Cumhurbaşkanı Sezer ile hükümetin başı Ecevit arasındaki “it dalaşı” Türkiye ekonomi tarihinin en derin mali krizinin patlak vermesine vesile oldu. Birkaç gün öncesine kadar ekonomide her şeyin yolunda olduğunu ve programı uygulamakta ısrarlı olduklarını açıklayan Ecevit, mali krizin patlak vermesinden sonra ekonomide sorunların olduğunu ve bunun zaten bir şekilde açığa çıkacağını açıklayarak bir taraftan uygulanan IMF patentli “istikrar programı”nın iflas ettiğini ve diğer taraftan da Sezer ile kendisi arasındaki “it dalaşı”nın buna vesile olduğunu açıklamış oluyordu.
Mali kriz ile ekonomik kriz; fazla üretim krizi, eş anlamlı değildir. Bunlar birbirine karıştırılmamalıdırlar. Mali kriz, para-borsa-kredi alanlarında tıkanmanın sonucu olarak patlak verir ve ömrü oldukça kısadır. Birçok koşula (hükümetin müdahale yeteneğine, sanayi üretimindeki konjonktürel duruma, dünya ekonomisinin durumuna, dış yardımın ve desteğin olup olmadığına vs.) bağlı olarak birkaç gün veya hafta içinde atlatılır. Fazla üretim krizi ise nispeten uzun sürelidir, birkaç sene sürebilir. Fazla üretim krizi devrevidir; belli dönemlerde patlak verir. Reel ekonomi; sanayi üretimi dönüşümünün(durgunluk, inişli-çıkışlı durgunluk, canlanma, yükseliş ve kriz) bir aşamasını, adı üstünde kriz aşamasını ifade eder ve çelişkilerini çözene kadar da etkide bulunur. Fazla üretim krizi, kapitalist ekonominin nesnel yasalarından kaynaklanır. Mali krizlerin; spekülasyon-borsa-para-kredi krizlerinin bir devreviliği, aşamaları ve kapitalist ekonomiden kaynaklanan bir yasallığı yoktur. Bu krizler, bağımsız krizler değildir. Kapitalist ekonomide mali kriz, ya yeni bir fazla üretim krizinin habercisidir, ya da ekonominin her türlü etkilenmeye ve spekülasyona açık olacak derecede hassas dengeler üzerine kurulu ve istikrarsız olduğunun göstergesidir. Türkiye’de olan da, ekonominin IMF patentli “istikrar programı” ile daha da istikrarsız hale getirilmiş olmasıdır. IMF, Türkiye ekonomisini yabancı sermayenin çıkarlarına göre yeniden şekillendirmek için program hazırlamıştır. Öngörülen yapısal değişimin a’dan z’ye hepsi yabancı sermayenin çıkarı içindir. Türkiye'den sürekli istenen, iç pazarın tamamen yabancı sermayeye açılmasıdır. Yani her şey değil, ama yabancı sermayenin önem verdiği işletmeler özelleştirilmelidir, ülkede yabancı sermayenin özgür hareketini engelleyen bütün yasalar ve düzenlemeler ortadan kaldırılmalıdır ve aynı zamanda, enflasyonu sabit kur politikasıyla düşürmek için bütün yük emekçi yığınların sırtına yüklenmelidir. Bu nedenle 65 milyon fedakârlığa çağrıldı. IMF, sürekli ve sürekli, reel üretimin(sanayi üretimi) büyüme oranını düşürün, düşük oranlı büyümeyle yetinin çağrısını yaptı. Böyle bir politika sonuçta sanayi üretiminin gerilemesine, yatırımların yapılmamasına, bazı sanayi işletmelerinin iflasına, işçilerin sokağa atılmalarına, halkın alım gücünün düşmesine, yani iç pazarda talebin daralmasına ve ihracatın gerilemesine neden olmuştur. Gelişmenin böyle olacağı baştan biliniyordu, çünkü “istikrar programı” böyle bir gelişmeyi öngörüyordu. Bu süreç içinde enflasyon belli oranlarda düşürülmüştür.
“Kara Çarşamba”dan sonra aynı hükümet, IMF ile el ele vererek eski programın yerine yeni bir program hazırlayacağını ilan etti. Hazırlık çalışmalarını sürdürmek için IMF ve Dünya Bankası temsilcileri Ankara’da görüşmelere başladılar bile.
Birkaç gün içinde ülkeyi yüzde 40 oranında daha da fukaralaştıran aynı zevat, IMF ve Amerikan emperyalizminin yoğun desteğiyle yeni bir felaket programının hazırlığına koyuldu. Şimdi “sabit kur” politikasına dayalı “istikrar programı”nın yerini “dalgalı kur” politikasına dayalı “istikrar programı” alacak. Böylece TL, gerçek değerini piyasa hareketi içinde bulacak ve Merkez Bankası, para hareketini kontrol etmek için daha yetkili kılınacak. Bu programın da temel amacı enflasyonu düşürmek.
