TARİHSEL
VE GÜNCEL OLARAK FİLİSTİN SORUNU
I-
İsrail Devletinin Kuruluşu
Ortadoğu'da,
Arap kurtuluş hareketi karşısında emperyalizm yeni bir müttefik
bulmuştu. Bu müttefik güç, siyasi siyonizmdir. Siyasi
siyonistler, I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin'i kendi nüfuz
sahasına alan, orada bir manda idaresi kuran İngiliz emperyalizmi
vasıtasıyla bir Yahudi devleti kurmayı amaçlıyordu. Ama
Filistin'de devlet kurmak için yeterli sayıda veya devlet
kurabilecek sayıda Yahudi yoktu. Yahudilerin ezici çoğunluğu
Filistin dışında yaşıyordu: 1880'de bütün dünyadaki Yahudi
sayısı 7,75 milyon civarındaydı. Bunun çoğunluğu da -6,858
milyonu (yüzde 88,5)- Avrupa'da, 620 bini (yüzde 8) Asya ve
Afrika'da yaşıyordu. Geriye kalan yaklaşık 250 bin Yahudi, deniz
aşırı ülkelerde yaşıyorlardı. Avrupa'da ise Yahudilerin
çoğunluğu Doğu da (Litvanya, Polonya, Beyaz Rusya, Romanya ve
Galiçya'da, toplanmıştı. 19. yüzyılın sonuna doğru durum
değişir ve 18811914 arasında yaklaşık 3 milyon Yahudi, Doğu
Avrupa ülkelerinden göç ederler. Göç edenlerin çoğunluğu da
Kuzey Amerika'ya yerleşir. Kuzey Amerika'da Yahudilerin sayısı 19.
yüzyılın başında 2000'den aynı yüzyılın sonunda bir milyonun
üzerine çıkar. Her halükarda II. Dünya Savaşı'na kadar
Yahudilerin çoğunluğu, yüzde 58,2'si (9,7 milyon) Avrupa'da
yaşıyordu.
Yahudilerin
sosyal, siyasi ve ekonomik durumları ülkeden ülkeye ve de bölgeden
bölgeye değişikti. Ama durumun en kötü olduğu bölge Doğu
Avrupa'ydı. Orada Yahudiler, horlanma, aşağılanma, takibat ve
pogromlar- la karşı karşıya kalmışlardı. Yahudiler, Doğu
Avrupa'nın “günah keçisi”, “şamar oğlanı”
yapılmışlardı. Bunun sonu getto oluşumuydu ve öyle de oldu:
Doğu Avrupa'da Yahudiler, getto yaşamına sürüklendiler. Gelişen,
antisemitizmdi. Lenin, bir konuşmasında (“Yahudilere Karşı
Pogrom Kışkırtması Üzerine”) antisemitizmin sınıfsal
kökenini ve amacını şöyle açıklıyordu:
“Yahudilere
karşı düşmanlığın yaygınlaştırılmasına antisemitizm
deniyor. Lanet olası Çarlık monarşisi son günlerini yaşarken,
bilinçsiz işçi ve köylüleri Yahudilere karı kışkırtmaya
çalıştı. Çar polisi, kapitalistler ve toprak beyleriyle
elbirliği içinde Yahudi programları düzenledi. Kapitalistler ve
toprak beyleri, yoksulluğun pençesinde inleyen işçi ve köylülerin
kinini Yahudilere yöneltmek istediler. Başka ülkelerde de işçinin
ufkunu bulandırmak, dikkatini emekçilerin gerçek düşmanından
-sermayeden- başka yöne çekmek için kapitalistlerin Yahudilere
karşı düşmanlık körükledikleri sıkça görülen bir durumdur.
Yahudilere karşı düşmanlık, sadece, toprak beyleri ve
kapitalistlerin köleleştirmesinin, işçi ve köylülerin zifiri
karanlık cehalet içinde tutulmasının var olduğu yerde inatçı
bir şekilde devam ediyor. Sadece tamamen cahil, tamamen yıldırılmış
insanlar, Yahudilere karşı yayılmış yalan ve iftiralara
inanabilirler” (Lenin, c.29, s. 239).
Şüphesiz
ki Yahudiler, bu türden, sınıflı toplumdan kaynaklanan ve
sermayenin işçi ve emekçileri bölmeye hizmet eden bu
kışkırtmalara karşı bulundukları ülkenin işçi ve
emekçileriyle birleşerek; sınıf mücadelesi içinde yer alarak
karşı koyabilirlerdi. Nitekim böyle hareket edenler de olmuştur.
Örneğin Rusya ve Ekim Devrimi'nden sonra Yahudilerin durumu. Ama
Yahudilerin çoğunluğu, özellikle de geleneklere bağlı olanlar -
getto yaşamını (bulunulan toplumdan dışlamanın ve önderlerin
rolü büyük olmuştur)- “Siyon”u yaşam ve umutlarının
içeriği yapmışlardır. (Siyon, Kudüs'te, o zaman için Kudüs
civarında bir tepedir. David -MÖ 10.yy'ın ilk yarısı- bu tepeyi
idare merkezi (sarayı) yapmış ve böylece “Siyon”, İsrail
kabilelerinin kutsal mekanı olmuştur). Zamanla “Siyon”, Kudüs,
Yu- da ve İsrail ile eş anlamlı kullanılmıştır. Yani İsrail
demek “Siyon” demektir. Bu kavram, diasporadaki Yahudiler için
bir özlem, var oluş merkezi ve anlamı kazanmıştır. Özlem
duyulan, “ataların ülkesi” denilen yer, Filistin'den başka bir
yer değildi. Bu özlem 19. yüzyılda, yükselen milliyetçilikle
bağlamı içinde güncelleştirilmiş ve siyasallaştırılmıştır.
Siyasi
siyonizm şunu diyordu: Nüfusunun ezici çoğunluğu Yahudi olmayan
toplumlarda Yahudiler, yabancı vücudu; yabancılığı ifade
ediyorlar. Bundan dolayı kurtuluşu, Filistin'de Yahudi devletinin
kurulmasında aramalıdırlar. Siyasi siyonizm, sosyal temeli
bakımından küçük burjuva, antisemitizm ve Yahudi takibatı
karşısındaki tavrıyla milliyetçi, gerici bir akım olarak
doğmuştur.
Siyonizm
kavramını Nathan Birnbaum, 19. yüzyılın sonlarına doğru
"Yahudi Sorununun Çözümü İçin Araç Olarak Kendi Ülkesinde
Yahudi Halkın Ulusal Yeniden Doğuşu” yazısında işlemiştir.
Moses Hess (1812-1875), Leo Pinsker (1821-1891) ve Theodar Herzl
(1860-1904) siyonizmin teorik geliştirilmesine önemli katkıları
olanların başında gelirler.
Özellikle
Herzl'in faaliyeti sonucunda siyonistler kongreler düzenlenmiş ve
Filistin'e göç, orada devlet kurma çalışmaları sürdürülmüştür.
Diasporadaki Yahudi zenginlerinin sağladıkları maddi olanaklardan
yararlanılmıştır.
Temel
ilkesi bakımından siyasi siyonizm, teoride ve pratikte devrimci
işçi hareketine karşıydı. Siyasi siyonizm, proleter
enternasyonalizmin karşısına milliyetçi kredosunu koyuyordu.
Siyasi siyonistler Yahudiliği, sınıfsallığı içinde ele
almıyorlar, tam tersine Yahudiliği, homojen bir bütün olarak
topraksız, sınırlar aşırı bir dünya ulusu olarak
kavrıyorlardı: Sınıflara ayrışmamış homojen bir yapıyı
ifade eden dünya ulusu! Bu anlayışın mantıksal sonucu şuydu:
Yahudi, yaşadığı ülkede sınıf mücadelesine katılmamalı,
geleceğini orada aramamalıdır. Yahudi, geleceğini Filistin'de
aramalıdır.
Filistin'de
devlet kuracak kadar bir Yahudi nüfus yoktu ve bunun ötesinde bir
kaç bin sene önce yaşamış oldukları topraklara geri dönme
hakkını nasıl temellendireceklerdi? İnandırıcı olmak için bu
soruya cevap verilmeliydi ve cevap, tarihin çarpıtılmasıyla;
gizemlileştirilmesiyle verildi. Siyasi siyonizme göre Yahudiler,
bir zamanlar yaşadıkları topraklara dönebilirler, orayı vatan
olarak görebilirler. Çünkü Yahudi tarihi, "tamamen
kendine özgüdür, bütün tarihsel yasalarla çelişki içindedir”
(Bkz: Abba Eban; "Dies ist mein Volk. Die Geschichte der Juden”,
s. 9, Zürih 1970). İstisnai, kendine özgü bir durum denmese
tarih anokronik -çağ dışı- taleplerle dolup taşardı: Tarihin
tekerleği geriye doğru çevrilirdi; örneğin Türkler, Anadolu'dan
kovulur, Orta Asya'ya sürülürdü. Kürtler, kabile olarak
geldikleri yerlere sürülürdü vs. vs. veya Türkler, bugün faşist
diktatörlüğün jeopolitikasının; jeostratejisinin (Adriyatik'ten
Çin Seddine kadar) dışında kalan ve Osmanlılar tarafından ilhak
edilen Arap ülkelerini, Kuzey Afrika'yı, Hindistan'ı talep
edebilirler. Anlayışlarının böyle bir saçmalığa yol açacağını
gören siyasi siyonistleri, kurtuluşu, bizim tarihimiz hiç kimsenin
tarihine benzemez, bir istisnadır, tamamen kendine özgüdür
anlayışında buldular. Bu demagoji de yetmedi. Çünkü Filistin
boş değildir, orada yarım milyon civarında Arap yaşıyordu. Önce
bu nüfusu görmemezlikten geldiler. Ama fazla sonuç alamayınca
yeni bir formül bulundu: “Halksız toprağı, topraksız halka
ver!” Bu hakkı elde etmek ve bu talep doğrultusunda destek
bulmak için siyonistler, Alman kralına, Rus çarlığına ve
Osmanlı padişahlarına baş vurdular, ama sonuç alamadılar.
