Her kriz döneminde olduğu gibi bu kriz döneminde de işsizlik sorunu, daha sık gündeme getirilmiş ve tartışılır olmuştur. Açık olan şu ki, kapitalizmin genel krizi sürecinde kapitalist üretim biçimi veya da kapitalist dünya ekonomisi, kitlesel kronik bir işsizlik olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Kapitalist ekonominin krizde olup olmamasından bağımsız olarak ve mevcut sanayi yedek ordusu gerçeğinin ötesinde sürekli var olan kitlesel bir işsizlik söz konusudur. Bu işsizlik süreklileşmiştir ve kapitalist ekonomin gelişmesiyle doğrudan bağlam içindedir. Bu makalede bu gerçeğe dikkati çekmeye çalışacağız.
Kapitalizmin genel krizi döneminde kronik kitlesel işsizlik, eğilim olmaktan çıkarak bir yasa/yasallık olmuştur. Kronik kitlesel işsizliğin bir eğilim olmaktan çıkarak yasa oluşunu açıklamak için bazı teorik hatırlatmalara gerek duyuyoruz. Bu açıklamaları oldukça kısa tutmaya çalışacağız.
Kapitalist birikimin genel yasası, kronik kitlesel işsizliğin oluşum nedeni ve işçi sınıfı: Kapitalist birikimin genel yasasının anlamı ve kronik kitlesel işsizliğin doğuş nedeni hakkında Karl Marks, Kapital’in birinci cildinde şöyle eder;
“Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte, bn.) artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” (Marks; Kapital, C. 1, s. 673/674, Alm.).
Bu anlayışa göre sermaye ve ücretli iş, birbirlerini karşılıklı koşullandırıyorlar, sermeye birikimi, işçi sınıfının sayısal olarak artmasına neden oluyor.(Ayrı bir tartışma konusu olmasına rağmen belirtelim ki, bugün tersi bir gelişme ile karşı karşıyayız). Birikim sürecinde sermaye, artıyor, daha az sayıda kapitalistin elinde toplanıyor ve bu süreç içinde nüfusun giderek artan bir kısmı da proleterleşiyor. Bu gelişme, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının bir madalyonun iki yüzü olduğunu, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının diyalektik bir bağ içinde olduğunu göstermektedir.
Artı nüfus, kapitalist birikimin mutlak/genel yasasına göre, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin yükselişi ölçüsünde doğuyor. Buna görece nüfus fazlalığı diyoruz. Bunun adı, işsizliktir. Yani, görece nüfus fazlalığı; işsizlik, sermaye birikim sürecinde doğuyor ve gelişiyor. Konumuz bu olduğu için, kapitalist birikimin genel yasasının başka yönlerini geçiyoruz.
Sermaye birikimi-işçi sınıfının büyümesi: Sermaye birikiminin gerçekleştirilebilmesiyle işçi sınıfının sayısal artışı arasında diyalektik bir bağ vardır. Yani işçi sınıfının sayısal artışı, sermaye birikiminin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Bu konuda Marks şöyle diyor;
“Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir ... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir ... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (K. Marks; Agk., s. 641, 642).
Kronik kitlesel işsizlik konusunda Marks’ın aşağıdaki anlayışı bize yol gösteriyor:
“Toplumsal işin üretkenliğindeki ilerleme sayesinde gitgide artan ölçüde üretim araçlarının, gitgide azalan insan gücü harcamasıyla harekete geçirilme yasası -işçinin üretim araçlarını değil, üretim araçlarının işçiyi çalıştırdığı- kapitalist toplumda, tam tersine döner ve şöyle ifade edilir: İşin üretkenliği ne kadar artarsa, işçinin istihdam araçları üzerindeki baskısı o kadar büyür ve dolayısıyla varoluş koşulları, yani başkalarının servetini ya da sermayenin genişlemesini artırmak için kendi işgücünü satabilme durumları o derece düzensiz ve güvenilmez duruma gelir. Böylece, üretim araçlarıyla işin üretken gücünün, üretken nüfustan daha hızlı bir şekilde artması gerçeği, kapitalist bir görüşle tam tersine ifade edilerek, işçi nüfusun, sermayenin kendi genişleme (kendini değerlendirme, bn.) gereksinimlerini karşılamak için çalıştırabileceğinden daha büyük bir hızla artar” (Marks: M-E; C. 23, Kapital, C. I, s. 674. Alm.).
