. Aslında bu ittifakların seçim vesilesiyle işçi sınıfı ve emekçilere sorduğu, sömürü çarkı nasıl dönsün sorusuna cevap vermeleridir.

Karşı devrimin her iki cephesi gözünü karartmış, nihai sonuç almak istiyor bu seçimlerde. Aynı şekilde uluslararası güç dengesinde söz sahibi olan emperyalist ülkeler de Türkiye’nin jeopolitik it dalaşında yerini alması için bastırıyorlar, seçimi kendi lehlerine etkilemeye çalışıyorlar. Örneğin ABD/AB/NATO seçimde taraflı tutumlarını Millet İttifakı lehine politikalarla, açıklamalarla sürekli dile getiriyor. Rusya ve Çin’in şimdilik sesiz kalması onların da bu işe müdahil olmadıklarını göstermez. Bu oyun çok açık oynanıyor. Bu koşullarda bu seçimin sadece bir Türkiye seçimi olduğunu düşünmek saflığın ötesindedir, bir aymazlıktır, dünya politikasını, jeopolitik gücü olan ülkelerin amaçlarını, bunun Türkiye’ye yansımasını anlamamak demektir; bilerek ve isteyerek veya bilmeyerek ve istemeyerek taraf tutmak demektir.

Gerçekten de Türkiye bir geçiş sürecinde. Bu seçimi kazanan ülkeyi dizayn edecektir; Cumhur ittifakı kazanırsa diktatör “eseri”ni tamamlayacaktır. Millet İttifakı kazanırsa restorasyon başlayacaktır.

Bu seçim aynı zamanda ideolojilerin karşı karşıya geldiği bir seçim olmalıdır; bir taraftan iki cepheye bölünmüş burjuva ideolojisi, diğer taraftan işçi sınıfının ideolojisi. Seçim bu iki ideolojinin ortasında bir yolun olmadığını gösteriyor.

Ölümlerden Ölüm Beğen”

Gerek karşı devrimin her iki ittifakı gerekse de küçük burjuva, reformist, sosyal şövenist birtakım örgütler işçi sınıfı ve emekçilere önerileriyle “ölümlerden ölüm beğen” diyorlar. Cumhur İttifakı, ya ben ya da Millet İttifakı derken, Millet İttifakı da ya ben ya da Cumhur İttifakı diyerek işçi sınıfı ve emekçileri iki ittifak arasında tercih yapmaya zorlarken, burjuva düzenin sınırladığı alanda varlık sürdüren, düzenle bütünleşmiş örgütler de seçmeni Millet İttifakı’na yönlendiriyorlar. Sosyalist Güç Birliği tamamen düzen teslimiyeti içindeyken Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bazı bileşenleri de bu seçimde desteklenmesi gereken güç olarak Millet ittifakını gösteriyorlar.

Örneğin, Sosyalist Güç Birliği bileşenlerinden TKP’nin Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Millet İttifakı ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemiyoruz, ama Kılıçdaroğlu’na oy vereceğiz diyor. Bu anlayışı istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Sonuçta söylenen, Millet İttifakı’nın adres olarak gösterilmesidir. Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerinden HDP, Millet İttifak ile seçim bağlamında konuşmaya hazır olduğunu açıklıyor. Bunun adı pazarlıktır.

İttifaklaşma, daha doğrusu üçüncü yol oluşturma meselesinde kendimizi kandırmayalım. İttifaklaşanlar ittifaklaşmıştır, geriye kalanların önemli kısmı da niyetini beyan etmiştir. Seçim sath-ı mailine girilmiştir. Bundan sonra yapılması gereken şu güçle bu güçle cephe, üçüncü yol oluşturmak için tartışarak zaman öldürmek olamaz. Açık ki, karşı devrimin her iki cephesine sınıfsal açıdan bakan, kendi yolunu yürümek zorundadır. Bu saatten sonra şu veya bu güce çağrı yapmak yerine işçi ve emekçilere çağrı yapmak zorundayız. İstediğin kadar Emek ve Özgürlük İttifakı’na çağrı yapabilirsin. Çağrından dolayı ne HDP Millet İttifakı’yla görüşmesini kesecektir ve örneğin ne de TİP ve EMEP Millet İttifakı’na yamanmaktan vazgeçecektir.

