deneme

7 Mart 2001 Çarşamba

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

Kapitalist dünya ekonomisinin üzerinde yeniden kriz bulutları göründü. Hatırlatacak olursak; son dünya ekonomik krizi 1990’da, önce Kanada, İsveç, İngiltere, Finlandiya, Yunanistan, Avusturya gibi ülkelerde patlak vermiş, 1991/92’de de bu kriz kervanına ABD, Fransa, Almanya ve Japonya katılmıştı. Böylece 1990/92 döneminde ülkelerde oldukça eş zamansız olarak patlak veren fazla üretim krizi, 1994 yılında sonuçlanmıştı. Doğu ve Güneydoğu Asya’nın Çin, G. Kore, Malezya vb. ülkeleri krize girmemişlerdi. Bunun ötesinde 1994 yılında Türkiye ve dağılan revizyonist bloğun ülkeleri fazla üretim krizindeydiler.
1994’ten itibaren dünya ekonomisinin krizde olmaması kapitalist üretimin bütün ülkelerde doludizgin büyüdüğü, işsizliğin ortadan kalktığı, insanlığın giderek yükselen bir refah seviyesi yakaladığı ve sürdürdüğü anlamına gelmez. Tam tersi olmuştur. Aşağıda da göstereceğimiz gibi 1994’ten bu güne bazı ülkelerde üretim sürekli artış göstermiş, bazı ülkelerde ise üretim, ekonomik devreviliğin kriz durgunluk-inişli çıkışlı durgunluk aşamalarında seyretmiştir. 1990/92-94 döneminde krizde olmayan “Asya Kaplanları” denen ülkeleri ve krizden çıkmasına rağmen kendini toparlayamayan Japonya ekonomisi, 1997’nin ikinci yarısından itibaren krizle çalkalanmaya başladı. Bu ülkelerde patlak veren mali kriz, reel üretimi de etkisine alarak fazla üretim krizine dönüşmüştür. Literatürde “Asya krizi” olarak tanımlanan bu krizi “Rusya krizi” takip etti. Rus ekonomisi, 1997’de krizden çıkma eğilimindeyken, patlak veren mali krizle yeniden çalkalanmaya başladı. Asya ve Rusya krizleri dünya ekonomisini oldukça olumsuz etkilemiş, Türkiye ve bazı Latin Amerika ülkeleri bundan nasibini almışlardır. Ama bu krizler, bir bütün olarak dünya ekonomisini yeni bir fazla üretim krizine sürükleyecek güçte değillerdi. Ancak, 1998’in ilk yarısında OECD ve AB ülkelerinde, dolayısıyla dünya ekonomisinde büyüme oranlarının küçülmesine ve bazı ülkelerde de üretimin mutlak düşmesine neden olmuşlardır.
Bugünkü gelişmeye geçmeden önce 1997-2000 döneminde dünya ekonomisinin durumunu gösterelim.






Bu veriler, 2000 yılı itibariyle dünya ekonomisinin fazla üretim krizinde olmadığını gösteriyorlar. Bunun ötesinde soruna tek tek ülkeler bazında baktığımızda da hemen hemen hiç bir ülkenin ekonomik krizde (fazla üretim krizi) olmadığını görürüz. Buna rağmen dünya ekonomisinin giderek artan büyüme içinde olduğunu söyleyemeyiz. Her ne kadar Japon ve G. Kore ekonomileri belli bir düzlüğe çıkmışlarsa da, “Asya krizi“nin etkisinin henüz gerçek anlamıyla atlatamamışlardır. Japon ekonomisindeki çürüme ve olağanüstü borç durumu, ekonominin bütünü üzerindeki etkisini sürdürüyor. Japonya’da, G. Kore’de ve bölgenin diğer ülkelerinde; bir bütün olarak “Asya Kaplanları” denen ülkelerde ekonomi, oldukça hassas dengeler üzerinde ayakta duruyor. Dünyanın bu bölgesinde ekonomide istikrarsızlık sürüyor.
Latin Amerika’da da benzer bir durum söz konusu. Özellikle Brezilya ve Arjantin ekonomileri, pamuk ipliğine bağlı olma özelliklerini koruyorlar. Bu iki ülkede yeniden patlak verecek bir mali kriz, bunun ötesinde fazla üretim krizi, bütün kıtayı etkileyebileceği gibi, dünya ekonomisinin seyrini de etkileyebilir.
