Banka, kapitalizmde kredi veren ile kredi alan arasında aracılık yapan ve para sermaye ile işlem gören kapitalist bir kurumdur. Bütün kapitalist işletmelerde olduğu gibi bankacılıkta da esas olan, kar amaçlı faaliyettir.
Bankalar, "boş"ta olan, kullanılmayan para sermayeyi merkezileştirir ve krediye ihtiyacı olan işletmelere ve aynı zamanda devlete kredi olarak verir. Bankanın kazancı da para toplarken verdiği faiz ile kredi olarak verdiği paradan aldığı faiz arasındaki farktır. Yani banka, "parasını bana verene, bankama yatırana yüzde 10 faiz veriyorum" diye para toplarsa ve bu parayı ihtiyacı olan işletmelere ve devlete -diyelim ki- yüzde 20 faizle verirse, bankanın kazancı, yüzde 10 ile yüzde 20 arasındaki farktır. Diyelim ki banka, 100 TL. karşılığı olarak kendine para verene 110 TL. verirken, 100 TL'lik kredi verdiğinden 120 TL alır ve 10 TL'lik bir kar etmiş olur.
Bunun ötesinde bankalar, mali sektördeki her türlü takas ve hesap işlemlerinden de komisyon olarak kazanç sağlar.
Bankaların karları, maddi değerlerin üretiminden kaynaklanır. Yani banka karı, işçilerin ürettikleri artı değerin bir kısmıdır.
Bankalar, sermayenin dönüşümünü hızlandırırlar, merkezileşmesine ve konsantrasyonuna katkıda bulunurlar. Bankaların başka bir işlevi de, nakit para ihtiyacını ve böylece dolaşım süreci masraflarını azaltmasıdır.
Kapitalizmde bankalar; yatırım dışı kalan parasal araçları toplayan ve dağıtımını yönlendiren bu kurumlar, aslında, kapitalist ekonominin çeşitli dallarına parasal araçları yönlendiren bir kurumdur. Bu yönlendirme kapitalistlerin çıkarına, en fazla karı elde etmelerine hizmet eder.
Bankaların faaliyeti, kapitalist üretimi teşvik ettiği ve sömürüyü güçlendirdiği için kapitalist çelişkileri de keskinleştirir.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında, sanayi sektöründe olduğu gibi bankacılık sektöründe de merkezileşme ve konsantrasyon, yani tekelleşme söz konusudur. Kapitalizmin emperyalizm aşamasında bankaların rolü de tedricen değişir ve aracı olmaktan çıkarak, tekelci konuma geldiler ve giderek sanayi tekelleriyle, sermayesi ile bütünleşerek/kaynaşarak mali sermayeyi oluşturdular.
Türkiye'de bankacılık üzerine devam eden tartışmalara baktığımızda, bu mali kurumun işlevini yerine getirmekten uzak olduğunu görürüz. Sermaye yetersizliği sorununu aşmak; yani kredi bulmak ve bunu yatırım aracı olarak kullanmak ve aynı zamanda devlete kredi açarak (borç para vererek) kar elde etmek amacıyla hemen hemen her yerli holdingin kurmuş olduğu bankalar, '90'lı yıllardaki pratikte görüldüğü gibi, soygun aracına dönüştürülmüşlerdir. Banka sahibi, bir şekilde topladığı parayı daha yüksek faizle, özellikle devlete vererek elde ettiği kazancın ötesinde, kendi bankasını da hortumlamış, içini boşaltmıştır. Sitemin çökmesi sonucunda bir dizi banka denetim altına alınmıştır. Bu amaç için Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu kurulmuştur. Yetkili, otoritesi olan BDDK da sorunu çözememiştir. Batık kredilerin hesabı sorulamadığı gibi, hortumcular da cezalandırılması gerektiği gibi cezalandırılmamıştır. Bankacılık üzerine güncel tartışmaların seyri, en azından bir kısım hortumcu için "yapanın yanına kar kaldı" anlayışını doğruluyor.
Türkiye'de bankacılığın temel sorunu ne? Amaç, bankaların asli işlevine dönmesini, bankacılık işlevini yerine getirme yeteneğine sahip olmasını sağlamaktır. Yani işlevsiz olan parayı toplamak, para sermayeyi merkezileştirmek ve ihtiyacı olan şirketlere kredi olarak vermek. Bu asli görevini yerine getirebilmek için bankaların güçlü olmaları gerekir. Ama Türkiye'de, bir kaç istisna dışında, hiç bir banka bu asli görevini yerine getirecek yetenekte değil. Bir defa,Türkiye'de kredi olarak verebilmek için toplanması gereken para miktarı az. Yani bir sermaye yetersizliği söz konusu. Bunun ötesinde bu sektörde faal olan banka sayısı çok. Yetersiz sermaye ve çok sayıda banka, sermayenin merkezileşmesini ve konsantrasyonunu sağlamıyor, dağıtıyor; sermayenin dönüşümünü hızlandırmıyor, yavaşlatıyor ve hortumlama örneğinde olduğu gibi, sermayenin dönüşümünü sekteye uğratıyor; para sermayesi hareketini bir noktada; hortumlama noktasında kesintiye uğratıyor, devre dışı bırakıyor.
Bu durumu IMF de biliyor.
Bu sektöre ilişkin güncel tartışmalar, geçmişe sünger çekmeye, ama sünger çekmiyoruz diyerek sünger çekmeye, tekelleşmenin sağlanmasına yöneldiğini göstermektedir; banka sistemindeki payı yüzde 1'in altında olan bankaların yaşama şansı yok. Payı yüzde 1'in altında olanlar tasfiye edilecek ve payı yüzde 1'in üstünde olanlar -hortumcuları elinde olsalar da- yaşatılacak. Böylece bu sektörde faal olmak için piyasa payı bazında bir yeterlilik sınırı getiriliyor. Tasarı böyle. Bu yüzde bir kabul edilir mi, edilmez mi veya başka kıstaslar getirilir mi getirilmez mi, bütün bu olasılıklardan bağımsız olarak varılmak istenen sonuç şu: Türkiye'de bankacılık sistemi, yani mevcut sermaye kapasitesi bu kadar bankayı kaldırmıyor. Para sermaye, güçlü bankaların elinde toplanmalıdır. Bankacılık sistemi, devlet ve IMF eliyle tekelleştirilmelidir. Bankacılık sektöründe tekelcilik; güçlü bir kaç bankanın hakimiyeti hem yerli, hem de yabancı sermayenin karının garanti altına alınması demektir, iç ve dış borcun çevrilebilirliğinin devamını sağlanması demektir. Bütün uğraş bunun içindir.