Görece artı nüfus, kapitalist devreviliğin (ekonomik krizin) çerçevesini aşarak doğar. Toplumsal işin artan verimliliği ile değer ve fiziki hacim bakımından giderek artan bir üretim araçları kitlesinin (değişmeyen sermaye) giderek azalan bir işgücü kitlesi (değişen sermaye) tarafından harekete geçirilmesi, üretici güçlerin gelişmesinin bir yasasıdır. Kapitalizmde iş aletlerini/araçlarını işçinin rekabetçisi yapan bu yasayı Marks’ın yukarıdaki anlayışında görmekteyiz.
Belirttiğimiz kronik kitlesel işsizliğin oluşum kaynağı burdur. Bu işsizliği; kronik kitlesel işsizliği, Marks’ın belirttiği sanayi yedek ordusuyla; artı nüfusun diğer biçimleriyle (saklı ve durgun) aynılaştırmak yanlıştır. Kronik kitlesel işsizlik, işsizliğin, ekonomik devrevilikten bağımsız olarak, ekonomik devreviliğin her aşamasında (kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş), bu aşamalara göre sayısal olarak azalsa veya çoğalsa da, sürekli var olduğunun ifadesidir. Bu işsizlik, 1920’lerden bu yana kapitalist üretimin süreklilik arz eden bir görünümü olmuştur. Bu işsizlik, aynı zamanda görece artı nüfusun diğer biçimlerini de kapsamına alır, ama onlarla aynılaştırılamaz.
Kronik kitlesel işsizlik, Marks’ın tanımladığı veya onun dönemindeki sanayi yedek ordusunu aşıyor. Şüphesiz ki, kronik kitlesel işsizlik de sanayi yedek ordusunun görevini yerine getiriyor. Ama buna rağmen bir kısım işçi kitlesi, üretim süreci dışında sürekli olarak kalıyor.
Marks’a göre;
a)İşsizliğin nedeni kapitalizmdir.
b)Sermaye birikimi görece artı nüfusa; yedek sanayi ordusuna, genel olarak işsizliğe neden
olmaktadır.
c)Kapitalist, üretimin konjonktürel gelişmesi gerekli kılıyorsa çok sayıda işçiyi üretim
sürecine dahil edebileceği gibi, yine çok sayıda işçiyi sokağa atar.
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde, hatta emperyalist çağın ilk yıllarında işsizlik, ekonomik kriz dönemleri hariç hiç bir zaman kalıcı ve yüksek oranlarda olmamıştı. Tersine, çoğu kez, işgücüne olan talep süreklilik arz etmişti. Ama istihdam-işsizlik arasındaki ilişkinin niteliği, kapitalizmin emperyalist aşamasına girmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır. Değişmenin kendisi ise ancak kapitalizmin genel krizi sürecinde görülmüştür.
Tekellerin, yüksek fiyat anlayışından dolayı üretimin gelişmesini sınırlandırmalarına, tekelciliğin, aynı zamanda üretici güçlerin, işin verimliliğinin özgür gelişmesi önünde engel olmasına rağmen emperyalizm döneminde verimlilik, üretimden daha hızlı gelişir. Emperyalist çağda teknoloji, devasa adımlarla gelişmiştir. Yeni buluşlar; bilimsel teknik devrimin kazanımları üretim ve dolaşım sürecinde kullanılıyor.
