GÜNÜMÜZDE
ANTİEMPERYALİST MÜCADELENİN BAZI SORUNLARI
1-
Rekabet ve Sermayenin Uluslararası Hareketi
1956-1989/91
dönemi dünyası, iki pazarlı, iki askeri bloklu, dünya çapında
hakimiyet için mücadele veren iki kutuplu bir dünyaydı. Bir
taraftan ABD ve NATO önderliğinde batının emperyalist ülkeleri
ve bağımlı ülkeler. Diğer taraftan da sosyal emperyalist
Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı önderliğinde revizyonist
dünya. Bu sistemin 1989/91’de yıkılmasıyla dünyamız da iki
kutuplu olmaktan çıkmış ve çok merkezli, çok sayıda rekabet
merkezlerinin, hakimiyet için mücadele ettiği bir dünyaya
dönüşmüştü. Şüphesiz ki çok merkezlilik daha önce de
vardı;ABD ve SB dışında AB, Japonya. Ama bu rekabet merkezleri,
uluslararası ilişkilerde ABD ve NATO güdümlü kalıyorlardı.
Revizyonist sistemin ve SB’nin dağılmasıyla durum değişmiş ve
her bir rekabet merkezi, doğrudan kendi adına hareket etmeye
başlamıştı. ABD, AB ve Japonya gibi rekabet merkezlerine yeni
olarak Rusya ve Çin de eklenmiştir. Bu gelişme, o zamanki döneme
özgü olan; iki kutuplu dünyaya özgü olan uluslararası
örgütlenmelerin de dağılmasını veya önemsizleşmesini, görev
krizine girmelerini ve yeniden şekillenmek zorunda kalmalarını
beraberinde getirmişti. Bu türden bir gelişmeye en tipik örnek,
dağılma bakımından Varşova Paktı, önemsizleşme ve stratejik
görev arayışı içinde olma bakımından da NATO oluşturmaktadır.
Yeni
dönemin; revizyonist bloğun dağılmasından sonraki dönemin öne
çıkan belli başlı özellikleri neydi?
Antikomünist,
anti-marksist propaganda şüphesiz ki hiç de yeni değildir. Bu
propaganda daha Marks ve Engels, Marksist dünya görüşünü
oluşturmaya başladıklarında başlamıştı. 19. yüzyılın
ikinci yarısı boyunca ve giderek kapsamlaşan antipropagandaya
rağmen Marksizm gelişmiş ve işçi sınıfının elinde maddi güce
dönüşmüştü.
20.
yy.’da Lenin ve Stalin önderliğinde Bolşevik Parti’nin
Marksist teoriyi geliştirmesine, Ekim Devrimi’ne, SB’nde
sosyalizmin inşasına koyu bir anti-marksist, karşıdevrimci
propaganda eşlik etmişti. Öyle ki bu propaganda, Ekim Devrimi’nden
sonra genç SB’ne silahlı müdahaleye dönüşmüş, sosyalizmin
inşa döneminde komplo ve sabotaj boyutlarını almış ve
şiddetinden bir şey kaybetmeksizin devam etmiştir. Revizyonist SB
döneminde dünya burjuvazisi, modern revizyonistlerin kurdukları
sistemin sosyalizm olmadığını bilerek koyu antikomünist,
anti-sovyetik propagandalarını sürdürdü. Bu sistemin kendi iç
çelişkilerinden dolayı yıkılmasıyla dünya burjuvazisinin
antikomünist propagandası, eski revizyonistlerin ve küçük
burjuva avanak takımının katkısıyla da bir saldırıya
dönüşmüştü: Onlara göre sosyalizm yıkılmış ve yok olmuştu.
Onlara göre sosyalizm, Stalin demekti, Stalin ise bir "katil”di,
"kızıl” Hitler’di. Dolayısıyla, O’nun yolundan
gidilemezdi. Onlara göre dünya, ideolojisiz, sınıfların, sınıf
mücadelesinin olmadığı bir sürece girmişti. Ve dahası, "özgür
dünya”nın ebediliği ve üstünlüğü kanıtlanmıştı. Savaş
dönemleri artık sona ermişti. Artık bütün dünyada eşitlik,
kardeşlik, demokrasi ve refah hakim olacaktı.
ABD
patentli bu propaganda, "Yeni Dünya Düzeni” denen bir
“düzeni” ifade ediyordu.
Bu
koyu antikomünist propaganda önce etkili oldu. Revizyonist sistemin
çöküşü birçok ülkede örgütsel dağılmaya, ideolojik
yozlaşmaya, inançsızlığa, umutsuzluğa yol açtı. Ama kısa bir
zaman içinde, emperyalizmin bizzat kendi eylemi/varlığı,
söylenenlerin gerçek dışı olduğunu gösterdi. Geniş yığınlar,
yeniden toparlanma ve mücadele sürecine girdiler. Uluslararası
arenada bu süreç, bir taraftan dünya komünist hareketinin
ayrıştığı, örgütlenme çabası içine girdiği ve diğer
taraftan da antiemperyalist, savaşa karşı barış için
mücadelenin yükseldiği bir süreç oldu.
YDD,
Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti için dönemin başkanı
Bush tarafından ortaya atılan bir anlayıştı. Ama tutmadı. Böyle
bir düzen, oluşmadan, daha düşünce halindeyken tarihin çöplüğüne
atıldı. Bunun iki nedeni vardı; birinci neden, uluslararası
planda gelişen ve giderek genişleyen antiemperyalist,
anti-amerikancı mücadelelerdi. İkinci neden ise, diğer
emperyalist ülkelerin; rekabet merkezlerinin ABD stratejisini kabul
etmemeleriydi. Ne AB ve onun motor gücü olan Almanya ve Fransa ne
Japonya ne Çin ve ne de, o dönem ABD ile taktiksel yakınlık
içinde olan Rusya, Amerikan emperyalizminin YDD’sine koşulmayı
kabullendiler. Bu emperyalist ülkelerin her biri, kendi hesaplarına
rekabet içindeler ve bu rekabet de genellikle Amerikan
emperyalizminin çıkarlarına karşıdır. Dolayısıyla,
revizyonist blokun dağılmasından sonra çok merkezli rekabet
güçlerinin hegemonya mücadelesi emperyalistler arası çelişkilerin
keskinleşmesi anlamına geliyordu. Yenidünya, öyle propagandası
yapıldığı gibi, sınıfsız, sınıf mücadelesiz, ideolojisiz,
barışçıl vb. bir sürece girmemişti. Tam tersi söz konusuydu.
