AFGANİSTAN
SAVAŞI VE EMPERYALİST JEOPOLİTİKA
11 Eylül’de Pentagon ve
“İkiz Kuleler”in vurulması bir milat oldu. ABD emperyalizmi
oluşan durumu 21. yüzyılda dünyaya hakim olma planı bakımından
fırsata dönüştürmek için tüm olanak ve yeteneklerini
sergiledi. Perde, modern revizyonizmin çöküşü, Doğu Bloku ve
SB’nin dağılmasıyla açılmıştı. 20. yüzyılın ikinci
yarısına damgasını vuran uluslararası ilişkiler temellerinden
sarsıldı ve dünyanın politik çehresi yeniden şekillenmeye
başladı. “Soğuk Savaş” ‘89/90 dramatik olaylarıyla son
buldu. Galipler arasındaki ilişkiler nasıl şekillenecek ve
ganimet nasıl paylaşılacaktı? Körfez Savaşı’ndan günümüze
ganimetin paylaşımı ve dünya egemenliği için mücadele
emperyalistler arası ilişkileri belirlemektedir. Dünya haritası,
Körfez Savaşı’yla başlamış bir emperyalist müdahaleler ve
savaşlar serisiyle kan ve demirle yeniden çizilmektedir.
Alman emperyalizmi Hırvatistan
ve Slovenya’yı Yugoslavya Federasyonu’ndan kopartarak
Balkanlar’ın paylaşımını başlatmış, yerli işbirlikçiler
eliyle sürdürülen gerici savaşları, ABD ve NATO’nun
müdahaleyle Makedonya ve Kosova’da son noktanın konulması
izlemiştir. ABD, Balkanlar’a pençelerini geçirerek, Avrasya’yı
kontrol ve dünya hegemonyası için yeni köşe başları tutmuştur.
Balkanlar’da, AB emperyalistlerinin Doğuya açılımının önünü
kesmek ve Hazar Havzası petrollerinin taşıma yollarını kontrol
altında tutmak ABD emperyalizminin dünya egemenliği stratejisinin
hedefleri arasındadır.
Ortadoğu, Balkanlar,
Kafkasya/Hazar Havzası emperyalistler arası çelişkilerin en fazla
keskinleştiği alanlardır. ABD’yi kalbinden vuran ve şaşkına
çeviren 11 Eylül baskınını, Afganistan’a emperyalist
müdahalenin gerçek nedeni sanmak en hafifinden emperyalist
haydutları masum görmek ve göstermekten başka bir anlama gelmez.
ABD emperyalizminin NATO’yu ve bir ölçüde bütün bir dünya
gericiliğini arkalayarak Afganistan’a müdahale etmesi, genel
olarak son yarım yüzyıllık dönem boyunca ve ama özellikle de
SB’nin dağılmasından sonraki son on yıllık dönemde
emperyalistler arası çelişkiler ve mücadele, ABD emperyalizminin
Avrasya’yı kontrol altına alma ve dünya egemenliği için
mücadele stratejisi tarafından hazırlanmıştır. 11 Eylül
baskınını bir “vesile” olarak değerlendiren Washington
haydutları, dünya egemenliği planlarını uygulamada yeni hamleler
yapmak için harekete geçmişlerdir. Afganistan emperyalist savaşı
her şeyden önce ABD emperyalistlerini yatıştırma, 11 Eylül
baskının sarstığı ABD otoritesini tesis etmek için yapılmıştır.
Fakat kuşkusuz bunların ötesinde Afganistan’a müdahale daha
temel amaçlara bağlanmış emperyalist bir savaştır. Balkanlardan
sonra, Afganistan müdahalesiyle ABD kontrolü altında NATO’nun
dünya polisi rolü daha da belirginleştirilmiş, ABD’nin
Avrasya’yı denetim altına alma ve dünya hegemonyası stratejisi
bakımından hem bölgeye yerleşme ve hem de emperyalist
rakiplerinin önünü kesmek bakımından temel bir adım olmuştur.
Hazar Havzası petrollerinin ve dünya pazarlarına taşıma
yollarının kontrol altında tutulması Afganistan savaşının daha
derinde yatan temel nedenleri arasındadır.
Balkanlar örneğinde tanık
olunduğu gibi, emperyalistler dayattıkları savaşlar serisiyle
aynı zamanda yeni işbirlikçi rejimler kuruyor ve bir düzen inşa
ediyorlar. ABD, Afganistan’dan sonra şimdi sıranın Irak’a
geldiğini yüksek sesle ve dünkü emperyalist müttefik ve
rakiplerini küstahça aşağılayan bir tonda ilan ediyorlar. W.
Bush’un geniş tepkiler yaratan ulusa sesleniş konuşmasında Iran
ve Kuzey Kore’yi de saldırı menziline yerleştirmesi, aynı
zamanda yeni işbirlikçi rejimler ve düzenler dayatma yönelimini
yansıtmaktadır.
Başlıca emperyalistler
arasındaki çelişkilerin keskinleştiği üç bölgedeki
savaşlarda, başta bölge ülkeleri olmak üzere, birçok bağımlı
ülkeyi yedekleyen emperyalistler arası bir koalisyon kuruluyor.
Balkanlar’da önce NATO’nun sonra AB’nin ön plana çıktığı,
Rusya’nın doğrudan katıldığı emperyalist ülkeler arası bir
koalisyon. Ortadoğu’da hakim emperyalist ülkelerin katıldığı
ve BM şemsiyesi altında kurulan emperyalistler arası bir koalisyon
söz konusuydu. Afganistan savaşında ise NATO ülkelerinin, AB’nin
ve Rusya’nın doğrudan katıldığı ve başka emperyalist
ülkelerin desteklediği bir emperyalistler arası koalisyon. Fakat
bütün bu örneklerde gördüğümüz gibi, emperyalistler arası
koalisyonlar kısa sürede katılan emperyalist ülkelerin
çıkarlarının ön plana çıktığı çelişkiler yumağına
dönüşüyor.
Emperyalistler arası
çelişkilerin öncelikle Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası
üçgeninde keskinleşmesi, bu bölgelerin sahip olduğu zenginlikler
(petrol, doğal gaz vb.) ya da dünya egemenliği mücadelesinde
stratejik önemleri nedeniyledir. Bir bölgeden diğerine atlayarak
süre giden emperyalist savaşların konusu 21. yüzyılda dünya
hegemonyasıdır. Bu da Avrasya’nın kontrolünden geçmektedir.
Afganistan’a saldırı, en nihayetinde ancak bu perspektifle
bakıldığında gerçekten anlaşılabilir.
Yeni Balkan savaşları,
Ortadoğu’ya (Irak’a) saldırı; Körfez savaşı ve son olarak
Afganistan savaşı, “vesile”leri ne olursa olsun, jeopolitik
savaşlardır. Bu nedenledir ki, önce, aşağıda sıkça
kullanacağımız “jeopolitika” kavramını en genel hatlarıyla
açıklamak yararlı olacaktır.
Jeopolitika, coğrafi alanlar
ile devletler arasındaki ilişkileri, siyasal gelişmelerin yönünü,
mekan (alan) ve ırkla açıklamaya ve kanıtlamaya çalışan/hizmet
eden gerici teorileri ifade eder. Jeopolitikaya göre devletlerin
politikası, coğrafi faktörler tarafından belirlenir. Yunanca geo
(jeo) toprak ve politika kelimelerinin birleştirilmesiyle üretilen
bu kavrama göre, devlet politikası ile coğrafi çevre arasında
kapmaz bir bağ vardır. Jeopolitik açılım veya jeopolitikalar,
devletin politikasının topraklarının büyüklüğüne,
sınırlarının durumuna; komşu ülke sayısına, kıyı durumuna,
iç coğrafi durumuna ve başka faktörlere bağlı olduğunu çıkış
noktası olarak alır.
Politika, zora başvurmak,
saldırganlık, ilhak ve savaş demektir. Jeopolitika, emperyalist
ülke dış politikasının neden saldırgan, ilhakçı, hegemonyacı
olmak zorunda olduğunu, doğal bir durumun ifadesi ve gereği olarak
açıklamak ve kanıtlamak görevini yerine getirir. Böyle olduğu
içindir ki, jeopolitika ile
emperyalistler, başka ülkeleri yağma ve talan politikalarını,
bunların devamı olan işgal ve savaşları, kısacası en caniyane
suçlarını gizlemeye çalışırlar.