Yani teknoloji, yoğun bir şekilde üretimde ve dolaşımda kullanılıyor ve böylece; teknolojinin giderek yoğun bir şekilde üretimde kullanılmasıyla, sermayenin organik bileşimi de yükseliyor. Bu durumda değişmeyen sermaye, değişken sermayeye (işgücüne) nazaran daha fazla artmış oluyor. Bu demektir ki tekelci sermaye giderek daha az sayıda işgücü kullanıyor. Tekeller, daha fazla üretmek, rekabet edebilmek için bunu yapmak zorundadırlar. Bu, kapitalizmin genel krizi sürecinde gündeme gelen bir eğilimdi. Bu eğilim; daha fazla üretmek için giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, artık kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bugün bir yasa olmuştur. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir sürecin ifadesidir. Hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, modern teknoloji bazında daha az sayıda işçiyi harekete geçirerek daha ucuz ve daha çok üretim yapmaktan vazgeçmez. Bundan vazgeçmek, yok olmakla, iflas etmekle eş anlamlıdır. Rekabet buna müsaade etmez.
İstihdam açısından geriye dönüşümü olmayan bu süreç, ne anlama gelmektedir? Bu, işsizliğin süreklileşmesi anlamına gelir; kronik kitlesel işsizlik anlamına gelir. Marks ve Engels döneminde böyle bir olgu yoktu. Hatta emperyalizmin ilk döneminde, örneğin Lenin’in, “Emperyalizm...” yapıtını yazdığı dönemde de böyle bir gelişme görülmemişti. Şüphesiz ki, işsizlik vardı. İşsizlerin sayısı, ekonominin konjonktürel durumuna göre artıyor (kriz dönemi) veya azalıyordu (krizin olmadığı dönem). Ama kronikleşmiş bir işsizlik yoktu.
Komünist Enternasyonal, VI. Dünya Kongresi’nde bu sorunu ele almış ve tartışmıştır. Orada şöyle deniyordu:
“Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir, veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.
“İş verimliliğinin (randımanın –bn.) artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. O, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler. Ama bu, böyle olmak zorunda değildir. Tam da son dönemlerde, rasyonelleştirme sürecinde işin yoğunluğunun olağan üstü arttırıldığını, ama işin verimliliğinin, yani işçi tarafından harekete geçirilen makinelerin değişmediğinin örneklerini görüyoruz.
“... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.
“... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor –bn.) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz.
“1921’deki büyük krizden sonra ortaya çıkan kitlesel işsizliğin, sadece savaşın Avrupa’nın fakirleşmesinin, yeni gümrüklerin, denizaşırı ülkelerin sanayileşme eğiliminin vs. bir sonucu olduğuna uzun dönem inandık. Ama son yılların tecrübeleri bu görüşü gözden geçirmemizi zorunlu kıldılar. Savaştan önce Almanya’da, 1907-1913 döneminde, yani 1907-1908 ağır krizinin olduğu dönemde sendikalarda örgütlü işçiler arasında ortalama işsizlik oranı % 2,3’tü. Buna karşın son beş senede aşağıdaki verileri görüyoruz: 1923’te %9,6, 1924’te %13,5, 1925’te %6,7, 1926’da %18 ve 1927’de de %8,8. Yani son dört senede, 1924’ten 1927’ye Alman ekonomisinin devasa yükseldiği yıllarda ortalama işsizlik oranı %12. Almanya’da konjonktürün en yüksek olduğu 1927 yılında işsizlik oranı %9. Açık ki, yoldaşlar, bunu, mutat, konjonktür eğrisine, sanayi devreviliği aşamalarının çeşitliliğine bağlı bir işsizlik olarak görmek doğru olmaz.
“Aynı görünümü, Büyük Britanya’da da görüyoruz ... ABD’de de... keza, kitlesel işsizlik oluşmuştur...
“İşin verimliliği güçlü bir şekilde artarken işçi sayısının azalması? Bunun anlamı şudur; teknik ilerleme, işin verimliliğindeki ve yoğunluğundaki ilerleme pazarın genişleme olanağını aşmıştır! Önceleri, savaştan önce, teknik ilerlemeden dolayı işçiler sokağa atıldılar, ama kapitalist pazarın genişlemesiyle sokağa atılan bu işçiler, sürekli, yeniden iş bulabildiler, en azından çok gelişmiş kapitalist ülkelerde böyle oldu...
