deneme

18 Mart 2001 Pazar

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

“Kara Çarşamba”dan bu yana Türk ekonomisinde Derviş dönemi başladı. Kemal Derviş, kurtarıcı olarak sunulmadı, ama kurtarıcı yapıldı. Anket sonuçlarına göre halkın da desteğini alan K. Derviş, yabancı sermayenin temsilcisi. Türkiye’de Amerikan emperyalizminin, Dünya Bankası’nın (DB), dolaylı olarak da IMF’nin çıkarlarını savunan, “küreselleşme”ve neoliberal dayatmaları “ulusal” program çerçevesinde, yani “ulusallaştırarak” yerine getirmeye soyunmuş birisi. (Dünya Bankası, 1960 darbesinden sonra Kemal Kurdaş’ı, 1971 darbesinden sonra Atilla Karaosmanoğlu’nu ve 1980 darbesinde de Turgut Özal’ı kendi adamları olarak Türkiye ekonomisinde ve politikasında görevlendirmişti). K. Derviş, desteği kesinlikle hükümet partilerinden almıyor, Amerikan emperyalizminden alıyor ve halka bir umut ışığı olarak sunuluyor.
Bu partilere, bu politikacılara, bu siyasi kurumlara hiç kimsenin güveni kalmadı. Koalisyon hükümeti partileri ve muhalefettekiler susuyorlar. Söyleyecekleri, önerecekleri hiçbir şey yok. Yönetememe krizi halkı sokağa döküyor. Elazığ’da, İzmir’de on binlerin protestosu güvensizliğin açık ifadesi. Ve on binlerin, yüz binlerin sokakları işgal edecekleri günler o kadar uzak değil. Burjuvazi bu gelişmenin de önünü alma çabası içinde. K. Derviş, bu anlamda da bir kurtarıcı olarak ortaya çıkıyor.
K. Derviş neyi düzeltmek istiyor? Bu soruya cevap verebilmek için Türk ekonomisinin son on yıllardaki seyrine iki sektör açısından bakmak gerekir; reel sektör, yani sanayi sektörü ve mali sektör. Böylece belli eğilimler ve bugünkü mali krizin nedeni de görülmüş olur.
1990’dan bu yana sanayi ve imalat sanayi üretimi endeksi reel sektörde gelişmenin seyrini ele veriyor.




DİE’nin 1997=100 hesaplamasını 1990=100’e çevirdik. Bu veriler neyin ifadesidir? 1990=100’de sanayi üretiminin 1990’dan 2000’e yüzde 68,7 oranında arttığını, yani 100 liradan 168,7 liraya büyüdüğünü görüyoruz. İmalat sanayi açısından da bu, 1990’dan 1999’a yüzde 23,4 oranında bir artış, yani 100 liradan 123,4 liraya varan bir büyüme. Burada, ele aldığımız dönemin başındaki ve sonundaki reel durum tespit etmiş oluyoruz. Bu süreç içinde büyümenin veya da küçülmenin nasıl bir seyir izlediğini de zincirleme endekste görüyoruz. Zincirleme endeks verileri toplam sanayi ve imalat sanayi üretiminin her yıl farklı boyutlarda/hacimlerde büyüdüğünü, bazı yıllarda ise büyümenin küçüldüğünü gösteriyor. Örneğin 1994’te sanayi üretimi yüzde 6,4 ve imalat sanayi üretimi de 9,3 oranlarında mutlak küçülüyor. 1994 yılı Türk ekonomisinin fazla üretim krizinde olduğu yıldı.1999’da da sanayi üretimi yüzde 5,2 ve imalat sanayi üretimi de yüzde 5,7 oranlarında küçülüyor. Bu küçülmenin esas nedeni, ekonomi dışı faktör olarak depremin etkisiydi. Bu nedenle bu süreci, ara kriz olarak tanımlamıştık. 1999’dan 2000’e sanayi üretimi yüzde 5,4 ve imalat sanayi üretimi de yüzde 3,6 oranlarında mutlak büyüyor. Bu onarlar, enflasyondan arındırılmış, reel değerleri ifade eden büyüme oranlarıdır.
Sanayi üretiminin son bir yıllık seyrini aylık gelişme bazında gösterelim.



Aylar bazında toplam sanayi üretimi sadece 2000 yılının Aralık ayında bir yıl öncesinin aynı ayına göre yüzde 4,2 ve imalat sanayi üretimi de aynı yılın Martında yüzde 0,6 ve Aralığında da yüzde 4,3 oranlarında mutlak olarak küçülüyor.