Jeopolitika, emperyalist bir
ülkenin saldırgan dış politikasını, dünya hakimiyeti için
mücadelesini, ülkenin iktisadi, siyasi ve fiziki coğrafyasından
hareketle haklı ve meşru göstermeye çalışır.
Jeopolitika ırkçılık,
kozmopolitizm ve aynı zamanda neomaltusçuluk demektir.
Faşist ideolojinin bir
yansıma biçimidir.
Jeopolitikanın sosyal ve
ekonomik kökeni, tekelci sermayenin özelliklerinde, emperyalizmde
verilidir.
Jeopolitikanın oluşumu ve
gelişmesiyle emperyalist yayılmacılık, saldırganlık ve
paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması çabası arasında
kopmaz bir bağ vardır. Bu nedenledir ki jeopolitika, dünyayı
yeniden paylaşma talebini yükselten ülkelerde (örneğin 1930’lar
Almanya’sı) ve en güçlü emperyalist ülkelerde (örneğin
günümüzde ABD), zorun, hegemonya mücadelesinin, saldırganlığın
ve ırkçılığın ideolojik bir silahı olarak gelişmiştir.
21.
YÜZYILIN EŞİĞİNDE AMERİKAN JEOPOLİTİKASI VE STRATEJİK
ANLAYIŞI
Yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, Afganistan savaşı ancak ABD jeopolitikası anlaşıldığında
doğru kavranabilir. Bu nedenledir ki, ABD jeopolitikasının
açıklanması özel bir önem kazanmaktadır. Yeni ABD jeopolitikası
üzerindeki etkisi nedeniyle eski ABD Dışişleri Bakanı Z.
Brzezinski, bu konuda başvuracağımız kaynakların başında
gelmektedir. Z. Brzezinski “Yegane Süper Güç, Amerika’nın
Hakimiyet Stratejisi” (Die Einzige Weltmacht, Amerikas Strategie
der Vorherrschaft, 1997) adlı kitabında, Amerikan emperyalizminin
21. yüzyıl eşiğindeki jeostratejisini açıklar. O, eski döneme
ait ABD jeopolitik anlayışını günümüz koşullarına uyarlar.
Z. Brzezinski’nin jeopolitik
ve stratejik anlayışının ayırıcı özelliklerinin başında,
bölgesel hegemonyayı reddetmesi gelir: Onun temel sloganı, “ya
hep ya hiç”tir. “Bugün jeopolitik sorun, artık
Avrasya’nın hangi kısmından hareketle bütün kıtanın
hakimiyet altına alınacağı ve kara gücü olmanın deniz gücü
olmaktan daha önemli olup olmayacağı değildir. Jeopolitikada
artık esas olan, bölgesel değil, bilakis global boyutlardır.”
Burada Monreo Doktrini’ne ve
Jeopolitikada kara gücü-deniz gücü tartışmasına, göndermeler
yapar. Yani artık, “Amerika Amerikalılarındır” sloganı
değil, “bütün dünya Amerikalılarındır” doktrini
geçerlidir.
“Modern” Amerikan
jeopolitikasının oluşumuna belirleyici katkısı olan
Brzezinski’nin Avrasya tanımı ve stratejisinin kaynağına
indiğimizde Mackinder, Spykman, Harshafer ve Hessler gibi İngiliz,
Alman ve Amerikan jeopolitikacılarını görüyoruz.
Harold Mackinder, temel
jeopolitik teorisini 20. yüzyılın başında geliştirir. Ama
‘40’lı yıllarda Hitler faşizminin yenileceğini anlayınca
eski teorisini gözden geçirir ve onun yeni “Avrasya teorisi”,
Amerikan jeopolitikacıları tarafından kabul edilir.
Mackinder’in teorisine göre,
Sibirya’nın merkez olduğu bir dünya karası üç ana gruba
bölünür:
1- “Dünya adasının
çekirdeği” (kalbi): Bununla Rusya topraklarına tekabül eden
Avrasya kastediliyor.
2- Bu çekirdeği çevreleyen
“kıyı ülkeleri kuşağı”. Bu kuşak üç parçadan
oluşuyor:
a- Avrupa’nın kıyı
bölgeleri,
b- Yakın ve Ortadoğu’nun
kurak bölgeleri,
c- Asya’nın muson
bölgeleri.
3- “Dış kuşak”,
yani Avustralya, Afrika ve Amerika kıtaları.
H. Mackinder’e göre,
-Rusya, buz tutmayan
denizlerin kıyılarına hakim olmak ve bütün “kıyı ülkeleri
kuşağı”nı fethetmek istiyor.
-Britanya’nın (günümüzde
Amerika’nın diye okuyabiliriz) deniz imparatorluğu, Avrasya
kıtasının kıyı bölgelerindeki İngiliz deniz hakimiyetine
dayandığı için, bu durumun her değişimi, yani Rusya’nın
“kıyı ülkeleri kuşağı”nın bir kısmını ele geçirmesi
veya başka bir gücün İngiliz denizine hakimiyetini kurması,
oldukça ağır sonuçlara neden olacaktır.
Bu nedenle:
a- “Doğu Avrupa’ya
hakim olan, Avrasya’nın çekirdeğine hakim olur.”
b- “Çekirdeğe hakim
olan, dünya adasını (yani
Avrasya’yı, çn) yönetir.”
c- “Dünya adasını
yöneten de dünyaya hakim olur.”
Sonuç: Rusya parçalanmalıdır,
küçültülmelidir ve “çekirdek” üzerindeki
hakimiyetine son verilmelidir
N.J. Spykman, “Dünya Büyük
Güç Merkezleri”, “Güçler Dengesi” anlayışlarını
geliştirir. Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti için büyük
devlet, büyük güç oluşumuna izin verilmemelidir. Yani güçler
arasındaki denge bozulmamalıdır. Avrupa federasyonlaştırılmalı,
Japonya desteklenmeli ve SSCB abluka altına alınmalıdır. ABD,
oluşan bloklar ve güçler üzerinde durmalıdır.
Spykman, II. Dünya Savaşı
yıllarından sonra geliştirdiği bu anlayışını güçlendirmek
için Mackinder’in teorisinden yararlanır ve onun teorisini şöyle
okuyabiliriz:
a- “Kıyı ülkeleri kuşağı
üzerinde hakim olan, bütün Avrasya’ya hakimdir.”
b- “Avrasya’ya hakim olan,
dünyanın geleceğini belirler.”
O, “kıyı ülkeleri
kuşağ”ının, yani SSCB’yi çevreleyen ülkelerin, Avrupa’nın
ve ada ülkelerinin Amerikan askeri üsleriyle donatılmasını,
SSCB’nin ablukaya alınmasını önerir. Amerikan emperyalizmi,
aynen bu anlayış doğrultusunda hareket etmiştir.
Mackinder, Spykman’ın,
Haushofer ve Hessler gibi İngiliz, Amerikan ve Alman
jeopolitikacılarının; emperyalist yayılmacılığın ve faşist
saldırganlığın bu önde gelen ideologlarının anlayışlarını
günümüze uyarlayan Brzezinski’dir.
Mackinder-Haushofer ve
Spykman’ın jeopolitik haritalarında yer alan coğrafi ayrımlar,
Brzezinski’nin jeopolitik haritasında başka kavramlarla
anlatılıyor:
a- Mackinder’in “dünya
adasının çekirdeği”, “kalbi” dediği Rusya toprakları,
Brzezinski’de “orta bölge” oluyor.
b- Mackinder’in “kıyı
ülkeler kuşağı”, yani
-Avrupa kıyı bölgesi
Brzezinski’de “batı”,
-Yakın ve Ortadoğu’nun
kurak bölgeleri, “güney”,
-Asya’nın muson ülkeleri
de “doğu” oluyor.
Mackinder’in merkez dediği,
Sibirya, Brzezinski’de Rusya, yani “kara delik” oluyor.
Brzezinski, Mackinder’in
“dış kuşağı”na yer vermiyor. Ve kendi jeopolitik haritasına
“Avrasya Satranç Tahtası” diyor. Mackinder’in teorisine
atıfta bulunuyor, ama onun hakimiyet tanımlamasını aynen
benimsemiyor.
Brzezinski’ye göre:
a- Avrasya’nın doğusuna,
batısına ve güneyine yani kıyı kuşağına hakim olan, orta
bölgeyi kontrol eder; Avrasya’ya hakim olur.
b- Orta bölgeyi kontrol eden
bütün dünyaya hakim olur.