Tahminleri aşan bir büyümeyi Rus ekonomisinde görüyoruz. Revizyonist bloğun ve SB’nin dağılmasından sonra Rus ekonomisi ancak yeni yeni toparlanmaya başlamıştır. Bu ülkede brüt yurt içi üretim 1991‘de yüzde 5; 1992‘de yüzde 14,5; 1993‘te yüzde 8,7; 1994‘te yüzde 12,7; 1995‘te yüzde 4,2; 1996‘da yüzde 4,9 oranlarında mutlak küçülürken, 1997‘de ancak yüzde 0,4 oranında büyümüştür.1997’den 1998’e yüzde 4,9 oranında gerileyen brüt yurtiçi üretim, 1998’den 1999’a yüzde 3,2 ve 1999’dan 2000’e yüzde 7,5 oranında mutlak artmıştır. Rus ekonomistlerine göre bu, „30 yıldan bu yana elde edilmiş en iyi büyüme“ oranıdır.
AB ülkeleri ekonomisinde görünürde belli bir istikrar var. Kimi değerlendirmelere göre Fransız ekonomisi, “AB içinde büyüme lokomotifi” durumunda. Kimi değerlendirmelere göre ise Almanya’da “güçlü bir iktisadi yükseliş” söz konusu.
Dünya burjuvazisi açısından düşündürücü olan, ABD ekonomisinin durumudur. Amerikan ekonomisi 1992’den bu yana yıllık olarak yüzde 3 ila 7 arasında sürekli büyümüştür. OECD statiklerine göre durum böyle. Ama bu, Amerikan ekonomisinin, sürekli, ekonomik devreviliğin yükseliş aşamasında olduğu anlamına asla gelmez. Bu görece büyüme oranları, ekonomik devreviliğin inişli-çıkışlı durgunluk aşamasına tekabül eder.
Hangi faktörlerin etkisinden dolayı Amerikan ekonomisinde böyle bir büyüme sağlanabilmiştir? Birincisi, bağımlı ülkelerin talanından dolayı. İkincisi, dünya çapında sermaye hareketini ABD’ye yönlendirerek ve böylece rakiplerini geride bırakarak; Amerikan emperyalizmi düşük faizlerle ve vergilerle ve aynı zamanda yüksek kar vaadiyle dünya çapında sermayeyi ABD’ye çekmeyi başarmıştır. Bundan dolayı ABD ekonomisinde süreklilik arz eden bir büyüme söz konusu olurken, örneğin Japonya, ABD’ye yönelen sermayeden olumsuz etkilenmiştir.
Böylesi sürekli büyüme ve güya “iş mucizesi“ ABD’nin, kapitalizmde kesintisiz ekonomik yükselişe örnek gösterilmesine neden olmuştur. Kapitalizmde de kesintisiz büyüme olur, işsizlik oranı düşürülebilir düşüncelerinin oluşturulmasına ve propagandasına neden olan Amerikan ekonomisinin durumu, hiç de öyle anlatıldığı gibi değil. Amerikan ekonomisinin son aylardaki seyri emperyalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde tedirginliğe, geleceğe karamsar bakmaya neden olmaktadır. Amerikan ekonomisinde gerileme, özellikle “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkelerin ve bir bütün olarak bağımlı ülkelerin finansman kondisyonunu negatife dönüştürür. Asya-Rusya krizleri döneminde IMF’nin verdiği kredilerin, bugün Türkiye’ye verilen kredilerin kaynağı kurur.
Bunun dışında, Amerikan ekonomisi, dünya ekonomisinin lokomotifi olduğu için, olumsuz gelişmesi ister istemez bütün dünya ekonomisini ve dolayısıyla emperyalist ülke ekonomilerini de etkileyecektir. Bütün ülke ekonomilerinin binbir türlü iple birbirine bağlı olduğu göz önünde tutulursa, emperyalistlerin tedirginliği anlaşılır.