Bunun ötesinde 1995 sabit fiyatları üzerinden brüt yurt içi üretim 1995’te 169,3 milyar dolardan 2000’de 204,1 milyar dolara çıkarak yüzde 20,5 oranında artıyor. Miktar olarak bu artış 31,1 milyar dolardır.
Marksist kriz teorisine göre salt bu veriler, 1990’dan 2000’e Türk ekonomisinin sadece 1994’te fazla üretim krizi ve 1999’da da ağır bir ara kriz döneminden geçtiğini, diğer yıllarda ekonominin krizde olmadığını gösterirler.
Marksist politik ekonomi, ekonomik kriz kavramıyla fazla üretim krizini tanımlar. Bu tanımlamanın içinde mali kriz, borsa-spekülasyon, para-kredi krizleri yoktur. Marksist kriz teorisi sadece ve sadece bir kriz tanır; fazla üretim krizi. Yine Marksist kriz teorisinde, sürekli kriz, yani süreklilik arz eden bir fazla üretim krizi yoktur. Fazla üretim krizi dönemseldir/devrevidir. Bunun nedenini Marks, sabit sermayenin dönüşümünde arar:
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında birkaç yıl, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi, bir yandan bu ömrü uzattığı halde, diğer taraftan da bu ömrü, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devirler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar, fiziki olarak tükenmekten çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayin temel dallarında bu yaşam çevriminin (ömrünün, bn.) ortalama on yıl olduğu var sayılabilir. Ama burada esas olan, belli rakamlar değildir. Açık olan şudur: Bu süreç içinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağlantılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, hızlanma ve kriz dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir temel sağlarlar”(Karl Marks, “Kapital”, Cilt: II, s. 198).
Durum böyle. Marks’ın bu anlayışına ve kapitalist Türkiye ekonomisinde de ekonomik krizin neden sürekli olamayacağına itirazı olanlar eleştirilerini Marks’a yöneltmelidirler ve Marksist kriz teorisine karşı “sürekli kriz” teorilerini savunmalıdırlar.
Fazla üretim krizinin; bir ekonomik krizin patlak vermesi için sanayi üretiminin; maddi değerler üretiminin mutlak küçülmesinin belli bir eğilim halini alması ve ekonomiyi ve toplumu olağandışı derecede etkileyecek seviyeye, diyelim ki yüzde 2’lerin, 3’lerin altına düşmesi gerekir. Yani sanayi üretimini bir veya birkaç ay sürekli veya inişli-çıkışlı düşmesi fazla üretim krizi patlak verdi tespitini yapmak için yetmez. Bu, avanak küçük burjuvazi ve siyasi kaygılardan dolayı burjuva politikacılar için neden olabilir. Fazla üretim krizi tespitini yapabilmek için birçok faktörün bir arada olması gerekir.
Türkiye ekonomisinin fazla üretim krizinde olmaması, her şeyin yolunda gittiği anlamına asla gelmez. Bunu böyle anlamak ancak ve ancak avanak küçük burjuvazinin işidir. Kapitalizm, bir çelişkiler yumağıdır ve hiçbir zaman da kendi iç çelişkilerinden dolayı kendiliğinden çökmez. Şu veya bu biçimde, ama her halükarda kendi çelişkilerini çözer.
Mali sektöre gelince: Türk ekonomisinin, dolayısıyla Türk burjuvazisinin temel sorunları bu sektördeki gelişmelerle açığa çıkıyor ve ekonomiden siyasete bütün toplumu etkiliyor. Bu sektörün özelliği, giderek reel üretimden kopmasıdır (Bu, Türkiye’ye özgü bir gelişme değildir). Sanayi sektörüne kredi açan ve oradan gelen faizlerle yaşayan bir mali sektör; bankacılık Türkiye’de çoktan ölmüştür. Onun yerini, devlete borç para veren ve ne pahasına olursa olsun bu alış-verişi devam ettirmek isteyen, ne pahasına olursa olsun enflasyonlu yaşamı devam ettirmek isteyen bir asalaklar tabakası oluşmuştur. Mali sektöre hâkim olan bunlardır ve ülkede mali krize eden olacak derecede güçlüdürler. Olay ne? Hükümet, enflasyonu düşürmek ve ülkenin gelir ve giderini dengelemek istiyor. IMF tarafından hazırlanan bu program bir yıl uygulandı ve fiyasko ile sonuçlandı. Şimdi K. Derviş ile aynı program, bu sefer sabit kurdan vazgeçilerek uygulanacak. Yani programda yeni bir şey yok. Sadece ve sadece eski programda yer alan bazı taleplerin bu sefer ön plana çıkarıldığını görüyoruz. Adı ne olursa olsun, talepler aynı: Türkiye’de yabancı sermayeye açık olmayan sektörler yabancı sermayeye açılmalıdır. Yani ulusal pazar adı altında hiçbir şey kalmamalıdır. Tabii bu böyle açıkça söylenmiyor. Bu neoliberal anlayış; IMF ve özellikle de DB’nın “yeniden yapılandırma” anlayışı, kamu harcamalarından kurtulmak ve mevcut cari açıkları kapatmak, denk bir bütçe sağlamak için devletin mülkiyetindeki işletme ve kurumların özelleştirme adı altında satılmasını ifade ediyor. Kim satılacak? Yabancı sermayeye. Büyük bir ihtimalle yerli-yabancı sermaye ortaklıklarına. Böylece –şimdi adı konmamış devalüasyondan dolayı daha da ucuzlayan işletmeler- aynen Asya krizi döneminde o bölge ülkelerinde görülen gelişme Türkiye’de de gündeme gelecek. IMF, DB, bu sefer, mutlaka özelleştirme diye diretiyorlar. Yani milyonlarca emekçiden vergi adı altında alınan haraçlarla kurulan ve bu anlamda da ulusal olan birçok işletme yabancı sermayeye peşkeş çekilecek.
Bu, yeni programın en önemli ayağını oluşturuyor.
Enflasyonu düşürmek “yeni” programda da temel hedeflerden birisi. Dalgalı kur döneminde enflasyon, açık ki birkaç ay yükselecek. Kontrol edilemezse hiper enflasyon tehlikesini de içeren bu birkaç aylık süreçten sonra enflasyon, yeniden düşecek. Ama ne pahasına?
Devlet gelir ve gideri arasında denge sağlayamıyor. 100 liralık geliri varsa, 150 liralık da gideri var. Dengenin olması için ya gelir 150 liraya çıkacak, ya da gider 100 liraya çekilecek. Gelirin 150 liraya çıkartılması imkânı olmadığına göre, giderin 100 liraya çekilmesi gerekir. Bunu yapabilmek için devletin, harcamalarını kısması gerekir. Bunu yapıyor mu? Sadece kamu çalışanlarının ücreti söz konusu olduğunda yapıyor. Sanki sorumlu olanlar, kamu çalışanları. Devlet başka ve esas harcamalarında sınırlamaya gitmiyor. Yine çalışanların sırtına binecekler. Yine bir elinde havuç, öbür elinde sopa, yani vaat ve polis copuyla toplumu “hizaya” getirmeye çalışacaklar.
Devlet, açığını kapatmak için iç borçlanma ile yarattığı rantiye canavarının üstüne gidemiyor. Çünkü kendisi onun bir parçası olmuş. Borç alıyor. Belli bir zaman sonra burcu değil, borcun faizini ödemek için daha yüksek faizle yeniden borç alıyor. İşte devletin yarattığı bu rantiye canavarı; barkalar, mali kurumlar bu düzenin devamından yanalar. Mali krizin; istikrar programının uygulanamamasının altında yatan gerçek budur: Rantiyecilerin ölüm-kalım savaşı. Bunların içinde koalisyon partilerinin adamları da var. Mali sektörün köklü değişimine cesaret edememelerinin bir nedeni de budur. Ama artık başka bir çıkar yolun da kalmadığını görüyorlar.
Bu süreçte IMF’nin rolü ne? Kriz içinde olan bir ekonomide IMF’nin, yabancı sermayenin hiçbir çıkarı yoktur. Yabancı sermaye en fazla kar olanağı görürse gelir. Kriz içinde olan bir ekonomi –bırakalım en fazla kar olanağı sağlamayı bir kenara- borç ödenmesine de olanak vermez. O halde yabancı sermaye, borcunu ödeyen, en fazla kar olanağı sağlayan bir ekonomiden yanadır. Böyle bir ekonomi onun için en iyi ekonomidir. Ama böyle bir ekonomiye de kolay kolay işlerlik kazandıramaz, Çünkü IMF’nin çıkarına tekabül eden talepler, ülkenin koşullarına ters düşebilir, çoğunlukla da ters düşer. Bundan dolayı IMF, itfaiyeci olarak gittiği her ülkede kundakçı olarak ortaya çıkıyor.
