deneme

13 Eylül 2000 Çarşamba

BİN YIL GÖSTERİSİ!


 
3 gün süren Bin Yıl toplantısı 7 Eylülde sona erdi. 150’den fazla devlet ve hükümet başkanının katıldığı toplantı, BM’i tam anlamıyla bir domuz ahırına çevirdi. Daha doğrusu BM’in düzenlediği bu toplantı, bir deli pazarıydı; Clinton’dan Putin’e, Castro’dan Arafat’a, Chirac’tan Zemin’e, Hatami’den Barak’a, Sezer’den Schröder’e akla gelen ve bir şekilde sorunu olan, kendini sorumlu hisseden bütün devlet ve hükümet başkanları, ülkelerinde en iyi televizyon yayın saatini de göz önünde tutarak, en “iyi”, herkese hitap eden, ama beş paralık değeri olmayan konuşmalarını yaptılar. BM, uzun yıllardır görüşmeyen veya çeşitli nedenlerden dolayı kanlı-bıçaklı olan akrabaların barıştırıldığı, kucaklaştıkları ve hasret giderdikleri arenaya döndü. Üç gün boyunca, dikkati çekmek için nezaket kuralları “nazik”çe çiğnendi.

Hiçbir sonucun alınamayacağı, sadece ve sadece birtakım temennilerin dile getirilebileceği böyle bir toplantı, görünmeyen yönleriyle ticari ilişkilerin görüşüldüğü ve kurulduğu bir platform oldu. Çoğu ülke delegasyonunun ekrana yansımayan kısmı, ekonomik ilişkiler kurmakla görevli olanlardan oluşuyordu.

Bu toplantının amacı neydi? Birleşmiş Milletler, “globalleşme döneminde dünya örgütü nasıl yapılandırılmalıdır, tek tek üye ülkeler açısından hangi görevleri üstlenmelidirler, etkili hareket edebilmek için hangi araçlara sahip olunmalıdır, yeni fiyaskolarla karşı karşıya kalmamak için barış operasyonları nasıl reforme edilmelidir?” vb. sorularına cevap aramak ve bulmak için “Bin Yıl Zirvesi” düzenlendi.

BM, bu toplantının belli politikacılar tarafından kötüye kullanılmasına, yani propaganda ve show kürsüsüne dönüştürülmesine kesinlikle karşı olduğunu açıklamıştı. Ama tam tersi oldu: Devlet ve hükümet başkanı sıfatıyla üye ülkelerin temsilcileri, istedikleri gibi konuştular. BM’e göre bu toplantı, bir “Gala-Zirvesi” olmamalıydı, bir çalışma toplantısı olmalıydı. Ama toplantı gerçek anlamıyla bir “Gala-Zirvesi” oldu. Çalışma işi ise kulislerde ticari ilişkiler kurmakla sürdürüldü.

Bu toplantılardan geriye bir “aile resmi” ve sekiz maddelik bir temenniler paketi kaldı. 150’den fazla devlet ve hükümet başkanı, sefalete, Aids’e ve cehalete karşı mücadele etmek için niyetlerini açıkladı. Aynı zamanda, BM şemsiyesi altında yürütülen ve gelecekte olası barış misyonunun daha iyi örgütlenmesi dileğinde bulunuldu. Hepsi bu.
Bu “karar”ları almak için bu kadar masrafa ve zahmete hiç de gerek yoktu. İnternet üzerinden bu iş halledilebilirdi. Ama işin show ve gövde gösterisi yönü ağır bastı.

Sefalete karşı mücadele! BM Genel sekreteri K. Annan’ın raporuna göre bugün dünyada mutlak yoksulluk içinde yaşayan 1,3 milyar insan var. Yoksulluk görece bir kavram. Ölçüsü her ülkeye göre değişir. Ama her halükarda dünya üretiminin çok önemli bir kısmı birkaç emperyalist ülkenin elinde. Dünya ülkelerinin ezici çoğunluğu talan ediliyor. Bunu nüfusa uyguladığımızda sefalet içinde yaşayanların sayısının 1,3 milyardan çok fazla olduğunu görürüz. BM, kundakçıyı, itfaiyeci yapıyor. Dünyayı talan edenleri ve bu talana katılan yerli işbirlikçileri, sefaleti önleme mücadelesine çağırıyor. Bu, ne ilk ne de son çağrı olacaktır. Daha önce yapılan çağrılar, bu toplantıda da yinelendi, gelecekte de tekrarlanacak ve aynı zamanda dünyanın bir kutbunda sefalet, diğerinde de refah artmaya, uçurum derinleşmeye devam edecektir.

Globalleşme çağında dünya örgütünün nasıl yapılanması” gerektiği sorunu, revizyonist blokun dağılmasından sonra emperyalist dünyanın gündeminde olan bir sorundur. İki kutuplu dünyanın çok kutuplu; çok rekabet merkezli olmasından bu yana BM’i, biraz da kendi çıkarları için kullanma eğilimi ağır basmaya başladı. Dünya hegemonyası mücadelesinde BM’in sadece veya da ağırlıkta ABD’nin aracı olmasına artık boyun eğmek istemeyen güçler, örneğin Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmeyen Almanya, birkaç yıldan bu yana dile getirdiği rahatsızlığını; bu konseyin daimi üyesi olmaması sorununu çözümleme yolları aradı. Ve karşısında ABD'y’e buldu. Amerika, Almanya'nın bu isteğine karşı olmadığını söylerken, BM Genel Sekreteri vasıtasıyla da "bu alanda yapılması gereken daha çok şey var" ” açıklamasını yapıyordu.