Amerikan
emperyalizmi, BM şemsiyesi altında bütün emperyalist ülkeleri
Irak’a karşı seferber edebilmişti. Ama bu emperyalist koalisyon
da uzun ömürlü olmadı ve bugün, her ne kadar Irak’a karşı
ambargo yürürlükteyse de her bir emperyalist güç, kendi yolunda
gidiyor. Irak’a karşı savaş, dünya çapında nispeten geniş
yığınların savaş karşıtı barış hareketinin gelişmesine
vesile oldu.
Özellikle
Alman emperyalizminin Hırvatistan ve Slovenya'yı’ tanımasıyla
Yugoslavya'nın parçalanmasını hızlandırması ve katliama
dönüşerek devam eden birkaç yıllık gerici savaş da, barışçıl,
antiemperyalist, savaş karşıtı güçleri, yığınsal olarak
harekete geçirdi.
Emperyalistlerin
vaaz ettikleri gibi dünya, savaşsız bir döneme girmedi. Tam
tersine, başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok yerinde ulusal
kurtuluş mücadeleleri, emperyalist dalaştan kaynaklanan gerici
çatışmalar, şu veya bu ülkede yığınsal ve radikal
kendiliğindenci eylemler devam etti, ediyor. Bütün bunlar,
uluslararası alanda geniş yığınların, yeniden ve daha güçlü
olarak emperyalizme tavır almalarını beraberinde getirdi.
Emperyalistler
arası çelişkilerin keskinleşmesi, antiemperyalist mücadeleyi de
ivmelendirdi.
Özellikle
geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından bu yana burjuvazinin
sloganlaştırarak dilinden düşürmediği "küreselleşme”,
emperyalist talan ve soygunun bir ifadesi olarak açığa çıktı.
"Küreselleşme” nasıl anlatılmadı ki! Savaşsız bir
dünya, sınırların ortadan kalkması, ulusal devletin giderek yok
olması, barış, refah, dünyanın nimetlerinden herkesin pay
alması, yardım, yoksulluğa, açlığa, işsizliğe, hastalıklara,
konutsuzluğa, cahilliğe karşı mücadele vb. hep bu kavrama
sığdırıldı. Ama tam tersi oldu.
Burjuvazinin
dilinden düşürmediği "küreselleşme” hiç de yeni bir
kavram değildir. "Küreselleşme”, sermayenin uluslararası
aşmasından başka bir anlam taşımaz ve bu kavramı da ilk kez
açıklayan Marks ve Engels’tir. Onlar "Manifesto”da
sermayenin uluslararasılaşması üzerine şöyle yazıyorlardı:
"Amerika’nın
keşfi, Ümit Burnu’nun dolaşılması yükselen burjuvaziye
yepyeni alanlar açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarları,
Amerika’nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle yapılan
ticaret, değişim araçlarının ve genel olarak metaların artması,
ticarete, denizciliğe ve sanayiye o güne kadar görülmemiş bir
itilim sağladı...
“Büyük
sanayi, Amerika’nın keşfiyle hazırlanan dünya pazarını kurdu.
Dünya pazarı, ticarette, denizcilikte ve kara ulaşımında çok
büyük gelişmeye yol açtı. Bu gelişme de yeniden sanayinin
yayılmasını sağladı...
“Ürünleri
için sürekli daha da genişleyen Pazar ihtiyacı, burjuvaziyi,
yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her yerde yuvalanmak, her
yerde yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır
burjuvazi.
“Burjuvazi,
dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerdeki üretim ve
tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırmıştır. Burjuvazi,
sanayinin üzerinde durduğu ulusal zemini ayaklarının altından
çekip alarak gericileri büyük bir yasa boğmuştur. Nicedir süre
gelen bütün ulusal sanayiler yıkılmıştır ya da günden güne
yıkılmaktadır. Bunların yerini, kurulmaları bütün uluslar için
bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler, artık yerli
hammaddeleri değil de en uzak yerlerden getirilen hammaddeleri
işleyen sanayiler, ürünleri sadece içeride değil, aynı zamanda
dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler olmaktadır...
“Eski
yerel ve ulusal içe kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin
yerini çok yönlü ilişkiler ve ulusların evrensel karşılıklı
bağımlılığı almaktadır” (Karl Marks-Friedrich Engels; C.
4, s. 463/464).
Görüyoruz
ki emperyalist burjuvazinin bugün "küreselleşme”-globalizm
kavramıyla gizlemeye çalıştığını, Marks ve Engels 150 sene
önce yukarıdaki gibi açıklıyorlardı. Aslında burada niteliksel
olarak yeni olan hiçbir şey yok. Sermayenin 150 sene önceki
uluslararasılaşmasıyla bugünkü uluslararasılaşması arasında
sadece ve sadece zamanın ve teknolojik ilerlemenin beraberinde
getirdiği nicel değişimler söz konusudur: Burjuvazinin amacı, o
zaman da dünyayı talan etmekti, bugün de talan etmektir.
Sermayenin
uluslararasılaşması, burjuva kavramla "küreselleşme”, bir
taraftan emperyalistler arası çelişkilerin, dünyayı yeniden
paylaşma mücadelesinin; rekabetin keskinleşmesini ifade ederken,
diğer taraftan da emperyalist talanın, yoksulluğun, işsizliğin,
tekelci sermaye dayatmasının derecesini ifade eder.