Sonunda, 1917/18'de Filistin'i kendi nüfuzuna alan İngiltere'ye
başvurdular.
-Balfour
Deklerasyonu
20.
yüzyılın başında İngiliz emperyalizmi Ortadoğu'daki
sömürgeci çıkarlarının ve özellikle de Süveyş Kanalı
üzerindeki hakimiyetinin, güçlenen Arap ulusal hareketi tarafından
tehlikeye düşürüldüğünü görüyordu. Bu tehlikeye karşı
koymak için siyonizmi teşvik etmeyi, kendine bağımlı bir
siyonist devletin kurulmasını politika yaptı. Böylece
Ortadoğu'daki konumunu güçlendirmeyi amaçlıyordu. 2 Kasım
1917'de Britanya Dışişleri Bakanı Lord Balfour, Lord Rothschild'e
(“İngiliz Siyonist Federasyonu” başkanı) yazdığı bir
mektupta şöyle diyordu:
“Sevgili
Lord Rotschild!
Kabine
tarafından incelenen ve onaylanan Yahudi-siyonist çabalarla ilgili
sempati açıklamasını size hükümetin adına büyük bir
memnuniyetle iletiyorum.
Majestelerinin
hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için ulusal bir yurdun
oluşturulmasını memnuniyetle karşılıyor ve bu amaca ulaşılması
için büyük çabalar harcayacaktır. Aynı zamanda açıkça
anlaşılmalıdır ki, Filistin’de, mevcut Yahudi olmayan
toplulukların burjuva ve dini haklarına dokunulmamalıdır...”
(Bkz. Informationen zur politischen Bildung”, Nr.247, s. 6, 1995).
Yani
Arapların burjuva ve dini haklarına dokunulmayacak! Britanya
Dışişleri Bakanı Balfour yalan söylüyordu. Filistin'de Arap
halkının geleceği, İngiliz emperyalizmini ilgilendirmiyordu.
Rotschild'e yazdığı mektubundan (yukarıya bir kısmını
aktardığımız bu mektup tarihe “Balfour-Deklerasyonu” olarak
geçmiştir) yaklaşık iki sene sonra, 11 Ağustos 1919'da aynı
Balfour, İngiliz hükümetine yazdığı bir muhtırada şöyle der:
“Filistin’de,
ülkelenin mevcut ahalisinin isteklerini şeklen de olsa duymayı ve
dikkate almayı dahi düşünmüyoruz.... Haklı veya haksız, iyi
veya kötü siyonizm,... şimdi orada yerleşik olan 700 bin Arabın
önyargı ve isteklerinden çok çok daha önemlidir” (L.
Ruehl; “İsrails Letzter Krieg”, Hamburg, 1974, s. 186).
Siyasi
siyonizm, yapılanışından, amacını elde etme anlayışından
dolayı emperyalist rekabetin çarklarına takıldı; siyasi
siyonizm, sömürgeci güçlerin yardımıyla ve Araplara karşı
olarak amacına ulaşmak istedi. Bu durum, siyasi siyonizme sömürgeci
özellikler verdi.
İyi
niyetle, gelecek umuduyla siyasi siyonizmin peşine takılan,
baskıdan, horlanmak- tan, takibattan kurtulmak isteyen Yahudi
emekçileri, başka bir halkın, Filistin'in yerlisi Arapların
horlanması ve baskı altına alınması pahasına baskıdan ve
horlanmaktan kurtulmuşlardı. Onları bu duruma getiren;
yönlendiren, emperyalist ve sömürgeci politikanın umutlarını
sapıklaştırmasından başka bir anlam taşımıyordu.
Balfour
Deklerasyonu'na dayanan siyasi siyonizm, İngiliz emperyalizminin
desteğiyle Filistin'de kendi devletini kurmak için çabasını
yoğunlaştırdı. 1920'li ve ‘30'lu yıllarda Yahudi diasporası,
siyasi siyonizm örgütleri Filistin'e Yahudi göçünü örgütledi
ve yüz binlerce Yahudi, dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerinden
Filistin'e yönlendirildi.
-Biltmore
Programı
Mayıs
1942'de Amerika'da Amerikan Siyonist Konferansı düzenlendi.
Konferansta bir program kabul edildi. Konferansın düzenlediği
otelin adından dolayı tarihe “Biltmore Programı” diye geçen
bu programda şu anlayışlara yer veriliyordu.
“1-
Filistin’in kapıları Yahudi göçüne açılacaktır.
2-
Jewish Agency (uluslararası planda Yahudilerin çıkarları için
mücadele eden örgüt, çn.) göçün kontrolü ile
görevlendirilecek ve yerleşimin olmadığı ve geri toprakları da
kapsamına alan ülkenin inşası için gerekli yetkiyle donatılacak.
3-
Filistin’de, yeni demokratik dünyanın bir parçası olacak bir
Yahudi topluluğu -Jewish Commanwealth- oluşacak” (David ben
Gurion; “İsrail. Die Geschichte eines Staates”, s. 86,
Frankfurt/M. 1973).
Siyonist
politikanın sonucu olarak Filistinli binlerce Arap, ülkelerinden
kovuldular. Bu, “oldu-bittiye getirme” stratejisiyle
gerçekleştirildi.
Siyonistlerin
savları, sömürgeci savları gibiydi: Ülke, “önemli boyutlarda
geriydi ve insansızdı. Bundan iktidar sahiplerinin yeteneksizliği
ve vurdumduymazlığı sorumludur, keza ahalinin lakayıtlığı da
(Bkz. A. Eban; agk, s. 257).
Siyonistler,
Arapları, Nazilerin Yahudileri gördüğü gibi, aşağılık insan
olarak görüyorlardı. Moshe Dayan'ın babası üzerine yazan
İsrailli gazeteci Sh. Tevath şöyle diyor:
“Araplar
Moshe Dayan’ın babası açısından sivrisinekler, böcekler ve
yabani hayvanlar gibi bu yabanlığa (Filistin kast ediliyor, çn.)
aitlerdi. Bundan dolayı onlar, geçiciydiler. Yabani otun ve dikenli
çalıların yakıldığı, bataklıkların kurutulduğu gibi
hastalıklara yakalanan ve açlık çeken bedevi kabileleri de
kaybolup gideceklerdir” (Shabtai Teveth; Moshe Dayan,
Politiker, Soldat, Legende, s. 32, Frankfurt/M).
-Emperyalistler
Arası Rekabet, İsrail ve Filistin
İngiliz
emperyalizmi, iki yüzlü politikasıyla Filistin sorununun
olduğundan daha da karmaşıklaşmasına neden olmuştu. İngiliz
emperyalizmi siyasi siyonizmi teşvik ederken Arapların direnişiyle
karşı karşıya kalıyordu. 1936-39 ayaklanmalarında ifadesini
bulan bu direnişe köylülerin önemli bir kesimi de katılmıştı.
İngiliz emperyalizmi, II. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde daha
ziyade Arap ulusal hareketinin burjuva feodal temsilcilerine
dayanmaya başlamıştı. Böylelikle bu güçleri, Almanya ve
İtalya'ya karşı savaşında müttefik güç olarak kazanmayı
amaçlıyordu. Onun bu politikasına, bu sefer de siyasi siyonizm
karşı çıkıyordu.
Mayıs
1939'da yayımlanan “Beyaz Kitapla İngiliz emperyalizmi, bölgedeki
sömürgeci çıkarlarını korumak için Balfour Deklerasyonu'nun
tam tersini savunuyordu.
Bu
“Beyaz Kitap”a göre Filistin'de bir İsrail devletinin
kurulması, İngiliz hükümetinin politikası değildi.
“Majestelerinin hükümetinin amacı, bağımsız bir Filistin
devletinin on sene içinde kurulmasıdır. Bu bağımsız devlet
içinde Arapları ve Yahudiler beraber yaşamalılar ve önümüzdeki
beş sene içinde Yahudi göçü, Filistin nüfusunun üçte birini
oluşturacak şekilde düzenlenmelidir” (Bkz. Informationen...
s. 6).
Hakimiyetini
devam ettirmek isteyen İngiliz emperyalizmi, gelişen Arap ulusal
hareketine şirin görünmek için Filistin'e Yahudi göçünü Arap
nüfusun onayına bırakıyordu. Ama İngiliz emperyalizminin bu
tavrına her iki taraf da; Yahudiler ve Araplar karşı çıkıyordu.
Amaca
ulaşmak için siyonist örgütler, terörist eylemlere giriştiler.
Hedef, İngilizler, Araplar ve kendi planlarına karşı çıkan
Yahu- dilerdi.
O
dönem İngiltere'nin dünya çapında en büyük rakibi Amerikan
emperyalizmi, bu sorunda taraf olduğunu göstermeye başlamıştı.
Özellikle S. Arabistan'da büyük çaplı petrol kaynaklarının
bulunmasıyla Amerikan emperyalizmi, 1938-39'da Filistin sorununu
kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için siyasi
siyonizmi teşvik etmeye başladı.
Çıkmaz
içinde kalan İngiliz emperyalizmi, kurtuluşu, BM'ye başvurmakta
buldu. 2 Nisan 1947'de Filistin sorunu BM Genel Kurulu gündemine
getirildi.