Şimdi, önde gelen emperyalist ülkelerde sokağa atılan işçilere iş olanağı vermek için pazarın genişlemesinin artık yeterli olmadığını görüyoruz ...
“İşsizlik, konjonktürün bir göstergesi olmaktan artık çıkıyor ... Son yıllarda ABD ve Almanya örneğinin gösterdiği gibi, kapitalistler açısından büyük, kitlesel bir işsizliğe rağmen göz kamaştırıcı bir konjonktürün olması çok olasıdır” (Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, 8. Oturum, s. 201-202, 203, 204. 1928. Alm).
Sorunu Stalin de ele almıştır. Stalin, SBKP(B)’nin XVI. Parti Kongresi’nde özetleyerek ve genelleştirerek, kapitalizmin genel krizi koşullarında “milyonlarca sayıda olan işsizler ordusunun varlığı”ndan, “bunların yedek ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşmüş oldukların”dan bahseder (Bkz.: Stalin; C. 12, s. 217 Alm.).
İşsizliğin nedeni değişmiyor. Ama kapitalizmin genel krizi sürecinde teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak işin verimliliğinin üretimden daha hızlı artması sonucunda az sayıda işçi ile daha çok üretim yapma olanağını doğuruyor. Bu da, Marks döneminde tanıdığımız, kriz dönemlerinde sayısal olarak çoğalan, konjonktürün iyi olduğu dönemde yok olan veya azalan bir sanayi yedek ordusunun ötesinde, sürekli kitlesel olarak var olan, konjonktürün iyi olduğu dönemlerde de yok olmayan -en fazlasıyla sayısal olarak biraz azalan- bir kitlesel işsizler ordusunun doğmasına neden oluyor.
Yukarıdaki alıntıda yapısal işsizlik diye tanımlanan bu işsizlik, günümüzdeki kronik kitlesel işsizliktir ve bu, sayısı emperyalist ülkelerde on milyonlarla ifade edilen devasa bir ordudur.
1921’den bugüne (yukarıda 1921 krizinden bahsedildiği için 1921’den diyoruz) kapitalist dünya ekonomisi birçok devrevilikten geçti, birçok ekonomik kriz ve ekonominin yükseliş dönemleri yaşandı. Ama kitlesel işsizlik, süreklilik arz eden işsizler ordusu, sayısal olarak ya biraz azalmış, ya da biraz çoğalmış olarak var oldu. Bu dönemde sayısal azalma, kapitalizmin genel krizi aşaması öncesinde olduğu gibi, işsizler ordusunun, sanayi yedek ordusunun yok olmasına kadar varmamıştır. 1921’den bugüne işsizlerin sayısıyla ilgili veriler, kitlesel işsizliğin kapitalizmin genel krizi döneminde kronikleştiğini, toplumsal yaşamın, politik gelişmelerin, sınıf mücadelesinin bir öğesi olduğunu göstermektedir.
Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretimde kullanılması, giderek daha az sayıda işgücünün kullanılmasını beraberinde getiriyor. Açık ki 1921’den günümüze, her zaman olmasa da, genel anlamda işin verimliliğinin artış temposu, sanayi üretiminin artış temposunu aşmıştır. Bu, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir. Rasyonelleştirme, otomasyon, robot, elektroteknik, gelecek için gen tekniği, nano tekniği, neredeyse 2-3 yılda “eskiyen” teknoloji. Bütün bunlar, rekabetin dayatmasıyla en ucuz bir şekilde en fazla kar, pazara hakim olma vb. kaygı ve dürtüsüyle tekeller tarafından kullanılıyor. Hiç bir tekel, rakibinden geri kalamaz. Çünkü bu, onun açısında iflas demektir. O halde, ucuza üretmek, çok üretmek, ancak modern teknolojiyle oluyor. Modern teknoloji ise, çalışan işçi sayısının giderek azalması demektir.