Bugünkü koşullarda “ulusal” programın başarılı uygulanması söz konusu olabilir mi? Türk burjuvazisinin başka şansı yok. On yılların birikimi siyasi çürümüşlük, yozlaşma, siyasi ve iktisadi ahlaksızlık, sömürü, baskı, işkence vs. geniş yığınlarda derin bir güvensizliğe neden olmuştur. Söz konusu olan, yapısal bir krizdir; kapitalizmin genel krizinin Türkiye toplumu üzerindeki yansımalarıdır. Ya burjuvazi gerekli cüreti gösterir, kendi iç hesaplaşmasıyla bu krizini aşar ya da milyonlarla çatışmayı göze alır. Burjuvazisin kendi iç hesaplaşmasıyla yapısal krizini çözmesi, yeni çelişkilere zemin hazırlaması demektir.
Atılan adımlar veya imalar bu yönde: K. Derviş, muhalefet odaklarını; sivil toplum kuruluşlarını boşuna öncelikle ziyaret etmedi. Söz veriyor, güven arıyor. Bu sefer bitirmeye niyetliyiz diyor. “Şeffaf” konuşuyor. Ama kim ile radikalleşecek? “Ancien regime”in; bu köhnemiş, çürümüş, eskimiş rejimin partileriyle mi? Bu olanaksız. Ancak, yabancı sermayenin kendi çıkarından dolayı, dürtüklemesiyle, dayatmasıyla bazı adımlar atılabilir. Ve umudun kendisi, sadece ve sadece bir nefes almaya dönüşebilir. Kısa bir zaman sonra aynı sorunlarla yeniden karşı karşıya kalınır. Ya da yeter artık diyen geniş yığınlar sokağa dökülür, kendiliğindenci bir hareket gelişir. Aynen Endonezya’da ve başka ülkelerde olduğu gibi. Sokağın gücü kendini göstermedikçe bu alçakların ve soytarıların hiçbirisi kaçacak delik aramaz. Böyle bir gelişmenin olası olduğunu onlar da biliyorlar. Bundan korktukları için de, en azından, bu sefer işi ciddiye alıyoruz havasını ulandırıyorlar.
Sonuç itibariyle:
- En güncel verilere göre Türkiye ekonomisi fazla üretim krizinde değil. Ama fiyaskoyla sonuçlanan ilk “istikrar” programında IMF’nin reel sektörde büyümeyi frenleyin telkinleri, sanayi sektörünün sorunlarının görmezlikten gelinmesi ve mali sektördeki sıkıntıların sanayiye yansıması üretimi olumsuz etkilemiştir. Bu durumun devamı; sanayi sektörünü olumsuz etkileyen faktörlerin üzerine gedilmemesi üretimin seyrini belirsizliğe sürükler. Gelişme bu yönde.
- Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en derin ve kapsamlı mali krizini yaşıyor. Bu krizin aşılması, Türkiye’nin dış borcunu olağanüstü arttıracak, dışa bağımlılığı derinleştirecek ve kapsamlaştıracaktır.
- Türkiye, şimdiye kadar dış borcundan dolayı bir dış borç kriziyle karşı karşıya kalmamıştı. Sıkıntısı olmuştu, ama dış borç krizi yaşamamıştı. Son alınan krediler ve alınacak olanlarla Türk ekonomisi açık ki bir dış borç kriziyle de karşı karşıya kalacak bir sürece girdi.
- Radikal tedbirler ve reformlar olmadıkça Dervişleşen ekonomi, ülkemizin maddi zenginliklerini ucuza pazarlamayı öngören “ulusal” programla en fazlasıyla belli bir dönem nefes alabilir. Ama bugün dayatan çelişkilerini çözemez.
- Yabancı sermayenin de Türk burjuvazisine ve siyasal yapısına kesinlikle güveni yok. Ama jeopolitik ve stratejik çıkar nedeniyle Türkiye’ye her anlamda kredi açıyor. Bu anlamda da K. Derviş, halkın değil, emperyalizmin umududur. Diğerleri gibi o da, sermayenin sorunlarını halkın sırtına yıkarak çözmeye çalışacak.