Brzezinski’ye göre, önemli
olan, “Amerika’nın Avrasya’yı, nasıl ele alacağıdır.
Avrasya, dünyanın en büyük kıtasıdır ve jeopolitik olarak
mihveridir. Avrasya’ya hakim olan bir güç, en çok gelişmiş ve
iktisadi olarak verimli üç bölgenin ikisi üzerinde hakim olur.
Haritaya şöyle bir göz atmak, Avrasya üzerinde kontrolün
neredeyse otomatik olarak Afrika üzerinde kontrolü beraberinde
getirdiğini ve böylece batı yarım küresi ve okyanusların
dünyanın merkezi kıtası karşısında jeopolitik olarak kıyı
durumuna düşeceğini görmek için yeterlidir.”
Görüldüğü gibi,
jeopolitik ve jeostratejik yönelim, birbirinin tıpa tıp aynısı.
ABD’nin dünya
hakimiyetinin, dolayısıyla Avrasya hakimiyetinin neden gerekli
olduğunu, 20. yüzyılın ilk yarısındaki faşist, ırkçı,
jeopolitikacılar ve sosyologlara nazire yaparcasına Amerikalı
sosyolog ve jeopolitikacı Samuel P. Huntington şöyle açıklar:
“ABD’nin hakimiyeti
olmaksızın, dünyada Birleşik Devletler’in uluslararası
politikanın şekillenmesi üzerindeki üstün etkisi altında
olduğundan daha çok, zor ve düzensizlik ve daha az demokrasi ve
iktisadi büyüme olacaktır. Amerikan hakimiyetinin devamı, hem
Amerikalıların refahı ve güvenliği için, hem de dünyada
özgürlüğün, demokrasinin serbest pazarın ve uluslararası
düzenin geleceği için merkezi önemi haizdir.”
Brzezinski, S. P.
Huntington’un “cesur iddiası”nı doğruluyor. Böylece
anlıyoruz ki, insanlığın geleceği için Amerikan emperyalizminin
dünya hakimiyeti şart! İnsanlık kendi geleceği için, Amerikan
emperyalizminin özgürlük, demokrasi, ekonomik büyüme; zordan ve
anarşiden kaçma, “terörizm”den kurtulma adına talanına boyun
eğmek, onu selamlamak zorundadır!! Böyle bir hakimiyetin çıkış
noktası, Avrasya oluyor.
Avrasya, yaklaşık 50 milyon
km2’lik bir alanı kapsıyor. (Afrika/Ortadoğu=yaklaşık 33;
Güney Amerika=yaklaşık 28 ve Kuzey Amerika da=yaklaşık 23 milyon
km2)
Avrasya’nın nüfusu 5
milyardan fazla. (Buna karşın Afrika/Ortadoğu’nun nüfusu
yaklaşık 770; Güney Amerika’nınki yaklaşık 335 ve Kuzey
Amerika’nınki de yaklaşık 386 milyon).
Avrasya GSMH tutarı 3400
milyar dolar. (Afrika/Ortadoğu’da 1500; Güney Amerika’da 1750
ve Kuzey Amerika’da da 8100 milyar dolar.) Avrasya,
-Dünya kara kıtasının
yaklaşık yüzde 37’sine tekabül ediyor.
-Dünya nüfusunu yaklaşık
yüzde 75’i bu kıtada yaşıyor.
-Dünya GSMH’nin yaklaşık
yüzde 75’i bu kıtada üretiliyor.
-Bilinen dünya enerji
kaynaklarının yaklaşık dörtte üçü yani, yüzde 75’i bu
kıtada bulunuyor.
Brzezinski’ye göre, bu
kıtanın diğer temel özellikleri de şöyle: Dünya çapında
siyasi bakımdan etkili ve dinamik devletlerin çoğu, keza ABD’den
sonra en çok silah harcaması yapan altı büyük ülke ve bir
istisna dışında, bütün atom güçleri ve gizli nükleer silah
potansiyeline sahip ülkeler de bu kıtada bulunuyorlar. Bölgesel
güç ve dünya çapında siyasi nüfuza sahip olmak için en
kalabalık nüfuslu iki aday ülke, siyasi ve iktisadi olanda ABD’ye
meydan okuyacak potansiyel devletlerin hepsi bu kıtada. Amerikan
emperyalizminin jeopolitik akıl hocası şöyle devam ediyor:
“Bütün olarak bu
kıtanın iktidar potansiyeli ABD’ninkini oldukça gölgede
bırakıyor. Amerika’nın şansı, büyük bir bütünlük
oluşturmak için Avrasya’nın çok büyük olmasıdır.
Yani Avrasya, gelecekte de
küresel hakimiyet için mücadelenin sürdürüleceği bir satranç
tahtası üzerinde sadece iki değil, bilakis çok ve değişik
güçlerde oyuncular cirit atıyorlar. En önemli oyuncular, satranç
tahtasının batısında, doğusunda, merkezinde ve güneyinde
faaldirler. Hem batı, hem doğu kıyı bölgeleri yoğun nüfuslu
bölgelerdir ve buralarda görece dar alanda çok sayıda güçlü
devletler birbirlerini itip kakıyorlar. ABD’nin gücünün
doğrudan temsil edildiği yer, Avrasya’nın batısındaki dar
bölgedir. Uzakdoğu karasında giderek güçlenen ve bağımsızlaşan
devasa bir nüfus üzerinde hakim olan bir oyuncu var. Buna karşın,
enerji dolu rakibinin adalar halkasıyla sınırlı toprağı ve
Küçük Uzakdoğu yarım adalarının yarısı Amerikan gücüne üs
olarak hizmet ediyorlar.
Batı ve doğu kıyı
bölgeleri arasında, devasa, az nüfuslu, şimdilerde siyasi olarak
istikrarsız ve örgütsel çözülme içinde olan orta alan yer
alıyor: Burası önceleri ABD’nin güçlü bir rakibi Amerika’yı
Avrasya’dan püskürtüp atmayı amaç edinmiş bir karşıtı
tarafından ilhak edilmiştir. Bu büyük orta Avrasya platosunun
güneyinde siyasi anarşi içinde, ama enerji rezervleri bakımından
zengin olan bir bölge hem Avrupa, hem de Doğu Asya devletleri için
çok önemli olabilir ve en güneyinde bölgesel hegemonya için
çabalayan nüfusu kalabalık bir devlet yer alıyor.
Bu devasa, acayip
şekillenmiş Lizbon’dan Wladivostok’a kadar uzanan Avrasya
satranç tahtası, global play’in (küresel
oyunun, çn.) sahnesidir. Orta alan, giderek daha güçlü
olarak batının genişleyen etki sahasına (Amerika’nın ağırlıkta
olduğu saha) çekilebilirse, güney bölgesi tek bir aktörün
hakimiyetine girmezse ve Uzakdoğu’da ülkelerin olası bir
birleşmesi, Amerika’yı Doğu Asya kıyısı açıklarındaki
deniz üslerinden kovmayı beraberinde getirmezse, ABD tutunabilir.
Orta alanın devletleri Batı’yı reddederlerse, siyasi bir
bütünlükte birleşirlerse ve güney üzerinde kontrolü ele
geçirirlerse veya doğunun en büyük oyuncusuyla bir ittifak
kurarlarsa Amerika’nın Avrasya’daki hakimiyeti dramatik olarak
azalır. Doğu’nun iki büyük oyuncusu herhangi bir zaman
birleştiklerinde de aynı durum olur. Nihayet, Avrupalı ortaklar
Amerika’yı batı taraftaki üslerinden kovarlarsa, bu, muhtemelen
kıtanın batı kıyısının sonuçta, orta bölgeye hakim olan
oyuncunun zorbalığı altına girmesi anlamına gelse de, aynı
zamanda onun Avrasya satranç tahtasındaki oyuna katılımının
sonu demektir.”
Pentagon’un jeopolitik akıl
hocası böyle diyor. Gelişmelerin gösterdiği ve aşağıda da
göreceğimiz gibi, Amerikan emperyalizmi ve Pentagon, ordunun
genelkurmayı gibi düşünen ve konuşan Brzezinski’nin görüşleri
doğrultusunda hareket etmektedir.