Bu süreç nereye kadar gider, kapitalist toplum (emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz) daha ne kadar işsizi toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak kaldırabilir? Bunu bilemeyiz. Ama kesin olan, kapitalizmin “normal” koşullarında kronik kitlesel işsizliğin yok olmayacağıdır. Haftalık çalışma süresi 25-30 saate indirilebilir, tabii ki mücadele sonucu. Bu durumda belli sayıda işsiz iş bulmuş olur. Fazla mesai kaldırılabilir. Bu durumda da belli sayıda işsiz, çalışma olanağına kavuşur. Bu olasılıklar ve işsize iş bulmak için alınan başka hiç bir tedbir, kapitalisti, rekabet gücünü kıran bir üretim sürecine sokamaz. Hiç bir kapitalist, tekel, şayet bir makine 20 işçiden daha verimliyse, bu 20 işçiyi işe almayı ve makineyi kullanmamayı kabul etmez. Bu, onun kapitalist mantığına aykırıdır. Kapitalistin, bugün dünya çapında sayısı 1,2 milyara varan işsizlere iş bulma diye bir sorunu yoktur.
Üretim dışı kalanlar, yani kronik kitlesel işsizliği oluşturanlar, başka alanlarda iş bulabilirler. Örneğin hizmet sektöründe. Ama bu sektörde de istihdamın bir sınırı vardır. Çünkü bu sektörde de teknoloji çok sayıda işgücünün yerini alıyor. Geriye tarım sektörü kalıyor. Bu sektör de hiç umut vermiyor.
Kapitalizmin şu veya bu derecede geliştiği veya makineli üretim yapma derecesinde geliştiği emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde de aynı süreç geçerlidir. Stalin’in tespit ettiği gibi; “Savaş döneminde (I. Dünya Savaşı kastediliyor, bn.) ve savaş sonrasında sömürge ve bağımlı ülkelerde (bu ülkelere) özgü genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazarlar için mücadele keskinleşiyor ve karmaşıklaşıyor” ( XVI Parti Kongresi’ne Sunulan Siyasi Rapor, C.12, s. 217, Alm.).
Öyleyse; başta emperyalist ülkeler olmak üzere kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde burjuvazi, iç ve dış rekabetin baskısı altındadır. Bu durumda olan hiç bir burjuvazi, teknolojik gelişmenin mevcut seviyesinin gerisinde kalan, rekabet gücünü kıracak derecede gerisinde kalan bir teknolojiyle üretim yapmaz. Yeni teknoloji ve daha az sayıda işgücü ile çalışmak esastır.
Başka bir ihtimal daha var! Yeni bir emperyalist savaşla bütün dünya yıkılır ve “sil baştan” yapılır. Ama hiç bir kapitalist, hiç bir tekel, işsizlere iş bulalım diye savaşmaz. Rekabet ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, son kertede emperyalist savaştır. Diyelim ki, emperyalist savaş sonucunda dünya yıkıldı. Yeniden kurmak için istihdamın sınırı, mevcut işgücünün sınırı olabilir. Yani herkes iş bulabilir. Ama bu da ancak bir kaç sene devam eder. Belki on, belki de on beş sene sonra kitlesel işsizlik, kronik işsizlik sorunu yeniden gündeme gelir.
İstihdam-işsizlik ilişkisi kapitalizmin genel krizi sürecinde burjuvazi açısından içinden çıkılmayan bir çelişki olmuştur. Bu, bir “Circulus Vitiosus”tur.
Kapitalizmin genel krizi sürecinde kronikleşmiş kitlesel işsizliğin -kronik kitlesel işsizliğin- ortadan kalkmasının maddi koşulları artık yok. Bu türden işsizlik olgusu da kapitalist sistemin ne denli çürümüş olduğunu, sosyalizmin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu göstermektedir. O halde çözüm sosyalizmdedir, kapitalist sistemin yıkılmasındadır.
*
İstatistik ekler: