deneme
9 Ocak 2007 Salı
NEOLİBERALİZMİN ZAFERİ (I)
Radikal gazetesinin 7 Ocak 2007 tarihli sayısında Türker Aklan, köşesinde “Savaşa çağrı mı?” başlıklı yazısında MİT Müsteşarı Emre Taner'in “önemli” gördüğü açıklamasında “iki temel unsur” tespit ediyor. Oldukça “ilginç” olan “temel unsur”:
“Birincisi, artık ulus-devletlerin gerileme dönemine girilmiştir…Ulus-devletlerin eski egemenlik anlayışını bırakmak zorunda oldukları doğrudur. Girmek için can attığımız AB'ye üye olan devletler ulusal egemenliklerinden ödün vermiyor mu? AB üyesi olan ülkeler gümrük politikalarını, vergi politikalarını, para politikalarını bağımsızca saptayabiliyor mu? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, IMF'nin, Dünya Bankası'nın, Dünya Ticaret Örgütü'nün kol gezdiği dünyada eski ulusal egemenlik kavramının hiç değişmediğini savunmak mümkün müdür?
Değildir elbette. Günümüzde 'ulus-devlet' daha yumuşak ve esnek bir egemenlik kavramına dayanmaktadır. Bu değişikliğin de iki temel nedeni vardır. Birincisi, kısaca 'küreselleşme' dediğimiz olgudur. Sermayenin, üretimin, tüketimin ulusal sınırları aşması; iletişimin, ulaşımın, değer yargılarının küreselleşmesi; çevre sorunlarının ve çözümlerinin ulusal ölçeklere sığmaz olması...
Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünyayı ortaya koyuyor. Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.
Bu tespit, neoliberalizmin son 10-15 yılda elde ettiği en önemli ideolojik „zafer”lerden birisidir. Küreselleşme ile ulus devlet arasındaki ilişkiyi yanlış anlama yarışı düzenlenmiş olsa herhalde Türker Aklan bu yarışı birincilikle kazanmış olurdu. Üstünde durmaya değer.
Konuyu biraz açalım.
Birkaç asırlık burjuva devlet hala yerinde duruyor…
10-15 senedir sık sık duyuyoruz: Genel olarak devlet veya ulus devlet artık dünya çapında çöküş sürecine girmiştir! Devlet yok oluyor, zayıflıyor, inceliyor vs. Artık sınırlarını ve topraklarını da kontrol edememe zamanı yaklaşmaktadır! Ulus devlet, sahip olduğu hükümranlığı kaybetmektedir! Ve nihayet dünyanın hiçbir devleti küreselleşmiş, Marksist kavramla ifade edecek olursak uluslararasılaşmış sermaye ve üretime karşı koyacak durumda değildir!
Bu türden açıklamalar aslında hiç de yeni değildir. Sermaye hareketinin uluslararasılaşması seyri, ulus devletin tarihe karışıyor anlayışlarının daha II. Dünya Savaşının hemen sonrasında gündeme getirilmiş olduğunu göstermektedir. Öyle ki, geçen yüzyılın 50’li yıllarının sonunda kıtalar arası füzelerin üretimi, savunmanın, sınır savunması olarak tarihe karışacağının bir verisi olarak öne sürüldü. Böylece, sınırların anlamsızlaşacağı, devlet topraklarının savunulamayacağı, cephenin veya cephe gerisinin nerede olduğunun bilinemeyeceği ilan edilmişti. 60’lı yıllarda ulus devletin önemsizleşmesinin askeri alandaki verilerle açıklanmasından ekonomik alandaki açıklanmasına geçildi. Ulus devleti içten içe kemirenin ve yok edenin uluslararası tekeller olduğu keşfedildi. Gerçekten de bu dönemde Amerikan tekelleri, başta Avrupa sermayesi (tekelleri) olmak üzere dünyanın her tarafında sermaye satın alıyor ve yaygınlaşıyordu. Yani ‘60’lı yıllardan itibaren sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında hızlı bir gelişme oluyordu. Gerçekten de Unctad’ın verilerine göre uluslararası tekel sayısı 1969’da 7200’den 2005’te 69.727’ye; bu tekellere bağımlı işletmelerin sayısı da 27 binden 690 391’e çıkıyordu. Bu veriler, ulus devletin uluslararasılaşan sermaye ve üretim karşısında tutunamayacağını; sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasına yenik düşeceğini ya da yok olmamak için gelişmeye uyum sağlayacağını ve bizzat uluslararasılaşacağını kanıtlamak için yeter de artar deniyordu. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, ulus devletin ülke ve dünya ekonomisinde oynaması gereken rolü veya o zamana kadar oynadığı rolü artık oynayamayacağını göstermektedir anlayışları savunuluyordu. Bu türden iddialar tabii ki yeni değil, dolayısıyla bunlara verilen cevaplar da yeni değil. İdeolojik cephede zafer kazanan neoliberalizm, doğal olarak bu alanda da zafer kazandı; ulus devletin akıbeti hakkında öne sürdüğü bayağı savları, etkisini sürdürüyor. Bu bayağı savlardan etkilenenlerden birisi de Türker Aklan’dır. Türker Aklan gibilerinin anlayışına göre sermaye ve üretimin uluslararasılaşması bütün biçimlerinde gerçekleşecektir: Ulus devlet yapıları yıkılacağı için sınıflar da uluslararasılaşacaktır, ulus devleti ifade eden yasalar kalmayacak, bütün dünya uluslararası hukuka göre yönetilecektir. Yani sermaye ve üretim uluslararasılaştığı, ulus devletten bağımsızlaştığı için kendisine yeni bir yapı arayacaktır. Bu nedenden dolayı 1980’li yıllarda R. Cox, devletin, ulus devleti gereksiz kılan uluslararasılaşmasından bahsediyordu. Bu anlayış birçok siyasal akımı etkilemiştir. Etkilenenlerin başında kendini Marksist sanan küçük burjuva çevreler ve yeni Gramscici çevre gelmektedir. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, ideolojik alanda neoliberalizme önemli bir zafer kazandırmıştır. Ulus devletin güçsüzleştiği adeta kanıksatılmıştır. Emperyalist burjuvazi, yoğun neoliberalizm propagandasıyla neoliberal hegemonyasını kurmuştur. Giderek yok olan, etkisizleşen ulus devlet savı, neoliberal hegemonyanın en önemli dayanak noktası olmuştur.
Ama gerçekler tamamen başka. Giderek yok olan, etkisizleşen ulus devletten bahsedebilmek için ya siyasal kör olmak gerekir ya da neoliberal ideolojinin etkisinde kalmış olmak gerekir. Türker Aklan siyasal kör müdür veya neoliberal ideolojinin etkisinde mi kalmıştır, bunu bilmiyorum. Pek de önemli değil. Önemli olan, nesnel gerçekliğin kendisidir. Bu gerçeklik şunu gösteriyor: Dünyanın emperyalist çağa ayak attığı dönemde; 1900’lü yıllarda dünya veya siyasal dünya, sayısı 40 veya biraz fazla olan devletten oluşmaktaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında (1946) bu sayı 70’e çıktı. Şimdi ise 200 kadar devlet var. Sayı giderek artıyor. Yani sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının başka bir tanımı olan; genel tanımı olan emperyalist çağda ve özellikle son 10-15 yılda sınırları belli, bayrağı olan, ordusu, polisi, kendine özgü yasaları vs. olan yapıların sayısı; adı üstünde ulus devlet sayısı giderek artmaktadır. Türker Aklan ise bu olgunun; ulus devlet olgusunun giderek önemsizleştiğini savunuyor. Türker Aklan gibilerinin fakında olmadıkları gerçek şu: Federatif yapıya sahip olan devletler yıkıldı. Örneğin Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya. Bu yıkılma sonucunda yeni devletler, ulus devletler olarak doğdu. Bu dönemde yıkılan, yok olan hiçbir ulus devlet yoktur.