Seçim konusunda yollar ayrılmıştır. Ayrılmak zorundaydı da. Çünkü bu seçim, seçimin de aslında bir ideolojik mücadele olduğunu şimdiye kadar olduğundan daha açık bir biçimde ortaya koymuştur.

Bu seçim “sol”da bir turnusol kağıdı olmuştur. Herkes yerini belirlemiş, belirli beklentilerini elde etmeye çalışmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları, özgürlük ve demokrasi bunların aklının ucundan bile geçmemektedir. Bunların hepsi, AKP karanlığını, “tek adam” düzenini yıkarak “eski” Türkiye koşullarında işçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmelerini, MGK faşizmini özlemişler her halde!

Cumhur İttifakı işçi sınıfı ve emekçilere “ölümlerden ölüm beğen” diyor. Millet İttifakı da işçi sınıfı ve emekçilere “ölümlerden ölüm beğen” diyor. Millet İttifakı’na yamananlar da aynısını söylüyorlar. Yoksa söylemiyorlar mı? Millet İttifakı’nın arkasına sıralanınca işçi sınıfı ve emekçilere “ölümlerden ölüm beğen” denmiş olmuyor mu?

Tabii bu unsurlar, Cumhur İttifakı’yla Millet İttifakı arasından kendilerine göre taraf olmak için yeterli fark görüyorlardır. Karşı devrimin bu iki ittifakı arasında nicel farklar elbette vardır. Ancak, bu nedenle ikisi arasında bir tercih yapmak sınıf mücadelesine sırt çevirmek, temel ilkelerden vazgeçmek, nihayetinde siyasal bir intihardır. Yukarıda bahsettik; biri diğerinden daha az kirli, daha az faşist uygulamacı, daha az sermaye yanlısı, daha çok emek yanlısı değildir.

Üçüncü cephe yeni bir oluşumdur. Bu cephede yer alması gereken güçler Millet İttifakı’nı desteklemenin, bu ittifakın içinde yer almanın Cumhur İttifakı karşısında en doğru adım olarak görüyorlar. Onlardaki bu anlayış, değişimi “Millet İttifakı’nın sunduğu “değişim”le aynılaştırıyor. Düzenin değişmesinden anladıkları “Tek Adam” rejiminin yıkılmasıdır. Onlar burjuva ideolojisinin gösterdiği yoldan gitmeye karar vermiş durumdalar. Bu anlamda “Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir”.

Bunlar, burjuva muhalefete yamanarak, toplum için, işçi sınıfı ve emekçiler için değil, kendi örgütsel varlıkları için bir şeyler elde etmek istiyorlar. “Bir şeyler” elde edebilirler mi? Elde edebilirler, örneğin Taksim’de müdahalesiz basın açıklaması yapma hakkını elde edebilirler. Bir iki milletvekili çıkarttırabilirler. Ama asla ve asla özgürlük ve demokrasinin hakim kılınmasını sağlayamazlar. Bu bir devrim sorunudur ve bu unsurlar bu devrim sorununu Millet İttifakı politikasının kuyruğuna eklemlemek istiyorlar. Bu nedenle aymazca işçi sınıfı ve emekçilere “ölümlerden ölüm beğen” deme hakkını kendilerinde görüyorlar

Sözün kısası, artık sadece üçüncü cephe demek yetmiyor. Böyle bir cephe kurma anlayışı, istense de istenmese de seçim döneminde devrimci propaganda yapmanın zayıflatılması, farkına varmadan da olsa önemsizleştirilmesi anlamına gelir. Artık doğrudan özne olarak konuşmanın, işçi sınıfı ve emekçilere hitap etmenin tam zamanıdır.

Peki, bu propaganda nasıl yapılmalıdır, içeriği ne olmalıdır?

Devrimci sosyalistler, meselenin özünü açıklıyorlar: "Rejim ile anlaşmayacağız, uzlaşmayacağız, savaşacağız." Bunun diğer anlamı şudur: Ne Cumhur İttifakı ne Millet İttifakı! Bunun anlamı özne olarak seçim döneminde burjuvazinin her iki cephesine karşı ideolojik mücadele vermektir. Bu seçimde, bahsettiğimiz öneminden dolayı burjuva ideolojisiyle işçi sınıfının ideolojisi doğrudan karşı karşıya gelmektedir; gelmiyorsa getirmek gerekir.

Şüphesiz, bazı çevreler için bu soyut olabilir. Hatta doktriner, kitabi olabilir, toplumsallaşmış taleplere cevap veremeyebilir. Pratikte taleplerini hitap ettiği kitleye taşıyacak, onları örgütleyerek yaygınlaştıracak gücün yoksa yapman gereken seçimi soyutta olsa bir devrim propagandasına dönüştürmektir. Bu, burjuvaziye, onun iktidarına; seçim vesilesiyle somutlaştırırsak karşı devrimin her iki cephesine, Cumhur ve Millet İttifaklarına karşı meydan okumaktır.

Bu aynı zamanda evrimci güçleri ideolojik olarak burjuvazinin kuyruğuna takmak isteyen küçük burjuva reformist yapılara karşı da bir meydan okumadır. Bu güçler işçi sınıfı ve emekçilerin, en azından seçimlerde birleşik mücadelesini bölerek gerici bir rol oynamışlardır.

Üçüncü cephede yer alması gerekenlerin hemen hepsinin Millet İttifakı’na yamanması veya bu ittifakla müzakere ediyor olması bugün üçüncü cephe için ısrarlı olmayı anlamsızlaştırıyor. “Atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” koşullarda üçüncü cephede ısrar, ideolojik ve devrimci tutarlılıkta savrulmalara doğrudan neden olurken, mücadele çekingenliğini de ortaya kor; ‘hepsi gitti, tek başımıza kaldık’ türünden düşüncelerin zemin bulmasına neden olur. Tek başına veya değil, bir komünist partisi, devrimci bir parti için böylesi süreçler, olağanüstü dönemler ideolojik duruşta ısrarın, sınıf mücadelesinde ısrarın sergilenmesi gerektiği dönemlerdir. Biz farkına varmasak da işçi sınıfı ve emekçiler bu ısrarın ne anlama geldiğinin farkına varacaklar, burjuvazinin sunduğu imkanlara bel bağlayanlarla aramızdaki farkı göreceklerdir. Bu ısrar, demokrasi ve özgürlüğün ancak ve ancak bir devrim sorunu olduğunu ve bu devrime partinin öncülük edeceğini de içerecektir.

Karşı devrimin her iki cephesi karşısında alacağımız tavrın neden ilkesel ve stratejik olduğu işçi sınıfı ve emekçilere kavratılmalıdır. Bu da ancak ve ancak sınıf mücadelesinde olmakla soyut olanı somutlaştırmakla mümkün olacaktır.

Somut durumun somut analiziyle "Proletaryanın gerçeğe ihtiyacı vardır ve onun davası için hiçbir şey, iyi görünen, terbiyeli, dar görüşlü yalan kadar zararlı değildir" (Lenin; C. 29, s. 493 - ”III. Enternasyonalin Görevleri Üzerine”) arasında sıkı bir bağ vardır. Örneğin deprem olduğunda devlet yoktu veya hiçbir şey yapmıyor demek “terbiyeli bir yalan”dan başka bir şey değildir. Marmara depremi döneminde de bu “terbiyeli yalan” söylendi. Oysa devlet her iki deprem döneminde de sahaya ilk gelendi; muhtarıyla, polisiyle, askeriyle oradaydı. Devlet yoktu veya hiçbir şey yapmıyor değil de yapılması gerekeni yapmıyor, bir şeyler yapmaya niyeti yok, örgütleyemiyor demek propagandadır. Devlet, mutlaka bir şeyler yapmaya çalışmıştır. Önemli olan, yapılan o bir şeylerin taraflı olduğunu, halkın çıkarlarına tekabül etmediğini, yapılanın rezalet olduğunu açıklayarak devletin enkaz altında kaldığına halkımızı ikna edebiliriz. Depremi yaşayan yığınlar, devletin bir şeyler yaptığını, yeterli yapmadığını veya yanlış yaptığını veya ayrımcı davranarak yaptığını biliyorlar.

Kullandığımız kavramın hakkını vermeliyiz ve gerçeğe sadık kalmalıyız. Seçim döneminde ele alınması gereken sadece deprem bağlamındaki gelişmeler değildir. Ekonomik durum, işsizlik, hayat pahalılığı (enflasyon), uluslararası gelişmeler ve bu gelişmelerde faşist rejimin yeri ve iktidara gelmek için mücadele eden burjuva muhalefetin söylemleri vs.

Uluslararası alanda değişen güçler dengesi; Ukrayna-Rusya savaşı, ABD’nin, Rusya’nın, Çin’in dünya hakimiyeti için geliştirdikleri jeopolitika, bu jeopolitikada NATO’nun, AB’nin yeri ve bütün bunların Türkiye’ye yansıması. Genel ve özgün anlamda Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu/Doğu Akdeniz üçgeninde emperyalist çatışmalar ve Türkiye; Libya’da, Ege’de, Karadeniz’de, Kafkasya’da, Ortadoğu’da (Suriye, Irak, Rojava, Güney Kürdistan) vs. Bütün bu çatışma alanlarında faşist diktatörlüğün, diktatörün inisiyatifi veya iddiaları, “ulusal güvenlik” anlayışı, diğer taraftan modern teknoloji temelinde askeri-sanayi kompleksini geliştirmesi (silahlanması), güttüğü emperyalist politikalar, ilhak anlayışı, birtakım genel lafızlarla değil, somut olarak veya verilerle somutlaştırarak açıklanmalıdır.

Aynı şekilde Millet İttifakı’nın da seçimi kazanma durumunda uluslararası ilişkilerini nasıl yeniden yapılandıracağı da açıklanmalıdır.

Hiçbir açıklaması olmaksızın, Marksist kriz anlayışıyla, bu anlamda teoriyle inatlaşarak genel anlamda ekonomik krizden bahsederek veya çaresizce ‘bu kriz burjuvazinin krizi değil, halkın krizi’ saçmalığıyla; diktatörün, sermaye birikimini hızlandırmak için bilinçli olarak yönettiği yoksullaşma ile krizi birbirine karıştırarak yapılacak açıklamalar propagandadan başka her şeye benzer.

Özgürlük ve demokrasi sorununu Millet İttifakı’na yamayanlar devrim, sınıf mücadelesi, ideoloji, burjuvaziyle uzlaşma vb. bağlamlarında teşhir edilmelidir.

Taraflılık, aynı zamanda, siyasi gelişmenin koşulu ve ölçeğidir. Söz konusu yığınlar veya sınıf, siyasi bakımdan ne kadar gelişmiş, eğitilmiş ve bilinçlenmiş ise onun taraflı gelişmesi de o denli yüksek olur” (Bkz. Lenin; C. 24, s. 511 -”Petrograd Semt Duması Seçimlerinde Partiler”). Seçim süreci bize sınıfın bu taraflılığını geliştirmek, onun bilincine çıkartmak için her zaman elde edemeyeceğimiz bir fırsat vermektedir. Sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenen ve savaşan işçi, siyasal olarak gelişen ve eğitilen işçidir, sınıf bilinçli işçidir. Kendisi için sınıfın bireyidir. Seçim dönemindeki propagandamız bunu da hedef almalıdır.

Bunlar, seçim döneminde yapacağımız propagandanın, özgürlük ve demokrasi mücadelemizin programatik çerçevede ele alınması gereken sadece birkaç ana sorunudur.