Amerikan emperyalizminin herkese iş bulma ”mucize”si, mucizeden başka her şeydir. Çalışma gününün esnekleştirilmesi ve sömürünün yoğunlaştırılmasıyla tam günlük (8 saatlik) çalışma, kısmi çalışmaya indirildi. Böylece örneğin 100 işyeri, 200 işyerine dönüştürüldü. Bunun sonucu olarak işyeri sayısı istatistikî olarak çoğaldı, aynı oranda da işsizlerin sayısı azaldı. Ama ABD ‘de ortalama reel kazanç, on sene önceki seviyesine düştü. Bugün Amerika’da resmi yoksulluk oranı, rekor seviyededir.
Amerikan ekonomisinde yeni bir fazla üretim krizinin işaretleri var. Bu bir fazla üretim krizine dönüşür mü, dönüşmez mi, bunu ilerde göreceğiz. Ama her halükarda Amerikan ekonomisinde reel üretim gerilemektedir; hemen hemen bütün sanayi dallarında üretim geriliyor. 2000 yılının son çeyreğinde sanayi üretimi bir yıl öncesinin aynı döneme göre yüzde 1,1 oranında, 2000’in Aralığında yüzde 0,5 ve 2001’in Ocağında da 0,3 oranında mutlak geriledi. Amerikan kurumları ve IMF, Amerikan ekonomisinin son aylarda gösterdiği bu gelişmeden dolayı 2001 yılı büyüme oranlarını bir kaç defa aşağıya çekerek düzeltmek zorunda kalmışlardır.
ABD, üretimdeki düşüşü durdurmak ve yeniden canlandırmak için iki cephede mücadele veriyor. Birincisi, ABD, üretimdeki gerilemeyi başka ülkelerin sırtına yıkmaya çalışıyor. Dünya ekonomisi son dönemlerde -II. Dünya Savaşı’ndan bugüne- daha önce olduğu gibi bütünlüklü bir ekonomik devrevilik içinde hareket etmiyor. Yani ülkeler eş zamanlı olarak krize girip, eş zamanlı olarak krizden çıkmıyorlar. Bazıları krizdeyken, bazılarının krizde olmaması durumunu ülkeler, karşılıklı olarak birbirlerinin aleyhine, dolayısıyla kendi ekonomilerinin krize girmemesi veya rakibinin payını kapmak için kullanıyorlar. Bu tarzdaki emperyalistler arası rekabette ABD, son çıkışlarında başarılı olamadı. (Politik ekonominin birçok temel sorununu içeren bu noktanın açılımı, ancak başlı başına bir yazı konusu olabilir. Bu nedenle belirterek geçiyoruz.). İkincisi, Amerikan Merkez Bankası, tüketimi teşvik etmek için, faizleri sadece iki ay içinde iki defa geriye çekmiştir. Ama bu tedbirden de sonuç alınamamıştır. Bütün bu tedbirler, ABD ekonomisindeki son gelişmeleri ve sermayenin en yüksek kar oranı vaat eden ülkelere akışını engelleyememiştir. Örneğin son dönemlerde ABD’den AB ülkelerine yönelen sermaye, Euro’nun değer kazanma trendine girmesine neden olmuştur. Ama bu sefer de değer kazanan Euro, AB ihracatını, örneğin Alman ihracatını olumsuz etkilemiştir; ihracat pahalanmıştır.
Amerikan ekonomisindeki kriz eğilimli bu gelişmeyi rakip ülkeler ve rekabet merkezleri, örneğin AB, kendi ekonomileri için kullanabilirler mi, bunu zaman gösterir. Ama bizzat burjuva ekonomistleri de, AB’nin yıllık yüzde 2,5 ila 3 oranındaki bir büyümeyle dünya ekonomisi için büyüme lokomotifi olamayacağı kanısındalar. Bu doğrudur. Çünkü mevcut durumu ne olursa olsun ABD ekonomisi, dünyanın en güçlü ekonomisi konumunu koruyor.