Ulusal kurtuluş hareketleri, ulusal bağımsızlık için mücadele etmiyorlar mı? Ulusal bağımsızlık, kendine özgü sembolleriyle, sınırlarıyla, yasalarıyla belli bir toprak bütünlüğünde ulusal devlet için mücadele değil mi? „Uluslararası kitle hareketi“ olarak tanımlanan uluslararası sosyal hareketler, siyasal taleplerinin gerçekleştirilmesi için öncelikle ulus devletleri başvurulacak adres olarak gömüyorlar mı? Uluslararası partileri mi, hükümetleri mi harekete geçirmek istiyorlar yoksa ulusal partileri mi, hükümetleri mi ve dolayısıyla ulus devleti mi harekete geçirmek istiyorlar? Türker Aklan’a sormak gerekir: Hükümet dışı örgüt olarak uluslararası alanda faal olan örgütler kimin, hangi devletin ajanlığını yapıyorlar? Yoksa bunlar uluslararası bir devlet veya hükümet adına mı ajanlık yapıyorlar? Örneğin Afganistan’daki sayısız hükümet dışı örgütler kimin adına orada faaliyet sürdürüyorlar?
Hiçbir şey değişmemiş demek de Türker Aklan’ın “artık ulus-devletlerin gerileme dönemine girilmiştir” tespiti kadar yanlış olur.
Paradoks olan şu: Türker Aklan gibileri ulus devletin kaçınılmaz sonundan bahsediyorlar, ama ulus devlet, tarihsel gelişmesinin doruk noktasında. Evet, bugün, en gelişmiş haliyle ulus devleti yaşıyoruz ve bu koşullar devam ettiği müddetçe de; yani sermaye ve üretimim uluslararasılaşması; mülkiyetin özel karakteri devam ettiği müddetçe de bunu yaşayacağız.
Bir taraftan en gelişmiş haliyle ulus devleti yaşarken, aynı zamanda yeni ulus devletlerin oluştuğu süreci de yaşıyoruz. Bay Türker Aklan “nasıl olur” diyecek ama nesnel durum böyle. Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra yeni bir ulus devlet oluşumu sürecine girilmedi mi? Dünya politikasında ulus devletler hâkim değiller mi? Yoksa dünya politikasını IMF veya BM mi tespit ediyor? Sayın Türker Aklan, Afganistan’a, Irak’a kim saldırdı ve bu ülkeleri işgal etti? IMF mi, BM mi yoksa ABD ve müttefikleri mi?
Şüphesiz ki “global governance”, hükümet dışı örgütler veya IMF, DB, BM de dünya politikasında belli bir rol oynuyorlar. Ama kimin adına? Bu kurumları finanse eden ülkeler adına, yani ulus devlet veya devletler adına. Öyle değil mi sayın Türker Aklan?
Dünya politikasının yapısındaki değişmeler, ulus devletin yapısındaki değişmeleri ifade eder. Ama dünya politikasındaki yapısal değişmeler hiç de yeni değildir. II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren bu alanda önemli değişmeler olmuştur. Bu, tartışma götürmez bir gerçekliktir. Dünya politikasında, ekonomisinde ve ticaretinde belli bir rol oynayan BM, IMF, DB ve başkaca çok uluslu kurumlar II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana faaldirler. Bu kurumları ayakta tutan, yaşatan, işlevli kılan veya işlevsiz kılan, bu kurumları kuran ulus devletlerdir. Bu kurumların aldıkları kararlar, öncelikle üye ulus devletler tarafından alınan kararlardır. Örneğin BM, IMF, DB ve DTÖ, uluslararasılaşmış sermaye tarafından değil, güçlü ulus devletler tarafından kontrol edilmekteler. Yani bu kurumları uluslararasılaşmış ulusal kökenli sermayeler (ulus devletler, emperyalist devletler) yönlendirmektedir. Bu kadarını sayın Türker Aklan da biliyordur!