Uluslararası
tekeller, sermaye gelişmesinin gelmiş olduğu bugünkü aşamasında
emperyalizmin; kapitalist üretim biçiminin tarihsel olarak ne
derece çürümüş, yozlaşmış ve tarihin çöplüğüne
atılmasının kaçınılmaz olduğunu da sergiliyor:
-Dünya
üretiminin yüzde 80’inden fazlası, dünya nüfusunun yüzde
20’lik kısmının elinde. Bu kesim, dünya ticaretinin ve
yatırımlarının da yüzde 80 ila 90’ını kontrol ediyor.
-Dünya
ölçeğinde bir milyardan fazla insan işsiz.
-Dünya
ölçeğinde 4 milyardan fazla insan, günlük olarak 2 dolardan az
bir miktarla geçinmek zorunda.
-Dünya
ölçeğinde her yıl 17 milyon çocuk, kolaylıkla iyi edilebilir
hastalıklardan dolayı ölüyor.
-Emperyalizme
bağımlı, yeni sömürge ülkelerde 250 milyon çocuk çalışmak
zorunda.
-AB’de
yoksulluk içinde yaşayanların sayısı 50 milyon ve konutsuz
olanların sayısı da 5 milyon.
-ABD’de
yeterli gıda alamayanların sayısı 30 milyon.
-500
milyonluk Afrika’da toplam telefon bağlantısı sayısı, Tokyo ve
çevresindekinden (24 milyon) daha az.
-110
milyon nüfuslu Japonya’da telefon bağlantısı sayısı, Afrika,
Asya ve Latin Amerika ülkeleri toplamından (toplam nüfus 3 milyar)
daha az.
-Dünya
ölçeğinde en zengin yüzde 20’nin dünya gelirindeki payı,
1960’da yüzde 79’den 1994’te yüzde 86’ya çıkarken, en
fakir yüzde 20’nin payı yüzde 2,3’ten yüzde 1,1’e
düşmüştür.
Dünya
ticaretinin, yatırımlarının, bir bütün olarak sermaye
hareketinin yönüne baktığımızda şunu görüyoruz: Hangi
biçimde olursa olsun sermaye, ABD-AB- Japonya üçgeninde gidip
geliyor; dünya ticaretinin, dünya yatırımlarının; sermaye
hareketinin kapsamında bu üç bölge belirleyici. Bu da gösteriyor
ki sermaye, bu üç bölgenin dışında kalan yerküreyi, bu üç
bölgeye bağlayarak talan ediyor. Tabii ki, sermayenin böyle
hareket etmesi nesneldir. Yani bu bölgelerde yer alan emperyalist
ülkelerin keyfi hareketinin; ortaklaşa aldıkları kararın bir
sonucu değildir.
Emperyalist
ülkeler -bir taraftan kendi aralarında rekabetlerini
sürdürürlerken- dünyanın; bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin
talanını kolektif olarak örgütlüyorlar. Buna BM, WTO (Dünya
Ticaret Örgütü), MAI girişimi, IMF ve Dünya Bankası (DB) tipik
örnekleri oluştururlar. Kuruluş döneminde sosyalist Sovyetler
Birliği’nin de katıldığı BM, SB’nin bütün çabalarına
rağmen kuruluş ilkelerini çiğneyerek emperyalizmin ve sonraları
da aynı zamanda sosyal emperyalizmin politikalarına hizmet eden bir
kuruma dönüşmüştür. Revizyonist blokun var olduğu dönemde iki
süper gücün rekabetine; tepişmesine sahne olan bu kurum, bu
blokun yıkılmasından sonra daha ziyade Amerikan emperyalizminin
çıkarlarının avukatlığını yapmaya başlamıştır. Irak’a
saldırıda, Yugoslavya savaşında, IMF, DB zirvelerinde bunun böyle
olduğunu gördük. BM, eylemiyle emperyalist çıkarları temsil
ettiğini kanıtlamış bir kurumdur; emperyalist ülkelerin ve
bağımlı, yeni sömürge ülkelerin devlet ve hükümet
başkanlarının dönem dönem, temsilcilerinin de sürekli olarak
tepindikleri bir domuz ahırıdır; uluslararası bir parlamentodur.
Dünya
çapında talanın ve yoksulluğun esas örgütleyicileri IMF ve
DB’dır.
IMF
(Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası, 1944’te Amerikan
emperyalizminin yönlendirmesiyle, sermaye ihracının teşviki için
uluslararası kurumlar olarak kuruldular. BM’in kurulmasıyla bu
iki kurum, onun özel örgütleri statüsünü aldılar. Yani BM’e
bağımlı organlar oldular.
IMF’nin
temel görevi, uluslararası ödeme dengesinin devamını sağlamak.
DB’nin temel görevi de sermaye ihracını teşvik etmek için
kredi sağlamak.
Bu
her iki kurum, emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunan veya
emperyalist çıkarların politikasını belirleyen ve uygulatan
kurumlardır.
IMF’nin
"yardım”ı ve DB’nin kredi koşulu, "yardım” ve
kredi alan ülkeleri; emperyalizme bağımlı, yeni sömürge
ülkeleri ekonomik sorunlarından kurtaramamıştır. Bu örgütlerin
böyle bir amacı da yoktur. Sadece ve sadece bu ülkelerin, verilen
kredileri, borçlarını yeniden ve sürekli ödeyebilecek duruma
gelmelerini sağlamaktır. Böylelikle IMF ve DB’nin faaliyeti,
emperyalizme bağımlılığı kapsamlaştırmış ve
derinleştirmiştir. Bu iki örgütün esas amacı budur.
IMF
ve DB, bağımlı ülkelerin talanında "ince ayar” yapmakla
sorumludurlar. Öyle bir ayar yapacaksın ki, mali "yardım”
ve kredi alan ülkelerde ekonomi çökmesin; ödeyememe sorunu patlak
vermesin; bütün kaynaklar emperyalist çıkarlara sunulsun.