Çelişkilerin
oldukça keskinleştiği ve genel durumun oldukça karmaşıklaştığı
Filistin'de sorunun çözümü için BM, özel bir komisyonu
görevlendirdi. (United Nations Special Committee on Palastine-
UNSCOPF). İncelemesinden sonra bu komisyon, oy çoğunluğuyla
Filistin'in bölünmesine ve bir Arap (Filistin) ve bir Yahudi
(İsrail) devletinin kurulmasına karar verdi. 29 Kasım 1947'de
Genel Kurul bu kararı (33 evet, 13 hayır ve 10 çekimser oy),
yayımlanan bir bildirgeyle onayladı. Sovyetler Birliği, ABD,
birçok Avrupa ve Latin Amerika devletleri bölünmeden yana tavır
koydular. İngiltere ise çekimser kaldı. Sovyetler Birliği,
Araplar ve Yahudiler Filistin'de beraber yaşayacak durumda
olmadıklarından veya beraber yaşamak istemediklerinden dolayı ve
her iki halk da Filistin'de yaşadıklarından ve aynı devlet
sınırları içinde beraber yaşamaktan yana olmadıklarından
dolayı, sorunun çözümü için iki devletin; Arap ve Yahudi
devletlerinin kurulması olasılığından başka çıkar yol yoktur
anlayışından hareket ediyordu.
Bölme
planına göre Filistin topraklarının yüzde 42'si(11000 km2) Arap
devletinin, yüzde 56'sı (14 100 km2) Yahudi devletinin
payına düşüyordu. Kudüs, uluslararası bölge oluyordu (Bu alan,
Filistin topraklarının yüzde 2'lik bir kısmına eşitti).
Filistin
üzerine İngiliz mandası, 14 Mayıs 1948'de sona erdi. Aynı gün,
Geçici Devlet Konseyi, İsrail devletinin kurulduğunu açıkladı.
Siyonistler, “doğal ve tarihsel hakka”, “BM Genel Kurulu’nun
kararına” dayanarak, “kitapların ebedi kitabını dünyaya
hediye eden”, “İsrail ülkesinde” Yahudi devletinin
kurulduğunu ve “bütün komşu devletlere ve halklarına barış
ve iyi komşuluk elini uzattıklarını” açıkladılar.
Siyasi
siyonistler, yeni devletin sınırlarını tam belirlemediler. Niyet
açıktı: Uçlanan silahlı çatışmalarla sınırları
genişletmek. Amaç buydu.
İsrail
devleti kurulduğunda Filistin topraklarında yaklaşık bir milyon
Arap ve 675 binde Yahudi yaşıyordu. 1953'e gelindiğinde örgütlü
göç sonucunda Filistin'de Yahudilerin sayısı 1,5 milyona çıkmış;
yaklaşık 900 bin Arap kovulmuş ve böylece Yahudi çoğunluğu
sağlanmıştı.
Sonuçlar
vahim ve hâlâ devam eden gelişmenin/çatışmanın başlangıcı
böyleydi. Siyasi siyonistler, on yıllarca süren politikalarıyla;
emperyalistlerin yardım ve Arapları hiçe sayma politikalarıyla
siyonist devlet kurma amaçlarında başarılı oldular. Siyonistler,
BM kararlarını da hiçe saydılar! Daha baştan, sınırları
genişletmeyi, Arapları kovmayı ve onların payına düşen
toprakları ele geçirmeyi, Arap topraklarında Yahudi yerleşim
birimleri kurmayı ve Filistin devletinin kurulmaması için çabayı,
savaşı da göze alarak amaç edindiler. Bunun ötesinde
siyonistler, bütün emperyalist ülkelerle, başta da Amerikan
emperyalizmiyle müttefik ilişkilerine girdiler. İsrail devleti,
daha kurulduğunda, kendini kapitalist dünyanın jandarması ilan
eden Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'daki üssü, onun
çıkarlarının savunucusu olmuştu.
II)
Arap-İsrail Savaşları Dönemi ve Filistin
Filistin-İsrail
sorunu, bir Ortadoğu sorunu olmaktan çıkarak, dünya sorunu
olmuştu. Tabii bunun nedenleri vardı: Ortadoğu'da petrolün
bulunması ve bu hammaddenin giderek önemli bir enerji kaynağı
olması bu bölgeyi emperyalist çelişkilerin keskinleştiği bir
bölge yapmıştı. O bölgeye hakim olmak için emperyalistler, her
türlü kirli işe hazırdılar. Tabii istek, sorunun sadece bir
yönü. Önemli olan, rekabet gücüne sahip olmaktır. Bu güce de
Amerikan emperyalistleri sahipti. Ortadoğu'da, somutta da
Filistin'de İngiliz emperyalizminin yerini Amerikan emperyalizmi
aldı. Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası stratejisinde
İsrail'e önemli görevler düşüyordu; İsrail, bölgede sosyalist
güçlerin, Arap milliyetçi hareketinin gelişmesi karşısında bir
güç olmalıydı. İsrail bölgedeki Amerikan çıkarları için bir
üs olmalıydı. Öyle de oldu. Filistin-İsrail sorunu, nihayetinde
emperyalistler arası çıkar sorununa, SB'nde Kruşçev
revizyonistlerinin iktidarı gasp etmelerinden sonra da iki süper
devlet arasında dünya hegemonyası mücadelesinin bir ögesine
dönüşmüştür.
İsrail
devleti kurulduğundan bu yana Arap devletleriyle dört kez savaşmış
ve her seferinde kaybeden Filistin olmuştur. İsrail-Arap devletleri
arasındaki savaşlarda Filistin'in sorun olmaması düşünülemezdi.
Filistin,
sadece İsrail devletinden çekmemiş, komşu Arap ülkeleri de
Filistin topraklarına göz dikmişti.
I.
Savaş:
1948/49
Arap-İsrail savaşında İsrail siyonistleri bir kısım Filistin
toprağını işgal etmiştir. BM taksimine göre paylarına düşen
14 bin km2'lik alanı 20 700 km2'ye çıkartmışlardı. İngiliz
mandasının sona ermesi, İsrail devletinin kurulması ve Filistin
devletinin kurdurulmaması çabası, bu ilk çatışmanın nedeniydi.
2.
Savaş:
1956'da
İsrail, İngiliz ve Fransız emperyalizminin yanında yer alarak
Mısır'a saldırdı. Amaç, Süveyş Kanalı'nın
devletleştirilmesinin engellenmesiydi. Üçlü saldırganlık
(İngiltere+Fransa+İsrail), büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.
3.
Savaş:
6
Gün Savaşı da (1967) İsrail saldırganlığı ve yayılmacılığının
bir sonucuydu. Savaş sonucunda siyonistler bir kısım Arap
topraklarını işgal ettiler. İşgal edilen topraklar İsrail'den
daha genişti.
4.
Savaş:
1967
savaşı yenilgisini kabul etmeyen Arap ülkeleri, işgal altındaki
toprakları kurtarmak ve İsrail saldırganlığını durdurmak için
1973'te İsrail ile savaşa tutuştular. Bu savaşta taraflar,
birbirinin aleyhine önemli bir başarı elde edemediler. Ama
uzlaşmacı Arap yönetimlerinden dolayı ilk Camp David
görüşmelerine (Mısır-İsrail anlaşması) zemin hazırlamış
oldu. Bütün bu savaşlarda itilen-kakılan ülkesinden kovulan Arap
ülkeleri tarafından da horlanan, ülkesinden olan, göçe zorlanan,
her türlü yoksulluk ve eziyete maruz kalan, Filistin halkı
olmuştu.
Filistin'de
Arap halkın trajedisi 1948-1949 savaşıyla başlamıştı. Bu
savaş, sonucunda yaklaşık bir milyon Filistinli ülkelerinden
kovulmuşlardı.
Ülkelerini
terk etmeye zorlandıklarında Filistinliler şaşkındılar.
Şüphesiz ki direniş vardı. Ama İsrail terörü korkunçtu ve
çoğu Filistinliyi ürkütmüştü. Bundan dolayı Filistin direnişi
başlangıçta münferit olay karakterini taşıyordu ve örgütsüzdü.
Köylüler, İsrail'de kalan mülklerini kurtarmak için
birleşiyorlar ve bir direniş ocağı oluşturuyorlardı. Ama daha
1948'de örgütlü direnişin filizlendiğini görüyoruz. Örneğin
çok sayıda Filistinli Gazze Şeridi'nde “Bütün Filistin
Hükümetin kurarlarken, Beyrut'ta Filistinli öğrenciler “Kurbanın
Birlik Cephesin kuruyorlardı. Bunlardan “Bütün Filistin
Hükümeti”, Ürdün hariç diğer bütün Arap Birliği ülkeleri
tarafından tanınmıştı. Ama etkili siyasi ve askeri bir güç
oluşturamadı.
50'li
yılların başında “Arap Milliyetçileri Hareketi" oluşmaya
başladı. Panarapçı olan bu hareket, İsrail'in emperyalizm
yanlısı politikasına, Arap toplumunun politikasına ve ilk
Arap-İsrail savaşında Arapların yenilgisine bir tepki olarak
doğmuştu ve Arap toplumunun radikal yenilenmesini amaç ediniyordu.
50'li yılların sonundan itibaren Filistin direnişi de şekillenmeye
başlamıştı. 60'lı yılların başından itibaren bir dizi
Filistin direniş hareketi ortaya çıkmıştı. Filistin direnişi,
doğuşundaki parçalanmışlığını hiçbir zaman -bugün de-
aşamamıştır. Filistin direniş örgütlerinin içinde en
önemlileri El Fatah ve Filistin'in kurtuluşu için Halk
Cephesi idi (PFLP). El Fatah, kısa zamanda kitle örgütü
olarak gelişti. 1970'de Y. Arafat önderliğindeki bu örgütün 50
bin kadar silahlı savaşçısı vardı. 1967- 68'de “Arap
Milliyetçileri Hareketi”nden doğan PFLP'nın önderide G.
Habaş'tı.
Habaş'ın
“Halk Cephesi”, İsrail'i yok etmeyi ve Filistin topraklarında
sosyalist Arap devleti kurmayı hedefliyordu. El Fatah ise,
Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların barış içinde
beraber yaşadıkları demokratik bir Filistin devleti için mücadele
ediyordu.