Brzezinski, oyunun oyuncuları
hakkında da tiplemeler yapıyor. Bir de buna bakalım:
“Jeostratejik aktörler,
jeopolitik statükoyu Amerikan çıkarlarına dokunacak ölçüde
değiştirmek için sınırlarını aşan güç ve etki kullanacak
kapasite ve ulusal iradeye sahip olan ülkelerdir. Onlar, jeopolitik
açıdan potansiyel ve/veya eğilimli, ne yapacağı bilinmez
devletlerdir. Hangi nedenden dolayı olursa olsun -ister ulusal
büyüklük çabası, ister bir ideolojinin gerçekleştirilmesi,
dini yaygınlaşma ya da iktisadi genişleme nedeniyle bazı
devletler, gerçekten bölgesel hakimiyet veya dünya çapında (güç)
olmak için mücadele ediyorlar...
Buna karşın jeopolitik
dayanak noktaları, önemleri güç ve motivasyonlarından değil de,
daha ziyade hassas coğrafi durumları. tarafından belirlenen
devletlerdir. Jeopolitik dayanak noktaları, çoğu kez, coğrafyaları
tarafından özellik kazanırlar; bazı durumlarda jeopolitik açıdan
önemli alanlara girişi belirleyebildikleri veya jeostratejik açıdan
önemli bir aktöre belli kaynakları vermediği ölçüde özel role
sahip olurlar. Bazı durumlar da jeopolitik mihverler, dinamik bir
devlet, hatta bir bölge için savunma siperi olarak görev
görebilir. Bazen jeopolitik bir mihverin salt varlığı, komşu bir
jeostratejik aktör için önemli siyasi ve kültürel sonuçlara
neden olabilir.
Avrupa’nın yeni siyasi
haritasında şimdiki küresel koşullarda en az beş jeostratejik
esas aktör ve beş mihver (bunlardan ikisi, belki, kısmen aktör
olarak görülebilir) tespit edilebilir. Fransa, Almanya, Rusya, Çin
ve Hindistan esas aktörlerken, Büyük Britanya, Japonya, Endonezya
keza önemli ülkeler olmalarına rağmen (esas aktör olma)
koşullarını yerine getiremiyorlar.
Sınırlı olanakları
içinde belli bir kapsamda hem Türkiye ve hem de İran, her ne kadar
jeostratejik aktif olsalar da, Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore,
Türkiye ve İran, belirleyici öneme haiz mihver ülkeleri
oluşturuyorlar."
Bu jeopolitikacı iki oyuncu
tiplemesi yapıyor. Jeostratejik aktörler ve mihver ülkeler. Bu
ülkelerin, aktörlerin herbiri Afganistan savaşında rollerini
oynuyorlar.
Amerikan emperyalizmi, hem
küresel yegane güç olma konumunu korumak ve hem de bu konumunu
dünya çapında işbirliği ile kurumlaştırmak için, yani dünya
hakimiyeti için bir Avrasya jeostratejisi geliştirdi. Bu
stratejinin önde gelen akıl hocası Z. Brzezinski, bu stratejinin
başkaca bazı özelliklerini şöyle sıralar.
a- Bağımlı devletler
arasında anlaşmalar/uzlaşmaları engellemek.
b- Güvenlik sorunlarındaki
bağımlılıklarını devam ettirmek.
c- Haraca bağlanmış
devletleri uysallaştırmak ve korumak vs.
d- “Barbar” halkların
birleşmelerini engellemek .
Amerikan emperyalizminin II.
Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyada ve revizyonist
blokun dağılmasından sonra da bütün dünyada uyguladığı
hegemonya politikası bu anlayışlarda ifadesini buluyorlar.
AB de dahil ortaklık içinde
bağımlı olan ülkelerin, örneğin Almanya’nın, Fransa ile
Amerikan çıkarlarına karşı anlaşmasını, ayrı bir bağlaşmaya
gitmesini engellemek.
-Örneğin AB’nin ABD’ye
güvenlik sorunlarında bağımlı kalmasını sağlamak. Burada
NATO, koz olarak kullanılıyor ve AB’nin bağımsız askeri bir
güç olması engellenmeye çalışılıyor. Yani NATO-AGSP
ilişkileri ABD-AB arasındaki çelişkilere paralel olarak
şekilleniyor.
-Türkiye gibi sayısız
bağımlı ülkeleri sürekli denetlemek ve gerekirse siyasi,
ekonomik ve askeri alanda korumak.
-“Barbar” halklar
kavramıyla ifade edilen antiamerikancı, antiemperyalist halklar ve
ülkelerdir. Antiemperyalist ya da sosyal kurtuluş mücadelesi veren
halkların birleşmesini engellemek ve aynı zamanda Afganistan,
Irak, Somali, Libya örneklerinde olduğu gibi, Amerika’nın dünya
hegemonyası konseptine hizmet etmemekte direnen devletlere
saldırılması öngörülmektedir.
JEOPOLİTİK
KURGU VE ÇATIŞAN GÜÇLER
Z. Brzezinski, Amerikan
emperyalizminin 21. yüzyılda dünya hakimiyeti için yapılması
gerekenler hakkında şöyle diyor:
“Amerikan dünya
hakimiyetinin devamı ve istikrarı için belirleyici olan, Birleşik
Devletler’in Avrasya satranç tahtasında en önemli jeostratejik
oyuncuları bir taraftan nasıl yönlendireceğini ve diğer taraftan
onlara nasıl tavır alacağını ve belirleyici jeopolitik dayanak
noktalarını nasıl idare edeceğini anlamasına bağlıdır.
Avrupa’da Almanya ve Fransa, anahtar figürler olmaya devam
edecekler ve Amerika, Avrasya’nın batı kıyısında mevcut
demokratik köprü başını sağlamlaştırmaya ve genişletmeye
çalışmalıdır. Avrasya’nın Uzakdoğu’sunda ve muhtemelen
Çin, giderek daha güçlü bir şekilde gelişmenin merkezine
girecektir ve Amerika kıta Asya’sında (karada,
çn) Çin ile jeostratejik bir uzlaşmaya varmazsa, siyasi
olarak tutunamaz. Avrasya’nın ortasında genişleyen Avrupa ve
bölgesel yükselen Çin arasındaki alan, Rusya’nın güneyindeki
bölge -Avrasya Balkan etnik çatışmaların ve büyük devlet
rekabetinin cehennemi olma tehlikesini oluştururken Rusya’nın
emperyalizm sonrası (SB’nin
dağılmasından
sonrası, çn) kendini tanımlamaya varışına kadar,
jeopolitik açıdan bir karadelik olarak kalacaktır...
...Amerika’nın .dünya
hakimiyeti statüsü az çok yakın bir gelecekte -bir nesilden daha
fazla bir zaman için hiçbir meydan okuyucu tanımamazlık yapamaz.
Hiçbir ulusal devlet, beraberlik içinde belirleyici global siyasi
vurucu gücü oluşturan iktidarın dört anahtar alanında (askeri,
iktisadi, teknik ve kültürel) ABD ile boy ölçüşemez.
Amerika’nın bilinçli veya gönülsüz olarak sahneden çekilmesi
dışında, az çok yakın bir gelecek içinde ABD’nin küresel
önderlik rolünün yegane reel alternatifi uluslararası anarşidir.”
Yani Avrasya, bir satranç
tahtasıdır. Bu tahtanın etrafında önemli oyuncular var. Amerikan
emperyalizmi bu oyuncularla, bu oyuncular ve dolayısıyla bu satranç
tahtası üzerinde kendi hakimiyetini sürdürecek ilişkiler kurmak
zorundadır. Söz konusu bu jeostratejik oyuncuların yanında,
arkasında çeşitli nedenlerden dolayı önemli olan, oyunun seyrini
etkileme olasılığı olan, gerekli olduğunda sahaya sürülen
jeopolitik dayanak noktaları var. Amerikan emperyalizmi, bu dayanak
noktalarında yönlendirilmesini bilmelidir. Bunu yaptığı
müddetçe, Amerika’nın Avrasya hakimiyeti, en azından az çok
görülebilir bir zaman için tehlikeye düşmez.
Amerikan emperyalizminin
ideologları, jeopolitikacıları, Leninist emperyalizm analizinden,
kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasasından bihaber
olmadıklarından olsa (!) gerek, Amerikan emperyalizminin emsalsiz
gücünün zamanla zorunlu olarak azalacağından hareketle, doğacak
bölgesel güçlerle ABD’nin global hakimiyetinin tehdit
edilmeyeceği ilişkilere girmesi gereği üzerinde duruyorlar.
