deneme

5 Aralık 2000 Salı

YOLSUZLUK VE KAPİTALİZM

Ecevit hükümetinin en “önemli” icraatlarından binisi de yolsuzluğa karşı mücadeledir. Son dönemlerde her yeni hükümetin ilk açıklamalarından birisi hep aynı konu üzerine olmuştur; yolsuzluğa karşı mücadele, demokrasiden taviz vermemek, vatandaşın hakkını korumak, herkesin yasalar önünde eşit olduğu ilkesine göre hareket etmek vs. vs. Bu söylemler Ecevit hükümeti tarafından, daha önceki hükümetlerden farklı olarak, slogan olmaktan çıkartılmış, resmen sistemi kurtarmak için bir eyleme dönüştürülmüştür.
Memurların ve burjuva siyasi fonksiyonerlerin satın alınmasına rüşvetçilik denir. Yansıma biçimi ve niceliği ne denli farklı olursa olsun rüşvetçilik, sömürüye dayanan bütün toplumsal düzenlerde vardır. Kapitalizmde ve özellikle de onun emperyalizm aşamasında rüşvet ve onu takiben yolsuzluk, güçlü ve kapsamlı biçimler alır.
Burjuva devlet mekanizmasının güçlü sermaye çevreleriyle; bankalarla, tekellerle iç içe olması, rüşvet ve yolsuzluk için en uygun zemini hazırlar. Yasalara göre ceza gerektiren bu türden faaliyetler kapitalist ülkelerde genellikle cezasız kalır. Öyle ki, Özal’ın dediği gibi “benim memurun işini bilir” açıklamalarıyla da teşvik edilir.
Ancak, rüşvet ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı, hırsızlığın, soygunun, insanları düzenden iten boyutlar aldığı durumlarda burjuvazi, sistemi kurtarmak için yolsuzluğu karşı mücadele eder. Bu mücadele çoğu kez sözde kalırken, bazen de buzdağının görünen kısmını yontmaya yönelebilir. Yani toplumun gözü önünde yapılan soygunu durdurmaya yönelik olabilir.
Yolsuzluğa karşı mücadelede hükümet, gerçekten de ciddi olabilir. Örneğin bankacılık sektöründe “temizlik” yapan Temizel, operasyon ardına operasyon düzenleyen Tantan, bu faaliyetlerinde ciddi olabilirler. Burada önemli olan, kişilerin subjektif niyet ve duruşlarından ziyade mücadelede taraf olanların durumudur; Bir toplum, kendi örgütlenmesiyle, inisyatifiyle, bunun ötesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların siyasi örgütlenmesiyle yolsuzluğa karşı mücadeleyi takip eden, baskı unsuru oluşturan bir konumdaysa, o toplumda yolsuzluğa karşı mücadelede hükümet, istemese de ciddi adımlar atmak zorunda kalacaktır. Türkiye'de işçi sınıfı ve emekçiler, siyasi örgütlenmeleriyle bir baskı unsuru olma durumunda değiller, ama yolsuzluğun almış olduğu boyutlar ve talanın, hortumlamanın açıktan açığa yapılması, yığınları düzenden uzaklaştıran, sisteme güvensizliği geliştiren faktör olmuştur. Bu nedenden dolayı hükümetin yolsuzluğa karşı mücadelesi, bugün açısından bilinenin üzerine “ciddi” bir gidişi kaçınılmaz kılmıştır. Hükümet, sistemi kurtarmak için temizliğe girişmek zorunda kalmıştır.
Ecevit hükümeti, yolsuzlukların üstüne sonuna kadar gidileceğinin propagandasını yaparak, burjuva düzenin yolsuzluk olmaksızın da var olabileceği anlayışını yaymaya çalışıyor. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir demagojidir; yığınları sisteme yeniden bağlamak için bir çabadır.
En demokratik, en adaletli burjuva cumhuriyette de yolsuzluk vardır. Bunun nedeni üzerine Engels şöyle der:
”Modern toplum koşullarında giderek kaçınılmaz bir zorunluluk durumuna gelen ve proletarya ve burjuvazi arasındaki nihai mücadelenin, ancak kendi çerçevesinde sonuna kadar götürebileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, Amerika’nın klasik bir örnek sunduğu, memurların düpedüz rüşvet yemesi, diğer taraftan da hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında; bu ittifak devlet borçları ne kadar çok artar ve hisse senetli şirketler, yalnızca ulaştırmayı değil, üretimin kendisini de ellerinde ne kadar çok toplar ve böylece borsada ne kadar merkezi bir durum kazanırlarsa, o kadar kolay gerçekleşir” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, C. 21, s. 167).
Demek oluyor ki sorun, kapitalizmle demokrasinin, en demokratik cumhuriyetle rüşvetin ve yolsuzluğun ne denli bağdaşacağı sorunudur. Buna, Engels’in verdiği cevap açık; en demokratik cumhuriyette sermaye, hâkimiyetini dolaylı bir biçimde gerçekleştirir. Dolaylı da olsa sermayenin hâkimiyeti, rüşvet ve yolsuzluk olmaksızın gerçekleşmez.
Lenin, sermayenin hâkimiyetinin gerçekleşmesi için iki ekonomik aracın zorunlu olduğuna işaret eder; 1- dolaysız rüşvet ve 2- hükümet ve borsanın ittifakı.
“Meta üretiminin, burjuvazinin ve paranın hâkimiyeti koşulunda rüşvet (dolaysız ve borsa vasıtasıyla) her hükümet biçiminde, her demokraside “gerçekleşir” (“Marksizm Üzerine Bir Karikatür”, C. 23, s. 39).
Bu anlayışlardan çıkartılması gereken sonuç şudur: mevcut hükümetin yolsuzluklara, hortumlamaya, resmi ve resmi olmayan hırsızlığa karşı mücadelesi, yolsuzluğun ve rüşvetin maddi nedenini ortadan kaldıramaz. Bu mücadele, en fazlasıyla, yapılan yolsuzluğu belli ölçülerde tutamaya yönelik olabilir. Gelir dağılımının oldukça dengesiz olduğu, birkaç bin ailenin ulusal gelirin çok önemli bir bölümüne el koyduğu bir ülkede; yolsuzluğun, hırsızlığın, soygunun kurumlaşmış olduğu bir ülkede; bakanın, milletvekilinin, her derecede memurun, polisin kayırma ve rüşvetle iç içe olduğu bir ülkede; devletin, kendini soyanları koruduğu bir ülkede; devlet yönetimiyle sermayenin, hükümetle borsanın iç içe geçtiği bir ülkede yolsuzluklara karşı mücadele, sistemi kurtarma çabasından öteye geçemez.
Bugün özellikle bankacılık sektöründe yaygınlaşan yolsuzluk hikâyeleri hiç de yeni değildir. Yapılan soygun yıllardan beri biliniyordu ve devlet, bu soygunu ve kendini soyanları koruyordu. Türkiye’ye de özgü olmayan bu olay, kapitalizmin genel krizi koşullarında yapısal-sistemsel çürümüşlüğün varmış olduğu boyutun da açık ifadesidir. Güçlü bir rantçı kesim, kupon alıp satmakla “geçinen” bu kesim, Türkiye’de de kapitalizmin ne denli çürümüş olduğunun doğrudan bir göstergesidir. Yıllardır ulusal gelirin çok önemli bir kısmını iç eden, resmen çalan bu kesim, reel ekonominin kaynaklarını da kurutmakta ve dolayısıyla; reel ekonominin kaynaklarını sınırlamasıyla dış ekonomik ilişkiler de olumsuz etkilenmekte. Bu da yabancı sermayenin çıkarlarına ters düşmekte. IMF’nin, Dünya Bankası’nın, hükümetin arkasında olmasının nedenlerinden birisi de budur. Kendi çıkarlarına uygun düşen bir Türk ekonomisi yabancı sermayenin baş talebidir. Böyle bir ekonomi, yolsuzluğun boyutlarının sınırlandırılmasından ve halkın güveninin yeniden kazanılmasından geçmektedir. IMF, Dünya Bankası ve hükümet işin farkındalar. Bilinenin üzerine gidiyorlar ve büyük bir dirençle karşılaşıyorlar. Karşılaşıyorlar, çünkü Türkiye’de kayıt dışı ekonomi yüzde 40 oranlarında. OECD ülkeleri içinde Türkiye, kayıt dışı ekonominin en yüksek oranda olduğu ülke.
Türkiye’de yolsuzluğa karşı mücadele, ekonominin yüzde 40’ına karşı mücadele demektir. Kayıt dışılık, yolsuzluğu göstergesidir. Hiçbir güç, hiçbir hükümet ekonominin yüzde 40’ına karşı mücadele edemez. Böyle bir mücadele için milyonların desteği gereklidir. Türkiye’de hiçbir hükümet, yolsuzluğa karşı mücadelede milyonların desteğini alamaz. Çünkü düzene güven kalmamıştır. Ancak ve ancak mevcut üretim/mülkiyet ilişkilerinin; mülk farkının ortadan kaldırılmasıyla; devrimle yolsuzluğun kökü kazınır.
Yolsuzluğa karşı hükümetin mücadelesi desteklenemez, ama o teşhir edilerek daha kapsamlı mücadeleye zorlanmalıdır.