Devam edelim sayın Türker Aklan: Revizyonist Bloğun dağıldığı dönemde; 1990’lı yılların başında Amerikan emperyalizmi “yeni dünya düzeni”ni ilan etti. Bu düzenin ilan edildiği “Washington Konsensüs”ünde hiç de konsensüs sağlanmamıştı. Askeri ve ekonomik gücüne dayanan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak kalan Amerikan emperyalizmi, kendi çıkarlarına göre yeni bir dünya düzeni dayatmıştı. Yani Amerikan ulus devletine hizmet eden bir yeni dünya düzeni. Bu dünya düzeninde dünya ekonomisi ve politikası Amerikan çıkarlarına göre düzenlenmeliydi. Her halükarda Amerikan emperyalist burjuvazisi, kendi devletine, yani ABD’ye, dünya iktidarı rolü veriyordu. Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder. Sonra ne oldu? Koyu/yoğun bir “küreselleşme” propagandası başlatıldı: serbest pazarlardan, serbest rekabetten, demokrasiden bahsedildi. Sosyalizm öldü dendi ve hızını alamayan Fukuyama da “tarihin sonunu” getirdi. Aynen böyle olmadı mı sayın Türker Aklan?
Reform adı altında; yeni dünya düzeninin kurulması adı altında neoliberalizm güçlü ulus devletler tarafından güçsüz ulus devletlere dayatılmadı mı? IMF’nin, DB’nın, BM “barış gücü”nün arkasında kim var? Neoliberal dayatmaların, işgallerin ve savaşların arkasında emperyalist ülkeler, güçlü ulus devletler durmuyor mu? Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder!
MİT Müsteşarı Emre Taner ve Türker Aklan gibileri bir gerçeği unutuyorlar: “Küreselleşme”yi, neoliberalizmi ideolojik bir silah olarak kullanmak için kalemşorlarını örgütleyen Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte jeopolitikayı ve dolayısıyla “alan”ı güya yeni keşfetmiş gibi hareket etmektedir. Ulus devlet bu denli önemsizleşmişse Amerikan emperyalizmi niçin ülkeleri, hammadde alanlarını, stratejik bölgeleri işgal ediyor? Bu işgaller, ulus devletin yok olma sürecine girmediğini gösterir. Bu iki olgu arasındaki diyalektiği anlamayanlar, Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak gibi ülkeleri, oralara demokrasi götürmek için işgal ettiği demagojisini kabul etmek zorunda kalırlar. Geçen yüzyılın ‘70’li yıllarında ulusal sermaye çıkarlarına; Amerikan tekellerinin çıkarlarına hizmet eden politik ekonomi hazırlamak için radikal adımlar atan Amerikan emperyalizmi değil miydi? Özenle seçilmiş pazar alanlarını açmak ve aynı zamanda korumacılığa yarayan duvarlar örmek Amerikan emperyalizminin stratejisi değil miydi? Yani kendi sanayine pek zarar vermeyen alanları açmak ve aynı zamanda kendi sanayini koruyan adımlar atmak ve başka ülkeleri, Amerikan ürünlerinin alımı için baskı altında tutmak.
Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası veya dünya hâkimiyeti için jeopolitikası, güçlü ulus devlet olgusuna dayanmaktadır. Bölgeleri, ülkeleri, hammadde kaynaklarını işgal eden, rakiplerinin gelişmesini daha başından engellemek için tedbirler alan bir güç bunu ulus devletsiz veya yok olmaya yüz tutmuş bir ulus devletle nasıl yapabilir? Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder!
Ulus devletin yok olma sürecine girdiği ve devletin giderek uluslararasılaştığı neoliberal bir demagojidir. Kapitalist üretim biçimi henüz ulus devletinden kopmuş bir sermaye, uluslararası bir tekel ortaya çıkarmadı. Uluslararasılaşmış sermaye ve üretimin dayandığı bir veya çok sayıda ulus devlet vardır. Bu anlamda uluslararasılaşmış sermaye ve üretim, rekabeti bütün biçimlerinde keskinleştirdiği için güçlü ulus devlete dayanmak zorundadır ve dayanmaktadır. Bu kadarını Türker Aklan da biliyordur!
Türker Aklan’a göre “Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünya”da yaşıyoruz ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.
Bu kadar yeter sayın Türker Aklan. Başka bir yazıda „sınırlarına“ vardığımız ulus devleti ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ karşılaştırmasını ele alarak ulus devletin yok olma sürecine girmediğini, aksine kendini rasyonelleştirerek güçlendiğini gösteren faktörleri açabiliriz.