Amerikan emperyalizminin bugün
attığı adımlar, kısa, orta ve uzun vadeli perspektiflerle
ilgilidir. Önemli olan hangisinin, hangi vadeli perspektife tekabül
ettiğini görebilmek ve ona göre politika oluşturabilmektir.
Örnek, Bakü-Ceyhan boru hattı, Amerikan emperyalizminin kısa
vadeli perspektifi için bir adımdır. Türkiye’nin kendisi kısa
ve orta vadeli perspektifin temel taşlarından birisidir.
Afganistan, kısa vadeli perspektiften ziyade orta vadeli perspektif
için önemlidir. İran’ın, kısa vadeli perspektifte yeri yok,
ama orta vadeli perspektifte kaçınılmaz olarak yer alacak bir aday
oyuncu.
“Kısa vadeli olarak
Amerika’nın çıkarı, Avrasya haritasındaki mevcut hakim
çoğulculuğu sağlamlaştırmaktır. Bu, tek bir devletin süratle
muvaffak olup olamayacağından tamamen bağımsız olarak
nihayetinde Amerika’nın hakim konumunu soru götürür duruma
getiren karşıt bir koalisyonun kurulmaması için yüksek derecede
bir manevra yapmayı ve manipülasyonu gerekli kılar. Orta vadede,
anlatılan bu durum, giderek yerini diğer bir duruma bırakmalıdır;
bu süreçte önemi giderek artan, ama stratejik olarak uygun
ortaklara daha büyük önem verilmelidir. Bu ortaklar, Amerika’nın
önderlik rolüyle bir Trans-Avrasya Güvenlik Sisteminin inşasına
katılabilirler. Nihayetinde daha uzun vadeli düşünülürse,
bundan pek çok ortak siyasi sorumluluğun global çekirdeği
oluşabilir.”
Avrasya’nın mevcut
çoğulculuğundan kastedilen, SB’nin dağılmasından sonra oluşan
mevcut siyasi haritadır. Bu harita var olsun ki, ABD bu küçük ve
güçsüz devletlere, zengin ama denize açılamayan devletlere
hakimiyetini dayatsın; bölsün, yönetsin ve kendi hakimiyetini
tehlikeye düşürecek koalisyonların oluşmasını engellesin. Bu
coğrafyada Amerikan emperyalizminin hakimiyetini tehdit eden bir güç
doğmamalı ve ABD, gerekirse NATO’yu dağıtarak, yedekleyeceği
bölge ülkeleriyle “Trans-Avrasya Güvenlik Sistemi” adı
altında yeni bir askeri örgüt kurabilir. Böyle yeni bir pakt için
Türkiye ve Afganistan herhalde önde gelen adaylardır.
Amerikan emperyalizminin
jeostratejik oyuncuları ve mihver ülkeleri nasıl değerlendirdiğine
konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla sınırlandırarak bakalım.
Amerikan jeopolitikası,
Avrasya hakimiyeti, dolayısıyla Amerikan emperyalizminin dünya
egemenliği için Avrupa’ya büyük önem vermektedir. Dolayısıyla
ABD, birbiriyle çekişme içinde olan, kavgalı ülkelerden oluşan
bir Avrupa değil, en azından iktisadi anlamda entegre olmuş bir
Avrupa’dan yanadır. AB’yi desteklemiştir. Ama gelinen noktadaki
AB, ABD’nin istediği AB olmaktan çıkıyor. Amerikan çıkarlarına
ters düşen adımlar atan bir AB oluyor. Avrasya jeostratejisinde
“köprü başı” olması gereken AB, köprü başı olmakla
yetinmeye hiç de niyetli olmadığını göstermektedir. Ama AB,
siyasi birliğin, yürürlükte olan bir askeri ittifakın değil de,
bugünkü haliyle esasen iktisadi birliğin ifadesi olduğu için
Körfez Savaşı’nda, yeni Balkan savaşlarında (Makedonya hariç)
ve Afganistan savaşında gördüğümüz gibi Amerikan
emperyalizminin yanında ve karşısında AB olarak değil, tek tek
ülkeler olarak yer almıştır. Körfez Savaşı’nda emperyalist
koalisyonda ve sonucunda, yeni Balkan savaşlarında ve şimdi de
Afganistan’da ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi AB’nin
emperyalist ülkeleriyle birlik (İngiltere) ve rekabet (özellikle
Almanya ve Fransa) içinde olmuştur. Bu durumu, aşağıda
Afganistan savaşı somutunda ayrıntılandıracağız.
Revizyonist blokun çöküşü
ve SB’nin dağılması sonucunda Doğu ve Orta Avrupa’da, bizzat
SB topraklarında ve sosyal emperyalist SB’nin başka nüfuz
alanlarında devasa bir jeopolitik iktidar boşluğu doğdu. Söz
konusu dağılmadan bu yana bu boşluğun doldurulması için
hegemonya iddialı, rekabet gücü olan ülkeler, kıyasıya bir
mücadele içindeler.
Rusya Federasyonu SB’nin
mirasçısı olarak bütün bu alanlarla ilgileniyor ve özellikle
son bir kaç yıldır dünya politikasında ağırlığını
hissettirmeye çalışıyor. Diğer yandan Rusya Federasyonu içindeki
Türk kökenli ya da Müslüman başka ulusal toplulukların
mücadeleleri Rusya’nın asıl korkulu rüyalarından birisidir.
Her şeyden önce bu nedenledir ki Rusya Federasyonu Devlet Başkanı
Putin, 11 Eylül’den hemen sonra ABD’nin “uluslararası
terörizme karşı savaşı”nı desteklediğini açıklayan, ilk
devlet başkanı olmuştu.
Son yıllarda Rusya, özellikle
Çin ve İran ile Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasına
karşı ittifak girişimlerinde bulunuyor, en azından yakın
ilişkiler geliştirme çabası içinde. Bunun nasıl sonuçlanacağı
bilinemez. Ama Çin’in, Rusya’nın güdümünde hareket
edeceğine, Rusya’nın söz sahibi olduğu, onun jeopolitik ve
stratejik çıkarlarına hizmet eden bir ittifak içinde yer
alacağına, herhalde Rus burjuvazisi de inanmıyordur. Rusya,
Hindistan ile de ilişkilerini geliştirme çabası içinde. Amerikan
emperyalizmine karşı Rusya-Çin-Hindistan ittifakını kurma
çabasını sürdürüyor .
Amerikan jeopolitikasında
Hindistan’a da önemli bir rol biçiliyor. Hindistan, bugün kadar
Avrasya satranç tahtasında pasif bir oyuncu konumundaydı ve
jepolitik olarak Pakistan-Çin koalisyonu tarafından sıkıştırılmış
durumdaydı. Ama Afganistan savaşından bu yana durum değişti ve
Amerikan emperyalizmi Hindistan’ı kendine çekme politikasında
yol aldı.
Çin hakkında da
jeopolitikacı Brzezinski şöyle düşünüyor:
“Amerika ve Çin arasında
derin stratejik bir anlaşma olmaksızın Avrasya’da jeopolitik
çoğulculuk ne kurulur, ne de istikrarlı olur. Bu nedenden dolayı
Çin ciddi stratejik bir diyaloğa, nihayetinde belki Japonya’nın
da dahil olduğu üçlü bir diyalog politikasına bağlanmalıdır.”
Böyle bir diyaloğu
geliştirmenin ilk adımı Amerika’nın Çin’in çıkarlarını
dikkate alması ve bir uzlaşmaya varmasıdır. “Her iki ülkenin
ortak jeopolitik çıkarları (özellikle Kuzeydoğu Asya’da ve
Orta Asya alanında) dikkate alınmalıdır.” Böylece Amerikan
jeopolitikası, Çin’i, Sibirya’ya yönlendiriyor ve Orta Asya’da
ona pay vererek Amerikan hakimiyeti için yedeklemeye çalışıyor.
Amerikan jeopolitikası,
Rusya-Çin, Rusya-Çin-İran veya Rusya-Çin-Hindistan yakınlaşmasına
fırsat verilmemesini öngörüyor. Amerikan emperyalizmi Çin ve
Amerika’nın, başka bir gücün hegemonyasını istemedikleri
bölgeler üzerinde diyalogun geliştirilmesini hedefliyor.
AVRASYA
JEOPOLİTİKASINDA AFGANİSTAN'IN ÖNEMİ
Hazar Havzası-Orta Asya,
muazzam petrol ve doğal gaz rezervleri nedeniyle adeta dünyanın
merkezi oldu. Etrafı aç kurtlarla çevrilmiş bir alan. İnilmesi
kolay, ama çıkılması zor bir kuyu. Petrol ve doğal gazın dünya
pazarlarına taşınması üzerine kıyasıya rekabet bütün
emperyalist ülkeler ve bölge ülkeleri arasında sürüyor.
11 Eylül saldırısı,
Amerikan emperyalizminin bir taşla birden çok kuş vurması için
bahane oldu. ABD, sanki saldırı gerçekleşsin de harekete geçeyim
dercesine, bir taraftan siyasi, ekonomik ve askeri araçlarını
koordine ederek, diğer taraftan da kendini destekleyen güçleri
örgütleyerek “uluslararası terörizme karşı yeni savaşı”nı
başlatmakta gecikmedi. Washington ve New York’u hedefleyen
saldırılar, sadece ve sadece Amerikan emperyalizminin Pentagon
çekmecelerinde bekletilen planların uygulanmaya konması için bir
bahaneydi. Veya şöyle de diyebiliriz:
Avusturya veliahdının
Sarayova’da öldürülmesi I. Dünya Savaşı’nın patlak
vermesinde ne kadar önemliyse, 11 Eylül saldırısı da Afganistan
savaşı için o kadar neden olmuştur. Savaş, politikanın başka
araçlarla devamıdır. Bu savaşa yol açan politika, Amerikan
emperyalizminin Avrasya jeopolitikasından ve emperyalistler arası
çelişkilerin yoğunlaşma alanlarının özelliklerinden hareketle
açıklanabilir.
Öyleyse Beyaz Saray’ın
politikası kovboy W. Bush’un ukala sözleriyle değil, tekelci
sermayenin kurmay merkezlerinde soğukkanlı bir şekilde planlanmış
ve gündeme getirilmiştir. W. Bush, kendini iktidara taşıyan
sermayenin politikasını yerine getirmek zorundadır.
Peki niçin Afganistan? Neden
Kafkasya, Ortadoğu (Irak) değil? Taliban rejimi ve Usame Bin
Ladin’in bu ülkede olması, Afganistan’a saldırı için bir
neden değil, sadece bir bahanedir. Benzer bahaneler Kafkasya’ya,
Irak’a saldırı için de bulunabilirdi. Saldırıda Afganistan’ın
tercih edilmesinin bir nedeni olmalıdır.
Amerikan emperyalizminin,
diğer emperyalist ülkeleri de yedekleyerek Kafkasya seferine
çıkması, bugün düşünülemez bile. Çünkü bu, Rusya’ya
savaş ilanıdır. Dünya konjonktürünün buna elverişli olmadığı
açıktır. Böyle bir saldırıya Rusya’nın vereceği yanıtın
önem ve ağırlığı bir yana, ABD’nin müttefiklerini veya
Avrasya jeopolitik anlayışında potansiyel müttefiklerini (Örneğin
Çin’i) ve başka ülkeleri Rus emperyalizminin yanına iteceği
açıktır. Amerikan emperyalizmi Kafkasya’da yerli
işbirlikçilerini kendisi için savaştırmak zorunda olduğunun ve
ancak Rus emperyalizmiyle savaşı göze alma durumunda bölgeyi
işgale kalkışabileceğini bilecek durumdadır.
Amerikan emperyalizmi, Usame
Bin Ladin gibi genel kabul görecek bir bahane dururken, Irak’a
saldırması durumunda Körfez Savaşı’nda olduğu gibi geniş bir
emperyalist koalisyonu kuramayacağını çok iyi biliyor. Bunun
ötesinde ne Kafkasya ve ne de Irak, Afganistan’ın Amerikan
emperyalizminin Avrasya jeopolitikasındaki önemine sahiptir.
Afganistan’ın yeraltı
zenginliklerinin olduğu söyleniyor. Fakat Amerikan emperyalizminin
Afganistan’a saldırmasının nedeni bu da değildir. Afganistan’da
Taliban rejiminin yıkılması ve Afganistan hakim sınıflarının
Amerikan çıkarlarına hizmet edecek derecede siyasi olarak
yumuşatılmasının, yani Amerikan çıkarlarını gözeten
işbirlikçi bir hükümetin kurulmasının iki temel nedeni var. Bu
nedenlerden birisi, Afganistan’ın, Orta Asya petrol ve
doğalgazının dünya pazarlarına taşıması için güzergah
konumuna sahip olmasıdır. Diğeri ve uzun vadede belirleyici neden
ise Afganistan’ın “Avrasya satranç tahtası”ndaki stratejik
konumudur.
Afganistan, “Avrasya satranç
tahtası”nın güneyinde yer alan bir ülke. Amerika’ya “dost”
olmayan Iran ve Rusya’nın, Çin’in kazanmaya çalıştığı ve
ABD’nin de son dönemde sıcak ilişkiler geliştirdiği ve bizzat
kendi potansiyeli dünya çapında hegemonya mücadelesine yetenekli
Hindistan arasında bir ülke. Bu konumu ve belirtilen ülkeler
arasındaki ilişkiler Afganistan’ı önemli kılıyor. Türkiye’den
bakıldığında Balkanlar, Ortadoğu görülüyor, Kuzeydoğuda ise
Kafkasya ve Azerbaycan. Ama Afganistan’dan bakıldığında Orta
Asya ve Çin görülüyor. Bu durumda Afganistan, “Avrasya satranç
tahtasındaki gelişmeleri, Rusya-Çin-Hindistan arasındaki
ilişkileri ve başka jeopolitik aktörlerin hareketlerini izlemek ve
müdahale etmek için en uygun stratejik konumlanma alanıdır.
Amerikan emperyalizmi, Orta
Asya’nın ve bu bölgedeki petrol ve doğal gaz, Rusya-Iran-Çin ve
Hindistan tarafından kıskaca alınarak, kendisinin bu alandan
dışlanmasına asla ve asla izin vermeyecektir. Afganistan, olası
bir Rusya-Çin-Hindistan-Iran veya Rusya-Iran-Çin veya
Rusya-Çin-Hindistan veya “Şanghay Beşlisi” bağlaşmasını
engellemek veya etkisizleştirmek için mutlaka hakim olunması
gereken bir ülke konumunda.
Amerikan emperyalizmi, 21.
yüzyılda dünya hakimiyeti için sadece, Rusya’ya, jeopolitikacı
Z. Brzezinski’in deyimiyle “kara deliğe” karşı Çin ve
Hindistan ile işbirliği olasılığı üzerine plan kurmuyor. O,
bunun gerçekleşmeme olasılığı üzerine de düşünüyor ve
Afganistan tam da bu olasılık nedeniyle önemli oluyor.
Bu savaş, emperyalistler
arası çelişkilerin keskinleşme boyutlarını da gösteriyor.
Körfez Savaşı’nda ve Balkanlar’da olduğu gibi Afganistan’a
saldırıda da Amerikan emperyalizmi, hemen hemen bütün emperyalist
ülkeleri ve bağımlı ülkeleri “uluslararası terörizme karşı
yeni savaş”ta yedeklemeyi başardı. Her ne kadar “terörizm”
sorunu, yani etnik sorunu olan Rusya, Çin, Türkiye gibi ülkeler,
“terörizme karşı savaşı” selamladılarsa da, sonuçta her
bir ülke, özellikle emperyalist ülkeler, Afganistan’ın
stratejik konumundan yararlanma eğilimlerini açığa vurmuşlardır.
NATO ülkeleri asker göndermek istediklerini açıklamışlar, Kuzey
İttifakı’na silah veren Rusya, savaşın tarafı olduğunu
göstermiş, ABD-Pakistan yakınlaşmasından Hindistan rahatsız
olmuş ve Türkiye yine maşalık rolünü üstlenmiştir.
“Uluslararası terörizme
karşı yeni savaş”da emperyalist ülkelerin Amerikan
emperyalizmini yalnız bırakmamaları, emperyalistler arası
çelişkilerin şimdilik, bu ülkelerin doğrudan karşı karşıya
gelmeleri derecesinde keskinleşmediğini, birbirlerini kollama,
izleme, birinin var olduğu yerde diğerinin de var olmaya çalıştığı
bir seviyede geliştiğini göstermektedir.
Afganistan’a saldırıda
Amerikan emperyalizmi, Rusya ve Çin’i karşısına almamaya,
bilakis savaşa taraf etmeye ve Hindistan ile ilişkilerini
geliştirmeye çalışırken, AB’li emperyalist ülkeleri dolaylı
biçimde tehdit etmiştir. Amerikan emperyalizmi AB’li emperyalist
rakiplerinden, ABD’nin eylemini desteklemelerini kategorik olarak
talep etmiştir. Öyle ki AB’li emperyalist ülkeler, kendi
çıkarlarına ters düşen, çıkarları olan ülkelerde
çıkarlarının zedelenmesine neden olan veya çıkarlarının
Amerikan diktası altına girmesine neden olan Amerikan eylemlerini
desteklemekle karşı karşıya kalmışlardır. Körfez Savaşı’nm
sonuçları buna bir örnektir. Afganistan Savaşı’nda askeri
yardım talebi, NATO’nun 5. maddesinin ilk kez işlerlik kazanması
için dayatılan talep, destek biçimine başka bir örnektir.
Amerikan emperyalizmi, askeri katkınız olmazsa, en azından savaşın
masrafına katılın dayatmasında bulunmuştur. Amerikan
emperyalizminin, AB’li emperyalist ülkelere, siyasi, ekonomik ve
askeri destek dayatması, bu ülkelerin iktisadi çıkarlarının ve
bağımsız politika oluşturmalarının engellenmesi anlamına
gelmektedir.
ABD’nin saldırgan tutumu,
AB’li emperyalist ülkelerle kendi arasındaki çelişkileri
yumuşatmıyor, tam tersine keskinleşmesine neden oluyor. Amerikan
emperyalizminin askeri üstünlüğü nedeniyle, AB’li emperyalist
ülkelerin veya bir bütün olarak AB’nin kendine özgü siyasi ve
askeri hareket alanı daralıyor. Böylece AB’ye, ABD’nin askeri
saldırılarına, şu veya bu biçimde katılmaktan ve ancak
koalisyon adı altında kendi çıkarlarını ifade etmeye
çalışmaktan başka bir yol kalmıyor. Bu durumu Körfez Savaşı’nda
gördük ve şimdi de Afganistan Savaşı’nda görüyoruz. Amerikan
askeri eylemlerinin müttefikleri tarafından desteklenmesinin ne
anlama geleceğini M. Bischoff,
“Strateji ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi”ndeki bir
makalesinde şöyle ifade ediyordu: “...Birleşik Devletler,
müttefiklerine birçok konuda yardım ricasında bulunacaklar ve
müttefiklerinin bu ricayı yerine getirmelerini bekleyecekler ve
şayet müttefikler, örneğin ticari çıkarları korumak için
direnirlerse, Birleşik Devletler buna oldukça kaba tepki verirler.”
(Frankfurter Allgemeine Zeitung, 13 Eylül 2001)
Amerikan emperyalizmi, AB’li
müttefik rakiplerini hala yönlendirecek siyasi, askeri ve ekonomik
güce sahiptir.
Afganistan’ın bombalanması
ve Taliban rejiminin yıkılması, Kuzey Kore, Irak, Libya, Iran,
Somali gibi devletleri “terörist devlet” veya “alçak devlet”
diye tanımlaması çok önceden hazırlanmış planlarını
uygulamaya koyma amacının bir ifadesidir. Bu devletlere sonunuz
Afganistan gibi olur küstah ve tehditkar mesajını taşımaktadır.
Uzun bir zamandan bu yana Amerikan propagandası, bu devletleri
terörizmin fesat yuvası olarak açıklıyor ve bu devletlere karşı
savaş planları Pentagon’da bekletiliyordu. ABD, bu devletlerin
çoğuna askeri saldırıda bulundu. 11 Eylül saldırısını da bu
devletlere karşı yeni saldırıları için uygun bahane olarak
değerlendirmek istiyor.
Amerikan emperyalizmi,
Afganistan’a saldırırken kendisiyle “soğuk” ilişki içinde
olan ülkeleri, ya benden yanasın ya da seni “terörist devlet”
olarak tanımlar ve saldırırım ikilemiyle karşı karşıya
bıraktı. Bu bakımdan Pakistan tipik bir örnektir. Pakistan Devlet
Başkam Pervez Müşerref ile konuşan kovboy W. Bush’un deyimiyle
“leader of Pakistan”, Pakistan “yapıcı”ymış. Gerçekten
de “leader of Pakistan” olarak P. Müşerref, Amerikan
emperyalizminin çıkarlarına boyun eğerek, ne denli “yapıcı”
olduğunu kanıtlamıştır. İşin gerçeği ABD, Pakistan’ı
tehdit etmiş ve Pakistan da bu tehdide boyun eğmiştir.
Karşılığında ise mali yardım almış ve Amerikan hükümeti
Kongre’ye sunacağı bir öneri ile 1998’de Pakistan ve
Hindistan’a karşı konulan yaptırımların eş zamanlı
kaldırılmasını talep etmiştir.
Aynı akıbet; tehdit
Suriye’ye yöneltilmiştir. “Suriye de Körfez Savaşı
öncesindeki gibi bir kararla karşı karşıyadır.” ABD, Suriye
gibi tövbekar bazı “terörist devletler”in “antiterör
koalisyonu”na alınabileceği olasılığını açık tutarken,
-tabii ki Amerikan diktasına boyun eğmek ve Amerikan terör
eylemlerini desteklemek koşuluyla diğerleri, gerekli görüldüğü
zaman saldırılması gereken terörist düşmanlar olarak
görülüyorlar. Tek tek devletlere karşı terörist eylemleriyle
Amerikan emperyalizmi itaat etmeyenin başına nelerin geleceğini
gösteriyor. Afganistan’a saldırı bu türden tehdit için de bir
emsaldir.
Amerikan emperyalizminin
“uluslararası terörizme karşı yeni savaş”ı hiç de yeni
değildir. ABD, 20 yıl önce de “terörizme karşı savaş”dan
bahsediyordu. ‘80’li yılların başında ABD Başkam R. Reagan,
“uluslararası terörizme karşı savaş, dış politakımızın
kalbidir” açıklamasını yapıyordu. Amerikan emperyalizminin
bu temsilcilerine göre, terörizme karşı savaş, felakete karşı
savaştı ve bu felaket de barbarlar tarafından yayılıyordu.
Teröristler “medeniyetin çürümüş karşıtlarıydı. Reagan,
bütün dünyaya yayılmış terörizm ağının kökünü kazımaktan
bahsediyordu. Evet dünyanın en büyük, en acımasız terörist
devleti, “medeniyet”in bu “çürümüş karşıtı”, terör
felaketini bütün dünyaya yayan bu barbar devlet, “terörizme
karşı” savaştan bahsediyor! Ama bu devlet, uluslararası Adalet
Divanı tarafından, Nikaragua’da uyguladığı barbarlık
nedeniyle, “haksız yere zor kullanmaktan” mahkum edilmedi mi? Ne
büyük bir alçaklık ve ikiyüzlülük! Söz konusu karar,
uluslararası terörist eylemden mahkumiyetten başka bir anlam
taşımıyordu. Terör eylemlerinden mahkum edilmiş ABD,
“uluslararası terörizme karşı yeni savaş”tan bahsedebiliyor.
Dün olduğu gibi bugün de “uluslararası terörizme karşı
savaş” adı altında emperyalist tahakküm, talan, istila ve dünya
egemenliği peşinde koşuyor ve kendine karşı çıkanları,
kendine tabi olmayanları tehdit ediyor.
TÜRK
BURJUVAZİSİNİN AFGANİSTAN "SEFERİ"
Körfez Savaşı’nda ve yeni
Balkan savaşlarında olduğu gibi, Afganistan savaşında da
Türkiye’ye belli bir rol tanındı. Körfez Savaşı’nda
Türkiye’ye, “bir koyup, üç alma” sevdasıyla kaybetme, zarar
etme rolü verilmişti. Sonra Balkanlar’a asker gönderme rolü
verildi. Şimdi Afganistan’a asker gönderme ve müdahale
birliğinin (BM “Barış Birliği”) ikinci dönem komutanlığını
üstlenmesi gündemde.
Türk burjuvazisi yine
tarihsel bağlardan, dostluktan bahsediyor. Ne derece yapıcı olur,
bu ayrı bir sorun. Ama tarihsel bağların eskiye dayanan
dostluğun(!) olduğu bir gerçek. Aynı zamanda Türk burjuvazisinin
Körfez Savaşı ve Balkan savaşlarından sonuçlar çıkarttığı
da bir gerçek. Bu nedenle bu sefer, kendini “ağıra” satmasını,
jeostratejik konumunu pazarlamasını becerdi. Bunun ötesinde Türk
burjuvazisi geliştirmeye çalıştığı kendine özgü jeopolitika
doğrultusunda hareket etme olanağını yakaladığına inanıyor.
ABD’nin 11 Eylül’den sonra Türkiye’ye gösterdiği ilgi,
sorunun sadece sağlanan ve sağlanacak maddi “yardım’la sınırlı
kalmayacağını, Amerikan çıkarlarına tabi olmak koşuluyla,
başka olanaklar elde etme sözünün de verildiği izlenimini
uyandırıyor. Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırması
durumunda Türkiye’ye hangi rolü karşılığında ne verilir bu
bilinmiyor. Ama Afganistan, Orta Asya, Osmanlının önde gelen
jeopolitikacılarından Enver Paşa’nm Turan’ı kurmak uğruna at
koşturduğu alanlardır. İttihat ve Terakki Partisi, Türk
jeopolitik açılımını ifade eden pantürkçülüğü devlet
politikası düzeyine çıkartmıştı. Günümüz işbirlikçi
burjuvazisi de aynı politikaya yöneliyor.
Türkiye’nin Afganistan’a
olağanüstü diyebileceğimiz bir ilgi duymasının nedeninin
jeopolitik çıkarlar olduğunu, Z. Brzezinski şöyle açıklıyor:
“Jeopolitik av olarak
geleneksel Balkanlar gibi, Avrasya Balkanı da jeopolitik olarak
ilginçtir: Avrasya’nın en zengin ve en verimli batı ve doğu
kıyı bölgeleri arasında en iyi bağlar kuracak olan geleceğin
ulaşım yolları buradan geçiyor. Ayrıca onun güvenlik politikası
bakımından da önemi vardır. Çünkü onun en azından üç
dolaysız ve güçlü komşusu eskiden beri bölge üzerinde niyet
besliyorlar ve Çin de bölgeye giderek daha büyük siyasi ilgi
duyduğunu gösteriyor. Ama Avrasya Balkan’ı, bu bölgede devasa
doğal gaz ve petrol kaynaklarının, önemli minarelerin konsantre
olmasından dolayı... daha da önemlidir. Önümüzdeki 20-30 sene
içinde dünya çapında enerji tüketimi oldukça artacaktır.
Amerikan Enerji Dairesi’nin tahminlerine göre 19932015 yılları
arasında talep, tahminen yüzde 50’den fazla artacaktır ve bunda
Uzakdoğu, en önemli artışı kaydedebilir. Merkezi Asya bölgesinin
ve Hazar Havzası’nın Kuveyt’inkini, Meksika Körfezi’ninkini
ve Kuzey Denizi’ninkini gölgede bırakacak doğal gaz ve petrol
rezervlerine sahip olduğu bilinmektedir.
Bu kaynaklara ulaşmak ve
bölgenin zenginliklerinden pay almak, ulusal dürtüleri uyandıran,
grup çıkarlarını tetikleyen, tarihsel hak iddialarını yeniden
bilince çıkartan, emperyalist çabaları canlandıran ve
uluslararası rekabetleri ateşleyen hedefleridir. Bölgenin. iç
istikrarsız olması durumu daha da yakıcı yapmaktadır.”
Geçmişte, “Avrasya
Balkanı” denen bu bölgede (Orta Asya merkezli, Kazakistan’ı,
Doğu Türkistan’ı -Sincan/Çin-Afganistan’ı, İran’ı,
Kafkasya’yı içine alan bölge) üç büyük güç; Osmanlı
İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan monarşisi ve Çarlık Rusya’sı
hegemonya mücadelesi vermişlerdi. Bugün bölge üzerinde
rekabette, sadece, bölge ülkeleri olan Türkiye, İran ve Rusya yer
almıyorlar. Bölgenin petrol ve doğal gaz zenginliği ve bu
kaynakların dünya pazarlarına taşınması güzergahları üzerine
rekabetin tarafları oldukça çoğalmıştır.
Rekabetin ilk aşamasında,
Hazar Havzası’nda bilinen petrol ve doğal gaz çıkarımı, şu
veya bu şekilde paylaşıldı. Şimdi sıra elde edilen enerjinin
dünya pazarlarına taşınmasına geldi. Yani güzergah. Bu alanda
rekabet dolu dizgin devam ediyor. Güzergah konusunda rekabetin
sonuçlanması da her şeyin bittiği anlamına gelmeyecektir.
Kafkasya, Hazar Havzası ve Orta Asya üzerine hegemonya mücadelesi
sürecektir. Bu hegemonya mücadelesinde bölge ülkelerinin konumu
nedir?
Rusya, “Avrasya Balkanı”nı,
kendi arka bahçesi olarak görüyor, bu bölgeye başka güçlerin
girmesini ve kaynaklarına göz dikmesini istemiyor. Ama bunu
engelleyemeyeceğini de artık anlamış durumda.
İran’ı bölgede önemli
kılan, sahip olduğu petrol ve doğal gazın ötesinde stratejik
konumudur. Kazak petrolü ve Türkmenistan doğalgazının Basra
Körfezi üzerinden dünya pazarlarına taşınması İran’ı
önemli kılıyor. İran’ı önemli kılan diğer bir faktör de
Amerikan-Türkiye “stratejik ortaklığı”na karşı Rusya, İran
ile ilişkilerini geliştirmeye, boru hatları konusunda İran’ın
tercih edilmesini sağlamaya ve böylece, bölgeyi İran ile birlikte
güneyden de kıskaca almayı hedefliyor.
Türkiye’nin bölge üzerinde
ve yeraltı kaynaklarının dünya pazarlarına taşınması
konusunda rekabetini olumlu etkileyen belli başlı üç faktör var.
Bunlardan ilki, Gürcistan ve Ermenistan hariç, bölge ülkeleriyle
etnik köken ve gelenek ortaklığı, ikincisi, mevcut koşullarda
Türkiye üzerinden geçen boru hatlarının jeopolitik ve stratejik
açıdan güvenli bulunması ve üçüncüsü de, Amerikan
emperyalizmi ile Türk burjuvazisinin bölgeye ilişkin çıkarlarının
çakışmasıdır.
Türk burjuvazisi, tek başına
etkisiz kalacağının bilincinde. Amerikan emperyalizminin bölgedeki
varlığının Rusya ve İran’ın bölgeden uzak tutulması
anlamına geldiğini biliyor ve bu durumdan yararlanıyor. ABD, bölge
üzerindeki hakimiyetiyle diğer güçleri bölgede tamamen veya
görece etkisizleştirirken Türkiye de ABD’nin gölgesinde nüfuz
sahibi olmayı hedefliyor. Türk burjuvazisi, ABD’nin Avrasya
jeopolitikası ve stratejisindeki konumunun çok önemli olduğunu
görüyor.
“Avrasya’nın bu
bölgesinde, Afganistan da dahil ‘Avrasya Balkanı’nda hakim bir
rol oynamak için Amerika, coğrafi olarak oldukça uzak. Ama
katılmaksızın gelişmeleri seyretmek için de oldukça güçlü.”
(Brzezinski)
Türkiye ve Afganistan,
coğrafi olarak bölgenin bir parçası. Bu durumda Afganistan’da
Amerikan hakimiyeti altında Türkiye’nin varlığı,
Kafkasya-Azerbaycan üzerinden Orta Asya’ya açılan kapıya
güneyden bir kapının daha açılması anlamına geliyor. Kuzey
İttifakı’nın önemli bileşeni Özbekler’in ve başka Türki
kökenli azınlıkların özellikle desteklenmesi duygusallığın
ifadesi değil.
Afganistan Türk
burjuvazisinin jeopolitikası açısından oldukça önemli. Çünkü
bu ülkede nüfuz sahibi olmak veya Amerikan hegemonyası şemsiyesi
altında nüfuz sahibi olmak, “Türk dünyası”nın coğrafi
merkezinde faal olmak ve bizzat askeri gücüyle yer almak anlamına
geliyor.
Afganistan’daki büyük
oyunun birinci perdesi kapandı. Büyük oyunun ikinci perdesi
Amerikan güdümlü hükümetin kurulmasıyla açıldı. Önümüzdeki
dönemde bu oyunda rol alan oyuncuların amaçlarını daha açık
göreceğiz.