Filistin
Kurtuluş Hareketi, 1964'te İskenderiye'de (Mısır) düzenlenen
Arap zirvesinde FKÖ'nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) kurulmasıyla
anlam kazanmaya başladı. İlk başkanı A. Şukeiri döneminde FKÖ,
kendisinden bekleneni yapamadı. Ancak El Fatah'ın 1969'dan itibaren
FKÖ içinde aktifleşmesi ve Y. Arafat'ın FKÖ'nün yönetimine
getirilmesiyle durum değişti. Y. Arafat yönetiminde FKÖ, Filistin
direnişinin çatı örgütü olarak gelişti.
Filistin
halkı, çektiği eziyet, yoksulluk ve baskı yetmiyormuş gibi,
başka bir çok cephede de savaşmak zorunda kaldı. Bu halkın
temsilcisi FKÖ, sadece İsrail'e karşı, sadece onunla işbirliği
içinde olan emperyalizme (öncelikle de ABD emperyalizmine) karşı
savaşmıyordu. FKÖ, Filistin direnişi, emperyalizmin, başta da
Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi Arap ülkelerinin (S.
Arabistan, Ürdün, Mısır) uzlaşmacı, emperyalizmin çıkarlarını
gözeten eğilimlerini ve aynı zamanda, Filistin halkının dostu
gözüken, ama kendi hegemonya çıkarı için mücadele eden Sovyet
Sosyal emperyalizminin niyetini de hesaba katmak zorundaydı. FKÖ,
böylelikle birçok cephede, bağımsız Filistin devleti için
mücadele ediyordu. Arap dünyasındaki farklılaşma; emperyalizm ve
sosyal emperyalizm yanlısı bölünme, Filistin direnişini olumsuz
etkiliyordu.
70'li
yıllarda FKÖ, uluslararası alanda tanındı. Arap ülkelerinin 7.
zirvesinde (Ekim 1974, Rabat) FKÖ, Filistin halkının meşru
temsilcisi olarak kabul edildi ve İsrail işgalinin kaldırılmasından
sonra Gazze ve Batı Şeria bölgesinde bağımsız bir Filistin
devletinin kurulması onaylandı. Y. Arafat aynı yıl BM Genel
Kurulunda konuştu ve Filistin, BM'de gözlemci statüsünü aldı.
Filistinlilerin
katkısı olmaksızın Ortadoğu sorununun çözülemeyeceği veya
Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu sorununun çözümünün
kalıcı olmayacağı anlaşılmıştı.
4.
savaştan sonra Ortadoğu'da savaşsız, ama aynı zamanda barışsız
bir dönem başladı. Savaş yoktu, ama Filistin yarası kanamaya
devam ediyordu.
6
Ekim 1973'te başlayan dördüncü savaştan (bir taraftan Mısır ve
Suriye, diğer taraftan İsrail) sonra 21 Aralık 1973'te Cenevre'de
başlayan Ortadoğu Barış Konferansı, sonuçta FKÖ'nün bugünkü
haline gelmesinde başlangıç oldu.
-
1974'te Y. Arafat, BM Genel Kurulu'nda konuştu.
-
1977'de Mısır Devlet Başkanı Sedat, İsrail'i ziyaret etti ve
İsrail parlamentosunda (Kneset) konuştu.
-
1978'de Camp David'de ilk zirve toplantısı düzenlendi (ABD, Mısır
ve İsrail arasında).
-
1979'da İsrail-Mısır barış anlaşması imzalandı ve İsrail,
Sina yarımadasından adım adım çekilmeyi kabul etti.
-
1980'de İsrail, Batı Kudüs'ü topraklarına kattı.
-
1982'de İsrail Lübnan'a saldırdı ve Beyrut'a kadar ilerledi.
Lübnanlı Falanjistlerin (İsrail yanlısı Hristiyan Lübnanlılar)
Şatilla ve Sahra göçmen kamplarında Filistinlileri katletmesini
İsrail ordusu kolaylaştırdı.
-
1987'de Filistinliler, işgal bölgelerinde intifada hareketini
başlattılar.
-
1993'te ABD'de Arafat ve Rabin arasında geçici otonomi anlaşması
imzalandı.
-
1994'te Oslo (I) Anlaşması imzalandı.
-
1995'te Oslo (II) Anlaşması imzalandı.
-
1998'de Wye Anlaşması imzalandı.
-
1999'da, Başbakan olan Barak ve Arafat, Şarm el Seyh'de bir ara
anlaşma imzaladı.
-
25 Temmuz 2000'de Camp David zirvesi fiyasko ile sonuçlandı.
III-
Camp David'den Oslo'ya
-
12-20 Mart 1977'de FKÖ'nün 13. Filistin Ulusal Kongresi Kahire'de
toplanır. Bu kongrede eski Filistin'in bir kısım topraklarında
bağımsız bir Filistin devletinin kurulması kararı benimsenir.
-
3-4 Mayıs 1977'de ilk defa, İsrail Komünist Partisi ve FKÖ
temsilcileri Prag'da görüşürler.
-
29 Haziran 1977'de Londra'da düzenlenen bir Avrupa zirve
toplantısında Filistinlilerin bir vatana sahip olmaları
gerekliliği vurgulanır.
-
1 Ekim 1977'de Amerikan-Sovyet inisiyatifi üzerine Ortadoğu
sorununun, BM ilkeleri bazında barışçıl çözümü için adım
atılır. FKÖ bu adımı destekler.
-
19-21 Kasım arasında Mısır Devlet Başkanı E. Sedat, İsrail'i
ziyaret eder.
-
1-5 Aralık 1977 tarihinde Trablusgarp'ta (Libya) Arap ret cephesi
toplanır. Libya, Cezayir, Suriye, Güney Yemen ve FKÖ'nün dahil
olduğu bu cephe, İsrail ile her türlü barışçıl düzenlemeyi
reddediyordu.
Ret
cephesinin ve Sedat'ı öldürme tehdidine rağmen Mısır ve İsrail
arasında 17 Eylül 1978'de Ortadoğu'da “barış” için çerçeve
anlaşması imzalanır. Camp David'de imzalanan bu anlaşmanın
patronu Amerikan emperyalizmiydi. O zamanki Amerikan Başkanı
Carter'in dürtüklemesiyle Sedat (Mısır) ve Begin (İsrail)
tokalaşırlar.
5
Kasım 1978'de Bağdat'ta toplanan ret cephesi, Sedat ve Begin'in
imzaladığı anlaşmayı reddeder. Ama buna rağmen Camp David
çerçeve anlaşması aynı yıl Washington'da Mısır-İsrail barış
anlaşması olarak imzalanır.
FKÖ,
ikiye bölünmüş Arap dünyası içinde yerini bir türlü bulamaz.
Pragmatizm, FKÖ'yü sürükler ve FKÖ, hem ret cephesinde yer alır
hem de Mısır'ın “barış” faaliyetini gözardı etmez.
8
Temmuz 1979'da İsrail-Mısır anlaşmasını ihanet olarak
tanımlayan Arafat, Almanya'nın eski başbakanı W. Brandt ve
Avusturya Başbakanı B. Kreisky ile Viyana'da buluşur.
FKÖ,
Mısır, Ürdün ve S. Arabistan'ın başını çektiği Amerikan
işbirlikçiliği, İsrail ile anlaşma çizgisiyle ret cephesi
arasında gider gelir. Ama aynı zamanda silahlı mücadeleyi
sürdürür.
80'li
yıllarda Filistin halkının davasının haklılığını bütün
dünya kabul eder. Bu yıllarda Filistin direnişi, silahlı mücadele
biçiminin yanı sıra, diplomatik cephede de sürdürülür.
Filistin direnişi 1987'de intifadayı yaratır. İntifada,
Filistin'in küçük generalleri, İsrail'in korkulu rüyası olur.
İntifada, ne kadar güçlü, modern ve disiplinli olursa olsun
düzenli ordunun baş edemeyeceği bir mücadele biçimidir. Filistin
direnişi, intifadası, bunu kanıtladı.
80'li
yılların sonuna doğru, FKÖ'de de uzlaşma eğilimleri güçlenir.
Revizyonist blokun ve arkasından da Sovyetler Birliği'nin
dağılmasından, Körfez Savaşı'nın emperyalist cephe lehine
sonuçlanmasından sonra Arafat önderliğinde FKÖ, Filistin
sorununun çözümünde emperyalistlerin “çözüm” çabalarına
inanacak derecede yumuşar. 1973'te başlayan Ortadoğu “barış”
görüşmeleri, sonunda Filistin davasında da etkisini gösterir.
Uzlaşmacılık, emperyalizme teslimiyet ön plana çıkar.
SB'nin
dağılmasından sonra tek süper güç olarak Amerikan emperyalizmi,
Yeni Dünya Düzeni adı altında bütün dünyayı kendi çıkarlarına
koşmak için faaliyetini yoğunlaştırmada gecikmedi. Amerikan
emperyalizminin 21. yüzyıl stratejisi 90'lı yıllarda şekil
almaya başlamıştı. Bu stratejide Ortadoğu çok önemli bir yer
tutuyordu. Ortadoğu'da tam hakimiyet demek, İsrail, Filistin
sorununun Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet edecek bir
şekilde çözülmesi anlamına geliyordu. Böyle bir çözüm için
Arafat ve FKÖ de kıvamına gelmişti. Bundan dolayıdır ki,
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu bölgesi için, bölgesel bir
barışın sağlanma olanağının oluştuğundan hareketle Madrid
Konferansı'nın gerçekleştirilmesini teşvik etmiştir.
Ekim
1991'de Madrid'de başlayan görüşmelere FKÖ temsilcisinin de
katılması, sadece ve sadece gelişmenin nasıl sonuçlanacağını
göremeyenleri şaşırtmıştı.