Sadece Amerikan ekonomisini değil, bir bütün olarak dünya ekonomisini, ama öncelikle rekabet gücü olan ekonomileri etkileyen en önemli faktörlerden birisi, uluslararası yapısal krizdir. Burada kast edilen, coğrafyamızda yanlış kullanılan ve sistem krizi, kapitalizmin genel krizi anlamına gelen yapısal kriz değil, ekonomide yapısal krizdir. Uluslararası çapta firma birleşmeleri sonucunda giderek daha az sayıda tekeller, uluslararası planda devasa bir üretim ağına ve yine devasa boyutlara varan üretim kapasitelerine sahip olmuşlardır. Teknolojik gelişme ve rekabet, üretimin yapısındaki değişimi hızlandırmış ve sürekli kılmıştır ve ekonomide yapısal yenilenmenin yaşam devreviliği giderek düşmüştür. Örnek: bugün otomobil sektöründe „yön veren yenilenmenin yaşam devreviliği“/dönüşümü 6 seneye düşmüştür. Bu devreviliğin süresi elektro sanayinde sadece ve sadece 12 aydır. (Daimler-Chrysler raporu). Bunun anlamı şudur; sürekli teknolojik yenilenme, sürekli yeni modeller, sürekli yeni ürün. Bu ise yeni makine, yeni fabrika, yeni ve giderek artan sabit sermaye demektir. Yeni sabit sermaye yatırımı yapmak için, “moral” açısından eskiyen sabit sermayeyi; yani makineleri, fabrika binalarını, modelleri vs. yok etmek gerekiyor: Devasa boyutlarda sabit sermaye yatırımı yapmak için devasa boyutlarda sabit sermaye kıyımı, kapitalist ekonominin olmazsa olmaz koşuludur. Bunu yapamayanın rekabet gücü kalmaz. Yeni sabit sermaye yatırımı(makineler, binalar, hammadde vs.), değişken sermayeye (işgücü için yapılan harcamaya) oranla sabit sermayenin sıçramalı gelişmesi anlamına gelir. Örneğin değişken sermaye 1 ise sabit sermaye 3 olur. Bu durumda, sömürünün kaynağı işgücü olduğu için, kar oranı; artı değerin toplam sermayeye oranı düşer. Marks buna “kar oranının eğilimli düşüşü”der. Kapitalistler, kar oranının düşmesini engellemek için birçok yola başvururlar; iş gücünün sömürüsünü yoğunlaştırırlar. Ama kapitalist ekonominin nesnel yasalarının sermaye hareketine yön vermesini asla ve asla engelleyemezler.
-Bir taraftan teknolojik yenilenme, firma birleşmeleri, rasyonelleştirme ve milyonlarca işçinin sokağa atılması. Bu, toplumun alım gücünün düşmesi, kapitalist açısından ise ürünlerinin satılmaması anlamına gelir. Marks, bir taraftan üretimin genişletilmesini ve diğer taraftan da emekçi yığınların alım gücünün geri kalmasını „bütün gerçek krizlerin nihai nedeni“ olarak tanımlar.
-Rekabet ve teknolojik gelişme, makine, üretim kapasiteleri vb. biçimindeki sabit sermayenin ömrünü kısaltıyor. Bunun sonucu, sürekli yeni modellerin, yeni metaların; ürünlerin üretilmesi kaçınılmaz oluyor. Milyonların işsiz olduğu toplumda bunları kim satın alacak?
Sonuçta sermayenin kendini değerlendirme (P-M¹-P¹; para-meta¹-para¹) süreci tıkanır. Üretim sürecinde oluşan bu tıkanma kriz demektir. Sermaye hareketinin birinci (P) ve üçüncü (P¹) aşamaları dolaşım aşamalarıdır. Burada artı değer üretimi olmaz. İkinci aşama (M¹) üretim aşamasıdır. Artı değer bu aşamada üretilir ve buradaki tıkanma krize yol açar. Ancak bu, üçüncü aşamada (dolaşım-pazar aşamasında) metaların satılmaması, pazarların metalarla dolup taşması olarak patlak verir.
Amerikan ekonomisinde bu yönde bir gelişme söz konusudur. Bu gelişme devam eder mi, AB ülkeleri ekonomisini, Japon ekonomisini etkileyerek, bütün dünya ekonomisini yeni bir fazla üretim krizine sürükler mi, bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz. Böyle bir gelişmenin nesnel koşulları var. Ama bu, yarın; önümüzdeki yakın dönemde mutlaka bir fazla üretim krizi patlak verecektir anlamına asla gelmez.
Gelecek sayımızda Türk ekonomisinin genel durumunu ele alacağız.