Clinton, Ortadoğu barış sürecine yeni bir ivme kazandırmak için çaba harcadı. Belki de, 150’den fazla devlet ve hükümet başkanının huzurunda İsrail-Filistin barışını sağlayan, “üçlü tokalaşma”yı BM’de ve bu denli bir kalabalık, “seçkin” zevatın önünde gerçekleştiren başkan olarak tarihe geçmek istiyor. Ama “barış” bir türlü sağlanamadı ve Clinton, bütün dünyaya, özellikle de orada hazır bulunan rakip emperyalist ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarına ABD’nin gücünü göstererek onları ezemedi!

Böyle bir toplantı olur da Afrika üzerine konuşulmaz mı? Konuşuldu. Güvenlik Konseyi’nin önde gelen üyeleri, yani emperyalist ülkeler, başta da ABD ve İngiltere, barışın sağlanması konusunda Afrika’ya özel bir atıfta bulundular: Clinton, uluslar arası barışın ve Afrika’da barışın sağlanması konusunda sadece silahlanmadan bahsedilmemeli, bunun ötesinde sağlık, eğitim, çevre ve doğal kaynaklar –yeraltı ve yer üstü zenginlikler- sorunlarından da bahsedilmeli görüşünü savundu. Dadılığı birkaç günlüğüne eşine bırakarak toplantıya katılan Blair, Afrika kıtasını kastederek “yeni bir ortaklık” önerisinde bulundu. Belki de Afrika ülkelerini yeni bir yeni sömürgecilik yöntemiyle talan etmenin yollarını arıyordu. “Dünyanın hiçbir yerinde Afrika’da olduğu kadar insan açlıktan, hastalıktan ve savaşlardan dolayı ölmüyor” diye –bu arada Sierra Leone’de İngiliz askerleri insan öldürmekle meşguldüler- “üzüntüsünü” dile getiren Blair, “İngiltere, Afrika’nın fakir ülkelerinin borçlarını sildi” ve “gelişme yardım”larını da 1997’den bu yana yüzde 70 artırdı açıklamasını yaptı. Blair’in önerdiği “ortaklık”ta önderlik rolü Afrikalılara verilmeliymiş!

Karateci Putin de oradaydı. Suskundu. Salonda göstermelik bir gösteri yapsa daha çok ilgi çekebilirdi! Olmadı. Putin, Rusya’nın içinde bulunduğu istikrarsız durumun verdiği eziklikle, BM dışındaki örgütlerin şu veya bu ülkeye askeri müdahalede bulunmasını eleştirdi. Kastettiği Nato ve onun Balkan ülkelerine müdahalesiydi. Tabii geleceği göz önünde tutarak da Kafkasya ve Orta Asya’da olası askeri müdahalelere dikkati çekiyordu.

Suskunlardan birisi de Jiang Zemin idi. O da, hükümran devletlerin içişlerine müdahale edilmesine karşı olduğunu açıkladı. Onun da derdi var bu konuda; Tibet ve Doğu Türkistan. Buralardaki anti-sömürgeci, bağımsızlık hareketlerine dışarıdan müdahale edilmesine Çin’in kesinlikle karşı olduğunu bir kez daha vurgulamış oldu. “Tek kalkınma yolu yoktur” diyen Zemin, Çin’i olduğu gibi, mevcut iktisadi ve baskıcı-katliamcı siyasi yapısıyla kabul edin mesajını verdi.

Küba devriminin –bugün o devrimden geriye hiçbir şey kalmamıştır- önderi Kastro, mendilini, konuşma süresini gösteren aletin üstüne koyarak esprisini yaptıktan sonra, devrimcilerin de olumlayacağı bir konuşma yaparak, Amerikan emperyalizmini kendi ininde eleştirdi, teşhir etti. Tabii, en azından 150 domuzun tepindiği o ahırda bu konuşmanın bir yankısı olmadı, olamazdı da.
Bir bütün olarak “Bin Yıl Zirvesi”nde Jiang Zemin, “tek medeniyet, tek kalkınma modeli yoktur. Her ülkenin halkının kendi sosyal sistemlerini ve kalkınma stratejilerini seçmelerine saygı duyulmalıdır”; Schröder, “ekonomik kalkınmayı hızlandırmak için iş çevreleri de BM örgütünde aktif görev almalıdır”; Chirac, “ahlak, barış ve demokrasiden daha önemlidir. 21. Yy’da insanlığa, insan onuruna ve insan haklarına hizmet edecek yeni bir ahlak anlayışı geliştirmek zorundayız”; Clinton da, “insan hakları için gerekirse müdahale edelim. Geçen yüzyıl bize, gerektiğinde uluslar arası güçlerin taraf tutmak zorunda kaldığını da gösterdi. Çatışan taraflar arasında ‘tarafsız durarak’ sorunları çözemiyoruz. İyi ile kötü çatıştığı zaman tarafsızlık sadece kötünün işine yarar” gevezeliğini yaptılar.

Sezer de oradaydı. 24 devlet ve hükümet başkanıyla görüşmesi, Clinton’ın görüştüğü sekiz devlet ve hükümet başkanlarından birisi olması, görüştüğü hiç kimseden etkilenmemesi Türk burjuvazisi için övünç kaynağı oldu. Özellikle, bölgemizde gözü olan ABD, Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının övgüsüyle Sezer, adeta sarhoş oldu.
Türk bürokrasisi, acemi Cumhurbaşkanı’nı “tay tay” yaparak New York’a gönderdi. Sezer de, Demirel’i aratmayacağını kanıtladı.