Madrid
(1991), Arap devletlerinin, İsrail'in ve FKÖ temsilcisinin ilk defa
bir araya geldikleri bir konferanstı. Filistin delegasyonunun kendi
adına değil de Ürdün-Filistin delegasyonu adında konferansa
katılması sonucu değiştirmiyordu: Amerikan emperyalizmi, Arap
devletleri ve FKÖ'yü İsrail ile aynı masaya oturtmuş ve kendi
çıkarına -aynı zamanda İsrail'in de çıkarına- olan “barış”
anlayışını örmeye başlamıştı.
Madrid'den
Oslo'ya giden yol, Arafat ve FKÖ tarafından iyi niyet taşlarıyla
mı döşenmişti, bunu bilmiyoruz. Ama Madrid'den Oslo'ya giden yol,
Filistin halkı ve kurtuluşu için cehennem yoluydu. Bunda sadece
Amerikan emperyalizmi ve İsrail sorumlu değildir. Bunda, bu
taşların döşenmesinede Arafat ve FKÖ de sorumludur. Nitekim
Madrid'den Oslo'ya uzanan yolculuk uzun sürmedi. 1993'e gelindiğinde
iş bitirilmişti.
IV-
Oslo'dan Camp David'e
Madrid
Konferansı, FKÖ ve İsrail'in doğrudan görüşme zeminini
hazırladı. Sonraki dönemde sürdürülen gizli görüşmeler sonuç
verdi ve 1993'te Oslo'da anlaşma sağlandı. 9-10 Eylül 1993'te
varılan anlaşmaya göre FKÖ ve İsrail, birbirlerini karşılıklı
olarak tanıyorlardı. FKÖ, “İsrail devletinin barış ve
güvenlik içinde yaşama hakkını tanıyor” ve İsrail adına
Rabin de “İsrail hükümetinin FKÖ'yü Filistin halkının
temsilcisi olarak tanımaya ve FKÖ ile görüşmeler sürdürmeye
karar verdiğini” açıklıyordu.
Oslo
Anlaşması'ndan üç gün sonra, 13 Eylül'de her iki taraf Amerikan
emperyalizminin patronluğunda Filistin özerk idaresi
sınırlandırılmış düzenlemeler üzerine bir ilke açıklaması
imzaladı. Filistin otonom bölgesi veya idaresi bu açıklamadan
kaynaklanır.
29
Şubat 1994'te İsrail ile Filistin temsilcileri Paris'te iktisadi
işbirliği anlaşmasını imzalarlar.
4
Mayıs 1994'te ise Y. Arafat ve İ. Rabin, Kahire'de barış
anlaşmasını imzalarlar. Bu anlaşmayla Filistin otonomi dönemi
başlar.
Tarihe
Gazze-Eriha Anlaşması olarak geçen bu anlaşma, o zamana kadar
sürdürülen bütün görüşmelerin sonuçlarının resmen
ilanıdır.
Bu
anlaşmada, anlaşılan bütün konular İsrail'in lehinedir.
Güvenlik düzenlemesi ve İsrail'in Filistin bölgesinden geri
çekilmesi, İsrail'in istediği gibi tespit edilmiştir. İsrail
kendi güvenliğini ve Filistin topraklarına serpiştirilmiş Yahudi
yerleşim birimlerinin güvenliğini istediği gibi sağlama hakkına
sahiptir. Bütün geçiş noktalarında, deniz ve havada güvenlik
kontrolü İsrail'in elindedir. Bütün bu noktalar İsrail'e
Filistin'i her an ve istediği gibi kontrol etme olanağını
vermekteydi. Şüphesiz Filistin'in de birtakım hakları vardı:
Örneğin Filistinli tutuklular serbest bırakılacaktı. Filistin,
otonomi bölgesinde Filistinli polisler görev yapacaklardı, bu
polislerin sayısı 9 bin ile sınırlı olacaktı. En önemli
sorunu, Kahire'de varılan anlaşmaya göre, her iki tarafın
yüklendikleri yükümlülükleri adım adım yerine getirmeleri ve
beş senelik otonomi dönemi sona erdiğinde Gazze Şeridi ve Batu
Şeria'dan oluşan Filistin devletinin resmen kurulması ve ilan
edilmesi oluşturuyordu.
29
Eylül 1995'te Washington'da Arafat ve Rabin, Batı Şeria
anlaşmasını imzaladılar. Oslo II olarak da bilinen bu anlaşma,
Batı Şeria'da Filistin otonomi bölgesinin genişletilmesini
düzenlemeye hizmet ediyordu.
Kasım-Aralık
1995'te İsrail, altı Filistin şehrinden çekilir. Ama Hebron'un
işgal durumu devam eder. 15 Ocak 1997'de Hebron anlaşmaları
imzalanır. İsrail işgal ordusu şehirden çekilir, ama Hebron'un
yüzde 20'si İsrail hükümranlığı altında kalır.
23
Ekim 1998'de Wye anlaşması imzalanır. Amaç, İsrail'in
kararlaştırılan bölgelerden geri çekilmesini sağlamaktı. Sonra
yeni bir Wye Anlaşması imzalanır. Bu anlaşma da aynı amaca
hizmet ediyordu. Ama bu anlaşmalardan istenen sonuç alınamaz.
4
Mayıs 1999'da, Oslo (I)-Kahire anlaşmasına göre beş yıllık
Filistin otonomi dönemi sona erer.
Beş
yıllık süreç içinde ortaya çıkan durum:
-
İsrail, anlaşmaların gereğini yerine tam olarak getirmemiş,
anlaşmalara uymamak için elinden geleni yapmıştır.
-
Filistin otonom yönetimi anlaşmalara uymuş ve yapılması gerekeni
yapmıştır.
Beş
sene sonra başlangıç noktasına dönüldü. Başka biçim ve
koşullarda. Her halükârda, İsrail'in anlaşmalara göre yapması
gerekeni yapmaması, bağımsız Filistin devletinin kurulmasını ve
ilanını engellemesi, başlangıç noktasına geri dönüşten başka
bir anlam taşımıyordu. Çünkü Oslo anlaşması, beş senelik bir
dönem için geçerliydi ve nihai çözüm üzerine anlaşmanın;
Washington'da imzalanan ilke açıklamasından iki sene sonra
konuşulacaktı. Beş sene doldu, ama bu iki seneye bir türlü
gelinemedi. İsrail'in FKÖ'yü hangi koşullarda tanıdığı veya
bu anlaşmalarda Amerikan emperyalizminin parmağı, bugün gelinen
noktanın neden bir tür başlangıç noktası olduğunu
göstermektedir.
İsrail'in
FKÖ'yü tanıma koşullarına baktığımızda, FKÖ'nün kendini
reddettiğini görüyoruz. İsrail, FKÖ'yü tanımasını; a-
İsrail'in var oluş hakkını tanıdığını; b- her türlü zor ve
zora baş vurma -yani öncelikle intifada- biçimlerini mahkûm
ettiğini açıklamasına bağlıyordu. Bunun ötesinde FKÖ, BM'nin
İsrail aleyhine ve Filistin lehine olan bütün bildirgelerini
reddettiğini açıklamak zorundaydı. Yani göçmenlerin geri dönme
hakkını içeren ve 1948'den kalma bildirgenin ve Kudüs'ün ilhak
edilmesini mahkûm eden bildirgelerin vs. FKÖ tarafından
reddedilmesi gerekiyordu. Bunun ötesinde FKÖ, temel ilkelerinde
-siyasi programında- İsrail'e karşı olan her şeyi silecekti.
FKÖ,
bunların hepsini kabul etme pahasına İsrail tarafından tanındı.
Bütün bunları kabul edince FKÖ'den geriye ne kaldı. Geriye
hiçbir şey kalmamıştı veya geriye neyin kaldığını o dönemin
İsrail Dışişleri Bakanı Peres'in sözleriyle açıklayalım:
“İsrail
tavrını niçin değiştirdi ve şimdi FKÖ ile görüşmeler
sürdürüyor” sorusuna verdiği cevap şöyle: “Biz
değil, onlar değişti. FKÖ ile değil, onun gölgesiyle görüşmeler
sürdürüyoruz”!
S.
Peres doğru söylüyordu. Ödün vermeyen İsrail'di, değişmeyen
İsrail'di. Ödün veren, siyonizme ve emperyalizme ve de Arap
gericiliğine teslim olan, kendini, siyasi varlığını inkâr
ederek değişen, değiştikçe dünya emperyalist burjuvazisi
tarafından “yenilenmiş” olarak kabul gören Arafat ve FKÖ idi.
Demek
oluyor ki, İsrail FKÖ'yü, kurum olarak, bütün Filistin halkının
temsilcisi olarak tanımıyor; İsrail FKÖ'yü kuruluş amacı
temelinde tanımıyor. İsrail FKÖ’yü kendini inkâr etmesi
koşuluyla tanıyor.
Otonomi
planının FKÖ tarafından kabulü, kuruluş amacıyla birlikte
FKÖ'nün, Filistin'de ulusal kurtuluş hareketinin, antiemperyalist,
antisiyonist mücadelenin mezara gömülmesi anlamına geliyordu.
FKÖ, Filistinlilerin ulusal kurtuluşu sorununu, kendi kaderini
tayin etme sorununu çözmek için kurulmuştu. Yani amaç, tespit
edilen program temelinde bağımsız bir Filistin devletinin
kurulmasıydı. Filistin ulusal sorunu, bağımsız Filistin devleti,
bütün Filistinlileri kapsamına alıyordu. Filistinlilerin
kamplarda, Suriye'de, Ürdün'de, Lübnan'da, başka ülkelerde ve
İsrail'de yaşıyor olmalarından bağımsız olarak, otonomi
planını kabul etmekle FKÖ, bütün Filistinlilerin temsilcisi olma
hakkından vazgeçiyor; Filistin ulusal hareketini temsil etmediğini
açıklamış oluyordu. Otonomi planını kabul etmekle FKÖ,
Filistin ulusal hareketini böldü, yerel soruna indirgedi.
Suriye'de, Ürdün'de, Lübnan'da Filistinlilerin sorunu gibi.
İsrail,
FKÖ’nün direnme iradesini kırdıktan ve parçaladıktan sonra
onu tanımıştır. Bugün direnen, FKÖ değil, FKÖ’ye rağmen
Filistin halkıdır.
FKÖ,
İsrail'e, ‘siyonist emellerinden vazgeçersen, kendini
değiştirdiğini açıklarsan ve Filistin halkına yaptığın
haksızlığı kabul edersen, seni tanırım' diyememiştir. Şimon
Peres'in dediği gibi, İsrail değişmemiş, değişen FKÖ
olmuştur.
Oslo
anlaşması veya Oslo'dan bu yana FKÖ, işgal bölgesinin polisi ve
bu bölgelerin, İsrail kontrolünde idarecisi rolünü üstlendi. 3
Eylül 1993'te Rabin şöyle diyordu:
“Gazze’nin
iç sorunları için sorumluluğu üstlenen ve bu sorunları çözen
bir partner bulacağımızı umuyoruz.”
Gazze'nin
iç problemleri ne olabilir ki? Burada iç problem olarak kastedilen,
Filistin ulusal kurtuluş mücadelesidir, Filistin'de sınıf
mücadelesidir, İsrail'e ve emperyalizme, başta da Amerikan
emperyalizmine karşı mücadeledir. Bir bütün olarak ifade
edersek, Filistin halkının on yıllarca süren kendi kaderini tayin
mücadelesidir. Rabin, FKÖ'den, İsrail'i hedef alan bütün
problemleri üstlenmesini ve çözmesini talep ediyor. Bu nasıl
olabilir? Bürokrasiyle, kolluk gücüyle; yani otonomi yönetimi ve
polis teşkilatıyla. FKÖ, otonomi yönetimi ve kurduğu polis
teşkilatıyla kendine muhalefeti, dolayısıyla İsrail'e karşı
mücadeleyi bastırma rolünü üstlendi. Böylece, Filistin'in
kurtuluşu için İsrail'e karşı mücadele eden Filistin
gerillaları, İsrail adına, Filistin halkını baskı altında alan
polis teşkilatının unsurlarına dönüştüler. Öcalan da benzeri
bir talepte bulunmuştu.
İsrail,
çok cephede savaşan Filistin halkının siyasi temsilcisi konumunda
olan FKÖ'nün yoğrulmak için siyasi kıvama geldiğini gördüğü
için onunla konuşmaktan ve anlaşmaktan çekinmedi. Kaybedeceği
bir şeyin olmadığını, ama kazanacağı çok şeyin olduğunu
biliyordu. Nitekim Peres, bunu bir kabine toplantısında şöyle
dile getiriyordu:
“Onlarla
(FKÖ kastediliyor. çn.)
niçin konuşmayalım? Onlarla konuşmazsak, Hamas ile konuşmak
zorunda kalırız.”
V-
"Silahlı Barış" ve Sonrası
İsrail
Başbakanı E. Barak 3 Ağustos 1999'da İsrail ile Filistin
arasındaki “barış”ı böyle tanımlıyordu. Bu tanımlamanın
ne anlama geldiği açık: Filistin otonomi yönetimi, Arafat, FKÖ,
İsrail'in belirlemeleri ve çıkarları doğrultusunda hareket
ettikleri müddetçe sorun yoktur. Ama İsrail'in çıkarlarına ters
düşen bir hareket içinde olurlarsa silahları konuştururuz,
ezeriz, her yol ve araca başvurarak hizaya getiririz. “Silahlı
barış” bu. Yani emperyalizmin “havuç ve sopa politikası”.
İsrail'in
“silahlı barış” anlayışı yeni değil. 1991'de Madrid
Konferansı'yla başlayan ve bugüne kadar gelen sürecin diğer adı
“silahlı barış”tır. İsrail, hep tehdit eden taraf olmuştur.
İsrail, koşullarını, karşısındakini, Arafat'ı, FKÖ'yü
siyasi kişiliksizleştirerek kabul ettirmiştir. Arafat, kabul
ettikçe, İsrail onun eline bir havuç tutuşturmuş, kemküm edince
sopa göstermiştir. Bu oyun Oslo'dan bu yana oynanıyor. Oslo'dan
sonra yapılan bütün anlaşmalar (Oslo II ve Wye 1 ve 2), ilke
açıklamasının; Washington'da imzalanan anlaşmanın gereğinin
yerine getirilmesi için değil miydi? Filistin halkından ne
isteniyor ki? Anlaşmalara uyan Filistin, ama aynı zamanda
anlaşmalara uyulmasını talep eden de Filistin. Anlaşmalara
uymayan İsrail. Onun oyunbozanlığını kollayan ve yeniden haklı
duruma getirmek için uğraşan da Amerikan emperyalizmi. Barak'ın
formüle ettiği “silahlı barış”, Amerikan emperyalizminin
Ortadoğu “barış”ının İsrail açısından bir yorumudur.
Otonomi
dönemi sonuna yaklaştıkça, yani Oslo anlaşmasına göre bağımsız
Filistin devletinin ilan edileceği gün yaklaştıkça, İsrail'in
oyunbozanlığı, anlaşmalara uymama, süreyi uzatma; sorunları
sürüncemede bırakma taktiği de güçlü bir şekilde uygulandı.
Bu taktik Netenyahu döneminde başladı ve onun yerini alan Barak
ile sürdürüldü. Öyle ki Filistin-İsrail sorununda bütün
dünya, İsrail'in taktiğine koşuldu: Arafat, bağımsız Filistin
devletini ilan etmek için destek turuna çıktı. Neredeyse
gitmediği ülke kalmadı. Ama her tarafta, şu veya bu biçimde,
böyle bir adım atma nasihati alarak geri döndü. Bu nasihatin
arkasında Amerikan emperyalizmi vardır. Amerikan emperyalizmi, daha
baştan beri, daha 1940'lı yıllardan beri İsrail-Filistin sorununu
İsrail lehine yontuyordu. Bunun böyle olduğunu Arafat'ın
göremediğini söyleyemeyiz.
Ama
Arafat ve çevresi, kendini tamamen inkâr edecek derecede değişmiş,
uzlaşmacı, teslimiyetçi olmuştu. Arafat ve çevresinin, “silahlı
barış” sürecini devam ettirmekten başka yolu yok. Bunu
biliyorlar.
Camp
David toplantısında Clinton, Arafat'ı zorladığında şöyle der:
“Sayın Başkan cenazeme mi katılmak istiyorsunuz?” Tartışma
Kudüs, sınır sorunları ve işgal bölgelerindeki Yahudi yerleşim
birimlerinin geleceği, sanki, Oslo'da alınan kararların hepsi
yerine getirilmiş ve çözülemeyen sadece bu üç sorun kalmış ve
şimdi sıra bu üç sorunun çözümüne gelmiş! Camp David
toplantısı bir provokasyon ve Arafat'ı sınama olarak
düzenlenmişti. Bu toplantıyı Barak istedi, ABD düzenledi, Arafat
katılmak zorunda kaldı. Katılmasa, barıştan, sorunların
barışçıl çözümünden kaçan taraf olacaktı. Arafat, birçok
devlet başkanın- dan nasihat ve uyarılar alarak Camp David'e
gitti.
Camp
David'de Arafat'tan istenen, yukarıda belirttiğimiz noktalarda
tavizdi. Halledilmesi öncelikli olan, Oslo ve daha sonraki
anlaşmalarda tanımlanan sorunlar dururken, bu sorunları gündeme
getirmek ve Arafat'a kabul ettirmek için çaba iki anlam taşıyordu:
Ya Arafat önerileri reddeder ve bu durumda sonuç alamama
sorumluluğunu ona yükleriz ya da kabul eder ve bu durumda da Arafat
tam, kusursuz bir işbirlikçidir.
Arafat,
işbirlikçi olmadığı için değil, delegasyonundan gelen baskıdan
ve kendi siyasi geleceğinden dolayı Camp David'de önüne konan
dayatmaları reddetmiştir.
Camp
David zirvesi bir fiyasko olarak sonuçlandı ve fiyaskonun sorumlusu
olarak da Arafat gösterildi. Camp David'den sonra başlatılan
kampanya üç amaçlıydı: a- Camp David fiyaskosunun sorumlusu
olarak Arafat'ın gösterilmesi, b- Dünya kamuoyunu Clinton, Barak
ve Arafat'ın katılacağı yeni bir zirve için hazırlamak ve c-
bütün sorunlarda Filistin tavrını bulanıklaştırarak;
anlaşılmaz hale getirerek, Arafat'ı taviz vermesi için baskı
altına almak. Bu, Filistin'in haklı davasına karşı İsrail ve
ABD'nin iki koldan yürüttüğü bir kampanyadır. Amerikan
cephesinde bu kampanyanın başını Clinton çekiyor. Zirveden önce,
başarısızlık durumunda Arafat'ı sorumlu tutmayacağım diyen
Clinton, İsrail televizyonunda Arafat'ı başarısızlığın
sorumlusu olarak gösterdi. Arafat'ın, tek yanlı olarak bağımsız
Filistin devletini ilan etmesi durumunda, “bütün ilişkilerimiz
soru götürür hale gelir ve İsrail’deki Amerikan elçiliğini
Tel Aviv’den Küdus’e taşırız" diye tehdit savuran
Clinton'dan başkası değildi. Yeni bir zirve görüşmesinin “son
şans” olduğunu açıklayanlar İsrail ve ABD'dir. Bu iki ülke
“son şansı”nda fiyasko ile sonuçlanmaması için Arafat'ı
“daha çok esnekliğe” çağırıyor.
VI-
Emperyalistler Arası Rekabet ve Filistin-İsrail Sorunu
Dünyanın
iki kutuplu, iki süper devletli olduğu dönemde, bir taraftan
Amerikan emperyalizmi, diğer taraftan da Sovyet sosyal emperyalizmi,
sorunlu tarafların yanında/arkasında yer alarak ya hegemonyalarını
pekiştiriyorlar ya da genişletiyorlardı.
SB,
ulusal bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele eden
güçlerin ve ülkelerin “dostu” pozunda kendi yeni sömürgeci
politikasını uygularken, “özgür” dünyanın jandarması olan
Amerikan emperyalizmi de kapitalist dünyanın savunuculuğunu
yapıyordu. Her halükarda her iki süper güç, kendi aralarındaki
rekabeti, it dalaşını, çoğu kez başka toplumsal güçler ve
devletler üzerinde sürdürüyorlardı. Baş rakibi SB'nin
dağılmasından sonra Amerikan emperyalizmi, kendisine dünya
“barış”ını sağlama misyonu vererek harekete geçti. Amerikan
emperyalistlerinin 90'lı yılların başındaki bu çıkışı,
dünyayı yeniden düzenlemek ve 21. yüzyılın stratejisine göre
hazırlamak isteğinden başka bir şey değildi. Ortadoğu “barış”ı
da bu politikanın bir ifadesidir. Petrol nedeniyle 20. yüzyılın
başından bu yana önemli olan ve emperyalist ülkelerin rekabetine
sahne olan Ortadoğu, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl
stratejisinin önemli bir ayağıdır. Enerji kaynaklarına sahip
olmak veya kontrol etmek, hegemonya mücadelesinde önde olmak veya
iddialı olmak anlamına geliyor. Diğer nedenleri bir yana,
Ortadoğu, bu özelliğinden dolayı Amerikan emperyalizminin mutlaka
hakim olması gereken bir alandır. Diğer emperyalist ülkler de
aynı şekilde düşünüyorlar. Rusya, Çin, Japonya bir bütün
olarak AB, Ortadoğu'nun petrol kaynaklarını ele geçirmek, kontrol
etmek, bu nedenle bölgede veya bölge yakınında hazır bulunmak
için rekabet ediyorlar. Filistin-İsrail sorununa duyulan ilgi de,
Ortadoğu'nun petrolden kaynaklanan stratejik öneminden dolayıdır.
Amerikan
emperyalizmi bölgedeki hakimiyetini öngördüğü gibi pekiştirmek
ve rakiplerini bölgeden uzak tutmak için erken davrandı ve
İsrail-Filistin sorununun “barışçıl” çözümüne yöneldi.
Amerikan
emperyalizmi bölgedeki üssü olan İsrail'e dayanmakla yetinmiyor,
Filistin-İsrail “barış”ını sağlayarak hegemonyasının
dayanak noktalarını genişletmeyi amaçlıyor. Güya tarafsız
gözüküyor ama “barış”ı, İsrail lehine yontarak sağlamaya
çalışıyor. Amerikan emperyalizminin barışı, gerçek bir barış
değil, bir dayatma. O, bunu yapabiliyor. Çünkü -sallantılı
durumda olan Suriye'yi dikkate almazsak- Irak dışındaki diğer
Arap ülkeleri (Ürdün, Mısır, S. Arabistan) Amerikan
emperyalizmine bağımlı durumdalar. Bu ülkelerin; Ürdün ve
Mısır'ın İsrail ile barışık olmaları ve Arafat ve FKÖ'ye
“pax Americana” doğrultusundaki telkinleri etkili oluyor.
Arafat da bu ülkeleri dinliyor. Çünkü onlar olmaksızın
Arafat'ın dünya ve Arap dünyasında kamuoyu oluşturması ve maddi
destek sağlaması imkansızlaşıyor.
Camp
David fiyaskosundan sonra, daha doğrusu Şaron'un provokasyonundan
sonra gelişen Filistin-İsrail çatışmalarını durdurmak için
emperyalist ülkelerin, Arap ülkelerinin, İsrail ve Filistin'in
tavrı, bölgede keskinleşen rekabeti ve iplerin kimin elinde
olduğunu oldukça açık bir şekilde göstermiştir. Çatışmalar
başlayınca bölgeye önce bir Amerikan dışişleri sorumlusu
geldi, arkasından dışişleri bakanı geldi. Amaç, yeni bir zirve
için zemin yoklamasıydı. Bu arada Rusya Dışişleri Bakanı, AB
dışişleri sorumlusu (Solano), Fransa ve başka ülkelerden
-Türkiye'den de- sorumlular bölgeye üşüştüler. En son Alman
Başbakanı gitti. Ama Amerika'nın dediği oldu. Arafat, özellikle
Mısır'ın ve dolaylı olarak Türkiye'nin telkiniyle Amerikan
emperyalizminin çizgisi doğrultusunda hareket etti. Şarm El Şeyh
zirvesinden sonuç alınamadı, ama bugün anlaşılıyor ki o zirve
yeni bir ABD-Filistin- İsrail zirvesi için ortam hazırlamaya
hizmet etti. Diğer emperyalist devletler, adeta birden bire sahneden
çekildiler, meydan ABD'ye kaldı. Amerikan emperyalizmi
inisiyatifini kullandı, Barak ve Arafat'ı Washington'a çağırdı.
Her ikisi de bu çağrıyı kabul etti.
Ne
yapacaklar? Yeniden görüşmenin koşullarının oluşturulmasına
paralel olarak çatışmalar kontrol altına alınacak veya
çatışmaların kontrollü sürdürülmesine; şiddetin sınırlı
tutulmasına özen gösterilecek. Zaten bu daha şimdiden yapılıyor.
Çatışmalar, tarafların açıklamalarına paralel olarak
sertleşiyor veya gevşiyor. Taraflar, Amerikan emperyalizminin
patronluğunda yeniden bir araya getirilecekler. Bugüne kadar
konuşulmuş olan konular bir daha konuşulacak, alınmış olan
kararlar uygulanma umuduyla bir daha alınacak. Her halükarda
Amerikan emperyalizmi, inisiyatifi elinde tutacak, diğer emperyalist
ülkeleri sorundan uzak tutmaya çalışacak. İsrail'de olası
hükümet sorunu, ABD'de başkanlık seçimi, Arafat'ın konumunu
yeniden sağlama alması, süreci sadece zamansal bakımdan
uzatabilir. Şarm el Şeyh zirvesinden ve arkasından düzenlenen
Arap ülkeleri zirvesinden çıkan sonuçlar, durumu idare etmenin
ötesinde bir anlam taşımıyor. Dağ fare doğurdu ve bir dizi laf
salatası. Bu toplantılara katılan taraflar, Filistin'in
kaynadığını, tepkinin, tansiyonun kontrollü olarak düşürülmesi
ötesinde yapılacak bir şeyin olmadığını gördüler.
-FKÖ
ve Arafat'ın Rolü
1993'te
Oslo'da uzlaşmanın ve teslimiyetin resmen başladığını
görüyoruz. Emperyalizm ve siyonizm açısından önemli olan,
sadece Arafat ve FKÖ'nün teslimiyeti değildi. Önemli olan,
Filistin halkının; Filistin ulusal kurtuluşçu iradesinin
kırılması, bağımsızlık için mücadele eden yığınların
reformizmin kuyruğuna takılarak emperyalizme ve siyonizme hizmet
eder hale getirilmesiydi. Arafat'tan istenen buydu ve o, bu
teslimiyeti Filistin halkına kabul ettirmek için çok çaba
harcadı. Filistin cephesindeki zorlukların karakter ve çapını
çok iyi bilen İsrail ve ABD, bu durumu, anlaşmalara uymayarak,
alınan karaların uygulanmasını savsaklayarak kullandılar ve
kullanıyorlar.
Amerikan
emperyalizmi ve İsrail açısından, mücadele anlayışı değişmiş,
reformist- leşmiş, emperyalizme teslim olmuş, emperyalist “barış”a
bel bağlamış Arafat, “en iyi” Arafat'tı. Başlangıcı çok
öncelerde görülse de 1991 Madrid Konferansı'ndan sonra Arafat,
inisiyatifi emperyalizme teslim etmiş, etkin değil edilgen olmuş
ve sürüklenmiştir. Ama kabul etmek gerekir ki Arafat, aynı
zamanda, her dönem gürlemiş, esmiş, asarım, keserim demiştir.
Ne var ki, hiçbir zaman da sözünün eri olmamıştır. Bu türden
açıklamalar, Arafat'ın retorik açıklamalarıdır. Arafat, genel
olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan emperyalizminin, Arap
gericiliğinin (Mısır) ve son dönemlerde de Türkiye'nin
telkinleri sonucunda İsrail ile masaya oturmuştur.
Son
on yılın Arafat'ı, sürekli uzlaşan, taviz veren, Filistin
davasını Amerikan emperyalizminin çıkarlarına peşkeş çeken,
gerçek barışı; Filistin ulusal kurtuluşunu/bağımsızlığını
“pax Americana” uğruna feda eden Arafat'tır.
İsrail
ve ABD, barış adına Arafat'ı oyalıyorlar, aldatıyorlar,
oynatıyorlar ve kendi koşullarım dayatıyorlar.
Son
bir sene içinde Arafat'ın çizdiği zikzaklar bunu gösteriyor.
Eylül
1999'da Arafat ve Barak, Şarm El Şeyh'te görüşürler. Barış
anlaşması için son tarihin 13 Eylül 2000 olması konusunda
anlaşırlar.