Yeni programın nasıl içeriklendirileceğini ileride göreceğiz. Ama açık olan şu: Nasıl ki iflas eden programın faturası emekçi yığınlara çıkartıldıysa bu programın da faturası işçi sınıfı ve emekçi yığınlara çıkartılacaktır.
Adı konmamış devalüasyonla TL’nin değeri bir-iki gün içinde yüzde 40 düştü.(Piyasa hareketiyle bu oranın küçülmesi için Merkez Bankası devreye sokuldu). Bu demektir ki krizin ilk günü 100 liranın 40 lirası, bugünlerde de belki 20-30 lirası, buhar oldu. Faizler yüzde 7500’e fırladı. Parası-sermayesi olanlar TL’den kaçarak dövize yöneldi. Yabancı sermaye borsadan kaçtı. Ve bilinen düşüş yaşandı. Dışarıdan (IMF ve ABD) gelen destek açıklamaları ve hükümetin gecikmesiz davranışı sonucunda, ağır mali krizlerde görülen panik önlendi. Mali kriz, kontrol altına alındı. Öyle ki borsa, 21 Şubattaki yüzde 18,1 oranındaki kaybını kapatacak duruma geldi.
Şimdi hükümet yeni program için güven tazelemesi yapacak. Nasıl? Burada güven tazelemesinden kastedilen, halkın güvenini almaktır. Birkaç gün sonra 65 milyonun karşısına çıkıp şöyle diyecekler; Sabit kur politikasına dayalı istikrar programının uygulanma koşulu kalmadığı için ondan vazgeçtik. Şimdi dalgalı kur politikasına dayanan istikrar programını uygulayarak enflasyonu düşüreceğiz, memleketin ekonomisini düze çıkartacağız. Bize inanın ve bu programımızı destekleyin! Bunu Türkçeye çevirirsek: özelleştirmeye karşı gelmeyin, ücret artışı talep etmeyin, özelleştirmeden dolayı veya programın uygulanması sonucu olarak işten atılmanıza karşı gelmeyin, sosyal haklardan, taleplerden bahsetmeyin. Kene gibi yapışıp kanınızı emmemize ve istikrar adına yerli ve yabancı sermayeyi semirtmemize alkış tutun vs. vs.
Bir daha güven tazelemek için işin içine bu sefer sendikaları ve başka “sivil toplum kuruluşları”nı da katmaya çalışacaklar. Sarı sendika ağalarıyla oturup konuşacaklar, onların görüşlerini alacaklar ve böylece ihanete, işçi sınıfını, sendika ağaları üzerinden ortak etmeye çalışacaklar. Sendika ağaları da işçileri yeniden kendilerine bağlamak için bu fırsatı değerlendireceklerdir. Hükümetle güya pazarlık yapacaklar ve işçi sınıfının çıkarlarını inatla savundukları havasını uyandıracaklardır. Güven tazeleme derdinde olan ve konumu zayıf olan hükümet, sendika ağalarını susturmak ve işçi sınıfının direncini boğmak için önemsiz tavizler de verebilir. Hükümet ve IMF açısından önemli olan, yeni programın oluşturulmasına ve uygulanmasına karşı işçi sınıfının tepkisini törpülemek, etkisiz hale getirmek ve mümkün olursa yedeklemektir.
Şüphesiz ki yeni program da eski program gibi bir talan programı olacaktır. Dalgalı kur bazında oluşacak yeni programın uygulanması durumunda enflasyon, önce biraz artacak, sonra düşmeye başlayacak. Enflasyon, artsa da düşse de faturası emekçi yığınlara çıkartılacak. Sanılmasın ki sermaye çevresi enflasyonun düşürülmesinden dolayı herhangi bir fatura ödeyecek. Şüphesiz, adı konmamış devalüasyondan dolayı Türkiye ucuzlayacak; üretim maliyeti düşecek ve böylece sanayi üretiminde belli bir canlanma ve ihracatta da belli bir artış olacak. Bir kısım işsiz, iş bulabilecek. Ama bütün bunlar işin tali yönü. Bu tali yönün gerçekleşebilmesi için yeni programın uygulanması gerekir ve daha şimdiden IMF, koşullarını dayatıyor. Bunlar, bilinen koşullar; özelleştirme, yapısal reformlar vs. IMF bu sefer diretiyor: Önem verdiğimiz her işletmeyi, sektörü biran önce özelleştirmeye açın, yabancı sermayenin bir dediğini ikiletmeyin! Türkiye, Güney Kore ve Meksika’da oynanan oyunun içine çekiliyor. Bu ülkelerde, birkaç yıl önceki derin mali ve arkasından patlak veren ekonomik krizden; bu ülke paralarının ve borsa değerlerinin olağanüstü değer kaybından dolayı ucuzlayan işletmeleri satın almak için yabancı sermaye sıraya girip, kuyruk oluşturmuştu. Türk ekonomisi böyle bir sürece itiliyor.