Bu
her bir kurumun tarihindeki müdahalelere baktığımızda bunu
görmekteyiz. En güncel ve bizi doğrudan ilgilendiren örneği
Türkiye ile ilişkileridir. Türkiye ekonomisini "ince ayar”la
yöneten IMF ve bu "ince ayar” doğrultusunda verilen mali
"yardım” ve krediler, geri ödenebilsin diye düzenleme
yapılıyor. Bu düzenleme, ekonomiye ve toplumsal yaşama kapsamlı
ve derin müdahaleleri beraberinde getiriyor. Denen şu: İç pazarı
(ulusal pazarı) yabancı sermayeye tamamen açın. Korumacılık
kaldırılsın. Yabancı sermayenin hareketi hiçbir şekilde
yasalarla sınırlandırılmasın, yani istediği yerde ve sektörde
istediği gibi yatırım yapabilsin. Emekçi yığınlardan vergi adı
altında alınan paralarla kurulan devlet işletmeleri - bunların
hepsi halka aittir ve her biri birer ulusal zenginliktir-
özelleştirilsin ve yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilsin.
IMF ve DB’den mali "yardım” ve kredi almak isteyen bütün
bağımlı ve yeni sömürge ülkelere dayatılan koşullar böyle.
IMF bunu "Yapısal Uyumluluk Programı” (YUP) diye
allayıp-pulluyor. Her bir ülkeye sunulan YUP, o ülkenin nesnel
koşulları; ekonomisinin durumu/gücü ve kamuoyunun dinamikliliği
göz önünde tutularak hazırlanıyor. YUP’lar, görünüşte ne
denli farklı olurlarsa olsunlar, öz itibariyle aynıdırlar;
bütçeye müdahale, iç pazarı yönlendirme, yabancı sermayenin
istediği koşulları dayatma, devlet işletmelerinin
özelleştirilmesi vs. Bu koşullar bazen, örneğin Türkiye’de
olduğu gibi enflasyonla mücadeleye büründürülür; bazen,
örneğin Asya krizinde olduğu gibi Güney Kore’ye, Endonezya’ya,
Rusya’ya mali destek biçimi alır. Bazı ülkelerde de petrol ve
önemli madenler üzerine oynanır. Hepsinin üstüne de bir
"küreselleşme” yaftası geçirilir, ama sonuç değişmez:
itfaiyeci olarak giden IMF ve DB, kundakçı olarak açığa çıkar.
"Yoksulluğun
yok edilmesi”, "yapısal uyum”, "etkili gelişme”,
"iyi hükümet politikası” vb. IMF ve DB’nin her dönem
değişmeyen sloganları olmuştur. Ama her dönem farklı biçimlerde
-dönemin sorunlarına tekabül eden- hazırlanan ve dayatılan
programlar başarısız kalmıştır. Bunun son örneği borçlanma
sorunuyla ilgili programlardır; 1998’den beri IMF ve DB’nin
gündeminde birinci sırada yer alan borçlanma sorunudur.
Almanya’daki, ABD’deki zirvelerde aynı sorun ele alındı.
Prag’da da aynı sorun merkezi tartışma konusu oldu; en fakir
ülkelerin borçtan kurtarılmaları. Prag’daki toplantının; 55.
Zirvenin ana teması bu.
'80’li
yılların başından buyana bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin
çoğu, borçlarını ödeyemeyeceklerini açıkladı. Bunun üzerine
IMF ve DB’nin, bu ülkeleri, borçlarını ödeyebilecek duruma
getirmek için "operasyonlar”ı çeşitli biçimlerde
başlatıldı; bir düzine yeni borç ödeme modelleri geliştirildi
ve uygulandı. Borç tahvil yöntemleri, kısmi borç silmeler
birbirini kovaladı. Ama bu ülkelerin borç miktarı azalmadı, tam
tersine giderek arttı. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin borç
miktarı 1980’den 2000 yılına 2 400 milyar dolara çıktı. Bu
miktar içinde faizlerin payı oldukça büyük. Örneğin
Brezilya'’ın 1970'’ten 1986'’a borç miktarı 153 milyar
dolardı. Bunun 89 milyar dolarlık kısmı, sadece faizlerden
oluşuyordu. Borçlu bütün bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde
borç sarmalı böyle devam ediyor. Sadece 1983’ten 1995’e borçlu
ülkelerden alacaklı olan ülkelere, yani emperyalist ülkelere akan
(borç ödemesi) miktar 2 080 milyar dolardı.
Görüldüğü
gibi bu iki kurum, emperyalizmin, tekelci sermayenin çıkarlarının
savunucusudurlar. Yani rollerini sürdürmeye devam ediyorlar.
Uluslararası
planda emperyalizme tepkinin, öncelikle bu iki kuruma yönelik
olması, onların faaliyetinin bilinmesinden ileri gelmektedir. Bu
nedenle IMF ve DB, gittikleri her yerde öfke ve şiddetli
protestolarla karşılanıyorlar. Geniş yığınlar, bu kurumların,
somutlaşmış emperyalizm, tekelci sermaye, çok uluslu tekeller,
talan, açlık, sefalet, işsizlik, özelleştirme olduklarını çok
iyi biliyor.
2
- Antiemperyalist Mücadele ve Sorunları
Son
yıllarda, hangi biçimde olursa olsun, emperyalizme karşı
mücadelenin yükselişi tesadüfi değildir. Her şeyden önce
emperyalizm; gericilik, savaş, müdahale, baskı, DB, IMF, WTO
somutunda dünya çapında geniş yığınların tepkisine neden
olmuştur. Bu tepkinin özellikle son yıllarda böyle açığa
çıkmasının nedeni; hangi biçimde olursa olsun emperyalist
müdahalenin yaygınlaşmasında aranmalıdır. Mayıs 1998’de
Cenevre’deki WTO Konferansı’nı Hindistan’da 100 bin köylünün,
Brezilya’da 40 bin işsizin ve topraksız köylünün protesto
etmesi daha önceleri pek görülmeyen, en azından böyle kitlesel
olarak görülmeyen bir gelişmedir. Daha önce de WTO, DB ve IMF bir
dizi toplantılar, zirveler düzenlemişler ve tekelci sermayenin
çıkarları doğrultusunda kararlar almışlardı. Ama son birkaç
yılda emperyalizmin WTO’da, DB’de, IMF’de somutlaştığının,
emperyalizmin bizzat özelleştirme olduğunun milyonlarca emekçi
tarafından görülmesi, durumu değiştirmiştir. WTO’nun
kararları, DB’nin kredi koşulları, IMF’nin istikrar
programları, bir bütün olarak "yapısal uyum programları”
işçileri, köylüleri ve bir bütün olarak küçük burjuvaziyi de
doğrudan ilgilendiriyor. Dünya çapında bu yığınlar, bu
kurumların faaliyetini işsizlik, tarımın çok uluslu tekellere
teslimi veya göz ardı edilmesi, ulusal gururun ayaklar altına
alınması, bağımlılığın kapsamlaştırılması ve
derinleştirilmesi, özelleştirme adı altında ulusal
zenginliklerin yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi,
ücretlerin dondurulması, sendikasızlaştırmanın
kapsamlaştırılması ve işçi sınıfının örgütsüz bir yığına
(en azından sendikal çerçevede) dönüştürülmesi olarak bizzat
yaşadılar. Bu pratik, bu tecrübe, onlarda, emperyalizmi
somutlaştıran kurumlara karşı tepkiyi geliştirdi ve bu tepki
bugün mücadeleye dönüşmüştür.
Aynı
zamanda, yine emperyalizmin dünya ölçeğinde talanı, kapitalist
ekonominin sancılı, inişli-çıkışlı, çoğu kez durgunluğu
andıran büyümesi, ekonomik ve mali krizler, teknolojinin devasa
ilerlemesi ve onun kazanımlarının üretimde kullanılması;
rasyonelleştirme ve rekabet, milyonlarca işçinin, küçük burjuva
kesimlerin sokağa atılmasına neden olmuş ve kronik kitlesel
işsizler örgütlenmeye başlamışlardır. Çalışma, mesleğini
icra etme umudunu yitiren bu kitlelerin bir kısmı da, umutsuzluğun
neden olduğu öfkeyle emperyalizme karşı mücadeleye katılmıştır.
Gelişmelerin,
belli başlı protesto duraklarının seyri bunun böyle olduğunu
göstermektedir.
MAI
(Yatırımlar Üzerine Çok Taraflı Anlaşma) Girişimine Karşı
Mücadele
OECD
çerçevesinde MAI üzerine tartışmalar 1995’ten beri
sürdürülmekteydi. MAI’ın gerçekleşmesi, yabancı sermayenin,
daha doğrusu çok uluslu tekellerin ve sermayenin her türlü
hareketinin önünün açılması anlamına gelecekti. Bu anlamda
MAI, çok uluslu tekellerin anayasasıydı. Ama olmadı. Daha doğrusu
engellendi. Çok uluslu tekellerin istedikleri biçimde bir MAI,
şimdilik rafa kaldırıldı. Bunun böyle olmasının iki nedeni
vardır: Birincisi, olayın duyulmasından sonra 1998’in ilk
yarısında dünya çapında örgütlenen ve gerçekleştirilen
yığınsal protestolar. MAI’ın gericilik, işsizlik,
sendikasızlaştırma, çevre kirliliği, iş ve çalışma hukukunun
hiçe sayılması vb. olduğunu gören geniş yığınlar, çoğunlukla
ABD, Kanada ve AB merkezli olarak etkili olan protesto eylemleri
gerçekleştirdiler. Sendikaların da katıldığı bu eylemler,
emperyalistlerin geri adım atmalarında belirleyici rol oynamıştır.
İkincisi, Fransa, emperyalist çıkar çatışmasından dolayı MAI
konusunda ABD ile çelişkiye düşmüş ve bu da MAI’ın
savsaklanmasında belli bir rol oynamıştır. Belirttiğimiz gibi,
MAI’ın, çok uluslu tekellerin istedikleri gibi
gerçekleşememesinde esas rolü, yığınların eylemleri
oynamıştır.
1998
WTO-Cenevre Konferansı
WTO’nun
bu konferansı boyunca Hindistan’da 100 bin insan sokağa
dökülmüştü. Brezilya’da 40 bin işsiz, yoksul, topraksız ve
işsiz köylü bir hafta boyunca başkente yürümüşler ve
hükümetin bulunduğu semti işgal etmişlerdi. Bunun ötesinde
diğer kıtalarda da bu konferansı protesto eden eylemler
gerçekleştirilmişti.
1999
WTO-Seattle Konferansı
Seattle’de
yığın eyleminin sonucu olarak WTO’nun Üçüncü Bakanlar
Konferansı, fiyaskoyla sonuçlandı. Bu eylemin başarılı
olmasının belli başlı nedenleri şunlardı: Her şeyden önce
örgütlenme, çok iyi yapılmıştı. Örgütleyicilerin anlayışına
göre bu, tabandan gelen bir örgütlenmeydi. “Siyasi anlayışlar
üstü, ama ortaklığın olmadığı bir örgütlenme.” Yani her
çevre, ortak amaca hizmet ediyor, ama kendi kendini örgütlüyor.
Bu türden hareket, taban hareketinin öne çıkması olarak
kavranıyor. Her halükarda Seattle, emperyalizme karşı
uluslararası planda protestonun; başarılı, sonuç alıcı
protestonun simgesi olmuştur. Bu yenilgi, neoliberalizm yanlılarını,
emperyalist burjuvaziyi ve kalemşorlarını şoke etmiş ve
kurtuluşu, demagojide aramışlardır:
-WTO
karşıtlarının dünyadan haberleri yok!
-WTO
karşıtları kendilerinin dışında hiç kimseyi temsil etmiyorlar!
-WTO
karşıtları fakirlere karşıdırlar!
-WTO
karşıtları kural tanımıyorlar, kuralsızlığı savunuyorlar!
İşin
gerçeği ise tamamen değişik. Gerçekler, bu iddiaları
yalanlıyorlar: Siyasi eğilimlerinden bağımsız olarak, Seattle’da
protesto edenler ve bu protestoya uluslararası arenada, bulundukları
yerlerde katılanlar, yani toplam olarak on binlerce eylemci, WTO
nezdinde emperyalizmi, kendi siyasi eğilimi çerçevesinde
görüyordu. WTO’nun emperyalizm olduğunu, yoksulluk, sömürü,
çevre kirliliği, özelleştirme, işsizlik vb. olduğunu pek ala
biliyorlardı. Zaten bunun bilincinde olunmasından dolayı da
Seattle başarılı bir eylemi ifade etmiştir. Davasına bir şekilde
inanan insanlar, iradeli davrandılar, direndiler, saldırdılar ve
konferansın fiyasko ile sonuçlanmasını sağladılar.
Seattle,
eyleme katılanların, o çok çeşitli örgütlenmelerin hiç
kimseyi temsil etmediğini değil, tam tersine geniş yığınları
harekete geçirebildiğini göstermiştir. Burada söz konusu olan,
şu veya bu anarşist, otonomcu grup değil, taban hareketidir. Şu
veya bu ulusal ve uluslararası çaplı sorun için oluşturulmuş
inisiyatif gruplarıdır. Genel olarak küçümsenen bu taban
hareketi, örgütlenmesi becerilebilinirse geniş yığınları
harekete geçirebilecek bir yapılanma olduğunu kanıtlamıştır.
Taban
hareketinin; "Vatandaş Hareketi”nin veya genel olarak Seattle
eylemine katılanların fakirlere karşı oldukları, bağımlı ve
yeni sömürge ülkelerin talanına, emperyalist ülkelerdeki
yoksulluğa karşı kayıtsız oldukları anlayışı ise, tam
anlamıyla bir demagojidir. Eylemin içeriği bu anlayışı
yalanlıyor. Neoliberalizm yanlılarının ve burjuvazinin
kalemşorlarının böyle demagoji yapmalarının nedeni açık:
Konferansın amacının, WTO’nun üstlendiği misyonun
anlaşılmasını engellemek. Geniş yığınların bilinçli eylemi,
emperyalist burjuvaziyi protestocularla görüşmeye, dünya
çapındaki yoksulluktan dolayı "gözyaşı” dökmeye
zorlamıştır.
Sokak
çatışmasında tecrübesiz olan Amerikan polisi -arkadan
kurşunlamada ve toplu halde adam dövmede, işkencede tecrübeli-
Alman polisinden sokak çatışmaları konusunda ders almasına
rağmen, başarılı olamadı Seattle’de. Ama Washington
gösterisinin, önceden aldığı tedbirlerle amacına ulaşmasını
engelleyebildi.
Davos’ta
da, Seattle ve Washington’daki gibi olmasa da kitlesel eylemler ve
polisle çatışma oldu. Melbourne ise emperyalist burjuvazi için
yeni bir yenilgi oldu, "Dünya Ekonomik Forumu” başarısızlığa
uğratıldı. Polisle çatışan on bin kadar gösterici, toplantı
binasını abluka altına aldı ve toplantı yerine açılan bütün
yollar tutuldu.
2000
IMF-DB Prag Zirvesi
Daha
önceki eylemlerden, Seattle, Washington, Londra, Okivana, Davos ve
Melbourne’den dersler çıkartan Çek polisi, Prag’ın Seattle’e
dönüşmemesi için hazırlandı. Alman polis teşkilatından alınan
göz yaşartıcı bombalarla da her türlü sokak çatışmasına
hazırlanan 13 bin üniformalı -sivil olanların sayısı
bilinmiyor- polis, göstericilere vahşice saldırmakta gecikmedi.
Prag’da üç koldan yürüyüşe geçen yığınların esas amaca
ulaşmaları - zirvenin yapılmasını engellemek- engellenebildi,
ama zirvenin bir gün önce bitirilmesi Prag eyleminin başarısıydı.
Prag
eylemi de, Seattle’de olduğu gibi, dünya çapında bir taban
hareketinin örgütlenmesinin sonucuydu: Hangi nedenden dolayı
olursa olsun emperyalizme karşı olanların eylemi.
Emperyalizme
karşı düzenlenen bu protestolarda sıkça kullanılan kavramlardan
birisi de "antikapitalizm”dir. Bu eylemler, antikapitalist
eylemler olarak tanımlanıyor. Tabii yanlış bir tanımlama.
Antikapitalist olmak, kapitalist üretim biçimine, sermaye
hakimiyetine karşı olmak ve sosyalizm için mücadele etmektir.
Böyle bir mücadele ancak ve ancak, lafta değil gerçekte komünist
dünya görüşü tarafından şekillendirilen proletaryanın
devrimci partisi önderliğinde söz konusu olabilir. Bu eylemlerde,
kendi gücünü abartan, emperyalizme karşı mücadelenin aynı
zamanda ve her koşul altında genel olarak kapitalizme karşı
mücadele olmadığını kavramayan küçük burjuva kesimler
tarafından bu eylemleri karakterize etmek için antikapitalizm
kavramının kullanılması yanlıştır. Bu eylemler, esas
itibariyle antiemperyalist eylemlerdir.
Bu
eylemlere kimler katılıyor?
Sendikacılar,
işçiler, küçük üretici köylüler, çevreciler, ırkçılığa
karşı olanlar, öğrenciler, sosyal bir hareket olarak örgütlenen
işsizler, küçük burjuva aydınlar, bir bütün olarak inisyatif
gruplarında ve taban hareketinde örgütlenmiş olanlar, şu veya bu
ülkede azınlık konumunda olan ve demokrasi ve özgürlük talep
eden etnik gruplar, siyasi anlamda ifade edecek olursak, pasifistler,
antiemperyalistler, antifaşistler, anarşistler, otonomcular,
troçkistler, maocular ve komünistler.
Önceleri
tek tek ülkelerdeki, yani ulusal çaptaki kendiliğindenci eylemler,
giderek uluslararası planda kendiliğindenci eylem bilincini
yarattı. Sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası tepkinin
doğmasını değil, gelişmesini ve örgütlenmesini beraberinde
getirdi. Son birkaç yıl içinde WTO, DB ve IMF’ye karşı
enternasyonal alanda sürdürülen eylemler, kendiliğindenci yığın
bilincinin uluslararası planda ne denli gelişmiş olduğunun açık
ifadesidir. Uluslararasılaşan sermaye; kapitalist üretim biçimi,
kendine karşı uluslararası tepkinin de gelişmesine neden
olmuştur.
Uluslararası
çaptaki bu kendiliğindenci mücadele, varabileceği en uç noktaya;
nihai amacına, Seattle’de olduğu gibi, toplantının
engellenmesiyle ulaşmış oluyordu. Bunun ötesi kocaman bir boşluk,
hedefsizlik. Çünkü salt antikapitalizm demek, bu kavramı
sloganlaştırmak yetmiyor. Onun içini doldurmak gerekir. Bu kavramı
kullananlar, sınıfsal yapılarından ve anlayışlarından dolayı,
onun içini doldurmaktan fersah fersah uzaktalar. Sosyalizmi reddeden
nasıl antikapitalist olur? Olsa olsa, yerli yersiz zora başvuran,
onu da alkol ve uyuşturucu madde aldıktan sonra - herhalde bu
onları cesaretlendiriyor- yapan, "ticaret yapma, seviş”i
sloganlaştıran otonomcular ve anarşistler, o türden bir
"antikapitalist” olabilirler. Prag’da görüldüğü gibi,
polisle arası iyi olan troçkistlerin de; marksizmin, sosyalizmin bu
düşmanlarının da antikapitalist olma durumları yoktur.
Gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelede devrimci bir
potansiyeli ifade eden maoculardan da antikapitalist bir mücadele
beklenemez. Geriye iki faktör kalıyor:
Birincisi,
bu eylemlerin yığınsallığını sağlayan ve başarılı
olmasında önemli payı olan taban hareketi ve ikincisi de,
yığınların kendiliğindenci bilincini, sermayeye karşı
mücadeleye; antiemperyalist mücadeleyi genel olarak antikapitalist
mücadeleye yönlendirecek olan komünistler.
Bu
eylemler de göstermiştir ki, uluslararası komünist hareket
dağınıktır, örgütsüzdür ve oldukça da zayıftır. Bundan
dolayı; işçi sınıfının sınıf bilinçli örgütlenme
derecesinin zayıflığından dolayı bu yığınlar, her siyasi
renkten burjuva partilerin ve küçük burjuvazinin etkisinde
kalıyorlar ve bunun ötesinde sisteme karşı kendiliğindenci
tepkilerini taban örgütlenmelerinde dile getiriyorlar. Çoğu kez,
sendikalar da düzenden yana tavır aldıklarından dolayı,
sendikalı işçiler, sendikal çerçeveyi de aşarak sermayeye ve
emperyalizme; IMF ve DB’ye karşı tepkilerini dile getiriyorlar.
Taban
hareketi veya "Vatandaş Hareketi” olarak tanımlanan
örgütlenmeler genel itibariyle sermayeye karşı olan, burjuva
düzene karşı olan örgütlenmeler değildir. Bu örgütlenmeler,
kapitalist sistemin sivriliklerinin törpülenmesini, sömürünün
"adaletli” olmasını, gelir dağılımının "adaletli”
yapılmasını, yoksulluğun, sefaletin bir nebze de olsa
dindirilmesini vb. talep eden örgütlenmelerdir. Bu örgütlenmelerde
burjuva demokrasisi anlayışı ve reformist anlayışlar hakimdir.
Aslında bu anlayışlar, düzene tepki duyanların tepkilerinin
sınıf bilinçli mücadeleye dönüşmesini engelleyen, "taban
demokrasisi” içinde eriten, boğan ve yönlendiren anlayışlardır.
Son 20 sene içinde yaygınlaşan ve birçok ülkede hükümet ortağı
olan Yeşiller hareketi de çıkışında aynı fonksiyonu
üstlenmişti. Büyük burjuvazinin, önceleri kabul etmediği bu
hareket, bugün sistemin vazgeçilmez ve uysal bir unsuru olmuştur.
Başta
işçi sınıfı olmak üzere geniş emekçi yığınlarını bu
türden örgütlenmelerin siyasi etkisinden kurtarmak, bu eylemlerin
açığa çıkardığı antiemperyalist, devrimci ve de militan
dinamiği sınıf bilinçli mücadeleye sevk etmek ancak ve ancak
komünist hareketin sorunu ve görevidir. Bu mücadelelerin, bu
potansiyelin eriyip gitmemesi, yozlaştırılmaması, amacından
kopartılarak çeşitli otonom ve anarşist grupların kendini tatmin
aracına dönüştürülmemesi veya burjuvaziye hizmet edecek duruma
getirilmemesi komünistlerin bu alandaki temel görevlerindendir.
Uluslararası
işçi ve komünist hareketinin tarihi ve bugünkü mevcut
potansiyeli devrimci proletaryanın böyle bir görevi üstlenmek
zorunda olduğunu, bunu tarihsel misyonunun bir yansıması olarak
görmek zorunda olduğunu göstermektedir. Ama uluslararası komünist
hareketin gerçekliği; nesnel durumu bundan çok uzaktır. Bu
eylemlerin örgütlenmesinde komünistlerin çok sınırlı bir
çabasının olduğunu görüyoruz. Kendine komünist diyenleri;
lafta komünist olanları bir kenara bırakırsak, bu ideolojinin,
dünya görüşünün gerçek savunucuları bu eylemlerde sadece ve
sadece katılımcı konumundaydılar. Birileri düzenliyor,
örgütlüyor ve bizler de katılıyoruz. Tabii burada uluslararası
ilişkilerdeki yetersizlik, uluslararası komünist hareketin
örgütsüzlüğü, bunun ötesinde, var olan güçler arasındaki
bağların kopukluğu da belirleyici bir rol oynamaktadır.
Gelişmeye
seyirci kalmak, örgütleyici değil de katılımcı olmak, kendine
güvensizliğin yanı sıra, sıradanlaşmanın, başka sınıfsal
amaçların inisiyatifi altına girmenin; küçük burjuvazi
tarafından yönlendirilmeyi kabullenmenin de ifadesidir. Bunun
farkında olmayabiliriz, ama işin gerçeği böyledir.
Dünya
komünistlerinin söz konusu bu eylemlerdeki konumu ne? Yığınlara,
hangi biçimde ne türden perspektifler sundu? Her bir eylem
öncesinde ve sonrasında ne türden bir hazırlık ve değerlendirme
toplantısı yaptı? Olayın dışında kalmakla, seyirci, katılımcı
ve edilgen olmakla işçi sınıfının uluslararası eyleminde söz
sahibi olunamaz.
Seattle’den
Prag’a uluslararası bir sosyal hareket doğmuştur. Küçük
burjuvazinin inisiyatifinde olan bu hareketi, sınıf bilinçli
antiemperyalist harekete dönüştürmek ve sosyalizm için
mücadelenin bir dayanak noktası yapmak için komünist güçler
inisiyatifli olmak, sadece katılımcı değil, pratikte de
örgütleyici olmak, yol açıcı, perspektif verici olmak
zorundadırlar.
Komünist
güçler, tarihsel misyonlarının, ulusal ve enternasyonal
konumlarının bilincinde olmak zorundadırlar. Ulusal ve
enternasyonal alanda zayıf ve örgütsüz olmak, sadece ve sadece
nesnel gerçekliğin tespitidir. Bu tespit, nerede ve nasıl
başlamamız konusunda bir çıkış noktası olabilir. Ama pasif
kalmanın, edilgen olmanın, sadece katılımcı olmanın nedeni asla
haklı olamaz.
Şüphesiz
ki, ulusal ve enternasyonal alanda antiemperyalist, demokratik
içerikli mücadeleleri mutlaka ve mutlaka komünistler örgütler
diye bir kural yoktur. Komünist güçler, bu mücadeleleri
ilerletmek, kapitalist sisteme karşı mücadeleye sevk etmek amacını
güderler ve bu mücadeleler, içerik olarak ilerici, demokratik
karakterli oldukları için onlara katılırlar.
Ulusal
ve enternasyonal alanda antiemperyalist içerikli mücadeleyi
komünistlerin dışındaki güçlerin; ilerici, demokratik,
gericiliğe, faşizme ve emperyalizme karşı olan güçlerin
örgütlemesi de doğaldır. Çünkü bu güçler, kendi siyasal ve
ekonomik çıkarlarının gerçekleşmesinin önünde genel olarak
kapitalizmi, genel olarak meta ekonomisi sistemini kapitalizmi değil,
emperyalizmi ve faşizmi görürler. Onların siyasal ufku bununla
sınırlıdır.
Komünistler,
bu güçlerin ulusal ve enternasyonal alanda örgütledikleri
antiemperyalist mücadeleleri desteklerler ve bir biçimde
katılırlar. Bunda yanlış olan bir şey yoktur. Yanlış olan,
salt katılımcı olmaktır.
Son
birkaç yılın tecrübesi, enternasyonal alanda antiemperyalist
mücadelede inisiyatifin küçük burjuvazinin elinde olduğunu
göstermektedir. Örgütleyen ve mücadelenin siyasi içeriğini
sloganlaştıran küçük burjuvazidir. Örgütlenme biçimleri,
antiemperyalizm kavrayışları ne denli reformist ve sığ olursa
olsun, bu çevrelerle ilişki içinde olmanın yol ve yöntemleri
aranmalıdır. Onları etkilemenin yegane yolu, ilişkide olmaktır,
tartışmaktır. Sadece eylemden eyleme, eylem yerinde görüşmekle
onlar etkilenemez, yönlendirilemez ve siyasal ufuklarını açmak
mümkün olamaz.
Yaşamın
kendisi, günün 24 saati, antiemperyalist eylem ögelidir. Bilinçli
olarak sınıf mücadelesi içinde olan herkes bunu bilir. Bu öge
kendisini bir seferinde özelleştirmeye karşı mücadele, diğer
bir seferinde IMF’nin istikrar programına karşı mücadele olarak
gösterdiği gibi, uluslararası planda anlaşmalarda,
emperyalistlerin toplantılarında, bir işgal hareketinde de
gösterebilir. Önemli olan, bütün bu mücadele ögelerine, kendi
örgütlülüğümüz dışında kalan güçleri; antiemperyalist
güçleri çeken, onları emperyalizme karşı mücadeleye sevk eden
örgütsel bir biçimlenme verebilmektir. Bu, bizim ulusal ve
enternasyonal alandaki görevlerimizden birisidir.
Gericiliğe,
emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede, ulusal ve enternasyonal
alanda müttefikimiz olan güçleri, antiemperyalist, antifaşist
örgütlülük çerçevesinde birleştirmek veya böylesi
örgütlenmelerde yer alarak onları etkilemek göreviyle bugün daha
yakıcı tarzda karşı karşıyayız.
Teoride
Doğrultu, Sayı
2, Eylül-Ekim 2000.