İsrail'in,
verdiği sözü tutmaya yanaşmadığını gören Arafat, Eylül'de
bağımsız Filistin devletinin kurulacağını ilan edeceğini
açıkladı ve uluslararası destek almak için, başta Arap ve AB
devletleri olmak üzere görüşme turlarına başladı. Türkiye,
İran ve Rusya da dahil bir dizi devlet ve hükümet başkanlarıyla
görüştü, ama bu görüşmelerde Arafat umduğunu bulamadı.
Hiçbir devlet ve hükümet başkanı, ‘devletin kurulduğunu
açıkla, seni destekleriz' demedi. Arafat'ın, özellikle Arap
zirvesi ve bu zirvede Filistin devletinin kurulması için ve Kudüs
sorununda destek umudu, Arap ülkeleri tarafından kabul görmedi.
Öyle ki, Mısır devlet başkanı Mübarek, “devlet kurma ilanının
ertelenmesini düşünüyorum” açıklamasını yaptı. ABD-AB,
ABD-Rusya çelişkilerinden yararlanmak için kapısını çaldığı
bir kısım AB devletleri ve Rusya da Arafat'ın önerisini geri
çevirdiler. Arafat, her gittiği yerde “tek taraflı devlet
ilanından sakın” tavsiyesini aldı. Amerikan emperyalizminin
ipleri sıkı bir şekilde elinde tuttuğu bir alanda; ilişkiler
yumağında Arafat'ın bu girişimiyle söz sahibi olunamayacağını
bilen emperyalist ülkeler, başta da AB ve Rusya, onun niyetine
mesafeli yaklaştılar.
Bundan
sonra ne olabilir? Dönem dönem intifadadan bahsedilmesi, bir
zamanların doğru mücadele biçimlerine dönülebileceğinin
dillendirilmesi, Filistin halkının dinamik güçlerini aldatmaktan
öte bir anlam taşımıyor. Antiemperyalist, antisiyonist
mücadeleden vazgeçen, gerçekten bağımsız Filistin mücadelesini
rafa kaldıran ve sorunun çözümünü emperyalizme, somutta da
Amerikan emperyalizmine havale eden bir anlayışın devrimci bir özü
olamaz. Amerikan barış anlayışı ve hegemonyasını kabul eden ne
devrimci olabilir ne de devrimci güçleri harekete geçirebilir. Bu
anlamda Arafat ve FKÖ önderliği, devrimci özünü ve konumunu
kaybetmiş, reformist çizgisiyle, emperyalizmle uzlaşmacılığın
bir temsilcisi ve simgesi durumuna gelmiştir. Emperyalizm ve başta
da Amerikan emperyalizmi, Arafat'ın tehlikeli olamayacağını,
teslim alınmış ve dayatılan koşullar çerçevesinde kalmaya
mahkûm edilmiş bir simge olduğunu biliyor. Bu nedenle emperyalist
burjuvazi, onun tehditvari çıkışlarına aldırmıyor.
Emperyalizmi korkutan, sorunun sürüncemede kalmasından dolayı
Filistin halkının kendi içinde yeni dinamik, devrimci güçler
çıkartabileceğidir. Emperyalistleri korkutan bu olasılıktır.
Emperyalizm, “barış” adına teslim aldığı ve reformizmin
bataklığına gömdüğü güçleri eritiyor, tamamen uşak yapıyor.
Latin Amerika'da birçok ulusal kurtuluş örgütü de aynı yolun
yolcusu olmuşlardır. Mücadele edilen güçlere; devlete ve
emperyalizme teslim olduktan sonra, teslim eden, uşaklaşan,
yenilgiyi kabul eden anlayışın yeniden devrimcileşeceği
beklenemez. Otonomi bazında devlet- sel kurumlaşan, polis olan,
memurlaşan Filistinli eski gerillaların yeniden silaha sarılacağını
düşünmek ne derece doğruysa, silahlarını teslim eden Honduraslı
gerillaların yeniden silaha sarılacaklarını düşünmek de o
derece doğrudur. Filistinliler bu durumda olan başka halklar, eski
önderlerin teslimiyetini anladıkça, onlardan umutlarını
kesecekler ve artık onların kaderiyle ilgilenmeyecekler. Böyle bir
süreç, devrimci mücadelenin yeniden başladığı süreçtir.
Bağımsız Filistin'in önündeki engel sadece emperyalizm ve İsrail
değildir. Bu güçlere, yani düşmana teslim olan Arafat gerçekten
bağımsız Filistin'in önündeki engel durumundalar. Bu engellerin
aşılması, antiemperyalist, devrimci mücadelenin gelişmesi
anlamına gelir.
Emperyalizme
teslimiyet, teslim olanları iddiasızlaştırıyor,
kişiliksizleştiriyor, yalpalatıyor. Teslim olanlar hep böyle bir
çizgi izlemişlerdir. Onların siyasi yönelimleri gerçekten bir
siyasi eğitim konusudur.
Filistin
Kaynıyor
Yıllardan
beri süre gelen görüşmeler; Oslo anlaşması ve onu takip eden
görüşmeler, alınan kararlar, anlaşmanın uygulanması için
yapılan yeni anlaşmalar, verilen sözlerin İsrail tarafından
yerine getirilmemesi ve son olarak Camp David fiyaskosu, baskı
sonucunda Filistin devletinin kuruluşunun açıklanmasının
ertelenmesi, işgal koşulları, işsizlik vb. Filistin'i barut
fıçısına dönüştürmüştü. İsrail'e duyulan kin ve nefret,
Filistin Otonomi yönetiminin tavizkâr tavrı, yönetme
yeteneksizliği, kol gezen yolsuzluklar, tepkinin tuzu biberi
olmuştu. Sadece bir kıvılcım, sadece yerinde ve zamanında bir
provokasyon, bu barut fıçısını ateşlemeye yetecekti. A. Şaron,
nam-ı diğer “Beyrut kasabı”, bu provokatörlüğü üstlendi.
“Harem-i Şerif”i ziyaret ederek, Filistin halkını açıkça
çatışmaya davet etti. “Harem-i Şerif” ziyareti bir
provokasyondu.
Yaşamı
boyunca Sinagog ziyaret ettiği pek bilinmeyen Şaron'un Müslümanlar
için kutsal bir yeri ziyaret etmesi, barış değil, çatışma
istemek anlamına geliyordu.
Çatışmaların
seyri, Filistin Otonomi idaresinin inisiyatifi elinden kaçırdığını
da göstermektedir.
Olayların
kendini aştığını anlayan Arafat, kurtuluşu ileriye fırlamakta
gördü. Halkına, savaşçılara geri çekilin çağrısı yapacak
durumda değil. Bunu yaparsa, bir taraftan lanetleneceğini, diğer
taraftan da muhalifleri tarafından etkisiz hale getirileceğini
biliyor. Filistin halkını, Oslo görüşmelerinden bu yana
vaatlerle yönlendiren Arafat, patlayan öfkenin, kendine ve
yönetimine de yönelen kin ve nefretin altında kalmamak ve siyasi
varlığını sürdürmek için çocuk generallerini, intifadayı
hatırladı.
Filistin
halkı, tahammülünün kalmadığını son intifadasıyla gösterdi.
Bu
son intifada sadece İsrail'e karşı değil. Bu intifada, Arafat ve
Otonomi idaresini de hedef alıyor. Bu çatışmalar, Filistin
halkında mücadele ruhunun ölmediğini, direnme ve savaşma
iradesinin kırılmadığını da göstermektedir. Arafat'ın
İsrail'e ve emperyalizme teslimiyet politikası, Filistin sorununun
çözümünü Amerikan emperyalizmine havale etme anlayışı,
Filistin halkı üzerinde pek etki yapmamış. Filistin halkı,
Otonomi yönetimine açık mesaj veriyor: Bir yere kadar dinleriz,
ama ondan sonra bildiğimizi yaparız. Bu halkın bildiği ve
siyonizm ve emperyalizmin anladığı dil, dişe diş mücadele.
Filistin halkı, bu mücadele geleneğini ve yeteneğini
kaybetmediğini gösteriyor.
Sonuç
İtibarıyla:
İç
politik ve siyasi gelecek kaygısı nedeniyle hem Barak (İsrail),
hem de Arafat (Filistin) kanıksanan çatışmaların devamından
yanalar. “Barış” masasına oturmamak, taviz vermemek, radikal
görünmek revaçta.
İsrail'de
hükümet sorununun çözülmesi sağlanmadan, İsrail'in
Filistinlilere saldırısını hiçbir güç durduramaz.
Arafat,
Filistin direnişini tamamen eline geçirip, tartışmasız
önderliğini halkına, muhaliflerine, dünyaya ve Arap dünyasına
bir daha kabul ettirene kadar intifadayı devam ettirecektir.
Arafat
ve Barak'ın birbirlerine atıflarda bulunmaları, suçlamaları
konjonktüre tekabül eden retorik açıklamalardan öte bir anlam
taşımıyor. Her ikisi de siyasi durumlarını biliyor ve
konumlarını güçlendirmek için çaba harcıyorlar. Durumun böyle
olduğunu ABD, AB ve Arap ülkeleri de biliyor.
İç
politikada taşlar yerine oturunca, kırk yıllık dost gibi el
sıkışıp İsrail-Filistin “barışana Amerikan emperyalizminin
patronluğunda, kalınan yerden devam edileceğinden şüphe
duyulmamalıdır. Bu süreç başladı bile.
Bir
taraftan emperyalizme teslimiyetin Filistin davasını getirdiği
nokta, bunun sorumlusu olarak Arafat ve FKÖ, diğer taraftan
“yaşasın Filistin ayaklanması” şiarıyla emperyalist “barış
görüşmeleri”ne son verilmesini talep eden ve Filistin'i yeniden
intifadalaştıran Filistin halkı ve gençliği.
Aradaki
fark, yeteri kadar açık değil mi?
- Teoride Doğrultu, Sayı 3, Mart-Nisan 2001.